Connect with us

EKONOMİ

Dünya yeni bir soğuk savaşa doğru mu gidiyor?

Emekli Büyükelçi, Hakan OKÇAY’ın kaleme aldığı ve DUVAR internet sitesinde yayınlanan yazı son dönmede dünyada yaşanılan olaylara ışık tutacak nitelikte.
Dünya gerçekten geçen yüzyılın ikinci yarısında olduğu gibi yeni bir soğuk savaşın eşiğinde mi bulunuyor? Bunun emareleri giderek artıyor.

Yayınlanma:

|

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres geçtiğimiz cuma günü Genel Kurul üyelerine ikinci bir dönem için seçildiği takdirde icraatında temel olacak vizyonunu anlatırken, yeni bir soğuk savaş tehlikesini önlemek için var gücüyle çalışacağını, uluslararası toplumun da bu konuda elinden gelen her türlü çabayı göstermesi gerektiğini bir kez daha vurguladı. Bu tehlikeye sadece BM Genel Sekreteri Guterres değil, çok sayıda uzman da işaret ediyor.

SOĞUK SAVAŞ EMARELERİ 

Dünya gerçekten geçen yüzyılın ikinci yarısında olduğu gibi yeni bir soğuk savaşın eşiğinde mi bulunuyor? Bunun emareleri giderek artıyor. İki zıt dünya görüşünü, iki farklı siyasi sistemi ve iki ayrı ekonomik yapıyı temsil ABD ve Çin arasındaki çatışma ve rekabet hayatın her alanında giderek keskinleşmeye başladı. Daha geçen ay Alaska’da ABD ve Çin Dışişleri Bakanları medyanın önünde birbirlerine ağır suçlamalar yönelttiler. Çin’in dış politikadan sorumlu en yüksek temsilcisi Yang Jiechi ve ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken birbirlerine insan hakları, demokrasi ve uluslararası kurallara uyma dersi verdiler. Bu tartışma son olarak BM’ye de taşındı.

ABD ile Çin arasındaki anlaşmazlık keskinleşiyor ama henüz soğuk savaşa dönüşmedi. Geçen yüzyılda olduğu gibi ortada iki düşman kamp yok. Ancak iki gücün etrafında kamplaşma var. ABD, Avrupa’da ve Asya-Pasifik bölgesinde Çin’e karşı bir demokratik ülkeler ittifakı kurmaya çalışırken, Çin ve Rusya, ABD’nin eleştiri, ambargo ve baskılarına karşı kendi aralarındaki iş birliğini ve dayanışmayı artırıyorlar. Bu ikiliye İran da katılıyor. Bugün, taraflar arasında geçen yüzyıldaki soğuk savaşın esas nedeni olan nükleer dehşet dengesi yok ama, nükleer savaş tehlikesi var. Özellikle Pasifik bölgesinde bir nükleer çatışma riski giderek artıyor. Eskiden iki düşman kamp nükleer dehşet dengesi nedeniyle birbirleriyle doğrudan çatışamazdı. Bu yüzden kanlı vekalet savaşlarıyla kürenin farklı köşelerinde birbirleriyle hesaplaşırlardı. Şu anda bu tür vekalet savaşları yok ama, Myanmar gibi krizlerde tarafların tutumları hemen ayrışıyor.

ABD VE ÇİN BİRBİRLERİNİ ‘RAKİP’ OLARAK GÖRÜYORLAR 

ABD, Çin’i düşman olarak değil, ekonomik gücünü zayıf ülkeler üzerinde siyasi baskı yapmak için kullanan, uluslararası değerleri ve insan haklarını çiğneyen ve askeri bakımdan yakında kontrol edemeyeceği hegemonyacı bir güç olarak, stratejik bir rakip görüyor. Biden bu yaklaşımı daha kısa süre önce Münih Güvenlik Konferansı’nda dünya liderlerinin önünde ifade etti. Biden aynı konuşmasında Çin’den kaynaklanan tehditlerden de söz etti.

Çin de ABD’yi düşman bir ülke olarak değil aynı şekilde rakip olarak görüyor. Çin, kendi anlayışına göre ABD ile uluslararası sistem içinde eşitlik ve saygı temelinde rekabet etmek istiyor. En azından resmi söylemi bu yönde. Çin, ABD’yi gerileyen, kendisini ise yükselen bir dünya gücü olarak değerlendiriyor. Uzakdoğu kültürüne mahsus bir sabırla Amerika ile rekabetini zaman içinde kazanacağına inanıyor.

ABD VE ÇİN ARASINDA SICAK ÇATIŞMA İHTİMALİ VAR

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD ve Çin arasında sıcak çatışma ihtimali Pasifik bölgesinde giderek artıyor. Doğu ve Güney Çin Denizleri ile Tayvan’ı çevreleyen sularda ABD ve Çin silahlı kuvvetlerinin bir kaza sonucu veya istem dışı çıkacak bölgesel bir kriz neticesinde nükleer bir çatışmanın eşiğine gelmeleri her an mümkün. ABD’nin Batı Pasifik’teki hareket kabiliyeti giderek kısıtlanıyor. ABD uzmanları, Çin’in bu denizlerde askeri terminolojide A2/AD (Anti-Access/Area Denial) olarak adlandırılan hasım güce ulaşım engeli koyma ve alan hakimiyeti elde etme konularında üstünlük sağlamaya başladığını ifade ediyorlar.

