Connect with us

Dr. Abbas Karakaya

ABBAS KARAKAYA: MARATON BİR YOLCULUKTAN NOTLAR

Yayınlanma:

|

Maraton bir yolculuk oldu. Bavulları hazırlayıp koltuğa uzandığımda saat gece yarısını iki geçiyordu. Koltuktan fırlayıp pili dolan telefonuma baktığımda saat 02:17 kendimi Ali gibi hissettim. Beni kimse uyandırmadı, saat alarmı falan çalmadı. Yolda giyeceklerimi giyindim hemen. Çıkmadan önce annemle babamın yattığı odaya yöneldim. “Gidiyorum” diyerek onlarla öpüştüm. Kalkmadılar. İlk kez beni uğurlamıyorlardı kapıdan.

Bavullarımın olduğu üst kata çıktım. Son biri iki parçayı, bavulları tam açmadan, sokuşturdum. Bavul hazırlamada son dakikacıyım. Bu işin de tadını çıkarırım. Aslında herkes az biraz ama değişik ölçülerde öyledir, eğer bavulunuzu hazırlamak başka birinin görevi değilse. Hayat biraz da bavul hazırlamaya benzer.

En başında niyetler, arzular, planlar, öngörüler, hayaller gırladır. Bir iki adım bunlara göre atılır atılırsa; sonraları ipin ucu kaçar; hayat çoğumuzu bir yerden bir yere atar, görünmez bir rüzgârın etkisiyle. Bavul hazırlamak da öyle: Önce bir şeyleri itinayla katlar, paketler koyarız bavula. Evden çıkma saati yaklaşırken unutulan, son anda hatırlanan her neyse sıkıştırılır, sokuşturulur bavula. Başlangıçtaki, kafamızdaki düzen ve plana göre yerleştirme güme gider.

İSTANBUL HAVAALANI

Tam planladığımız gibi- bir dakika geç kalarak- 03.01’de yola revan oluyoruz. Yol boş olduğundan 40 dakikada İstanbul Havaalanı’ndayız. Arkadaşım beni bırakıp dönüyor. İki bavul ve bir sırt çantasıyla, giden yolcu salonuna giriyorum. Bavullar ve ben ilk kontrol noktasından geçiyoruz. İki bavulu THY görevlisine, sorun çıkmadan teslim edip rahatlıyorum. Yurt dışı çıkış harcı 150 TL. Bu anlamsız ve fahiş harcı ödüyorum. Yoksa pasaport kontrolünden geçemeyeceğim. İçinden sadece iki yudum aldığım plastik su şişemle ikinci ve son güvenlik kontrol noktasına ilerliyorum. Burada, suyuma el konuluyor. Neymiş, güvenlikmiş! Sanki bu noktadan sonraki ışıklı, aynalı içki satan dükkânlardan, barlardan, restoranlardan su alamayacakmışım gibi. Ha bir de şu küçük ama mide bulandıran bir durum var: Şişemi önceden boşaltırsam, bu kontrolden sonraki alanlara yerleştirilmiş sebillerden doldurabilecekmişim, ama tabii ki palavra. Uçağımın kalkacağı kapıya etrafı seyrede seyrede yürürken sadece bir tek sebil gördüm ki o da kuytu bir yere konulmuş. Bile isteye, insanlar görmesin diye. Oysa ABD, Avrupa’daki havaalanlarında son kontrolden çıkıp uçağa gidene kadar yol kenarında ve de uçaklara binilen her kapıda sebiller oluyor. İstanbul Havaalanında olmayan sebillerin tersine, Kızılay’ın bağış toplama kutuları insanın gözüne sokuluyor.

Uçağa geçeceğimiz alanda son bir kez daha pasaport ve uçakta yanımıza alacağımız çanta/lar kontrol ediliyor. Bu, ilave eziyet ABD’ye uçan yolculara uygulanıyor. Herhalde bu, imparatorluğun raconundan olsa gerek!

MARATON YOLCULUK

İstanbul’dan Şikago’ya (11 saat), oradan otobüsle Indianapolis eyaletine (5,5 saat), oradan da Bloomington şehrine (1,5 saat arabayla) ulaşmam, bu vasıtalara ulaşma ve bekleme sürelerini sayınca, evden çıkıp eve girmem arasındaki süre 24 saate yaklaştı. Şikago O’Hare Havaalanı’nda maraton engelli maratona döndü. Önce uçaktaki saatler, sonra Şikago bahsi.

