Maraton bir yolculuk oldu. Bavulları hazırlayıp koltuğa uzandığımda saat gece yarısını iki geçiyordu. Koltuktan fırlayıp pili dolan telefonuma baktığımda saat 02:17 kendimi Ali gibi hissettim. Beni kimse uyandırmadı, saat alarmı falan çalmadı. Yolda giyeceklerimi giyindim hemen. Çıkmadan önce annemle babamın yattığı odaya yöneldim. “Gidiyorum” diyerek onlarla öpüştüm. Kalkmadılar. İlk kez beni uğurlamıyorlardı kapıdan.
Bavullarımın olduğu üst kata çıktım. Son biri iki parçayı, bavulları tam açmadan, sokuşturdum. Bavul hazırlamada son dakikacıyım. Bu işin de tadını çıkarırım. Aslında herkes az biraz ama değişik ölçülerde öyledir, eğer bavulunuzu hazırlamak başka birinin görevi değilse. Hayat biraz da bavul hazırlamaya benzer.
En başında niyetler, arzular, planlar, öngörüler, hayaller gırladır. Bir iki adım bunlara göre atılır atılırsa; sonraları ipin ucu kaçar; hayat çoğumuzu bir yerden bir yere atar, görünmez bir rüzgârın etkisiyle. Bavul hazırlamak da öyle: Önce bir şeyleri itinayla katlar, paketler koyarız bavula. Evden çıkma saati yaklaşırken unutulan, son anda hatırlanan her neyse sıkıştırılır, sokuşturulur bavula. Başlangıçtaki, kafamızdaki düzen ve plana göre yerleştirme güme gider.
İSTANBUL HAVAALANI
Tam planladığımız gibi- bir dakika geç kalarak- 03.01’de yola revan oluyoruz. Yol boş olduğundan 40 dakikada İstanbul Havaalanı’ndayız. Arkadaşım beni bırakıp dönüyor. İki bavul ve bir sırt çantasıyla, giden yolcu salonuna giriyorum. Bavullar ve ben ilk kontrol noktasından geçiyoruz. İki bavulu THY görevlisine, sorun çıkmadan teslim edip rahatlıyorum. Yurt dışı çıkış harcı 150 TL. Bu anlamsız ve fahiş harcı ödüyorum. Yoksa pasaport kontrolünden geçemeyeceğim. İçinden sadece iki yudum aldığım plastik su şişemle ikinci ve son güvenlik kontrol noktasına ilerliyorum. Burada, suyuma el konuluyor. Neymiş, güvenlikmiş! Sanki bu noktadan sonraki ışıklı, aynalı içki satan dükkânlardan, barlardan, restoranlardan su alamayacakmışım gibi. Ha bir de şu küçük ama mide bulandıran bir durum var: Şişemi önceden boşaltırsam, bu kontrolden sonraki alanlara yerleştirilmiş sebillerden doldurabilecekmişim, ama tabii ki palavra. Uçağımın kalkacağı kapıya etrafı seyrede seyrede yürürken sadece bir tek sebil gördüm ki o da kuytu bir yere konulmuş. Bile isteye, insanlar görmesin diye. Oysa ABD, Avrupa’daki havaalanlarında son kontrolden çıkıp uçağa gidene kadar yol kenarında ve de uçaklara binilen her kapıda sebiller oluyor. İstanbul Havaalanında olmayan sebillerin tersine, Kızılay’ın bağış toplama kutuları insanın gözüne sokuluyor.
Uçağa geçeceğimiz alanda son bir kez daha pasaport ve uçakta yanımıza alacağımız çanta/lar kontrol ediliyor. Bu, ilave eziyet ABD’ye uçan yolculara uygulanıyor. Herhalde bu, imparatorluğun raconundan olsa gerek!
MARATON YOLCULUK
İstanbul’dan Şikago’ya (11 saat), oradan otobüsle Indianapolis eyaletine (5,5 saat), oradan da Bloomington şehrine (1,5 saat arabayla) ulaşmam, bu vasıtalara ulaşma ve bekleme sürelerini sayınca, evden çıkıp eve girmem arasındaki süre 24 saate yaklaştı. Şikago O’Hare Havaalanı’nda maraton engelli maratona döndü. Önce uçaktaki saatler, sonra Şikago bahsi.