Tayvan, Çin için anavatanın ayrılmaz parçası olarak kabul edilen çok hassas bir mesele. Ama şu anda Tayvan’la birleşme her zamankinden uzak bir ihtimal haline geldi. “Cüce” Deng’in bir zamanlar Tayvan’la barışçıl yöntemlerle birleşmek için ortaya attığı “bir ülke, iki sistem” siyasetinin inandırıcılığı Hong Kong’da Pasifik’in derin sularına gömüleli çok oldu. Tayvan’ın bağımsızlık yanlısı milliyetçi lideri Tsai Ing-wen Çin’e demokrasi tavsiyesinde bulunup, ülkesinin anakara ile birleşme niyetinin bulunmadığını vurguladıkça, Pekin’de birleşme için askeri seçeneğe başvurma düşüncesi ağırlık kazanıyor. Bu sebeple Çin savaş gemileri ve uçaklarının Tayvan’a son zamanlarda yaptıkları taciz/gözdağı devriyeleri tehlikeli şekilde arttı. Çin, Tayvan Boğazı dışında Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi’nde de sert gücünü fütursuzca sergilemekten kaçınmıyor. Uluslararası hukuk bakımından geçerliliği bulunmayan tarihi haritalara dayanarak, Güney Çin Denizi’nin neredeyse tamamını “Dokuz Kesik Çizgili Hat” (Nine Dash Line) olarak adlandırdığı hayali sınırlar içine alarak kendi egemenlik alanı ilan ediyor. Bu hat içinde kalan Paracel ve Spratly adacıkları ve Scarborough sığlıkları gibi oluşumlar üzerinde askeri tahkimatlar yaparak Vietnam, Filipinler, Endonezya gibi ülkelerin balıkçılık faaliyetlerini engelliyor, saldırı ve taciz eylemlerinde bulunuyor, deniz ticaretini aksatıyor. Çin silahlı kuvvetlerinin bu eylemleri bölgede serbest geçiş hakkını savunmak üzere devriye gezen ABD’nin Pasifik güçleriyle her an bir çatışma riski yaratıyor.

ABD’li dış politika uzmanları bir süredir, Çin’in Tayvan’ı askeri güç kullanarak işgal etmesi veya Güney Çin Deniz’inde çıkabilecek istem dışı bir çatışma durumunda savaşı göze alıp almama konusunu tartışıyorlar. Nükleer bir savaşa girmemek için buralarda geri adım atılabileceğini düşünen ve öneren uzmanların sayısı az değil. Ancak bunu yaptığı takdirde ABD’nin liberal/kapitalist dünyanın liderliğine veda etmesi gerekecek. ABD buna henüz hazır değil. ABD benzer bir durumu Ukrayna konusunda da yaşıyor. Ukrayna ile dayanışma mesajları vermesine rağmen olası bir Rus saldırısına karışı bu ülkeyi savunması alî çıkarlarına uygun düşmeyebilir. Ancak, geri adım atması halinde sadece Ukrayna’yı kaybetmeyeceği de çok açık. Bu yüzden ikilem yaşıyor. Çin ve Rus strateji uzmanları bu gerçekleri her halde bizden daha iyi görüyorlardır.

ÖNÜMÜZDEKİ ON YIL KRİTİK ÖNEMDE

Tarihin hiç durmayan çarkları bu dönemde biraz daha hızlı dönmeye başladı. Önümüzdeki on yıl dünya için kritik önemde olacak. Çin hem askeri alanda, hem teknolojide, hem de ekonomide kendine iddialı hedefler belirledi. 2030 yılında ABD’yi nominal değerler bakımından geçerek (şu anda satın alma gücü bakımından geçmiş durumda) dünyanın en büyük ekonomisi haline gelecek. Geçen yılın sonunda ülkede mutlak yoksulluğun sona erdiğini ilan eden Çin, önümüzdeki beş gibi kısa süre içinde refah toplumu haline gelmeyi, sıradan sanayi ürünleri yerine gelişmiş teknoloji ürünleri üretip ihraç etmeyi, 2035 yılında ise dünyanın önde gelen teknoloji ülkesi olmayı planlıyor. Çin askeri alanda da hızla güçleniyor. Xi Jinping’in açıkladığı hedeflere göre 21’nci yüzyılın ilk yarısı bitmeden Çin’in ABD’ye rakip bir dünya gücü haline gelmesi bekleniyor.

Çin son birkaç yılda dış ticaret, uluslararası finans ve alt yapı yatırımlarında önemli mesafeler aldı. 4-8 trilyon dolar bütçesi olacağı ileri sürülen “Kuşak ve Yol Girişimi” BRI çerçevesinde çok sayıda projeyi şimdiden hayata geçirmeye başladı. Çin’in BRI projelerini siyasi nüfuz elde etmek amacıyla kullandığı, bunları söz verilen zamanda bitiremediği, kalitenin uluslararası standartların altında olduğu gibi eleştiriler yöneltilse de, bu girişimler bir çok ülkede umut ve heyecan yaratıyor. Örneğin Çin’in Sincan Özerk Bölgesindeki Kaşgar ile Pakistan’ın Hint Okyanusu kıysındaki Gwadar limanını birbirine bağlayacak olan Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) Pakistan hükümeti için ekonominin güçlendirilmesi ve ülke altyapısının modernleştirilmesi bakımından yaşamsal önemde.