UÇAKTA  

Uçak tam dolu değildi. Oturduğum üçlü sıranın orta koltuğu boştu. Rahat bir yolculuk oldu. THY’nin mürettebatı nazik ve güler yüzlüydü. İkramlar fena değildi. On bir saatin ilk dört, beş saatini uyuyarak, sonraki zamanı, her koltuğun arkasına yerleştirilmiş medya düzeneğinden sesli kitaplar dinleyerek geçirdim. Bir de film izledim. Uzun uçak yolculuklarındaki davranışlarımın değiştiğini fark ettim. Önceki yolculuklarımda THY’nin şarap ikramlarını hiç geri çevirmez, hatta yolculuk boyunca fazlasını ister, içtikçe düşünür, hayal kurar, günlüğüme bir şeyler yazardım. Son iki uçuşumda böyle yapmadım. Yazdığım gibi, kendimi sesli kitapların büyüsüne bıraktım. Görüntüyle karşılaştırıldığında ses bana daha büyüleyici geliyor. Hayal dünyamıza daha fazla yer bıraktığı için. Benzer şekilde, televizyon mu, radyo mu derseniz, ben daha çok, radyo derim.

ŞİKAGO’DA

Uçuşta her şey yolunda gitti ve sonunda uçak park etti. Uçakta dağıtılan battaniyelerden ikisini sırt çantama atarak hızlı adımlarla pasaport kontrolüne doğru yürümeye başladım. Hızlı yürüyordum, zira sırada bir otobüs yolculuğu vardı. Otobüsü kaçırmamalıydım. İki bavulla metroya nasıl binecektim, kalabalıktan nasıl sıyrılacaktım, bavulları idare edebilecek miydim, aklım bu sorularla meşguldü. İşte bu yüzden sakince acele ediyordum. Pasaport kontrolünden çabuk geçtim.

Üzerlerinde uçaklardan çıkan bavulların taşındığı hareketli bantların bulunduğu alana geçtim. Bavullarımı bekledim. İkinci bavulumun gelmesi uzun sürdü. İkinci bavulum derinliği az, plastik bir kutu içinde geldi. Bavulun ağzı açıktı, daha doğrusu bavulun fermuarları dikiş yerlerinden atmıştı. Yani bavul kullanılmaz,  bu haliyle içinde eşya taşıyamaz hale gelmişti. Ağzını kapatmanın bir yolunu bulmalıydım. Havaalanından sonra metroya, sonra otobüse bineceğim, bavulun içindekiler… Aklımdan geçip durdu. Maraton (az) engelli bir maratona dönmüştü.

Hem böyle küçük arızalar, terslikler Şikago O’hare’de daha önce de gelmişti başıma. ABD’ye ilk gelişimi hatırlıyorum. Sene 1997. Şikago O’Hare havaalanına inip pasaporttu, gümrüktü falan derken nefes nefese koştuğumuzu hatırlıyorum Ayfer ve Laine ile. Bağlantı uçağını yakalamak için. Yakaladık mı, kaçırdık mı, şimdi hatırlamıyorum. Ama bir yolunu bulup varmak istediğimiz yer varmıştık.

Adım adım git dedim, kendi kendime. Önce gümrükten geç, bavullarındaki yiyecekleri kazasız belasız, el konulmadan bir geçir hele, sonrasını düşünürsün, dedim kendi kendime. Hareketli bantın üstünde kayan bavullara bakarken, benim gibi bavullarını bekleyen birine, gümrükteki köpeklerin havlamalarını duyunca, ‘dilerim köpekler bavullarımızdaki iyi yiyeceklerin kokusunu almazlar’ diye espri yaptım.

