Connect with us

EKONOMİ

Duayen iktisatçı Prof. Dr. Yılmaz Akyüz’den korkutan uyarı: “İşsizlik dayanılmaz boyuta gelebilir”

Prof. Dr. Yılmaz Akyüz: Hükümetin uluslararası piyasalardan yüksek faizle borçlanmaya devam etmesi sorunu çözmeyecek sadece büyüterek erteleyecektir.

Yayınlanma:

|

Birleşmiş Milletler (BM) Ticaret ve Kalkınma  Örgütü (UNCTAD) eski direktörü ve baş ekonomisti duayen iktisatçı Prof. Dr. Yılmaz Akyüz,  TL’nin daha da zayıflamasının bir yandan enflasyonu azdırırken öte yandan kur riski yüksek şirketlerin sorunlarını katlayacağını vurguladı. 

Türkiye’nin önümüzdeki dönemde krizi daha da derinleştirebilecek iki dış şokla karşı karşıya kalabileceğine dikkat çeken Prof. Dr. Yılmaz Akyüz ile ekonomide yaşanan derin krizi konuştuk.

TÜRKİYE’Yİ UYARMIŞTIK

– Yükselen döviz kuru, yüksek enflasyon, yüksek faiz, düşük büyüme ve yüksek işsizlik… Türkiye ekonomisi bu noktaya nasıl geldi?

Türk ekonomisi buraya iki günde gelmedi.  Bu sorunların tohumları 2003’den sonra, küresel sermayenin yüksek getiri arayışı ile üçüncü dünyaya akmaya başladığı yıllarda atıldı.  Sermaye girişleri popülist politikalara ve hızlı büyümeye olanak vererek AKP’nin iktidarını konsolide etmesinde önemli bir rol oynadı.  Ama bunu yaparken de şu anda üstesinden gelemediği finansal kırılganlıklar ve yapısal sorunlar yarattı.   

AKP daha önce hiçbir hükümete nasip olmayan olağanüstü elverişli küresel finansal koşullarda iktidara geldi.  2000’lerin başında ABD’de teknoloji balonunun patlamasıyla Fed’in faizleri hızla düşürmesi ve Avrupa’nın da buna ayak uydurması sonucunda küresel sermaye, faizlerin yüksek ve varlık fiyatlarının düşük olduğu, Türkiye’nin de içinde bulunduğu yükselen ekonomilere (YEK) yönelmeye başladı.  Sermaye girişleri görülmemiş düzeylere çıkarak 2007 yılında milli gelirin yüzde onuna ulaştı.  Bunlar içinde en liberal yabancı sermaye rejimlerden birine sahip olan ve 2008 yılına kadar iktisat politikalarını IMF gözetimi altında yürüten Türkiye bundan oldukça yüksek pay alan ülkelerden biri oldu.  

Sermaye girişleri 2008 krizi sırasında kısa bir kesintiye uğradıktan sonra ABD ve AB’nin faizleri sıfırlaması ve hızlı likidite genişlemesi ile tekrar yükselişe geçti.  Kriz öncesine kıyasla biraz daha düşük bir düzeyde kalmakla ve iniş çıkışlar göstermekle birlikte şu ana kadar genel ve sürekli bir ani duruş ve tersine dönüş yaşanmadı.  

Sermaye girişleri sadece Türkiye’de değil birçok ülkede büyümenin 2003’den sonra görülmemiş düzeylere çıkmasının ana nedenidir.  AKP hükûmetinin ilk beş yılında büyüme 1990-2002 ortalamasının iki katına çıkmış, 2008 krizinden sonra da 2012’ye kadar hayli yüksek düzeylerde seyretmiştir. Sermaye girişleri makroekonomik istikrarda da önemli bir rol oynamış, bu sayede güçlenen kur, fiyat bekleyişleri için bir çıpa görevi görerek enflasyonun düşürülmesine kolaylaştırmış, bu da faizlerin düşmesine zemin hazırlamıştır.    

YEK’lerin 2008 krizi öncesindeki güçlü ekonomik performansları ve krizden sonra da çabucak toparlanmaları, o dönemde Güney’deki büyümenin Kuzey’e bağımlılığının koptuğu, YEK’lerin dünya ekonomisinin lokomotifi haline gelmekte olduğu görüşüne yol açmıştır.  Bu görüşün çığırtkanlığını IMF yapmakta, bu durumu da izlenen neoliberal politikalara atfetmekteydi.  

O dönemde South Centre’da yaptığımız çeşitli çalışmalarda YEK’lerdeki hızlı büyümenin büyük ölçüde elverişli küresel koşullardan kaynaklandığını, bu koşullar aynı zamanda kırılganlıklar yarattığı için sürdürülemeyebileceğini anlatıp Türkiye de dahil ülkeleri rehavete kapılmamaları için uyarmıştık. 