UÇAKTA
Uçak tam dolu değildi. Oturduğum üçlü sıranın orta koltuğu boştu. Rahat bir yolculuk oldu. THY’nin mürettebatı nazik ve güler yüzlüydü. İkramlar fena değildi. On bir saatin ilk dört, beş saatini uyuyarak, sonraki zamanı, her koltuğun arkasına yerleştirilmiş medya düzeneğinden sesli kitaplar dinleyerek geçirdim. Bir de film izledim. Uzun uçak yolculuklarındaki davranışlarımın değiştiğini fark ettim. Önceki yolculuklarımda THY’nin şarap ikramlarını hiç geri çevirmez, hatta yolculuk boyunca fazlasını ister, içtikçe düşünür, hayal kurar, günlüğüme bir şeyler yazardım. Son iki uçuşumda böyle yapmadım. Yazdığım gibi, kendimi sesli kitapların büyüsüne bıraktım. Görüntüyle karşılaştırıldığında ses bana daha büyüleyici geliyor. Hayal dünyamıza daha fazla yer bıraktığı için. Benzer şekilde, televizyon mu, radyo mu derseniz, ben daha çok, radyo derim.
ŞİKAGO’DA
Uçuşta her şey yolunda gitti ve sonunda uçak park etti. Uçakta dağıtılan battaniyelerden ikisini sırt çantama atarak hızlı adımlarla pasaport kontrolüne doğru yürümeye başladım. Hızlı yürüyordum, zira sırada bir otobüs yolculuğu vardı. Otobüsü kaçırmamalıydım. İki bavulla metroya nasıl binecektim, kalabalıktan nasıl sıyrılacaktım, bavulları idare edebilecek miydim, aklım bu sorularla meşguldü. İşte bu yüzden sakince acele ediyordum. Pasaport kontrolünden çabuk geçtim.
Üzerlerinde uçaklardan çıkan bavulların taşındığı hareketli bantların bulunduğu alana geçtim. Bavullarımı bekledim. İkinci bavulumun gelmesi uzun sürdü. İkinci bavulum derinliği az, plastik bir kutu içinde geldi. Bavulun ağzı açıktı, daha doğrusu bavulun fermuarları dikiş yerlerinden atmıştı. Yani bavul kullanılmaz, bu haliyle içinde eşya taşıyamaz hale gelmişti. Ağzını kapatmanın bir yolunu bulmalıydım. Havaalanından sonra metroya, sonra otobüse bineceğim, bavulun içindekiler… Aklımdan geçip durdu. Maraton (az) engelli bir maratona dönmüştü.
Hem böyle küçük arızalar, terslikler Şikago O’hare’de daha önce de gelmişti başıma. ABD’ye ilk gelişimi hatırlıyorum. Sene 1997. Şikago O’Hare havaalanına inip pasaporttu, gümrüktü falan derken nefes nefese koştuğumuzu hatırlıyorum Ayfer ve Laine ile. Bağlantı uçağını yakalamak için. Yakaladık mı, kaçırdık mı, şimdi hatırlamıyorum. Ama bir yolunu bulup varmak istediğimiz yer varmıştık.
Adım adım git dedim, kendi kendime. Önce gümrükten geç, bavullarındaki yiyecekleri kazasız belasız, el konulmadan bir geçir hele, sonrasını düşünürsün, dedim kendi kendime. Hareketli bantın üstünde kayan bavullara bakarken, benim gibi bavullarını bekleyen birine, gümrükteki köpeklerin havlamalarını duyunca, ‘dilerim köpekler bavullarımızdaki iyi yiyeceklerin kokusunu almazlar’ diye espri yaptım.
Getirdiğim yiyecekleri tahmin etmek zor değil. Türkiye’den gelen insanların burada bulamadıkları ya da aynı kalitede ve uygun fiyata bulamadıkları şeyler. Tabii ki en başta zeytin ile peynir. Onlardan başka, kış için bitki çayları (adaçayı ve ıhlamur) ve onların saz arkadaşları tarçın, zencefil, karanfil. Arpa ve tel şehriyeler, vanilya, kabartma tozu gibi Sibel’in özellikle istediği, Bloomington’da satılmayan şeylerdi. Neyse, iki bavulla, birinin ağzı açık olduğu halde ama içinde ne var, ne yok, aç bakalım gibi sorulara muhatap olmadan gümrükten geçtim.
