Connect with us

EKONOMİ

Epistemik karartma altında iktisadi ölçme sorunları

Enflasyon arttıkça mal ve hizmetlere dönük iki temel faktörün aktif hale geldiğini görüyoruz. Bunlardan biri malın miktarının küçülmesi, diğeri ise nitelik kaybıdır.

Yayınlanma:

|

Ülkede uzun süredir, açıklanan istatiksel verilerin doğruluğuna dair yaygın bir şüphe söz konusudur. Bu bilgi sorunu sadece enflasyonla da sınırlı değil, daha geniş bir alana yayılmış durumdadır. Daha önce Merkez Bankası’nın arka kapıdan döviz satmasını ve bunun kamuoyundan saklandığını görmüştük.  Bu durum ancak bazı iktisatçılar tarafından fark edilmişti. Benzer şekilde, açıklanan büyüme rakamları ve kompozisyonu da sürekli bir şüphe barındırmaktadır. Bunu özellikle 2020 yılındaki “muamma büyüme”de de gördük. Ciddi anlamda pandemiden dolayı arz ve talep kısıtları oluşmasına rağmen dünyada büyüyen nadir ülkelerden biri olmuştuk. Kur korumalı mevduatın (KKM) maliyet düzeyi ve dağılımını (Hazine ve Merkez Bankası arasında) hala tam olarak bilmiyoruz. Ödemeler dengesinin bir kalemi olan net hata noksanın (NHN) yüksekliği ve sürekliliğindeki nedenselliği bilmiyoruz ve takip edemiyoruz. Çoğu insanın reel gelirindeki düşmeye rağmen tüketimdeki artışın benzer şekilde şüphemizi zorlayan bir tarafı var. Dahası, pandemiden bu yana yıllık ölüm sayılarını da henüz bilmiyoruz.

ENFLASYON VE REFAH İLİŞKİSİ

Enflasyonun nicel düzeyini doğru kabul etsek bile acaba bu enflasyon refahımızdaki değişimi ne kadar doğru temsil ediyor? Uzun süreli ve yüksek enflasyona sahip ülkelerde enflasyon sadece fiyatların nicel düzeyindeki değişimi ifade etmez, aynı zamanda refahımıza dair diğer birtakım nitelikleri de dönüştürür. Enflasyon arttıkça mal ve hizmetlere dönük iki temel faktörün aktif hale geldiğini görüyoruz. Bunlardan biri malın miktarının küçülmesi (shrinkflation) diğeri ise nitelik kaybıdır (skimpflation). Buradaki nitelik kaybı mal ikamesinden kaynaklanan bir durum değil, direkt malın kendisindeki nitelik kaybıdır. Yani kısaca kalıcı ve yüksek enflasyonun refah etkisi =fiyat artışı + miktar düşüşü + nitelik kaybı gibi üç unsurdan oluşur.

Bu yüzden, tüketici refahındaki değişimi bunları da dikkate alarak hesaplamak gerekir. Buna “hedonik enflasyon” diyebiliriz. Yani mal/hizmetin tüm unsurlarını (fiyat, miktar ve nitelik) dikkate alarak bir değer biçmek gerekir.  Çünkü tükettiğimiz bazı malların sadece fiyatları yükselmiyor, aynı zamanda miktarları ve nitelikleri de düşüyor. Özellikle fiziksel mallarda ambalajlı ürünlerin küçülmesi ve yeme/içme sektöründe porsiyonların düşmesi gibi çok sayıda durum söz konusu iken, daha çok hizmet sektöründe olmak üzere sunulan hizmet kalitesinde düşme veya daha önce verilen bazı hizmetlerin artık verilmemesi gibi çok sayıda durumla karşı karşıyayız. Hatta belki aşırı bir örnek olacak ama bölünebilir mallarda (karpuzun dilimlenmesi gibi) hem fiyat hem de miktar üzerinden bir strateji izleniyor. Yani, örneğin bir malın üçe bölünebiliyor olması daha fazla fiyat artırılmasına imkân veriyor. Hisse senetlerinin bölünmesinde olduğu gibi, bölünme ile fiyatların düşürülmesi ve daha likit hale gelmesi ile satın alınmasının kolaylaştırılması. Aslında malın/hizmetin küçülmesi ve niteliksizleşmesi tüketicilerde fiyatların o kadar da yükselmediği gibi bir psikolojik etkide de bulunur. Yani bir şeyin kötüleştirilmesi (niteliğin düşmesi) ile diğer kötünün (fiyat yüksekliği) görülmesi engellenir.

