Bugünkü durum, iki dünya savaşındaki durumdan çok daha karmaşıktır ve ezberciliğe asla gelmez.
Birinci Dünya Savaşı (1914), o zaman konan adıyla bir emperyalist dünya paylaşım savaşı’ydı. İki emperyalist blok dünyanın yeniden paylaşımı için birbirine girmişti. Bu savaşta, doğal olarak, devrimciler, anarşistler, sosyalistlerin radikal kesimi (daha sonra komünist adını aldılar) bu savaşta herhangi bir emperyalist blokun yanında yer almayı reddetti. Yenilgiciliği ve emekçilerin, silahları, yurtseverlik adına paylaşım savaşına katılan kendi burjuvazilerine çevirmesini savundular. Tarihte örnek alınacak doğru bir devrimci bir tutumdu bu.
25 yıl sonra çıkan İkinci Dünya Savaşı (1939) Birincisinden epeyce farklıydı. Bu, emperyalist bir paylaşım savaşı değil, Nazi Almanyası’nın başını çektiği Mihver devletlerinin (Almanya, İtalya, Japonya vb.) dünyayı ele geçirmek için çıkarttığı bir saldırı savaşıydı. Savaşı dayatan, yeniden paylaşım isteyen Mihver Devletleriydi. Bu durumda, başlangıçta Almanya ile geçici bir ittifaka girişse de Sovyetler Birliği’nin, diğer Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin Mihver Devletlerine karşı verdiği savaş, bir emperyalist paylaşım savaşı değil, savunma savaşıydı. Dolayısıyla, bu ülkelerdeki devrimci güçler, I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgicilikten ve silahı kendi burjuvazisine çevirmekten farklı olarak anti-faşist bir savunma savaşına omuz verdiler. Bu, onları kendi burjuvazileriyle ya da Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi kendi diktatörleriyle aynı safa düşürdü ama böyle bir yan yana geliş o sırada kaçınılmazdı. I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, silahın kendi burjuvazilerine ve diktatörlerine çevrilmesini savunanlar da oldu ama bu çağrı o günün koşullarında mantıki olmadığı için tutmadı.
Bugün ise, I. Dünya Savaşı’nın emperyalist paylaşım; II. Dünya Savaşı’nın anti-faşist savunma savaşlarından farklı bir durum var. Emperyalist ya da hegemonyacı veya bölgesel hegemonyacı devletler, önceki iki savaşta olduğu gibi toplu bir dünya savaşına girmeyi göze alamıyorlar. Bunun en önemli nedenlerinden biri, ağır nükleer silahların karşılıklı yarattığı “dehşet dengesi”dir. Artık böyle topyekûn bir savaşın siperlerde sürmeyeceğini ve dünyayla birlikte savaşın taraflarını da yok edeceğini aklı olan herkes bilmektedir. İşte dönemimizin temel trendi olan bölgesel hegemonya savaşlarının belirleyici hale gelmesinin en önemli nedeni budur. Bugün de, devrimci tutumun I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi yenilgicilik ve savaşa karşı iç savaş olduğunu ya da II. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi (örneğin ABD emperyalizmine karşı) bir savunma savaşı olduğunu ileri süren görüşler var ama bence bu görüşler, içinde bulunduğumuz koşulların doğru bir tahliline dayanmıyor ve insanlığın onulmaz bir hatalı eğilimi olan, “geçmişi tekrarlama” eğiliminden kaynaklanıyor.