KIRILGANLIK ARTTI

– Ne tür kırılganlıklar yaratıyordu?

 Yakından bakıldığında bu ülkelerin birçoğunda, sanayi yatırımları ve verimlilik gibi temel değişkenlerde önemli bir iyileşme olmadığı, aksine sanayisizleşme eğilimlerinin belirmeye başladığı, yurtiçi tasarrufların artmadığı, sermaye girişlerinin yatırımdan çok tüketime yöneldiği görülüyordu.  Nitekim büyüme yavaşlayıp IMF’in projeksiyonlarındaki hata payları artmaya başlayınca IMF de yavaş yavaş pozisyonunu değiştirerek bu hızlı büyümenin sürdürülebilirliğini sorgulamaya başladı.    

Türkiye’de ihracat potansiyeli yaratacak ya da ithalata bağımlılığı azaltacak türde yatırımlar yetersiz kalmış, büyümeyi giderek artan bir oranda borçla finanse edilen özel tüketim ile gayrimenkul ve altyapı yatırımları sürüklemiş, mega projeler altyapıda önemli ölçüde âtıl kapasite yaratarak kamu kesimini büyük mali yükümlülükler altına sokmuştur.  Sermaye girişleri kura değer kazandırarak sanayileşmeyi kösteklemekle kalmamış aynı zamanda cari açıkların ve dış yükümlüklerin artmasına, net dış yatırım pozisyonunun kötüleşmesine neden olmuştur.  Özellikle 2012’den sonra sermaye girişleri düşme eğilimi gösterirken cari açıkların oldukça yüksek bir düzeyde kalması, kırılganlığı giderek artırmıştır.     

Üçüncü dünyanın son yarım asırlık sermaye akımları konusundaki deneyiminden çıkan önemli derslerden biri şudur; girişleri doğru yönetip kontrol etmezseniz, çıkışları kolay kolay engelleyemezsiniz.  2000’li yıllarda sermaye girişleri hızlandığında bazı ülkeler bunların yarattığı kırılganlıkları önlemek için az çok çaba gösterirken, Türkiye tamamen kayıtsız kalıp “laissez-faire” politikası izliyordu.  Daha 2013 yılında Morgan Stanley Türkiye’yi, Brezilya, Endonezya, Güney Afrika ve Hindistan ile birlikte “Kırılgan 5’liler” grubuna dahil etmişti.  South Centre’da 2013 yılı verilerine bakarak yaptığımız ve rezervlerin yeterliliğini ölçmeye yönelik bir çalışmada da Türkiye 16 ülke arasında en kırılgan ekonomi olarak beliriyordu.  

Kırılganlık özellikle üç alanda ciddi boyutlara varmıştır. 

– Bu alanlar hangileri?

Birincisi, hisse senedi, tahvil, mevduat ve gayrimenkul piyasalarındaki yabancı varlığı görülmemiş düzeylere ulaşmış, yabancı giriş çıkışları sadece bu piyasalarda değil döviz kurları üzerinde de önemli etkiler yaratmaya başlamıştır.  

İkincisi, sermaye hesabının yerleşikler için giderek daha da açılması, bir yandan özel sektörün dolar cinsinden borçlarının ve kur riskinin artmasına yol açarken diğer yandan da sermaye kaçışını kolaylaştırmıştır.  

Üçüncüsü, yurtiçi mevduat ve kredilerde dolarizasyona izin verilmesi, kamu kesimi de dahil yerleşikler arasında yabancı para cinsinden kontratlara ve fiyatlamaya göz yumulması, yerleşiklerin yurt içinde para ikamesi olanaklarını, bu da kur hareketlerini artırmıştır.  

Ekim ayındaki makalemde anlattığım gibi bu üç unsur 2018’da başlayan kur krizinde temel bir rol oynamıştır. 

TL’NİN ZAYIFLAMASI ENFLASYONU AZDIRACAK

– Şu anda Türkiye ekonomisi geçen ekim ayında yazdığınız makale döneminden çok daha kötü duruma geldi, kur 8.50 seviyesine kadar çıkarken, faizler daha da yükseldi. “Kur ve enflasyon kontrol altına alınmazsa, kur krizi giderek borç krizine dönüşebilir” uyarınız var. Şu dönemde Türkiye borç krizine daha mı çok yaklaştı, bu anlamda başka ne tür riskler görüyorsunuz?