Getirdiğim yiyecekleri tahmin etmek zor değil. Türkiye’den gelen insanların burada bulamadıkları ya da aynı kalitede ve uygun fiyata bulamadıkları şeyler. Tabii ki en başta zeytin ile peynir. Onlardan başka, kış için bitki çayları (adaçayı ve ıhlamur) ve onların saz arkadaşları tarçın, zencefil, karanfil. Arpa ve tel şehriyeler, vanilya, kabartma tozu gibi Sibel’in özellikle istediği, Bloomington’da satılmayan şeylerdi. Neyse, iki bavulla, birinin ağzı açık olduğu halde ama içinde ne var, ne yok, aç bakalım gibi sorulara muhatap olmadan gümrükten geçtim.

Sıra fermuar dikişleri atmış bavulu taşınabilir hale getirmekti. Fotoğrafını çekip Sibel’e de ‘önerin nedir’ diye sordum. Ondan öneri gelene kadar ben bir yolunu buldum. Önce fermuarı dikişleri atmış bavuldan bir iki büyük parçayı sağlama bavula tıkıştırdım. Sonra, uçaktan aldığım iki battaniyeyi ip gibi kullanarak bavulu iki kez sarıp sıkıca bağladım. Ki böylece bavulu taşıyabildim. Bavulun başını bağlamıştım. J

İki bavulu tekerlekli arabada sürerek metroya bineceğim yere geldim. Gidecek metroyu gösteren zenci bir orta yaşlı adama para kesemin içindeki bütün bozuklukları, teşekkür ederek avucuna döktüm, ferahlık ve sevinç içinde. O da bana teşekkür etti. Bavullarla kendimi otobüse atmaya çok az kalmıştı. Ferahlık hissimin sebebi buydu. Gün ortası olduğu için metro tıkış tıkış, kalabalık değildi. Bu da bavullarla rahat hareket etmek anlamına geliyordu ki bu da güzel bir şeydi. İneceğim durakta, bavulları kolayca metronun vagonundan çıkardım. Bir kişinin sığabildiği yürüyen merdivenlerle yukarı çıktım. Burada, bavullarımı gören metro görevlisi zenci bayan oturduğu yerden kalkıp kapıyı açtı eşyalarımla turnikeden geçemeyeceğim için. Ona da ağzı dolusu, hem de iki kere  ‘thank you mam,’ dedim. Bavulları yeraltından yeryüzüne, kaldırıma çıkarmak için son bir merdiven dizisi kalmıştı. Merdiven dizisinin başında yukarı, ışık gelen kaldırıma bakarken biri yanıma yaklaştı ‘do you need help?’ diye sordu. Ya, evet, evet dedim. İçine eşya aktardığım bavulu biraz da zorlanmayla alıp yukarı, kaldırıma çıkardı. Ne kadar incesiniz, teşekkür ederim, dedim. Bir şey değil, dedi. Hazır, yakalamışken, Union Station nerede, biliyor musunuz, diye sordum. Biz buralı değiliz, bilmiyoruz, dediler. Sordum, Florida’dan gelmişler gezmeye. Bir kez daha teşekkür ettim ve elimi uzatıp tokalaştım. Siz talep etmeden, yardıma ihtiyacı olduğunuzu anlayıp yardım edilmek ne kadar ince, duyarlı, şık bir davranış.

Kaldırımlar yeknesak ve düzgün olduğu için rahatlıkla sürebildim bavulları. Otobüsün kalkacağı söylenen Union Station’ı da buldum. Ama gelin görün ki ortada otobüsler yok. İki istasyon binasına da girdim çıktım. Levhalarda sadece tren saatleri yazıyor. Telaşlanmaya başladım. Otobüsler nerede? Bir kadına sordum, şuraya doğru yürü, dedi. Ben otobüs değince, otobüslerin toplandığı bir terminal bulmayı bekliyorum. Ama öyle olmadı. Zenci bir adam yaklaştı, dedi Grey Hound otobüsüne mi bineceksin, ha evet dedim. Şurada, biraz ilerde dedi. İşaret ettiği yöne doğru yürümeye başladım, o da yanımda. Meğerse caddenin birine yanaşıyormuş otobüsler. Yani, Union Station’dan değil Union Station area’sından (civarından, yakınından) kalkıyormuş. Metroyu gösteren zenciye para verdiğim gibi, bu Şikagolu genç zenciye da para verdim. Aslında, zaten kendisi talep etti. Ona da iki yirmi beş sent ve iki kağıt dolar verdim. Aslında, yolda görüp para verdiğim zenciler Amerikan usulü dilencilerdi. Sizden yaptıkları küçük bir yardım karşılığında para istiyorlardı. Ne korkunç, acı verici bir durum. Başka bir yazımda değinirim ama şimdilik şunu yazayım: benim gördüğüm ve hissettiğim Amerika zenci vatandaşlarını gözden çıkarmış. Acılı bir tarih. Ben de yüzyıllardır ve hala ezilen, haksızlığa uğrayan bir topluluktan geldiğim için onlara kendimi yakın hissediyorum.