Peki, nedir bugünkü durum? Ya da daha doğrusu, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve bugün de sürmekte olan yeni durum. Kısaca şöyle söyleyebiliriz: En büyük emperyalist devletler de dahil (diyelim ABD) bütün devletler, topyekûn bir dünya savaşına girmek yerine, uzatılmış bölgesel hegemonya savaşlarına girmeyi tercih etmektedirler. Böylece, hem kendi yıkımlarına da yol açacak topyekûn bir savaştan kaçınmakta, hem savaş ekonomisine dayalı varlıklarını sürdürebilmekte, hem de hegemonya alanlarını adım adım geliştirmenin yollarını aramaktadırlar. Fakat bölgesel hegemonya savaşlarını ön plana çıkartan, her şeyden önce, eski emperyalist hegemonyanın sarsılması, böylece bu hegemonyanın altında yıllarca yaşamış güçlerin ve devletlerin artık başlarına buyruk hareket etme olanağına kavuşmuş olmalarıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasına baktığımızda, Uzak Asya’da, ABD’nin, Hindiçini ülkelerine ve halklarına karşı bir hegemonya savaşı verdiğini görüyoruz. Bundan sonraki en büyük bölgesel hegemonya savaşı, yine ABD’nin öncülüğünde NATO ülkelerinin Irak’ta ve genel olarak Ortadoğu’da verdikleri hegemonya savaşıdır.
Daha yakın tarihlere gelecek olursak, bugün de devam etmekte olan, Suriye üzerinde cereyan etmekte olan, Rusya ile ABD’yi, bu arada bölgesel hegemonyacı Türkiye ile Kürtleri ve diğer bölge halklarını karşı karşıya getiren bölgesel savaşı görüyoruz. Daha kuzeyde, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimiyle başlayan, Baltık ve Kuzey Avrupa ülkelerini de içine alan bölgesel hegemonya savaşı söz konusu. Bunlara ek olarak, Azerbeycan-Ermenistan savaşı; yakın zamanda bir savaşa dönüşme potansiyeli taşıyan Türkiye ile Yunanistan arasındaki Ege ve Akdeniz üzerinde cereyan eden hegemonya çekişmesini gözden kaçırmamak gerekir.
Durumun I. ve II. Dünya savaşlarından çok daha karmaşık olduğunu, bu bölgesel savaşlarda (en tipiği Suriye’de sürmekte olan hegemonya savaşıdır) tutum belirlemenin bir hayli karmaşık süreçleri çözmeyi, her somut durumu tahlil edip ona göre tavır almayı gerektiğini görüyoruz.
Bu tür karmaşık durumlarda geçmişin deneylerini tekrarlamak hiç de ufuk açıcı değil. Örneğin, Ukrayna halkına, I. Dünya Savaşı’ndaki gibi “silahı kendi burjuvazine” çevir derseniz, en büyük bölgesel hegemonyacı Rusya’nın yedek gücü olursunuz; ya da Azerbaycan halkına, II. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, “yurt savunması”ndan söz ederseniz, bölgesel hegemonyacı bir gücün yanına düşersiniz; veya Yunanistan bölgesel hegemonyacılığına karşı Türkiye bölgesel hegemonyacılığını desteklerseniz, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi kendi burjuvazinizin yedeğinde bir sosyal-şoveniste dönüşürsünüz. Veya Körfez Savaşı’nda, Saddam diktatörlüğüne karşı ABD ve NATO’nun müdahaleciliğinin yanında yer alırsanız bir emperyalist blokun destekçisi durumuna düşersiniz.
Dolayısıyla bugünkü durum, iki dünya savaşındaki durumdan çok daha karmaşıktır ve ezberciliğe asla gelmez. Perspektif, elbette kim olursa olsun, bütün bölgesel hegemonyacı ve emperyalist müdahaleci güçlerin karşısında yer almak ve bu tür güçlere karşı, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi halkların kardeşleşmesini savunmaktır.
Bütün emperyalist ve hegemonyacı girişimlerden ve hükümetlerden uzak durmak ve hegemonya mücadelesinin hedefi olan halklarla dayanışmak!
Dönemin trendleri (2): Bölgesel hegemonya savaşlarının faili otoriter rejimler
Sözünü ettiğim bölgesel hegemonyacı devletlerin iç rejimlerinin bazı benzer özellikleri var. Bu özellikler, bu rejimleri otoriter rejimler olarak adlandırmamıza olanak sağlıyor.
Sovyetler Birliği’nin 1990’da çökmesiyle birlikte dünya, çift kutupluluktan çok kutupluluğa evrildi. Bunun nedeni, ABD’nin de güç kaybettiği koşullarda, çift kutupluluğun geriliminden ve zorunluluklarından kurtulan, kendilerinin yeterince güçlü olduğunu düşünen kimi devletlerin çevrelerine doğru daha rahat yayılma olanağı bulmaları, yani bölgesel hegemonyacılığa girişmeleriydi.
