Türkiye’de son dönemde ekonomi gündemi üzerine dönen tartışmalar, genelde yüksek enflasyon, Merkez Bankası’nın faiz kararları ve bu kararların dövize yansımaları ile ilgili. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) her ay yayımladığı işsizlik oranı ise birçok kesim tarafından sadece bir sayıdan ibaret görülüyor. Oysa iş gücü rakamlarının anlamı oldukça derin. İnsan hayatının yansıması olan bu istatistikler, ülke ekonomisinin gittiği yönle ilgili birçok ipucu veriyor.
Rakamlar ne söylüyor?
TÜİK’in Temmuz 2021 dönemine ilişkin iş gücü raporunda, işsizlik 1,4 puanlık artış ile %12,0 olarak gerçekleşirken ülke genelinde 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı, 506 bin kişi artarak 3 milyon 902 bin oldu. 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı ise bir önceki aya göre sabit kalarak %23,1 seviyesinde gerçekleşti. İstihdam edilenlerin sayısı bir önceki aya göre 125 bin kişi artarak 28 milyon 730 bin kişi, istihdam oranı ise 0,2 puanlık artış ile %45,1 oldu. Zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel iş gücü ve işsizlerden oluşan âtıl iş gücü oranı da temmuzda bir önceki aya göre 1,2 puan artarak %23,6 oldu.
DİSK-AR yayımladığı son raporda, TÜİK’in yeni kullanmaya başladığı metodolojinin aylık verilerde oldukça “sınırlı” bir kapsama sahip olduğunu vurguladı. Kurum, TÜİK’in kullandığı âtıl iş gücü oranı esas alındığında mevsim etkisinden arındırılmış geniş tanımlı işsiz sayısının temmuz ayında aslında 8 milyon 421 olarak gerçekleştiğini ve böylece Türkiye’nin işsizlikte Avrupa’da üçüncü sırada olduğuna açıkladı. Ayrıca raporda, pandemide uygulanan işten çıkarma yasağının bitmesinin kayıtlı işsiz sayısında ciddi bir artışa yol açtığı belirtildi.
Diplomalı işsizlik
İşsizlik oranları, yıllardır Türkiye’nin kronik problemlerin başında geliyor. İşsiz sayısının yüksek olduğu gruplar arasında üniversite mezunları da her geçen yıl artmaya devam ediyor. 2004’te %12,9 olan üniversite mezunu işsizlerin oranı, Haziran 2021’de %27,2’ye yükseldi. Kısacası Türkiye’de her 4 işsiz gençten 1’ine üniversite mezunu diyebiliriz. Üniversite mezunu olup da herhangi bir işte çalışmayanların sayısı 1 milyon 350 bine ulaşarak rekor kırarken çalışmak istemeyen ya da iş aramayı bırakmış üniversite mezunlarının sayısı ise son bir yılda 565 bin arttı.
İşsizler içindeki üniversite mezunu oranı (2004-2021) – Kronos News
1980’lerden beri gayriresmî olarak “her ile bir üniversite” politikası uygulayan Türkiye’nin eğitim sisteminde amaç; öğrencilerin kendi şehirlerinin dışına çıkmadan yüksek öğrenim görebilmeleriydi. Bu süre içerisinde 2001’de 74 olan üniversite sayısı bugün 204’e çıkarken 2001 yılında 1,5 milyon olan üniversite öğrencisi sayısı ise 8 milyona ulaşmış oldu.
Doç. Dr. Altuğ Yalçıntaş’ın “Türkiye’de Akademik Enflasyon” isimli makalesinde akademik enflasyon; üniversite mezunlarının hayal ettikleri pozisyonlarda ve umdukları ücret seviyelerinde istihdam edilememesi olarak tanımlanıyor. Ülkedeki diplomaların reel değerinin azalmasına sebep olan akademik enflasyon, aslında bilim ve teknoloji alanında politika yapıcıların istihdam alanı yaratamamalarının bir sonucu.