YOLCULUĞUN SONUNA DOĞRU

Yolculuğa çıkmadan önce hele bir bavulları otobüse atayım gerisi kolay, diyordum. Planladığım gibi, otobüsün kalktığı yeri bulmam biraz zaman alsa da, otobüse yetişip bavullarımı otobüse attım. İnerken zenci kadın şoföre teşekkür ettim. Burada, gerek şehir içi, gerek şehirlerarası otobüslerde inerken şoföre teşekkür ediyorsun. Otobüs yolculuğu beş buçuk saati buldu. Otobüs Indiana mısır tarlaları arasından geçip Indianapolis’e ulaştı. Anlatacak, kayda değer bir şey olmadı. Olsaydı, yazıyı uzatırdım. J

Sibel ile oğlumuz Ulaş beni Indianapolis’den almaya gelmişlerdi. Arabayla kaldığımız şehre döndük. Eve girip bavulları açtığımızda saat 21.30’u gösteriyordu.

Abbas Karakaya – 23-24 Ekim 2022, Bloomington

 

Okumaya devam et

Dr. Abbas Karakaya

ŞİİRİM

Yayınlanma:

|

İğneyle kuyu kazan

Suyu arayan su

Ay ışığının kolunda

Irmaktır şiirim

 

Düşlere inanır, ahırda

İneğin gördüğü rüyadır

Kaplumbağa hızını sürer

İletkendir kedi gibi şiirim

 

Denizaltı güncesidir

Kumsalda ayak izleri

Hatırlamak üzerinedir

Gidenin unutmaz şiirim

 

Vefadır, pervanedir

Balta girmemiş ormanlarda ışığı arar

Güneşe tutkundur

Yağmurda şemsiyesiz

 

Çayırdaki otlar

Çocuklar oynasın üstünde

Çıkarıp baktığında çantandan

Tanık olsun güzelliğine şiirim

 

Bir atın uysallığı

Nefes nefese kalışı

Hapishane duvarlarında

Biten ot da olsun şiirim

 

Elini tuttuğunda acının

Cesaret olsun yazacağım şiirler

Aralasın yüreğinin kapısını

Ayağa kalksın aklın

 

İnsanın özgürlük davasında

Kabına sığmaz şiirim

Vakit eriştiğinde, balyozlardan

Yükselen güneşin sesine eşlik etsin şiirim

Abbas Karakaya

Okumaya devam et

Dr. Abbas Karakaya

HAREKET HALİNDEKİ BÜYÜ: Çocuklara kitap okumanın faydaları

Yayınlanma:

|

Birkaç yıl önce bir yurtiçi TV kanalında bir programa katıldım. Programın konusu okul öncesi çocuklara kitap okumanın faydaları idi. Üç yaşında bir çocukları olan anne babanın evlerinde kamera karşısında ebeveynlerin çocuklarına neden kitap okuması gerektiğini anlatacaktım. Bu anne-baba küçük oğulları için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya istekliydiler, ancak ona çok nadir kitap okumuşlar ve çocuklara kitap okumanın öneminin farkında değillerdi. Çocukları tek kelime okuma yazma bilmiyordu.

Söz konusu gün ebeveynlerle sohbet etmeyeceğimi öğrenince şaşırdım. Bunun yerine yönetmen, programın başlarında savunduğum gibi, gürültülü, sevgi dolu, neşe yayan sesli okuma atmosferini gösterebilmem için çocuğa kitap okumamı istedi.

Bu çocuğu tanımıyordum. Onunla ilk kez karşılaşıyordum. Ezici kişiliğimle onu korkutacağım. O ve ben nasıl arkadaş olabiliriz ve daha önce hiçbir ilişkimiz olmadığı halde, şak diye nasıl birlikte mutlu bir şekilde okumayı öğrenebiliriz?