Çin, dolar sisteminin dışında kendisinin merkezinde olduğu alternatif bir mali sistemin temellerini de atmış bulunuyor. BRI ile beraber son yıllarda hayata geçirdiği Asya Altyapı ve Kalkınma Bankası (AIIB) ve Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) serbest ticaret anlaşmasıyla, Washington’un denetim ve manüplasyonunu olanaksız kılacak bir ekonomik ilişkiler manzumesi yarattı. Bu kurumlar, işlemlerini mal değişimi veya yerel para birimleri ve Çin Yuan’ı üzerinden gerçekleştiriyorlar. Çin’in son olarak İran’la imzaladığı 400 milyar dolar tutarındaki kapsamlı iş birliği projelerinde de aynı usuller geçerli olacak.

ABD CEPHESİNDE MANZARA

Çin hızla güçlenir ve uluslararası nüfuzunu artırırken, ABD ve Batı, Çin’den kaynaklanan meydan okumalara karşı uyum ve eşgüdümden yoksun bir manzara içinde görünüyor. AB, özellikle Merkel’in dönem başkanlığında Çin’le ekonomik çıkarları ön planda tutan, Çin’in sunduğu ekonomik pastadan pay kapmaya çalışan bir yaklaşım içindeydi. AB, Almanya’nın dönem başkanlığında Çin’le yatırım anlaşmasını bu anlayışla Biden göreve gelmeden yangından mal kaçırırcasına imzaladı. Biden iktidara geldiğinden beri liberal dünyayı Çin’e karşı birleştirmeye çalışıyor. Ama bu o kadar kolay olmayacak.

ABD’nin liberal dünyanın liderliğini gölgeleyen bir kaç handikapı var. Öncelikle ABD’nin kendi içinde içinde çok derin siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları bulunuyor. 6 Ocak Kongre baskınının su yüzüne çıkardığı Amerikan toplumunun hastalıkları iyileştirilmeden ABD’nin liberal demokratik değerlerin ne ölçüde bayraktarlığını yapabileceği kuşkulu. Biden yönetiminin mevcut yaraları iyileştirmek için bulduğu çözüm yolları sosyal harcamaları artırmak, yerli mallar (buy American) tüketimini teşvik etmek, çevre dostu teknolojilerin desteklenmesi, zenginden daha fazla almaya dayanan yeni vergi düzenlemeleri, alt yapının yenilenmesi, sağlık ve eğitim kurumlarının güçlendirilmesi gibi uzun vadede sonuç verecek tedbirler. Biden Covid salgınına karşı 1,9 milyar dolarlık bir sosyal yardım paketini Kongreden geçirmeyi başardı. Bundan sonra 2,3 milyar dolarlık eğitim, sağlık, altyapı, küçük işletmelere yardım paketi ve vergi düzenlemeleri var. ABD’nin Biden yönetimi altında daha demokratik, daha sosyal bir devlet olacağı şüphesiz ama bunun Çin’le rekabete kısa vadede deva olması mümkün değil.

ABD açısından Çin’den gelen meydan okumalar ancak ileri teknoloji yatırımlarının teşvik edilmesi, askeri kurumların ve harcamaların artan Çin tehlikesine göre yeniden yapılandırılması, otokratik ülkelere karşı demokrasi cephesinin canlandırılması ve uluslararası ekonomik iş birliği projelerine daha fazla katkı yapılmasıyla göğüslenebilir. ABD’nin elinde, Çin’in bilgi teknolojileri, yapay zeka, kuantum bilişimi, çevre teknolojileri gibi alanlardaki hamlelerine gereken yanıtı verebilecek teknolojik birikimi ve insan kaynağı fazlasıyla mevcut. Mesele serbest pazar ekonomisi içinde bunların eşgüdümü. ABD firmalarının 5G teknolojisine yatırım yapmadıkları, Çin’in bu sayede boşluğu doldurduğu düşünülürse bunun pek de kolay olmayan bir mesele olduğu kolayca anlaşılır.

Aynı şekilde askeri alanda ABD’nin gereken dönüşümü yapıp yapamayacağı da tartışma konusu. Obama zamanından beri ABD’nin Avrupa ve Orta-Doğu’daki angajmanını azaltıp dikkatini Çin tehditinin arttığı Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaştırması konuşuluyor. Ama bu hedef bir türlü tutturulamıyor.

Biden’ın sözünü ettiği demokratik ülkeler cephesinin güçlendirilmesi de, kulağa hoş gelse de pek kolay olmayacak. AB’nin içinde, ABD’nin Çin’le kavgasına taraf olma konusunda isteksizlik var. AB’den aykırı sesler yükseliyor. Biden’ın seçim öncesi açıkladığı “Demokratik Ülkeler Zirvesi” de hayli tartışma çıkaracağa benziyor. Çin ve Rusya bu konuda tepkilerini yüksek sesle dillendirmeye başladılar bile. Kendi içinde demokratik sorunları bulunan ABD’nin dünyaya demokrasi dersi vermeye ne ölçüde yetkin olduğu haklı olarak tartışılıyor. Bütün bunlara rağmen dünyadaki otokratik eğilimlere set çekmek için bir liderliğe de gereksinim olduğu açık. Sincan’daki insan hakları ihlalleri Biden yönetimi işbaşına geldikten sonra yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. Herkese demokrasi dersi veren AB’nin motor gücü Almanya ve Fransa, Biden yönetime gelene kadar bu konuda etkili bir performans sergilemediler. Eylül’de gerçekleştirilecek Almanya seçimlerinde yeni aktörler sahaya inecek. Biden paradoksal olarak, Yeşillerin Şansölye adayı Annalena Baerbok’un iktidara gelmesi halinde aradığı Avrupalı müttefiki bulabilir. Asya-Pasifik bölgesinde ise Avrupa’ya nazaran daha yakın iş birliği yapacak ülkeler mevcut. “Dörtlü Güvenlik Diyalogu” Quad grubunu oluşturan Japonya, Avustralya ve Hindistan, Çin tehdidini doğrudan yaşadıkları için ABD ile daha uyumlu hareket ediyorlar..