DİSK/Genel-İş sendikası Araştırma Dairesi’nin “Türkiye’de Genç İstihdam” isimli raporuna göre, OECD’de %39,6 olan genç istihdam oranı, Türkiye’de 2020 yılı birinci çeyrekte %30,9 iken, 2021 yılı 1. çeyreğinde %30,6’ya geriledi.
Umutsuzluk
Habitat Derneği’nin ağustos ayında yayımlanan “Gençlerin İyi Olma Hâli” raporuna göre, Türkiye’deki gençlerin %41’i yaşamından memnun değilken %42’si ise gelecekten umutlu değil. Gençlerin %73’ü ise iş bulmanın zor olduğuna inanıyor. Katılımcılar, iş bulmanın önündeki zorluklar arasında birinci sırada %61 ile iş olanaklarının yetersizliğini öne sürüyor.
Araştırma şirketi Ipsos’un “Koronavirüs Salgını ve Toplum Araştırması”na göre Türkiye’de yaşayan her 10 gençten 7’si için ülkedeki en önemli sorun ekonomi. Toplum genelinde ise bu oran %60. Ekonomik geleceklerinden endişe eden gençlerin %12 si eğitimi ülkedeki en büyük problem olarak görüyor. Gençlerin günlük duygu durumlarını da araştıran şirkete göre, yorgunluk başı çekiyor. Bıkkınlık, endişe ve kafa karışıklığı yorgunluğu takip eden diğer duygular. Gençler toplumun geneline kıyasla bu olumsuz duyguları daha yoğun hissediyor. Ipsos Türkiye CEO’su Sidar Gedik, gençlerin duygu hâllerini şöyle anlatıyor:
“Duygu durumu açısından üniversite öğrencilerini toplum geneli ile karşılaştırdığımızda olumsuz duyguların onların için daha baskın olduğunu tespit ettik. Üniversitelilerin yarısından daha fazlası yorgun, bıkkın ve endişeli hissediyor. Kafası karışmış, üzgün ve yalnız hissedenler de kayda değer oranda.”
İBB İstanbul Planlama Ajansı’nın yayımladığı “Üniversite Mezunu Ev Gençleri Araştırması” raporunda gençlerin arasında, işsiz olmasını önemli yerlerde tanıdıklarının olmamasına bağlıyanların oranı %87,3. Gençlerin %65,7’sinin bir seneden daha uzun süredir iş aradığını belirtilen raporda, %84,6’sı bir imkân verildiği takdirde yurt dışında çalışmayı düşünüyor. %58,6, mezun olduğu alandan iş bulma umudu olmadığını; %15,9 ise boş kalmamak için yüksek lisans yaptığını belirtti. Araştırmaya katılan gençlerin %91,6’sı maaş olarak 5 bin liradan daha düşük ücrete razı, %26.9 ise asgari ücret ve daha düşük bir ücret karşılığında çalışabileceğini düşünüyor.
İş bulmanın zorluğu
Genç İşsizler Platformu Sözcüsü Dr. Murat Kubilay’a göre gençler; insanca iş, nitelikli eğitim, borçsuz yaşamak, sosyalleşebilmek ve evrensel olmak istiyor. Kubilay, genç işşizliğin yaygın olmasını bireylerin yetkinliklerindeki yoksunluğa değil, iş gücü piyasasındaki aşırı beklentilere bağlıyor. Siyasi iktidarın ekonomi yönetiminde istenilen performansı yansıtamadığını düşünen Kubilay’a göre, yeterince iş alanı yaratılamaması problemin özü. İstihdam alanlarının azlığından niteliksiz işleri bile üniversite mezunları tercih edilebiliyor. Hatta gençler çoğu zaman kötü şartlar içinde ve düşük maaşlarla çalışmak zorunda kalıyor. Ayrıca kamu alanlarında kadroların liyakatle değil torpille dağıtıldığına yönelik şikayetler var.
Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat bölümünden mezun olan ve iş arayan Ekrem Ölmez, “Çok çok az sayıda dönüş geliyor. Hatta ben inanıyorum ki, başvurduğumuz birçok yerde özgeçmişimiz bile incelenmeden pas geçilebiliyor. Bunun nedeni de açılan bir başvuruya birçok kişinin başvurması. Örneğin, İzmir için bir ön muhasebe pozisyonuna başvurmuştum. Alınacak eleman sayısı 1’di. Ama 3-4 bin kişiye yakın bir başvuru vardı,” ifadelerini kullanıyor.