Beklediğim gibi faiz artışları pek işe yaramadı ve iktidar istikrar ile büyüme arasında sıkışıp kaldı.  Özellikle turizmden umulan gelirler gelmezse cari açığın kapanması için kurun daha fazla düşmesi ya da ekonominin daralması gerekecektir.  Liranın daha da zayıflaması bir yandan enflasyonu azdırırken öte yandan kur riski yüksek şirketlerin sorunlarını katlayacaktır.  Aksine faizleri daha da artırarak sermaye çekmeye çalışmak, zaten yüksek olan işsizliği dayanılmaz düzeylere çıkaracaktır.  Bu politika açmazlarından kaçınmak için hükümetin uluslararası piyasalardan yüksek faizle borçlanmaya devam etmesi sorunu çözmeyecek sadece büyüterek erteleyecektir.   

Ayrıca önümüzdeki dönemde krizi daha da derinleştirebilecek iki dış şokla karşı karşıya kalabiliriz. 

İTHALAT FATURASI KATLANACAK

– Ne tür şoklardan bahsediyorsunuz?

Emtia fiyatlarındaki artış ve küresel finansal koşullarda ani ve ciddi bir sıkışma, risk iştahının azalması, faizlerin artması. 

Küresel emtia fiyat endeksi şu anda son altı yılın en yüksek düzeyinde.  Birçok gözlemci Korona kontrol altına alındıktan sonra bastırılmış talep potansiyelinin açığa çıkacağını ve fiyatların on yıl öncesi gibi tepe yapacağını öngörmekte.  Bunun Turkiye’de cari açık, büyüme ve istikrar üzerindeki olumsuz etkilerinin bu defa çok daha ciddi olacağını kestirmek zor değil.   On yıl önce hızlı sermaye girişleri artan enerji ithal faturasının finanse edilmesine olanak verirken şu anda bu söz konusu değil.  İkincisi, artık önemli miktarda tarım ürünü ithal etmeye başladığımız için, petrol ve doğalgaz yanında bu ürünlerin fiyatlarındaki artış da ithalat faturamızı artıracaktır.  

Küresel finansal koşullar da birkaç nedenle aleyhe dönebilir.  2008 krizinde uygulanan para politikalarının yarattığı finansal aşırılıklar giderilmeden Korona krizi gelmiş, ABD ve AB merkez bankaları 2008’den daha hızlı bir şekilde faizleri düşürüp likidite genişlemesine gitmişlerdir.  Bunun hisse senedi ve yüksek riskli diğer varlık fiyatlarında yol açtığı balonun ABD finans sisteminde kırılganlık yarattığı Fed tarafından da dile getirilmeye başlanmıştır.  Bu balonun patlamasının küresel risk iştahını azaltıp sermaye hareketlerini aşağıya çekeceği açıktır.  

İkincisi, ABD’de enflasyon paranoyası tekrar başladı.  Başkan Biden’in yatırım programının ekonomiyi ısıtacağı, enflasyonu ve faizleri artıracağı beklentisi yaygınlaşmakta.  Kanımca hammadde fiyatları ve tedarik zincirlerindeki aksamalar maliyetleri artırarak enflasyonda geçici bir sıçrama yapabilir.  Ama güç dengesinin bu denli sermaye lehine değiştiği bir ortamda fiyat-ücret sarmalının tekrar oluşma olasılığı hayli düşük.  Elbette önemli olan Fed’in ne yapacağı.  Hazine bakanı Yellen’in faizleri önden artırarak enflasyondaki muhtemel bir hızlanmayı engellemek gerekebileceğini söylemesi piyasalarda ve bizim gibi ülkelerde epey tedirginlik yarattı.  Küresel risk iştahının azalması ve faizlerin artması şu anda görmek isteyeceğimiz en son şeylerden biri olsa gerek.     

– Bu saatten sonra yabancı yatırımcıyı çekmek mümkün olabilecek mi? 

Konunun farklı boyutlarını ayırt etmek gerekir.  Geçmişte yabancı sermaye ile ilişki, genellikle New York ya da Londra mevzuatına tabi dolar cinsinden sınır-ötesi krediler ile sınırlı miktarda doğrudan yatırımlardan ibaret olduğu halde 2000’li yıllarda yabancıların üçüncü dünya ülkelerinin finans piyasalarına girip yerleştiklerini ve yaygınlaşan küresel üretim ağları çerçevesinde bu ülkelerde önemli miktarlarda doğrudan yatırım yaptıklarını görüyoruz.  Bunun yabancı sermayenin piyasalara girip yerleşmesiyle ülke içindeki politik ve ekonomik gelişmelere olan duyarlığının arttığı bir gerçek. .  Sadece kur riski değil aynı zamanda mevzuat ve düzenlemelerden doğabilecek riskler de var.  Öngörülebilirlik yabancı sermaye için artan bir önem kazanıyor ve ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın sermaye hareketleri üzerindeki etkisi artıyor.  Bu açıdan Türkiye’nin 2018’den sonra para ve kredi politikaları ve sermaye hareketleri konusunda gösterdiği düzensiz, erratic tutumun ve aldığı tutarsız kararların belirsizliği ve güvensizliği artırdığı ve liradan kaçışta ve kurdaki düşüşte önemli bir rol oynadığı yadsınamaz.