ÇİN-RUSYA YAKINLAŞMASI 

ABD karşısında yakın zamana kadar yalnız hareket eden Çin, Rusya ile yakınlaşmaya başladı. Geçmişin bu iki düşman kardeşi silah sanayi, enerji, alt yapı gibi alanlarda birbirlerini tamamlıyorlar. İki ülke, aralarına İran’ı da alarak Hint Okyanusu’nda Quad grubuna nazire, ortak tatbikat yapıyorlar. Ancak biraz daha yakından bakıldığında resmin o kadar da berrak olmadığı görülüyor. Geçmişte yaşanan Sovyetler Birliği-Çin Halk Cumhuriyeti kavgası sadece ideolojik boyuta indirgenecek bir kavga değildi. İki ülke arasındaki çatışma esas olarak Asya üzerinde bir hegemonya mücadelesiydi. Çin o dönemde Rusya’nın üstünlüğünü kabul etmiyordu. Derinden devam eden bu çatışmada roller şimdi değişmiş durumda. Çin şu anda Asya’nın başat gücü haline geldi. Rusya’nın Çin’in üstünlüğüne ne kadar tahammül edeceği merak konusu. Özellikle Çin’in Rusya’nın silah teknolojisine ihtiyaç duymaması halinde, iki ülke ilişkilerinin nereye doğru evrileceği bilinemez.

BUGÜNKÜ GÜÇLER DENGESİ GEÇMİŞTEKİNDEN FARKLI, MORAL ÜSTÜNLÜK BATIDA

Muhtemel yeni soğuk savaşın karşıt kampları arasındaki çizgiler, geçen yüzyıldaki gibi çok berrak değilken, güçler dengesinde de önemli farklar var. Yirminci yüzyıldaki soğuk savaşta ABD tartışmasız üstün güçtü. ABD o dönemde dünya GSMH’nın yüzde kırkına sahipken, Sovyetler Birliği’nin ekonomik gücü en iyi zamanında ABD’nin ancak üçte birine tekabül ediyordu. ABD soğuk savaşı ekonomik gücüyle ve yeni teknolojiler yaratma kabiliyetiyle kazandı. Bugün ABD’nin GSMH’sı yaklaşık olarak dünya GSMH’nın yüzde yirmisi civarında seyrediyor ve giderek geriliyor. Çin’in GSMH’sı ise ABD’ye yaklaştı ve yakında onu geçecek. Teknoloji savaşında Çin’in ne yapacağı henüz belli değil ama bugünden hesaba katılması gerektiği söylenebilir. Çin’in yeni teknolojileri yaratma kabiliyeti, demokratik değerleri kucaklamasına ve insan hakları ve hukuk devleti olma siciline bağlı olacak. Her şeye rağmen dünyada moral ve kültürel üstünlük hâlâ batıda. Batı kavramının içinde Güney Kore, Japonya, Tayvan ve Singapur gibi batı uygarlığıyla coğrafi ve tarihi bağıları bulunmayan ama batılı değerleri sindirmiş ülkeleri de katmak gerekiyor. Başta Çin olmak üzere otoriter dünya, insanlığın ortak mirası olan evrensel değerleri kucaklamadığı sürece batının moral üstünlüğü devam edecek.

YENİ BİR DÜNYA DOĞUYOR

Hızla gelişen teknolojiler sayesinde yeni bir dünya doğuyor. ABD’nin üstünlüğünden dolayı İkinci Dünya Savaşı sonrasında insanlığın ortak iletişim dili (Lingua Franca) haline gelen İngilizce’nin ve ortak ekonomik değişim aracı haline gelen Dolar’ın hakimiyetinin çok fazla devam etmesini beklememek gerekir. Bilgisayarlarımızda bulunan çeviri programlarının ve kripto paraların gündelik hayattaki kullanımının yaygınlaşmasıyla, İngilizce’ye ve Dolar’a insanlığın ihtiyacı ortadan kalkacak. Dolar ve İngilizce, İngiliz Sterlini ve Fransızca’nın yanına gönderilecek. Mesele yeni teknolojilerin ve bilginin demokratik, hukuka saygılı ellerde bulunması.

ABD’nin Çin’e karşı uzun soluklu bir soğuk savaşı sürdürmesi, hele günün sonunda bu savaştan galip çıkması mümkün değil. ABD bundan sonra ancak çok merkezli dünyanın eşitler arasındaki birinci ülkesi olabilir. Soğuk savaş her iki taraf için de sıfır toplamlı bir denklemden başka sonuç getirmez. İklim sorunları, pandemi, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, demografik sorunlar gibi umman meselelerle karşı karşıya olan dünyamızda soğuk savaşa değil, iş birliği ve diyaloga ihtiyaç var. Umalım BM Genel Sekreteri Guterres ve dünyanın ilerici güçleri mücadelelerinden başarılı çıkarlar.