Yapısal sorun hâline gelen diplomalı işsizlik, üniversitelerin diploma satan bir mekanizmaya dönüştüğü ve yeterince istihdamın yaratılmadığı bu düzlemde her geçen gün büyüyor. Aslında gençlerin sosyal kimliğine şekil veren, yaşamlarını, bağımsızlıklarını, gelişimlerini, kendilerine güveni, ekonomik ve politik kimliklerini belirleyen istihdam, toplumsal nedenlerden dolayı yetersiz kalıyor. Herkese iş imkanı sunamayan ekonomi politikalarından ötürü iş gücü piyasası maalesef dar kalıyor.
Bankaların kredi sistemlerinde giderek daha sık karşılaştığımız bir tablo var: Gerçek kredi değerliliği taşımayan birey veya işletmelere, sistemsel boşluklar nedeniyle kredi limitleri açılıyor. Kredi puanı iyi görünüyor, limit mevcut—ama geri ödeme kabiliyeti yok. Neye benziyor, biliyor musunuz? George Akerlof’un 1970’te yazdığı kendisine Nobel iktisat ödülü aldıran “limon piyasası”na.
Asimetrik Bilgi Sorunu:
Akerlof’un teorisinde, alıcı ve satıcı arasındaki bilgi dengesizliği nedeniyle kaliteli ürünler (iyi arabalar) piyasadan çekilir, yerine “limonlar” (kötü arabalar) kalır. Bugünün kredi sisteminde ise:
Banka, müşterinin gerçek riskini göremiyor (ya da görmek istemiyor).
Müşteri, sistemin sunduğu limitlere ulaşıyor, kredi kullanıyor.
Böylece finansal piyasada “limon” krediler çoğalıyor: riskli, sürdürülemez, görünürde aktif.
Sonuç Ne Olur?
Gerçek değerliliğe sahip kullanıcılar daha pahalı krediye ulaşır.
Sistem, kendi içindeki çürüklüğü fark edemez.
Uzun vadede bu asimetrik bilgi, toplu bir güven krizine dönüşür. Tıpkı Akerlof’un uyardığı gibi…
Finansal sistemler gelişiyor, algoritmalar daha sofistike hale geliyor—ama hâlâ “insanı” göremeyen modellerle çalışıyoruz. Kredi vermek sadece matematik değil; güvenin, bağlamın ve davranışsal içgörünün birleşimidir.
“Kredi sadece bir limit değil, bir güven oyudur.”
Kredi sistemleri giderek daha sofistike hale geliyor. Algoritmalar, puanlama sistemleri, dijitalleştirilmiş değerlendirme modelleri… Peki ama hâlâ “insanı” göremeyen bu sistemler gerçekten güvenli mi?
George Akerlof, 1970’te “limon piyasası” teorisini ortaya attığında otomobil piyasasını örnek gösteriyordu. Bugün ise aynı teoriyi bizzat kredi piyasasının içinde yaşıyoruz: asimetrik bilgi, yani tarafların eşit derecede bilgi sahibi olmaması, sistemi yavaş yavaş çürütüyor.
Gözlemlerimden İki Sessiz Hikâye
Firma kârlı göründü, konkordatoya girdi. Bir yıl önce denetimini yaptığım bir firmayla denetim sırasında yaşadığımız bir anlaşmazlık yüzünden yollarımız ayrılmıştı. Geçtiğimiz günlerde konkordato ilan ettiklerini öğrendim. İlginçtir: Banka kredileri denetim sonrası son bir yılda ciddi oranda artmıştı. Bilanço ise temizdi—görünürde. Ama içini bilen biri olarak şunu söylemeliyim: stoklar şişirilmişti. Sayım tutanakları arasındaki fark 3 milyon dolar kadardı.