Hepimiz az biraz gergindik ve zaman darlığının baskısını hissediyorduk. Yine de Ben’i bir iki dakikalığına kamera ve ışıklardan kaçırmayı başardım; elinden tutarak arabama götürdüm ve ona getirdiğim hediyeleri verebildim. Ben’e (çocuğun gerçek adı bu değil) özel hediyeler getirmiştim: Yeni kitabım Time for Bed (Yatma Zamanı)’ndan bir poster ile kitabımın bir nüshası.

Birkaç dakika sonra kameraların önünde, evinin oturma odasında, yerde önce ben ona kitap okudum. Daha sonra onunla birlikte okudum. Sonra o bana okudu. Bütün bunlar 15 dakika sürdü.

Programın televizyonda yayınlanmasından önceki gece, neredeyse sinir krizi geçirecektim. Sinirlerimin bu denli bozulmasına TV’deki bir reklam sebep oldu. Reklam kabaca şöyle söylüyordu: “BU KADIN BEBEĞİNİZE ON BEŞ DAKİKADA OKUMA ÖĞRETECEĞİNİ İDDİA EDİYOR.” Şüphesiz, benim böyle bir iddiam yoktu. Böyle bir iddia mantıksızlık olurdu. Ama Ben’e (yüksek sesle) kitap okumamdan sonraki on beş dakika içinde parmağıyla doğru kelimeleri işaret ettiği, sevimli sevimli sırıttığı ve ‘yatma zamanı geldi’ dediği doğrudur. Kameraman nefesini tutmuş, sesçi daha iyi duymaya çalışır gibi öne doğru eğilmişti. Yönetmen dans ediyor gibiydi. Ebeveynlerse nefeslerini tutmuş, şaşkına dönmüşlerdi.

Hatta bunun kazara olan bir şey olduğunu düşündüm, bu yüzden başka bir sayfa çevirdim ve dedim ki: “peki bu sayfada ne var?” Bir kez daha Ben tombul küçük parmağını kelimelerin üstüne basarak ve gülerek şöyle dedi: “yatma zamanı.” Ve başka bir sayfa çevirdiğimde aynı şeyi yaptı. Kamera her şeyi kaydetti. Ben on beş dakika içinde okumayı öğrenmeye başlamıştı; daha önce hiçbir tanışıklığım olmayan, normal bir anne-babanın bu normal çocuğu.

Ben’in bu durumdaki başarısını açıklamak için üç basit resimli kitabı tekrar tekrar kullandığımı söyleyebilirim: Time for Bed (Yatma Zamanı) ve Hattie and the Fox (Hattie ile Tilki) adlı benim kendi iki kitabımla Pamela Allen’ın Who Sank the Boat? (Tekneyi Kim Batırdı?) adlı kitabı. Gerçek olan buydu. Ayrıca, her birinde aynı hayvanlar olduğu ve her birinde kafiye, ritim veya tekrar gibi önemli unsurlar bulunduğu için o kitapları seçtiğimi söyleyebilirim. Bu da gerçekti. Ama inanıyorum ki en önemli gerçek çocukla benim aramda yaşananlardı.

Çılgınca bir komiklik ve heyecan dolu bir oyun oynama vardı; ben bağırıp gülüyordum ve giderek daha yüksek tonlarda “Evet! Evet! Evet!” derken, bu okuma işi sanki hayatının en eğlenceli şeyiymiş gibi gülüp sırıtan Ben’e sarılıyordum. Kelimenin tam anlamıyla yerde yuvarlanıyorduk ve “yatma zamanı geldi” ifadesini her gördüğümüzde ellerimizle kitaba vuruyor, her sayfada bu sözler ortaya çıktıkça zafer çığlıkları atıyorduk.

Hiçbir zaman gergin değildik. Hiçbir zaman susmadık. Her kitapta aynı çiftlik hayvanlarını arayıp bulduğumuzda bile, keşiflerimizde ve beraber olduğumuz süre boyunca vahşi ve gürültücüydük.