Türkiye yeni teknolojilerin ve yeni güç merkezlerinin şekillendireceği yeni dünyada yerini almalı. Bugünkü despotik yönetimden çıktıktan sonra eski fabrika ayarlarına dönme talebi haklı ve gerçekçi değil. Türkiye için yegane çıkış yolu, çağdaş demokrasiyi kucaklamak ve ideolojik saplantıları bir kenara bırakarak yeni bir reformasyon sürecini başlatmak. Bakalım bu hangi baharda gerçekleşecek.

 *Emekli Büyükelçi

Okumaya devam et

EKONOMİ

“Kamuda tasarruf”un arkasında yatan gerçek

Yayınlanma:

|

Yazan:

Şimşek’in olmayan programının “kamuda tasarruf” kısmı bu hafta açıklandı. Orta Vadeli Plan gibi bu paket de genel olarak dilek ve temennilerden müteşekkil gözüküyor olsa da kamuda tasarruf paketinin ve genel olarak kamuda tasarruf söyleminin arkasında yatanlara bir göz atıp önümüzdeki dönemde bizi nelerin beklediğine bakmakta fayda var.

1. Kamuda tasarrufla enflasyonun ilgisi ne?

Faiz artışları ve ücretlerin baskılanması gibi kamu harcamalarının azaltılması da yüksek enflasyon oranlarının aşağı çekilmesi için gerekli bir adım olarak sunuluyor. Ancak kamu harcamalarında yapılacak bu tasarrufun enflasyonu hangi kanaldan ve ne kadar düşürmesinin beklendiğine dair somut bir plan ya da açıklama tabii ki sunulmadı.

Standart iktisat teorisine göre, eğer bir ekonomide toplam talep toplam arzın üzerinde seyrediyorsa, bu ekonomide önce girdi fiyatları ardından da mal ve hizmet fiyatları yükselişe geçer. Bu modelin temel varsayımı, ekonominin halihazırda tam istihdamda olduğu ve kapasite kullanım oranının da daha fazla artırılamayacak kadar yüksek olduğudur.

Bu temel varsayım altında kısa vadede üretim artırılamayacağından ötürü, fiyatlardaki artış eğilimini durdurmak için talebin kısılması önerilir. Yüksek faizler, talebi kısmanın bir yöntemidir. Yüksek faizler, krediyi pahalı hale getirerek krediyle yapılan tüketim ve yatırım harcamalarını azaltabilir. Aynı zamanda, bugün tasarruf yapıp yarın daha fazla tüketme imkanı sunarak gelirlerin bir kısmının harcanmamasını sağlayarak da talebi sınırlayabilir. Ekonomideki toplam talebin toplam arzla uyumlu hale gelmesiyle de fiyatların artış eğilimi kontrol altına alınabilir.

Kamu harcamalarını azaltmanın da benzer bir mantığı vardır. Kamu harcamalarını azaltmak, toplam talebi düşüreceğinden ekonomideki “aşırı talebin” dizginlenmesine yardımcı olur ve dolayısıyla da enflasyonu düşürücü bir etkide bulunabilir.

Ekonominin tam istihdamda olmadığı (yani işsizliğin yüksek olduğu) ve şirketlerin üretim kapasitelerinin tamamını kullanmadığı koşullarda “aşırı talep” kaynaklı bir enflasyondan söz etmek mümkün değildir. İthal girdi ve özellikle de ithal enerji kullanımının yüksek olduğu bir ekonomide döviz kurlarının hızla artmasıyla tetiklenen ve yüksek kâr marjlarının sürüklediği bir enflasyondan söz ediyorsak bu basit ilişkinin çalışmayacağı açıktır. Hele ki enflasyon beklentileri kalıcılaşmış, gelir ve varlık eşitsizlikleri artmışken.

En azından kamu harcamalarının ithalat yaratan kısmı azaltılıyor olsaydı Türkiye ekonomisi için döviz açığını azaltacağı için dolaylı olarak enflasyon üzerinde negatif etkide bulunabileceğini söyleyebilirdik. Ancak bu olmadığı gibi kamunun döviz (ve altın) cinsinden iç ve dış borçlanmasına dair bile herhangi bir unsur görünmüyor tasarruf paketinde.

Yüksek faiz, ücretlerin baskılanması ve kamu harcamalarının azaltılması politikalarını enflasyonun düşürülmesi adına savunan iktisatçıların bir düşünce tembelliği içerisinde olduğu söylenebilir. Ancak mesele bununla sınırlı da değil. Çünkü bu politikaların hem ideolojik bir yanı hem de değer üretimi ve bölüşümü ilişkilerine doğrudan ve dolaylı müdahale eden yanları mevcut.

2. Kamu bütçesi ve vergiler: Yeniden bölüşüm

Kamunun topladığı vergiler ve yaptığı harcamalar, en basit ifadesiyle, ekonomide üretilen toplam değerin bir kısmını yeniden dağıtma işlevine sahiptir. Bu anlamda da hem vergilerin kimden ve ne kadar toplandığı hem de harcamaların hangi alanlara yapıldığı bir toplumun önceliklerini ve o toplumdaki güç dengelerini doğrudan yansıtır.