Sıra fermuar dikişleri atmış bavulu taşınabilir hale getirmekti. Fotoğrafını çekip Sibel’e de ‘önerin nedir’ diye sordum. Ondan öneri gelene kadar ben bir yolunu buldum. Önce fermuarı dikişleri atmış bavuldan bir iki büyük parçayı sağlama bavula tıkıştırdım. Sonra, uçaktan aldığım iki battaniyeyi ip gibi kullanarak bavulu iki kez sarıp sıkıca bağladım. Ki böylece bavulu taşıyabildim. Bavulun başını bağlamıştım. J
İki bavulu tekerlekli arabada sürerek metroya bineceğim yere geldim. Gidecek metroyu gösteren zenci bir orta yaşlı adama para kesemin içindeki bütün bozuklukları, teşekkür ederek avucuna döktüm, ferahlık ve sevinç içinde. O da bana teşekkür etti. Bavullarla kendimi otobüse atmaya çok az kalmıştı. Ferahlık hissimin sebebi buydu. Gün ortası olduğu için metro tıkış tıkış, kalabalık değildi. Bu da bavullarla rahat hareket etmek anlamına geliyordu ki bu da güzel bir şeydi. İneceğim durakta, bavulları kolayca metronun vagonundan çıkardım. Bir kişinin sığabildiği yürüyen merdivenlerle yukarı çıktım. Burada, bavullarımı gören metro görevlisi zenci bayan oturduğu yerden kalkıp kapıyı açtı eşyalarımla turnikeden geçemeyeceğim için. Ona da ağzı dolusu, hem de iki kere ‘thank you mam,’ dedim. Bavulları yeraltından yeryüzüne, kaldırıma çıkarmak için son bir merdiven dizisi kalmıştı. Merdiven dizisinin başında yukarı, ışık gelen kaldırıma bakarken biri yanıma yaklaştı ‘do you need help?’ diye sordu. Ya, evet, evet dedim. İçine eşya aktardığım bavulu biraz da zorlanmayla alıp yukarı, kaldırıma çıkardı. Ne kadar incesiniz, teşekkür ederim, dedim. Bir şey değil, dedi. Hazır, yakalamışken, Union Station nerede, biliyor musunuz, diye sordum. Biz buralı değiliz, bilmiyoruz, dediler. Sordum, Florida’dan gelmişler gezmeye. Bir kez daha teşekkür ettim ve elimi uzatıp tokalaştım. Siz talep etmeden, yardıma ihtiyacı olduğunuzu anlayıp yardım edilmek ne kadar ince, duyarlı, şık bir davranış.
Kaldırımlar yeknesak ve düzgün olduğu için rahatlıkla sürebildim bavulları. Otobüsün kalkacağı söylenen Union Station’ı da buldum. Ama gelin görün ki ortada otobüsler yok. İki istasyon binasına da girdim çıktım. Levhalarda sadece tren saatleri yazıyor. Telaşlanmaya başladım. Otobüsler nerede? Bir kadına sordum, şuraya doğru yürü, dedi. Ben otobüs değince, otobüslerin toplandığı bir terminal bulmayı bekliyorum. Ama öyle olmadı. Zenci bir adam yaklaştı, dedi Grey Hound otobüsüne mi bineceksin, ha evet dedim. Şurada, biraz ilerde dedi. İşaret ettiği yöne doğru yürümeye başladım, o da yanımda. Meğerse caddenin birine yanaşıyormuş otobüsler. Yani, Union Station’dan değil Union Station area’sından (civarından, yakınından) kalkıyormuş. Metroyu gösteren zenciye para verdiğim gibi, bu Şikagolu genç zenciye da para verdim. Aslında, zaten kendisi talep etti. Ona da iki yirmi beş sent ve iki kağıt dolar verdim. Aslında, yolda görüp para verdiğim zenciler Amerikan usulü dilencilerdi. Sizden yaptıkları küçük bir yardım karşılığında para istiyorlardı. Ne korkunç, acı verici bir durum. Başka bir yazımda değinirim ama şimdilik şunu yazayım: benim gördüğüm ve hissettiğim Amerika zenci vatandaşlarını gözden çıkarmış. Acılı bir tarih. Ben de yüzyıllardır ve hala ezilen, haksızlığa uğrayan bir topluluktan geldiğim için onlara kendimi yakın hissediyorum.
YOLCULUĞUN SONUNA DOĞRU
Yolculuğa çıkmadan önce hele bir bavulları otobüse atayım gerisi kolay, diyordum. Planladığım gibi, otobüsün kalktığı yeri bulmam biraz zaman alsa da, otobüse yetişip bavullarımı otobüse attım. İnerken zenci kadın şoföre teşekkür ettim. Burada, gerek şehir içi, gerek şehirlerarası otobüslerde inerken şoföre teşekkür ediyorsun. Otobüs yolculuğu beş buçuk saati buldu. Otobüs Indiana mısır tarlaları arasından geçip Indianapolis’e ulaştı. Anlatacak, kayda değer bir şey olmadı. Olsaydı, yazıyı uzatırdım. J
Sibel ile oğlumuz Ulaş beni Indianapolis’den almaya gelmişlerdi. Arabayla kaldığımız şehre döndük. Eve girip bavulları açtığımızda saat 21.30’u gösteriyordu.
Abbas Karakaya – 23-24 Ekim 2022, Bloomington