Başka bir domuz var! Oh hayır! Başka bir at! Ve bakın, bu kitapta bir inek var, bu kitapta bir inek ve bu kitapta da bir inek daha var! İnanabiliyor musun? İnekler, inekler her yerde!”

Ben’in yüzü aydınlanmıştı. Onu yiyebilirdim, öyle sevimli ve öyle güzel bakıyordu ki… ve o da benim oldukça özel biri olduğumu düşünüyordu. Onu kucaklayıp yerden kaldırırken her defasında yüksek bir sesle “ooh, sen çok akıllısın” diyordum. Ben mutluluktan büyülenmişti. Kitaplarla saatlerce oynayabilirdik. Bitsin istemedik.

Görseydiniz, nasıl da mutluyduk!

Üç yaşındaki Ben’in 15 dakikada okumayı öğrenmeye başlayacak kadar rahat olması ve öğrenmeye devam etmek istemesi sizce şaşılacak bir şey mi?

Ben’in payına düşen ödüller çok çeşitliydi. Oynadığımız oyunu sevdi çünkü her zaman onun “kazanacağı” şekilde ayarladım. Kitaplar eğlenceliydi; ritmik, çın çın öten dilleri ve her sayfada çılgınca tekrar eden sözcükleri vardı. Ama hepsinden önemlisi yeni bir arkadaşıyla, yani benimle iyi vakit geçirdi. Arkada; olduk.

Çocuklarla bu tür planlanmış oyunlar oynamak belki de onlara (yüksek sesle) kitap okumanın en büyük faydasıdır. Bir kitabın sayfalarında aynı anda beraber karşılaştığımız kelimeleri ve resimleri, fikirleri ve bakış açılarını, ritimleri ve tekerlemeleri, acıyı ve rahatlığı, umutları ve korkuları ve hayatın büyük meselelerini paylaştıkça zihin ve kalp aracılığıyla çocuklarımızla bağlantılar kurarız ve paylaştığımız kitaplarla oluşan gizli bir topluluk üzerinden birbirimize bağlanırız. Okuma-yazma ateşi çocuk, kitap ve okuyan kişi arasındaki duygusal kıvılcımlardan doğar. Bu, tek başına kitapla, tek başına çocukla ya da çocuğa kitap okuyan yetişkinle başarılamaz; bu, üçünü de saran ve onları yumuşak bir uyum içinde bir araya getiren ilişkiyle başarılır.

(Yüksek sesle) kitap okumak, anneler ve babalar için yüz ekşitici bir Bu Çocuğunuz İçin İyidir etkinliği olarak düşünülmemelidir.

Bebeklerimize ve diğer çocuklarımıza yüksek sesle kitap okumaya başladığımızda, genellikle yüksek sesle okumamız gerektiğini tamamen unutuyoruz. O kadar canlı, iyi vakit geçiriyoruz ve birlikte kitap okurken çocuklarımızla o kadar sıcak bir bağ kuruyoruz ki bu lezzetli bir “çikolata” deneyimine dönüşüyor.

“Çikolata” kuaförümün başına geldi. Bitirim bir atom karınca olan kızı Tiffy, henüz altı yaşındayken tüm mahalleye büyük bir ifade ve şevkle kitap okuyordu ve herkes annesine “okumayı ona sen öğretmiş olmalısın. Yaşıtlarından çok ileride.” diyorlardı.

Ben mi öğrettim, elbette kızıma okumayı ben öğretmedim, diyordu annesi. “Okumayı öğretmeyi bilmiyordum, hem bunu yapmaya cesaret etmiş olsaydım bile yanlış bir şey yaptığımda yanlışımı nasıl düzelteceğimi de bilmiyordum ki. Tek yaptığım şey kızıma bebekliğinden beri kitap okumaktı.”

Arkadaşları söylediklerine inanmadılar. Çünkü çok kolay görünüyordu.

Çocuklara (yüksek sesle) kitap okusak da çocuklar her zaman okula başlamadan önce okumayı öğrenmezler, ancak bu kesinlikle sorunlu bir durum değildir. Öğretmenler, okuldan önce bizim tarafımızdan (ve dadılar veya günlük bakıcılar tarafından) sağlanan sesli okuma temelini büyük bir yürekle geliştirecekler ve bu çocuklar çok hızlı bir şekilde kendi başlarına okumayı öğrenecekler.