Dolayısıyla vergilendirme ve harcama kalemlerinde yapılan her değişiklik de aslında öncelikle yeniden bölüşüm ilişkilerine yapılan bir müdahaledir. Ancak, müdahale genellikle sadece yeniden bölüşüm ilişkileriyle kalmaz, doğrudan üretim ve bölüşüm ilişkilerini de etkileyecek ve değiştirecek unsurlar içerebilir.

3. “Kamuda tasarruf”un esas amacı

Kamu harcamalarının kısılması, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin birçoğunun özel sektöre devredilmesi ve kamu varlıklarının özelleştirilmesi 1980’lerden bu yana IMF ve Dünya Bankası programlarının asli bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor.

Şimşek’in bu hafta açıkladığı programın da bu bağlamda 3 ana amacı olduğu söylenebilir:

1. Dış sermayeye daha fazla kaynak ayırmak: Daha önce “Şimşek “programı”nın aritmetiği”nde yazdığım gibi içerideki talebi azaltacak her adım dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılabilecek kısmı yükseltmeye yaramaktadır. Çalışanların ve emeklilerin reel gelirlerini düşürmek, onlara yönelik kamu harcamalarını kısmak, onlardan daha fazla vergi almak ve onların borçlanmasını zorlaştırıp daha pahalı hale getirmek bu kesimin elindeki harcanabilir geliri düşürmek suretiyle milli gelirden bu kesime ayrılan payın düşük tutulması, dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılan kısmı artırır. Kemer sıkma politikalarını uluslararası finans için önemli kılan nedenlerin başında bu gelir. Dış sermayeye, bize döviz getirirseniz size yüksek faiz ve kâr payı ödemesi yapacağız ve bu ödemeleri yapabilmek için de kendi çalışanlarımızın boğazından kısacağız mesajı verilir. (1)

2. Krizi fırsata çevirmek: Çalışanların örgütsüz, güçsüz ve dağınık olduğu koşullarda “kamuda tasarruf” ya da “kemer sıkma” politikalarıyla sermayenin çıkarına adımların önü açılır. Ücretleri ve emekli aylıklarını düşürmek, esnek ve güvencesiz çalışmayı yaymak, kamunun sağlaması gereken temel hizmetleri giderek daha fazla özel sektöre devretmek, sosyal yardımları ve kamu hizmetlerini azaltarak çalışanları daha düşük ücretlerde çalışmaya mecbur etmek, kamuya ait varlıkları ucuza özel sektöre devretmek “kamuda tasarruf” paketinin ilerleyen dönemdeki versiyonlarından bekleyebileceğimiz gelişmelerdir. Bu haliyle de Şimşek ve “programı”nın sermayenin tüm kesimlerinin desteğini alması şaşırtıcı değildir. (2)

3. İdeoloji ve algı: Oğuz Oyan’ın oldukça yerinde tespitiyle “yoksullaşan halkın en büyük özveriyi yapması beklenirken iktidarın kamu harcamalarında da bir takım sözde tasarrufları zorunlu oldu. Dolayısıyla bu paket, programın psikolojik ve ideolojik zemininin hazırlanması, geniş halk kesimlerinin kendi aleyhlerine çalışacak bir programa razı edilebilmesi açısından da farz oldu”. (3) Açıklanan tasarruf paketi de “işte iktidar da üzerine düşeni yapıyor” algısının oluşturulması için şimdiden kullanılmaya başlandı bile.

4. Bu daha başlangıç

Aslına bakarsanız, göreve geldikten neredeyse bir sene sonra “kamuda tasarruf” paketini açıklayan Şimşek’in çalışmaya yeni başladığını söyleyebiliriz. Ücretlerin bastırılması, emeklilerin açlığa mahkum edilmesi, kamu çalışanlarının servislerinin, lojmanlarının ellerinden alınması gibi adımların hiçbiri enflasyonu tek haneli rakamlara indirecek adımlar değil.

Enflasyon, TL’nin reel değerlenmesi ve baz etkisiyle biraz inmeye başladığında “program”ın çalıştığı öne sürülecek ve enflasyonu daha fazla indirip ekonomiyi istikrara kavuşturmak için geniş kitlelerden daha fazla fedakarlık istenmekle de kalınmayacak kamunun elinde kalan varlıklar, araziler vs. yerli ve uluslararası sermayeye ucuza devredilecek. Nihayetinde Şimşek ve ekibinin bu konuda 2000’lerden oldukça fazla deneyimi var. Bu paketteki “değerli lojman ve sosyal tesisler”in sermayeye satılması maddesi bunun ilk adımı olarak görülebilir. (4) Benzer şekilde, Varlık Fonu adı altında tamamen denetim dışına çıkarılmış kamu varlıklarının akıbetinin ne olacağını da önümüzdeki dönem bize gösterecek.