DOĞA VE İŞÇİ HAKLARINA TEHDİT

– “Bir ülkede demokrasi ve hukuk yoksa o ülkeye yatırım gitmez” deniyor. Yabancı yatırımcılarla yatırım yapılan ülkelerin siyasal rejimi arasında böyle bir ilişki var mı? 

Öngörülebililiğin yabancı sermaye için artan bir önem kazanması daha fazla demokrasi eşittir daha fazla yabancı yatırım ya da demokrasi yoksa yabancı yatırım gelmez demek değil. Temel hak ve özgürlükleri ihlal eden birçok ülkenin siyasal ve ekonomik olarak yeterince istikrarlı ve kârlı bir yatırım ortamı sağlayabildiklerini ve önemli miktarda yabancı sermaye çekebildiklerini biliyoruz.  Geçmişte ya da bugün epey yabancı yatırım alan Çin, Malezya, Şili ve Arjantin gibi ülkelerin hak ve özgürlük karnelerinin çok parlak olduğu söylenemez.  Öte yandan birçok üçüncü dünya ülkesindeki yabancı yatırımların toplumdan çok ülkeyi yöneten elitlerin çıkarlarına hizmet ettiği, doğa, isçi hakları ve insan sağlığı için ciddi tehdit ve tehlikeler doğurduğu bilinmektedir.  Bize gelen yatırımların bir bölümü de bu nitelikte.  Eğer temel haklara saygı ve yasalar önünde hesap verebilirlik sağlanabilseydi, bu tür yatırımlar muhtemelen gelmeyecek, yapılamayacaktı.  

Kısaca, hak ve özgürlükleri ihlal ettiği halde bol miktarda yatırım alan ülkeler olduğu gibi bunları ihlal edebildiği için yatırım alan ülkeler de var.  Siyasal rejimle yabancı yatırımlar arasındaki ilişki ne olursa olsun, hak, hukuk ve özgürlük taleplerinde yabancı sermayenin bir argüman olarak kullanılmasını doğru bulmuyorum.  Bu talepler için yabancı yatırımdan çok daha saygın gerekçeler olduğunu biliyoruz.

Cumhuriyet – Şehriban Kıraç

Okumaya devam et

EKONOMİ

“Kamuda tasarruf”un arkasında yatan gerçek

Yayınlanma:

|

Yazan:

Şimşek’in olmayan programının “kamuda tasarruf” kısmı bu hafta açıklandı. Orta Vadeli Plan gibi bu paket de genel olarak dilek ve temennilerden müteşekkil gözüküyor olsa da kamuda tasarruf paketinin ve genel olarak kamuda tasarruf söyleminin arkasında yatanlara bir göz atıp önümüzdeki dönemde bizi nelerin beklediğine bakmakta fayda var.

1. Kamuda tasarrufla enflasyonun ilgisi ne?

Faiz artışları ve ücretlerin baskılanması gibi kamu harcamalarının azaltılması da yüksek enflasyon oranlarının aşağı çekilmesi için gerekli bir adım olarak sunuluyor. Ancak kamu harcamalarında yapılacak bu tasarrufun enflasyonu hangi kanaldan ve ne kadar düşürmesinin beklendiğine dair somut bir plan ya da açıklama tabii ki sunulmadı.

Standart iktisat teorisine göre, eğer bir ekonomide toplam talep toplam arzın üzerinde seyrediyorsa, bu ekonomide önce girdi fiyatları ardından da mal ve hizmet fiyatları yükselişe geçer. Bu modelin temel varsayımı, ekonominin halihazırda tam istihdamda olduğu ve kapasite kullanım oranının da daha fazla artırılamayacak kadar yüksek olduğudur.

Bu temel varsayım altında kısa vadede üretim artırılamayacağından ötürü, fiyatlardaki artış eğilimini durdurmak için talebin kısılması önerilir. Yüksek faizler, talebi kısmanın bir yöntemidir. Yüksek faizler, krediyi pahalı hale getirerek krediyle yapılan tüketim ve yatırım harcamalarını azaltabilir. Aynı zamanda, bugün tasarruf yapıp yarın daha fazla tüketme imkanı sunarak gelirlerin bir kısmının harcanmamasını sağlayarak da talebi sınırlayabilir. Ekonomideki toplam talebin toplam arzla uyumlu hale gelmesiyle de fiyatların artış eğilimi kontrol altına alınabilir.