Stoklar yalansa, bilanço da yalandır. En kolay oynanan kalem de budur çünkü. “Stoklarda 3 milyon dolarlık yapay bir değerleme vardı—bu, bilanço üzerinde kar gibi görünse de gerçekte zarardı.” Bankalar ne yaptı? Kağıt üstündeki görüntüye bakıp kredi verdiler. Mali analizlerin yapamadığı tek şey stok denetimidir, stoklarda ne yazıyorsa kabul edilir. Şu sorularla meşgul olduklarını da hiç zannetmiyorum: Stok sayım tutanak raporu mevcut stoklarla karşılaştırıldı mı? Stok sayım tutanağını kim hazırlamış? Bağımsız denetim mi yoksa şirket personeli mi? Firma son yıllarda matrah artırmış mı? Tedarikçi bakiye hareketleri stok değer hareketleriyle uyumlu mu? Stoklarda dikkat çekici bir durum var mı? Hammadde stoğu mamül stoğundan fazla mı? Şirket ERP sisteminden stok değerleme raporu alındı mı? Sorular çoğaltılabilir.
Geçenlerde eski bir öğrencim aradı: Çalıştığı firma 3 aydır maaş ödemiyormuş ama aynı zamanda bankalardan kredi kullanmaya devam ediyormuş. Hatta patronunun yeni bir konut satın aldığını duymuş. Bana sorduğu soruya gelirsek: “İş davası açarsam banka hesaplarına bloke konulur mu?
Banka sistemleri SGK kayıtlarını kontrol etse, firmanın 3 aydır sigorta ödemediğini görecekti. Ama görmedi. Çünkü sistem, sadece rakama ve geçmiş skora bakıyor—insan hikâyesine değil.
Sonuç: Algoritmalar Belki Zekidir, Ama Kördür
Bugünün kredi algoritmaları geçmiş veriye dayanır, davranışı anlamaz, öyküyü okumaz. Böylece sistem, Akerlof’un tarif ettiği gibi, limonlarla doluyor: Gerçekte riskli olan ama kâğıt üstünde sorunsuz gözüken kredilerle. Sonuç? Gerçekten sağlıklı, krediye erişimi hak eden işletmeler bu gölgelerin altında kalıyor.
Prof. Dr. YILMAZ: Bütçe açıkları dizginlenebilir mi?
Bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak
Mayıs ayına ait merkezi yönetim bütçe gerçekleşmelerine göre bütçe fazlası 235,2 milyar TL, kümülatif (Ocak-Mayıs) bütçe açığı da 650,3 milyar TL oldu. Mayıs ayı bütçe fazlası, giderlerdeki önemli bir azalış kaynaklı değil, tersine kurumlar vergisi hasılatının beklendiği gibi mayıs ayında vergi gelirlerini beslemesiyle gerçekleşti.
Rakamla ifade etmek gerekirse; nisan ayına göre mayıs ayında bütçe giderlerinde 43 milyar TL’lik azalışa karşılık bütçe gelirleri 368 milyar TL arttı. Bu artışın hemen hemen tamamı kurumlar vergisi hasılatı kaynaklı.
Önce vergi hasılatındaki değişime bakalım, ardından bütçe giderlerinde azalış olmuş mu, ona bakarız:
Kurumlar vergisi yıllık beyana tabi bir vergi. Aynı zamanda cari vergilendirme döneminin kurumlar vergisine mahsup edilmek üzere, GVK’da belirtilen esaslara göre ve cari dönemin kurumlar vergisi oranında geçici vergi ödenir. Ocak – Şubat – Mart geçici vergi dönemi beyanname verilme ve ödeme günü 17 mayıs’tı. Ayrıca Gelir İdaresi Başkanlığı, 30 Nisan’a kadar verilecek kurumlar vergisi beyannameleri ve bunlara tahakkuk eden vergilerin ödeme sürelerini 5 Mayıs’a kadar uzattı.
Böylelikle nisan ayında 29,7 milyar olan kurumlar vergisi tahsilatı da mayıs ayında 470,1 milyar TL’ye yükseldi. Hatta mayıs ayında kurumlar vergisi hasılatı vergi gelirleri içindeki payı yüzde 39,4’e ulaştı ki bu oran KDV gibi dolaylı bir verginin payından da yüksekti. Sonuçta bu hasılat bütçede bir rahatlama yarattı.