5. Sonuç yerine

Esas amaç gerçekten kamuda tasarruf olsaydı yapılacak şeyler belliydi. Örneğin, “Şimşek sadece İstanbul Havalimanı’nın bir yıllık kirasını Cengiz ve Kalyon’dan alabilse, açıkladığı ‘tasarruf paketinin’ hedeflediği rakamın neredeyse yarısı kadar kaynağı bütçeye koyabilirdi.” (5) Ya da şirketlerden toplanmayan, affedilen vergiler, şirketlere tanınan çeşitli muafiyetler ve verilen teşvikler, bütçede artan faiz ödemeleri, kamu-özel işbirliği adı altında sermayenin belli kesimlerine aktarılan kaynaklar, askeri maceralar için harcanan paralar, iktidar sahiplerinin çoklu maaşları, astronomik huzur hakları vs. vs.

Ancak, yine Oyan’ın tespitiyle, kamuda gerçek bir tasarrufun ucu “sermayeye ve yolsuzluk ekonomisine dokunacağı için yasak alandır. Her durumda Şimşek’in boyunu ve meşrebini aşar.” (3)

Bu şekilde değerlendirildiğinde “kamuda tasarruf”un Şimşek “programı”nın iki hedefiyle de gayet uyumlu olduğu görülmekte. Tekrar hatırlatmak gerekirse bu iki hedef, Türkiye ekonomisinin kronik döviz açığı sorununu bir süreliğine de olsa gidermek ve Nebati programının emeğe saldırısının sonuçlarını kalıcılaştırıp daha öteye götürmek olarak belirlenmiş durumda.

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, karşı karşıya bulunduğumuz program, nihayetinde, ülke kaynaklarının bir avuç finansal spekülatöre aktarılması ve ülkenin ücretli çalışanlar ve emekliler için bir cehenneme çevrilmesi programıdır.

Özgür Orhangaziozgurorhangazi.com

Notlar:

(1) Şimşek “program”nın aritmetiği

(2) https://www.gazeteduvar.com.tr/is-dunyasindan-kamuda-tasarruf-paketine-destek-haber-1691071

(3) https://haber.sol.org.tr/yazar/tasarruf-mu-dediniz-393343

(4) Özelleştirme İdaresi’nin Urla’daki taşınmaz ihalesi için hazırladığı reklam filmi, belki de önümüzdeki dönemde göreceklerimizin bir fragmanı olabilir: https://twitter.com/bahadir_ozgr/status/1790043345818968518

(5) https://www.gazeteduvar.com.tr/simsek-once-kalyon-ve-cengizden-milyar-euroluk-kirayi-alsin-makale-1691043

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

GARANTİ BBVA TÜRKİYE RAPORU

Yayınlanma:

|

Yazan:

TCMB ihtiyaç duyulduğu sürece sıkılığın korunacağı, yeni mali tedbirler ise politika bileşiminin daha koordineli olacağına işaret etmektedir. Politikaların gecikmeli etkisi göz önüne alındığında, hala sağlam olan tüketimi kontrol altına almak için ek makro ihtiyati önlemlere ihtiyaç duyulacağına inanıyoruz.

Önemli noktalar

  • TCMB, yılın ikinci enflasyon raporunda 2024 yılı ara enflasyon hedefini 2 puan yukarı yönlü revize ederek yüzde 38’e yükseltmiş, öngörülen aralığın üst sınırını değiştirmeyerek yüzde 42’de tutmuştur. Yılın ilk dört ayında enflasyonun beklenenden 4 puan daha güçlü gelmesi, Mart ayındaki ilave sıkılaştırma ile sapmayı telafi edemeyecekleri için bu revizyonu yapmalarına neden oldu.
  • TCMB, sıkılaştırmanın talep koşulları ve enflasyon beklentileri ve dolayısıyla enflasyon eğilimi üzerindeki gecikmeli etkilerini gözlemlemek istemektedir. Enflasyon eğiliminde belirgin bir bozulma olması durumunda ilave sıkılaştırma uygulanacağının sinyallerini vermeye devam etmektedirler.
  • İç talep, yüksek enflasyon beklentileri, servet etkileri ve kredi kartı harcamalarının kullanılabilirliği ile desteklenmeye devam etmektedir. Parasal aktarım mekanizmasını güçlendirmek amacıyla mevcut düzenlemeleri gevşetmek için sürdürülebilir bir yol başlatmak için finansal koşulların daha uzun süre sıkı tutulmasına ihtiyaç duyulacaktır.
  • En son açıklanan mali paket, 2024’te GSYİH’nın %0,2-0,3’ü civarında tasarruf anlamına geliyor. Önümüzdeki dönemde yeni tedbirler de alınacak ve bunların birçoğu orta vadede etkili olacaktır.
  • Enflasyon eğilimi, daha koordineli bir politika bileşimi ile yıl sonu enflasyonunun TCMB tahmin aralığının üst sınırı olan %42’nin altına düşecek bir düzeye yükselmesi durumunda, 4Ç24’te çok kademeli adımlarla gevşemeye başlamak için sınırlı bir alan olabilir. Ancak, gecikmeli mali etkiler ve perakendeci harcamaları üzerindeki makro ihtiyati politikalar, daha erken bir kesinti döngüsü olasılığını azaltıyor.