Bu devletler, Sovyetler Birliği mirasını devralan Rusya Federasyonu, yine Sovyetler Birliği’nden bağımsızlaşan ama Rusya’yla geleneksel ilişkisini bir yana atmayan Azerbaycan, Batı blokunda yer aldığı halde bu bloktan uzaklaşma eğilimine giren Türkiye, iki kutuplu dünya zamanında bile bağımsız hareket etmeye başlayan İran ve Filistin topraklarının işgali üzerine kurulmuş, Batı destekli İsrail’dir. Bir de Çin var ama, bu devasa ülkeyi bölgesel hegemonyacı olmaktan çok, ABD ve Batı ile küresel ölçekte rekabet eden büyük bir emperyal ya da hegemonik güç olarak değerlendirmek daha doğru olur.
Sözünü ettiğim bölgesel hegemonyacı devletlerin iç rejimlerinin bazı benzer özellikleri var. Bu özellikler, bu rejimleri otoriter rejimler olarak adlandırmamıza olanak sağlıyor.
Totaliter tek parti rejimi özellikleri gösteren Çin ve Kuzey Kore’nin yanı sıra, bu rejimler, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü vb. gibi demokratik teamülleri büyük ölçüde askıya almış ya da kısıtlamış, parlamentolu ve seçimli tek parti rejimleridir. Evet, arada bir seçimler yapılmaktadır, bir parlamentoları vardır ama rejim öyle ayarlanmıştır ki, seçim ve parlamento sadece hâlihazır otoriter rejime meşruiyet sağlamanın bir aracıdır. Yönetici tek parti, seçimleri, olağanüstü bir durum olmadıkça her zaman kazanır, parlamentoya hâkim olur, o zaman da parlamentodan istediği yasayı geçirir, istediği kısıtlamayı yapar.
Her rejimin meşruiyet dayanakları vardır. Örneğin Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa rejimlerinin meşruiyet dayanağı, bu tek parti diktatörlüklerinin uzun vadeli bir “sosyalizm inşası”nın öncüsü oldukları iddiasıydı. Keza, Ortadoğu’daki tek partili ya da diktatörlü BAAS rejimlerinin meşruiyet gerekçesi, BAAS partisi iktidarının ya da liderin ülkenin bağımsızlığını sağlaması, devleti güçlendirmesi ve modernleştirmesiydi. 1923’ten 1950’ye kadar süren CHP tek parti iktidarının gerekçesi de, bu rejimin modernleşmeyi sağlamasıydı.
Bugün bölgesel hegemonyacı ülkelerdeki otoriter rejimlerin meşruiyet gerekçesi ise, örneğin Rusya Federasyonu’nda, “düşman emperyalist kamp” tarafından kuşatılmaya ve çökertilmeye çalışılan Rusya’nın ayakta tutulması, toparlanması ve Federasyon’un güçlü kılınmasıdır. Bu amaçlar, rejimin sahiplerine göre, ancak otoriter bir liderle (Putin) ve otoriter bir rejimle sağlanabilir. Keza, birbirlerini “kardeş”, hatta “iki devlet, tek ulus” ilan eden Azerbaycan’la Türkiye’nin bir hayli benzeyen otoriter rejimlerinin (gerçi Azerbaycan tek parti diktatörlüğüne daha yakın gözüküyor) gerekçesi de, devletin bölgesel hâkimiyet mücadelesinde güçlü kılınmasıdır. İran da pek farklı değildir. Mollalar diktatörlüğü, sonuç olarak otoriter bir diktatörlüktür.