Mayıs ayında kurumlar vergisi tahsilatı bütçenin imdadına yetişmiş oldu ama yukarıda anlattığım gibi “geçici vergi dönemiydi, geldi ve geçti”.
Bütçenin gelir tarafını temmuz ayında gelir vergisi ikinci taksiti ile ağustos ve kasım aylarında geçici vergi taksitleri bir miktar rahatlatabilir. Ancak aylık olarak artmaya devam eden enflasyon, sıkı para politikasıyla kredi imkanları kısıtlanan firmalar ve artan konkordatolar, hedeflenen vergi gelirlerinden uzaklaşılmasına neden olacak ana faktörler. Ayrıca bütçenin gelir tarafının, borç faizleriyle büyüyen bütçenin gider tarafını telafi etmesi zor görünüyor. O nedenle bütçe açığını dizginlemek hiç de kolay olmayacak.
Bütçe giderlerine şimdi kamuda tasarruf üzerinden bakalım:
Tüm kamu kurumlarının kendi bütçelerindeki kaynaklardan yapacakları harcamalar için tasarruf tedbirlerine uymaları uzun zamandır merakla bekleniyor.
Aşağıdaki hazırladığım tablo, geçen yıl ve bu yılın mayıs aylarında tasarruf tedbirleri kapsamında yapılan harcamaları karşılaştırıyor:
Tabloda görüldüğü gibi bir yıl içinde taşıt alım giderleri yaklaşık 2 katına çıkmış. Haberleşme ve enerji giderleri de enflasyon oranına yakın bir artış göstermiş. Kırtasiye-baskı giderleri ile temsil-tanıtma giderlerinde ise bir yılda kısmen frene basılmış gibi.
Ancak temsil-tanıtma giderleri bu yılın ilk dört ayında ortalama 65 milyon TL civarındayken, mayıs ayında birden yaklaşık beş katına (316 milyon TL) çıkmış. Yine de bu haliyle geçen yılın mayıs ayındaki 418 milyon TL’nin oldukça altında kalıyor. Umarım ülkemiz en iyi şekilde temsil ediliyordur. 2024’te bu alanda daha fazla gider yapılıyordu, yoksa geçen yıl daha mı iyi temsil ediliyordu?
Borç faiz giderleri bütçede büyümeye devam ediyor. Özellikle iç borçlanmanın maliyeti bütçeye yansıyor.
Mayıs ayında borç faiz giderleri 111,2 milyar TL, kümülatif olarak 835,8 milyar TL’ye ulaştı. Dahası Haziran ayında yaklaşık 240 milyar TL’lik borç faiz gideri gerçekleştirilecek.
2025 yılı bütçesi için borç faiz giderlerinin bütçe giderlerine oranının yüzde 13,2 ve vergi gelirlerine oranının da yüzde 17,5 olması hedeflenmişti. Bugünkü görünümde borç faiz giderleri/bütçe giderleri oranı yüzde 15,7 ve borç faiz giderleri/vergi gelirleri oranı da yüzde 20,9’a yükselmiş durumda. Bu göstergeler ile bütçe hedeflerinden uzaklaşıldığı anlaşılıyor.
Bütçe açıklarını kontrol altında tutmak, pek çok alanda katkı sağlayacak. Öncelikle devletten beklenen görevlerin ve kamu hizmetlerinin hem kalitesinin artmasına hem de zamanında sunulmasına katkı sağlayacak.
Aksine bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak.
İsrail ile İran arasında çıkabilecek uzun süreli bir savaş, sadece çatışmanın merkezindeki ülkeleri değil, çevre ülkeleri ve küresel sistemi de etkileme potansiyeline sahiptir. Türkiye, jeopolitik konumu, enerji bağımlılığı, ekonomik yapısı ve diplomatik ağı nedeniyle bu savaşın en çok etkilenecek ülkelerinden biri olacaktır.