Raporun tam hali için:

https://www.bbvaresearch.com/wp-content/uploads/2024/05/Policy-Pulse_what-to-think-about-policy-mix_May24.pdf

Raporun tamamını okumak için buraya tıklayın

Policy-Pulse_what-to-think-about-policy-mix_May24

 

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Yabancılar Türkiye’ye Neden Yatırım Yapıyor

Yayınlanma:

|

Yazan:

Aralık 2023 itibariyle Türkiye’de doğrudan yabancı yatırım stoku 264 milyar dolara ulaştı. Toplam yabancı firma sayısı da 88 bin seviyelerine erişti. En fazla yatırım yapan ülkeler arasında Hollanda, Almanya, ABD, Fransa, Azerbaycan ve Katar gibi aktörler bulunuyor. Son dönemde atılan adımlarla birlikte yabancı yatırımcı meselesi tekrar ön plana çıkıyor. Özellikle yerel seçimler sonrası yabancıların Türkiye ilgisinin arttığı görülüyor. Uluslararası kuruluşların kredi not artırımlarına eşlik eden yabancı yatırımlar daha çok Avrupa ülkelerinden geliyor. Seçimlerden sonraki beş hafta incelendiğinde 6 milyar doları aşan bir miktarın swap, borsa ve devlet tahvilleri aracılıyla Türkiye’ye geldiği anlaşılıyor. Bu finansal girişe 1 Nisan-5 Mayıs arasında yerleşiklerin 7,84 milyar dolarlık dövizden TL’ye geçişi eşlik ediyor.

Doğrudan yabancı yatırım beklentisinin aylık 1,5 milyar dolar olduğu göz önüne alındığında dört aylık süreçte 5 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırımın geldiği söylenebilir. Yaşanılan döviz girişine eşlik eden diğer bir süreçte Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının (TCMB) döviz rezervi birikim politikası yer alıyor. Son iki haftada 17 milyar dolarlık rezerv arışı seçimler sonrası 20 milyar doları aşmış gibi duruyor. Yabancı yatırımların bir diğer etkisi de enflasyon beklentilerinin iyileşmesinde görülüyor. TCMB’nin beklenti anketlerinde Ocak-Mayıs ayları içerisinde 12 aylık enflasyon beklentisi yüzde 45’lerden yüzde 35’lere kadar geriledi. Yılın sonuna doğru yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 10’lar düzeyine kadar düşebilir. Bir çıktı olarak Türkiye’ye gelen yabancı yatırımlar enflasyonla mücadeleyi daha kolay hale getiriyor ve istihdam, üretim gibi alanlara pozitif katkı sunuyor.

Son yıllarda Türkiye’ye hangi ülkeler en fazla yatırım yaptı diye bakıldığında Hollanda’nın açık ara önde olduğu görülüyor. Hollanda’yı İngiltere, ABD, İsviçre ve Almanya izliyor. 2019-2023 döneminde 32 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım çeken Türkiye’nin en fazla yurt dışı yatırımı Hollanda’da yer alıyor. İngiltere ile de benzer bir ikili ilişkinin olduğunu söylemek mümkün. 25 milyar doları aşan dış ticaret hacmine bir o kadar ikili yatırım hacmi eşlik ediyor. Diğer yatırım yapan ülkelerle de benzer ilişkilerin olduğu görülüyor. Ocak-Nisan 2024 döneminde de benzer aktörlerin Türkiye’ye yatırım yaptığı ve dış ticaretle bağlantılı şekilde hareket ettiği anlaşılıyor.

S&P, Citibank ve JP Morgan gibi uluslararası finans kuruluşların olumlu açıklamaları ve Türkiye’nin kredi notunu yukarıya taşımaları yabancı yatırımcı ilgisini hem miktar hem de fiziki olarak artırıyor. Diğer bölgelere kıyasla Avrupa ülkeleri önde gelen yatırımcılar olarak öne çıkıyorlar. Fakat Türkiye’nin denge politikası göz önüne alındığında Çin, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerden yatırımların artması muhtemel. Son yıllarda Batı Asya ülkeleri Katar, BAE, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi aktörlerle yapılan yatırım anlaşmaları bu açıdan değerlendirilebilir. Özellikle Türkiye’nin imalat sanayi üretimi mevcut ülkeleri Türkiye’ye yatırıma yönlendiriyor. Genel olarak enerji ihraç eden Batı Asya ülkeleri kendi yerli sanayilerini tecrübe ve teknoloji transferiyle kuvvetlendirmek istiyor. Türk Savunma Sanayinin son yıllarda elde ettiği saha başarıları da (Irak, Ukrayna, Azerbaycan, Libya, Etiyopya ve Doğu Akdeniz) Türk sanayisine olan ilgiyi teşvik ediyor. Dünyanın en büyük 12. silah ihracatçısı haline gelen Türkiye’nin ilerleyen dönemlerde daha fazla yatırım çekmesi muhtemel.

Özellikle Türkiye’nin Araştırma ve Geliştirmeye (AR-GE) aktardığı ortalama yıllık 10 milyar dolar Türk sanayisini daha modern hale getirdi. 2003-2023 döneminde 166 milyar dolarlık AR-GE yatırımı Türk sanayi firmalarını teknoloji merkezli dönüştürdü ve dünyayla daha entegre yaptı. Dünyanın en büyük 13. sanayisini inşa eden ve 80 binden fazla üretim tesisiyle ürün çeşitliliğine sahip Türkiye’nin potansiyel taşıdığı ve daha fazla yatırımcı çekmesi beklenebilir. Sonuç itibariyle Ocak-Nisan 2024 dönemi mevcut potansiyel ve yatırım ivmesinin önemli bir göstergesi olarak okunabilir.

Deniz İSTİKBAL-WorldofTürkiye

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.