Hegemonyacı rejimlerin ortak özelliği, içte baskıcı (aynı zamanda ulusal baskıcı), dışta yayılmacı ve saldırgan olmalarıdır. 1950’lerde dünya jandarmalığına soyunan ABD’nin ülke içinde Rosenbergleri “Sovyet casusluğu” suçlamasıyla idam etmesi ve entelektüellere karşı McCarthyci “haçlı seferi”ne girişmesi tesadüf değildir. Azerbaycan, örneğin dişine göre bulduğu Ermenistan’a savaş açıp topraklarını genişletirken Sovyetler Birliği’nden tevarüs ettiği rejime ve liderinin (Sovyetler Birliği zamanında Azerbeycan’ın diktatörü olan Haydar Aliyev’in oğlu İlham Aliyev) inayetine dayanmaktadır. Bu otoriter rejimin seçimle vb. değişme şansı neredeyse sıfırdır. Rus Federasyonu da bir hayli otoriter bir rejimdir. Tek lider Putin ülkeyi yıllardır yönetmekte, muhalifler ve muhalif gazeteciler, Sovyetler Birliği’nden devraldığı geleneği sürdüren rejim tarafından cinayet vb. yollarla tasfiye edilmektedir. Bildiğimiz gibi, bu ülkenin bölgesel hegemonyacılığının son hedefi Ukrayna’dır. İşgal ve savaş halen acımasızca sürüyor.
İran, 1979’daki meşhur “İran Devrimi’nden” bu yana mollaların otoriter rejimi altında. Rejim şii ideolojisine dayanıyor ve bölgesel hegemonyacılığını, komşu Irak’daki ya da Yemen’deki Şii nüfus aracılığıyla yaymaya çalışıyor. Aynı zamanda teokratik bir rejim de olan İran, bütün bölgesel hegemonyacı devletler içinde dinsel ideolojiyi en fazla ön plana çıkaran bir rejim. İçerde despotik bir molla otarşisi hüküm sürüyor.
Türkiye, 20 yıldır tek parti ve tek lider rejimi altında. Parlamento ve seçim var ama bu, “Başkanlık Sistemi”ne dayanan rejimin otokratik karakterini ortadan kaldırmıyor. Bu otokratik rejim, Sünni hegemonyanın aleti Diyanet İşleri aracılığıyla, İran gibi bir teokratik rejim olma yolunda aynı zamanda. Sınırları içinde ulusal baskıcı olan Türkiye, hegemonyasını, işgal yoluyla Ortadoğu’da Suriye’nin içlerine kadar yaymış durumda. “Güvenlik alanı” yaratmak, bildiğimiz gibi, Hitler zamanından beri (“Hayat Alanı”) bütün hegemonyacıların meşruiyet gerekçesidir. Öte yandan, Ortadoğu (Suriye’nin bir kısmı işgal edilmiştir), Doğu Akdeniz, Kıbrıs (bir kısmı yıllar önce zaten işgal edilmiştir), Kuzey Afrika (Libya vb.), Ege adaları, Türkiye’nin yayılma alanı içinde yer almaktadır. Son zamanlarda Yunanistan’a karşı yürütülen savaş hazırlıklarının (elbette Türkiye’nin saldırısından korkan Yunanistan da bu hazırlıklardan geri kalmamaktadır) anlamı budur.
Hegemonyacı ve yayılmacı devletler genellikle otoriter rejimlere ihtiyaç duyarlar. İçerde özgürlüklerin bastırılmasıyla dışarda halkların ya da ülkelerin saldırıya uğraması arasında kopmaz bir bağ vardır. Aynı geçmişteki faşizm gibi. Bununla birlikte, II. Dünya Savaşı’nda saldırgan devletlerin ihtiyacı olan totaliter faşizmlerin bugün söz konusu olmadığını belirtmeliyim. Tarihte hiçbir şey aynen tekrarlanmaz. Dolayısıyla bugün, Ergin Yıldızoğlu’nun Yeni Faşizm (Cumhuriyet Kitapları, 2020) kitabında ileri sürdüğü gibi, “tırmanan faşizm” ya da “süreç içindeki faşizm” veya “yeni faşizm”den söz edilemez. Faşizm, II. Dünya Savaşı’yla bir daha dirilmemek üzere tarihe gömülmüştür. Bugünün trendi, faşizmden farklı olarak (benzerlikler vardır elbette), tamamen monolitik olmayan, parlamento ve seçimlerden meşruiyet alan otoriter rejimlerdir.
Gün ZİLELİ – artıgerçek