Kamu harcamalarını azaltmanın da benzer bir mantığı vardır. Kamu harcamalarını azaltmak, toplam talebi düşüreceğinden ekonomideki “aşırı talebin” dizginlenmesine yardımcı olur ve dolayısıyla da enflasyonu düşürücü bir etkide bulunabilir.

Ekonominin tam istihdamda olmadığı (yani işsizliğin yüksek olduğu) ve şirketlerin üretim kapasitelerinin tamamını kullanmadığı koşullarda “aşırı talep” kaynaklı bir enflasyondan söz etmek mümkün değildir. İthal girdi ve özellikle de ithal enerji kullanımının yüksek olduğu bir ekonomide döviz kurlarının hızla artmasıyla tetiklenen ve yüksek kâr marjlarının sürüklediği bir enflasyondan söz ediyorsak bu basit ilişkinin çalışmayacağı açıktır. Hele ki enflasyon beklentileri kalıcılaşmış, gelir ve varlık eşitsizlikleri artmışken.

En azından kamu harcamalarının ithalat yaratan kısmı azaltılıyor olsaydı Türkiye ekonomisi için döviz açığını azaltacağı için dolaylı olarak enflasyon üzerinde negatif etkide bulunabileceğini söyleyebilirdik. Ancak bu olmadığı gibi kamunun döviz (ve altın) cinsinden iç ve dış borçlanmasına dair bile herhangi bir unsur görünmüyor tasarruf paketinde.

Yüksek faiz, ücretlerin baskılanması ve kamu harcamalarının azaltılması politikalarını enflasyonun düşürülmesi adına savunan iktisatçıların bir düşünce tembelliği içerisinde olduğu söylenebilir. Ancak mesele bununla sınırlı da değil. Çünkü bu politikaların hem ideolojik bir yanı hem de değer üretimi ve bölüşümü ilişkilerine doğrudan ve dolaylı müdahale eden yanları mevcut.

2. Kamu bütçesi ve vergiler: Yeniden bölüşüm

Kamunun topladığı vergiler ve yaptığı harcamalar, en basit ifadesiyle, ekonomide üretilen toplam değerin bir kısmını yeniden dağıtma işlevine sahiptir. Bu anlamda da hem vergilerin kimden ve ne kadar toplandığı hem de harcamaların hangi alanlara yapıldığı bir toplumun önceliklerini ve o toplumdaki güç dengelerini doğrudan yansıtır.

Dolayısıyla vergilendirme ve harcama kalemlerinde yapılan her değişiklik de aslında öncelikle yeniden bölüşüm ilişkilerine yapılan bir müdahaledir. Ancak, müdahale genellikle sadece yeniden bölüşüm ilişkileriyle kalmaz, doğrudan üretim ve bölüşüm ilişkilerini de etkileyecek ve değiştirecek unsurlar içerebilir.

3. “Kamuda tasarruf”un esas amacı

Kamu harcamalarının kısılması, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin birçoğunun özel sektöre devredilmesi ve kamu varlıklarının özelleştirilmesi 1980’lerden bu yana IMF ve Dünya Bankası programlarının asli bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor.

Şimşek’in bu hafta açıkladığı programın da bu bağlamda 3 ana amacı olduğu söylenebilir:

1. Dış sermayeye daha fazla kaynak ayırmak: Daha önce “Şimşek “programı”nın aritmetiği”nde yazdığım gibi içerideki talebi azaltacak her adım dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılabilecek kısmı yükseltmeye yaramaktadır. Çalışanların ve emeklilerin reel gelirlerini düşürmek, onlara yönelik kamu harcamalarını kısmak, onlardan daha fazla vergi almak ve onların borçlanmasını zorlaştırıp daha pahalı hale getirmek bu kesimin elindeki harcanabilir geliri düşürmek suretiyle milli gelirden bu kesime ayrılan payın düşük tutulması, dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılan kısmı artırır. Kemer sıkma politikalarını uluslararası finans için önemli kılan nedenlerin başında bu gelir. Dış sermayeye, bize döviz getirirseniz size yüksek faiz ve kâr payı ödemesi yapacağız ve bu ödemeleri yapabilmek için de kendi çalışanlarımızın boğazından kısacağız mesajı verilir. (1)