Bu analiz, savaşın Türkiye’ye olası etkilerini altı temel başlık altında ele almaktadır:
1. 🛢️ Enerji ve Ekonomi Üzerindeki Etkiler
İran’ın enerji üretimi ve Hürmüz Boğazı’nın kontrolü, küresel petrol ve doğal gaz arzı için kritik önemdedir. Savaşın bu hattı etkilemesi durumunda:
Enerji fiyatlarında sert artış yaşanacaktır. Türkiye’nin petrol ve doğal gazda yüksek dışa bağımlılığı, enerji ithalat faturasını şişirecek, cari açık büyüyecektir.
Enflasyonist baskı artar. Akaryakıt ve üretim maliyetlerinin yükselmesi, gıda ve temel tüketim ürünlerinde zincirleme fiyat artışına neden olur.
Sanayi ve ulaşım sektörlerinde maliyet artışıyla birlikte tüketici harcamalarında daralma görülebilir.
2. ⚖️ Jeopolitik Denge ve Dış Politika Baskısı
Türkiye, Batı bloku (NATO-ABD) ile İslam dünyası arasında denge kurmaya çalışan bir dış politika izlemektedir. Savaş derinleşirse:
Çift yönlü baskı oluşur. ABD, Türkiye’den İsrail lehine daha net bir pozisyon almasını bekleyebilirken; iç kamuoyu ve İslam ülkeleri Filistin-İran eksenine daha yakın bir tavır talep edebilir.
Denge politikası zorlaşır. Türkiye, arabulucu rolünü korumak isterken tarafsızlığını da kaybetme riskiyle karşı karşıya kalabilir.
3. 🤝 Diplomasi ve Göç Yönetimi
Savaş bölgesine yakın olan Türkiye, bölgedeki göç hareketlerinden doğrudan etkilenebilir.
Yeni mülteci dalgası riski doğar. İran, Irak ve Suriye’deki çatışma ve insani krizler nedeniyle Türkiye sınırlarına yeni göç baskıları oluşabilir.
İç politikada göç tartışmaları artar. Halihazırda Suriyeli göçmenler konusunda hassas olan kamuoyunda yeni bir göç dalgası sosyal ve siyasi gerilimlere yol açabilir.
4. 🛡️ Güvenlik ve Askeri Riskler
Savaş, bölgedeki tüm askeri dengeleri etkileyebilir ve Türkiye’nin güvenlik ortamını doğrudan sarsabilir.
Sınır ötesi gerginlikler: Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki operasyon bölgelerinde İran yanlısı milis gruplarla sıcak temas ihtimali artar.
Terör riski ve iç güvenlik tehditleri: İran destekli yapıların Türkiye içinde veya sınır hattında provokatif eylemlere yönelmesi riski oluşur.
5. 📉 Finansal Piyasalara Etkisi
Savaş ortamı, küresel finansal piyasalarda risk algısını artırır. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler bu dalgalanmalardan doğrudan etkilenir.
Borsa İstanbul’da dalgalanma görülür. Yabancı yatırımcıların riskten kaçışı, Borsa İstanbul’da satış baskısını artırabilir.
Döviz kurları ve altın fiyatları artabilir. TL üzerindeki baskı artar; bireyler ve yatırımcılar güvenli liman olarak döviz ve altına yönelir.
6. 🚢 Ticaret ve Sanayiye Etkisi
Türkiye’nin Orta Doğu ve Orta Asya’ya olan ticareti, savaş nedeniyle sekteye uğrayabilir.
Dış ticaret yollarında sorun: İran ve Irak güzergâhlarında güvenlik riskleri, lojistik maliyetleri artırır.
İhracatçı üreticiler zarar görür. Özellikle makine, inşaat, tekstil ve otomotiv yan sanayi sektörleri sipariş iptalleri ve pazar kaybı riskiyle karşı karşıya kalır.
Sonuç: Türkiye Çok Boyutlu Riskle Karşı Karşıya
İsrail-İran savaşının uzun sürmesi; ekonomi, dış politika, güvenlik, diplomasi ve toplumsal alanlarda zincirleme etkiler yaratır. Türkiye bu süreci, enerji stratejilerini gözden geçirerek, iç güvenlik politikalarını güçlendirerek ve diplomatik dengesini koruyarak yönetmek zorunda kalacaktır.