Ancak her ebeveyn, okumanın sağladığı büyük eğitsel yararları ve yoğun mutluluğu anlasa ve her ebeveyn- ve çocuğuna bakan her yetişkin- çocuklarına günde en az üç öykü okusa, muhtemelen bir nesil içinde okuma yazma bilmeyen kimse kalmaz.

Hadi deneyelim! Bizi ne durdurabilir ki?

Yazan: Mem Fox – Çeviren: Abbas Karakaya

Okumaya devam et

Dr. Abbas Karakaya

The Foot Book (Ayak Kitabı) Mucizesi

Yayınlanma:

|

Kızımız Chloe 1975 yılında bir gün okuldan eve sevinçle geldi ve okuyabiliyorum, dedi. Chloe o zaman dört yaşındaydı, okula başlayalı ise sadece iki hafta olmuştu. Her anne baba gibi kızımızı sevinçle karşılayıp gülümsedik. Okumak mı? Kızımız şaka ediyor olmalıydı.

Odasına koşup o zamanlar en sevdiklerinden olan Dr. Seuss’un The Foot Book (Ayak Kitabı) adlı kitabını getirdi ve kitabı ifadeli bir biçimde sözcük sözcük okumaya başladı. Evde biz bizeydik.

Evet ama, kızımız gerçekten okuyabiliyor muydu? O kitabı kızımıza defalarca okumuştuk, bu yüzden ezberlemiş olabilir miydi? Önce duraksadık, coşkusunu kırmaktan korktuk; sonra kitabı baştan sona ezbere okumadan, herhangi bir sayfayı okuyup okuyamayacağını görmek için rastgele sayfalar açıp okumasını istedik. Gösterdiğimiz bütün sayfaları okudu kızım.

O zamanlar drama dersleri veren bir öğretim üyesiydim. Okuma-yazma öğretilmesi çalışma alanım değildi. Kendi nazarımda sadece bir anneydim. Ertesi gün Chloe’nin okuluna gittim ve ne olduğunu öğretmene söyledim.

Ne yaptınız, hangi metodu kullandınız, diye merakla sordum. Bu tam bir mucize!

Ben çok şey yapmadım, zaten ne yapabilirdim ki, okullar açılalı ancak iki hafta oldu, dedi öğretmeni. Okula başlamadan önce kızınıza çok kitap okumuş olmalısınız.

Tabii ki okuduk, dedim.

Hah, işte bu, dedi öğretmen, gerçekten öyleymiş gibi. O andan itibaren (yüksek sesle) kitap okumanın yararları beni büyüledi. Drama eğitiminden okuma-yazma öğretmeye geçmemin tohumları atıldı. Eğer kızıma (yüksek sesle) kitap okumak onun hayatına ve okumayı öğrenmesine bu denli etki yaptıysa bunu herkese anlatmalıydım. Bir sır olarak tutmanın anlamı yoktu.

Yirmi beş yılı boyunca, çocukların okuma ve yazmayı öğrenmeleri konusunda ve de çocuklara kitap okumanın olumlu etkileri hakkında çok şey öğrendim. Şimdi tüm dünyayı dolaşıp anne-babalar, öğretmenler, kütüphaneciler ve kitapçılarla konuşuyor; tanıştığım her insana çocuklarına kitap okumayı teşvik ediyor ve bunun nedenlerini açıklıyorum. Uluslararası okuryazarlık danışmanı olmanın yetkesi ve yazarlık tecrübemle konuşuyorum, ama sıradan bir anne olarak konuştuğumda daha tutkulu oluyorum. Çocuğuma kitap okumak muazzam bir deneyimdi. Her türden harika kitaplar sayesinde aramızdaki bağlar güçlendi. Paylaştığımız çeşitli hikayeler sayesinde birbirimiz daha iyi tanıdık ve birbirimize sevgimiz arttı. Chloe’ye düzenli kitap okumanın ona okumayı öğretmeden, kendi kendine okumayı öğrenmesini sağlayacağı aklıma gelmemişti.

Sadece onunla zaman geçirmek bile yeterliydi.

Yazan: Mem Fox,  Çeviren: Abbas Karakaya

 

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKAVİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.