2. Krizi fırsata çevirmek: Çalışanların örgütsüz, güçsüz ve dağınık olduğu koşullarda “kamuda tasarruf” ya da “kemer sıkma” politikalarıyla sermayenin çıkarına adımların önü açılır. Ücretleri ve emekli aylıklarını düşürmek, esnek ve güvencesiz çalışmayı yaymak, kamunun sağlaması gereken temel hizmetleri giderek daha fazla özel sektöre devretmek, sosyal yardımları ve kamu hizmetlerini azaltarak çalışanları daha düşük ücretlerde çalışmaya mecbur etmek, kamuya ait varlıkları ucuza özel sektöre devretmek “kamuda tasarruf” paketinin ilerleyen dönemdeki versiyonlarından bekleyebileceğimiz gelişmelerdir. Bu haliyle de Şimşek ve “programı”nın sermayenin tüm kesimlerinin desteğini alması şaşırtıcı değildir. (2)

3. İdeoloji ve algı: Oğuz Oyan’ın oldukça yerinde tespitiyle “yoksullaşan halkın en büyük özveriyi yapması beklenirken iktidarın kamu harcamalarında da bir takım sözde tasarrufları zorunlu oldu. Dolayısıyla bu paket, programın psikolojik ve ideolojik zemininin hazırlanması, geniş halk kesimlerinin kendi aleyhlerine çalışacak bir programa razı edilebilmesi açısından da farz oldu”. (3) Açıklanan tasarruf paketi de “işte iktidar da üzerine düşeni yapıyor” algısının oluşturulması için şimdiden kullanılmaya başlandı bile.

4. Bu daha başlangıç

Aslına bakarsanız, göreve geldikten neredeyse bir sene sonra “kamuda tasarruf” paketini açıklayan Şimşek’in çalışmaya yeni başladığını söyleyebiliriz. Ücretlerin bastırılması, emeklilerin açlığa mahkum edilmesi, kamu çalışanlarının servislerinin, lojmanlarının ellerinden alınması gibi adımların hiçbiri enflasyonu tek haneli rakamlara indirecek adımlar değil.

Enflasyon, TL’nin reel değerlenmesi ve baz etkisiyle biraz inmeye başladığında “program”ın çalıştığı öne sürülecek ve enflasyonu daha fazla indirip ekonomiyi istikrara kavuşturmak için geniş kitlelerden daha fazla fedakarlık istenmekle de kalınmayacak kamunun elinde kalan varlıklar, araziler vs. yerli ve uluslararası sermayeye ucuza devredilecek. Nihayetinde Şimşek ve ekibinin bu konuda 2000’lerden oldukça fazla deneyimi var. Bu paketteki “değerli lojman ve sosyal tesisler”in sermayeye satılması maddesi bunun ilk adımı olarak görülebilir. (4) Benzer şekilde, Varlık Fonu adı altında tamamen denetim dışına çıkarılmış kamu varlıklarının akıbetinin ne olacağını da önümüzdeki dönem bize gösterecek.

5. Sonuç yerine

Esas amaç gerçekten kamuda tasarruf olsaydı yapılacak şeyler belliydi. Örneğin, “Şimşek sadece İstanbul Havalimanı’nın bir yıllık kirasını Cengiz ve Kalyon’dan alabilse, açıkladığı ‘tasarruf paketinin’ hedeflediği rakamın neredeyse yarısı kadar kaynağı bütçeye koyabilirdi.” (5) Ya da şirketlerden toplanmayan, affedilen vergiler, şirketlere tanınan çeşitli muafiyetler ve verilen teşvikler, bütçede artan faiz ödemeleri, kamu-özel işbirliği adı altında sermayenin belli kesimlerine aktarılan kaynaklar, askeri maceralar için harcanan paralar, iktidar sahiplerinin çoklu maaşları, astronomik huzur hakları vs. vs.

Ancak, yine Oyan’ın tespitiyle, kamuda gerçek bir tasarrufun ucu “sermayeye ve yolsuzluk ekonomisine dokunacağı için yasak alandır. Her durumda Şimşek’in boyunu ve meşrebini aşar.” (3)

Bu şekilde değerlendirildiğinde “kamuda tasarruf”un Şimşek “programı”nın iki hedefiyle de gayet uyumlu olduğu görülmekte. Tekrar hatırlatmak gerekirse bu iki hedef, Türkiye ekonomisinin kronik döviz açığı sorununu bir süreliğine de olsa gidermek ve Nebati programının emeğe saldırısının sonuçlarını kalıcılaştırıp daha öteye götürmek olarak belirlenmiş durumda.

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, karşı karşıya bulunduğumuz program, nihayetinde, ülke kaynaklarının bir avuç finansal spekülatöre aktarılması ve ülkenin ücretli çalışanlar ve emekliler için bir cehenneme çevrilmesi programıdır.

Özgür Orhangaziozgurorhangazi.com

Notlar:

(1) Şimşek “program”nın aritmetiği

(2) https://www.gazeteduvar.com.tr/is-dunyasindan-kamuda-tasarruf-paketine-destek-haber-1691071

(3) https://haber.sol.org.tr/yazar/tasarruf-mu-dediniz-393343

(4) Özelleştirme İdaresi’nin Urla’daki taşınmaz ihalesi için hazırladığı reklam filmi, belki de önümüzdeki dönemde göreceklerimizin bir fragmanı olabilir: https://twitter.com/bahadir_ozgr/status/1790043345818968518

(5) https://www.gazeteduvar.com.tr/simsek-once-kalyon-ve-cengizden-milyar-euroluk-kirayi-alsin-makale-1691043

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

GARANTİ BBVA TÜRKİYE RAPORU

Yayınlanma:

|

Yazan:

TCMB ihtiyaç duyulduğu sürece sıkılığın korunacağı, yeni mali tedbirler ise politika bileşiminin daha koordineli olacağına işaret etmektedir. Politikaların gecikmeli etkisi göz önüne alındığında, hala sağlam olan tüketimi kontrol altına almak için ek makro ihtiyati önlemlere ihtiyaç duyulacağına inanıyoruz.

Önemli noktalar

  • TCMB, yılın ikinci enflasyon raporunda 2024 yılı ara enflasyon hedefini 2 puan yukarı yönlü revize ederek yüzde 38’e yükseltmiş, öngörülen aralığın üst sınırını değiştirmeyerek yüzde 42’de tutmuştur. Yılın ilk dört ayında enflasyonun beklenenden 4 puan daha güçlü gelmesi, Mart ayındaki ilave sıkılaştırma ile sapmayı telafi edemeyecekleri için bu revizyonu yapmalarına neden oldu.
  • TCMB, sıkılaştırmanın talep koşulları ve enflasyon beklentileri ve dolayısıyla enflasyon eğilimi üzerindeki gecikmeli etkilerini gözlemlemek istemektedir. Enflasyon eğiliminde belirgin bir bozulma olması durumunda ilave sıkılaştırma uygulanacağının sinyallerini vermeye devam etmektedirler.
  • İç talep, yüksek enflasyon beklentileri, servet etkileri ve kredi kartı harcamalarının kullanılabilirliği ile desteklenmeye devam etmektedir. Parasal aktarım mekanizmasını güçlendirmek amacıyla mevcut düzenlemeleri gevşetmek için sürdürülebilir bir yol başlatmak için finansal koşulların daha uzun süre sıkı tutulmasına ihtiyaç duyulacaktır.
  • En son açıklanan mali paket, 2024’te GSYİH’nın %0,2-0,3’ü civarında tasarruf anlamına geliyor. Önümüzdeki dönemde yeni tedbirler de alınacak ve bunların birçoğu orta vadede etkili olacaktır.
  • Enflasyon eğilimi, daha koordineli bir politika bileşimi ile yıl sonu enflasyonunun TCMB tahmin aralığının üst sınırı olan %42’nin altına düşecek bir düzeye yükselmesi durumunda, 4Ç24’te çok kademeli adımlarla gevşemeye başlamak için sınırlı bir alan olabilir. Ancak, gecikmeli mali etkiler ve perakendeci harcamaları üzerindeki makro ihtiyati politikalar, daha erken bir kesinti döngüsü olasılığını azaltıyor.

Raporun tam hali için:

https://www.bbvaresearch.com/wp-content/uploads/2024/05/Policy-Pulse_what-to-think-about-policy-mix_May24.pdf

Raporun tamamını okumak için buraya tıklayın

Policy-Pulse_what-to-think-about-policy-mix_May24

 

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Yabancılar Türkiye’ye Neden Yatırım Yapıyor

Yayınlanma:

|

Yazan:

Aralık 2023 itibariyle Türkiye’de doğrudan yabancı yatırım stoku 264 milyar dolara ulaştı. Toplam yabancı firma sayısı da 88 bin seviyelerine erişti. En fazla yatırım yapan ülkeler arasında Hollanda, Almanya, ABD, Fransa, Azerbaycan ve Katar gibi aktörler bulunuyor. Son dönemde atılan adımlarla birlikte yabancı yatırımcı meselesi tekrar ön plana çıkıyor. Özellikle yerel seçimler sonrası yabancıların Türkiye ilgisinin arttığı görülüyor. Uluslararası kuruluşların kredi not artırımlarına eşlik eden yabancı yatırımlar daha çok Avrupa ülkelerinden geliyor. Seçimlerden sonraki beş hafta incelendiğinde 6 milyar doları aşan bir miktarın swap, borsa ve devlet tahvilleri aracılıyla Türkiye’ye geldiği anlaşılıyor. Bu finansal girişe 1 Nisan-5 Mayıs arasında yerleşiklerin 7,84 milyar dolarlık dövizden TL’ye geçişi eşlik ediyor.

Doğrudan yabancı yatırım beklentisinin aylık 1,5 milyar dolar olduğu göz önüne alındığında dört aylık süreçte 5 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırımın geldiği söylenebilir. Yaşanılan döviz girişine eşlik eden diğer bir süreçte Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının (TCMB) döviz rezervi birikim politikası yer alıyor. Son iki haftada 17 milyar dolarlık rezerv arışı seçimler sonrası 20 milyar doları aşmış gibi duruyor. Yabancı yatırımların bir diğer etkisi de enflasyon beklentilerinin iyileşmesinde görülüyor. TCMB’nin beklenti anketlerinde Ocak-Mayıs ayları içerisinde 12 aylık enflasyon beklentisi yüzde 45’lerden yüzde 35’lere kadar geriledi. Yılın sonuna doğru yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 10’lar düzeyine kadar düşebilir. Bir çıktı olarak Türkiye’ye gelen yabancı yatırımlar enflasyonla mücadeleyi daha kolay hale getiriyor ve istihdam, üretim gibi alanlara pozitif katkı sunuyor.

Son yıllarda Türkiye’ye hangi ülkeler en fazla yatırım yaptı diye bakıldığında Hollanda’nın açık ara önde olduğu görülüyor. Hollanda’yı İngiltere, ABD, İsviçre ve Almanya izliyor. 2019-2023 döneminde 32 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım çeken Türkiye’nin en fazla yurt dışı yatırımı Hollanda’da yer alıyor. İngiltere ile de benzer bir ikili ilişkinin olduğunu söylemek mümkün. 25 milyar doları aşan dış ticaret hacmine bir o kadar ikili yatırım hacmi eşlik ediyor. Diğer yatırım yapan ülkelerle de benzer ilişkilerin olduğu görülüyor. Ocak-Nisan 2024 döneminde de benzer aktörlerin Türkiye’ye yatırım yaptığı ve dış ticaretle bağlantılı şekilde hareket ettiği anlaşılıyor.

S&P, Citibank ve JP Morgan gibi uluslararası finans kuruluşların olumlu açıklamaları ve Türkiye’nin kredi notunu yukarıya taşımaları yabancı yatırımcı ilgisini hem miktar hem de fiziki olarak artırıyor. Diğer bölgelere kıyasla Avrupa ülkeleri önde gelen yatırımcılar olarak öne çıkıyorlar. Fakat Türkiye’nin denge politikası göz önüne alındığında Çin, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerden yatırımların artması muhtemel. Son yıllarda Batı Asya ülkeleri Katar, BAE, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi aktörlerle yapılan yatırım anlaşmaları bu açıdan değerlendirilebilir. Özellikle Türkiye’nin imalat sanayi üretimi mevcut ülkeleri Türkiye’ye yatırıma yönlendiriyor. Genel olarak enerji ihraç eden Batı Asya ülkeleri kendi yerli sanayilerini tecrübe ve teknoloji transferiyle kuvvetlendirmek istiyor. Türk Savunma Sanayinin son yıllarda elde ettiği saha başarıları da (Irak, Ukrayna, Azerbaycan, Libya, Etiyopya ve Doğu Akdeniz) Türk sanayisine olan ilgiyi teşvik ediyor. Dünyanın en büyük 12. silah ihracatçısı haline gelen Türkiye’nin ilerleyen dönemlerde daha fazla yatırım çekmesi muhtemel.

Özellikle Türkiye’nin Araştırma ve Geliştirmeye (AR-GE) aktardığı ortalama yıllık 10 milyar dolar Türk sanayisini daha modern hale getirdi. 2003-2023 döneminde 166 milyar dolarlık AR-GE yatırımı Türk sanayi firmalarını teknoloji merkezli dönüştürdü ve dünyayla daha entegre yaptı. Dünyanın en büyük 13. sanayisini inşa eden ve 80 binden fazla üretim tesisiyle ürün çeşitliliğine sahip Türkiye’nin potansiyel taşıdığı ve daha fazla yatırımcı çekmesi beklenebilir. Sonuç itibariyle Ocak-Nisan 2024 dönemi mevcut potansiyel ve yatırım ivmesinin önemli bir göstergesi olarak okunabilir.

Deniz İSTİKBAL-WorldofTürkiye

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.