Bunu bir örnek üzerinden anlatırsam: Normalde 100 gramlık bir ürün düşünün, başlangıç fiyatı da 20 TL olsun. Enflasyonist ortamda fiyatı 30 TL’ye yükseliyor. Bu arada aynı zamanda farkına geç vardığımız bir şekilde ürünün avucumuza daha iyi oturduğunu hissediyoruz, yani küçülüyor ve bunun obeziteye karşı bir halk sağlığı tedbiri olmadığını da biliyoruz. 100 gramlık ürün 80 grama düşüyor. Görünürde fiyat artışı yüzde 50 (20 TL’den 30 TL’ye yükselme) şeklindedir. Fakat aslında gramı düştüğü için mevcut malı yeni bir ürün gibi düşünmek gerekir ve başlangıç fiyatı 80 gram ise 16 TL olmalıydı. Nitelik kaybının da  yüzde 10 olduğunu düşünürsek, başlangıç fiyatından 2 TL’lik bir düşme daha olmalı (20 TL’nin yüzde 10’u), sonuçta ürünün fiyatı 14 TL olmalıydı (miktar/nitelik ve fiyat ilişkisinin doğrusal olduğunu varsayıyorum). Fakat şu anki fiyatı 30 TL’dir yani enflasyonun neden olduğu tüm toplam refah kaybını dikkate aldığımızda refah kaybı aslında yaklaşık yüzde 115’dir (14 TL’den 30 TL’ye), fakat görünen refah kaybı sadece enflasyonu dikkate aldığından yüzde 50’dir.

Buradan hareketle enflasyon ile büyüme arasında da bir ilişki kurulabiliriz diye düşünüyorum. Her şeyden önce tüketimin toplam talep içindeki payı oldukça yüksek, yaklaşık yüzde 60 civarında ve tüketimdeki çeyreklik artışların da yaklaşık yüzde 20 civarında olduğunu düşünürsek, büyümenin önemli bir kısmı tüketimden geliyor demektir. Bu yüzden, tüketimde olan bitenleri anlamak büyümeyi de anlamak açısından önemlidir. Yukarıda bahsettiğim enflasyonun miktar ve nitelik üzerinden değişim yaratmasının bir ölçüye kadar büyüme ile de ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bunu açıklamaya çalışayım. Fiyat yükseldikçe mal gramajı/porsiyonu küçülse de satılan adet sayısında da artış olduğunu düşünelim. Fakat adet sayısındaki artış toplam üretimde ciddi bir artışa karşılık gelmeyebilir. Yani şöyle ifade edeyim, aynı tavuktan çok sayıda dürüm döner yiyoruz ama düşük gramajla, aslında tavuk sayısında ciddi bir değişim olmadı ama dürüm sayısında ciddi artış oldu. Yani hesapta çok ödedik ama miktarda o kadar çok tüketmedik. Bu dediklerim elbette belli mal ve hizmet kategorileri ile sınırlıdır ama bu tür malların direkt refahımızı etkileyen bir tarafı var.

Buradan şöyle bir soru gelebilir: Üretimdeki değişime kapasite kullanımı üzerinden de bakmak gerekmez mi? Buna bir bakalım. Türkiye’de ortalama kapasite kullanım oranı yaklaşık yüzde 76’dır. 2022 yılının ilk yarısında kapasite kullanım oranı yaklaşık yüzde 78 ve büyüme oranı da yaklaşık yüzde 7.5. Tüketim mallarında bu oran daha düşüktür, yaklaşık yüzde 74 düzeyindedir. Büyüme rakamlarında referans aldığımız 2021 yılına göre 2022 yılında kapasite kullanım oranında bir artış olduğu görülmektedir (2021 kapasite kullanım oranı yüzde 77). Fakat kapasite kullanım oranının ekonominin sadece yüzde 22 düzeyine sahip sanayi sektörü ile sınırlı olduğunu belirtmeliyiz. Gelirin üretildiği en önemli alan hizmet sektörüdür (yaklaşık yüzde 60). Yani kapasite kullanımı bize büyüme hakkında birtakım ipuçları verebilir ama bu oldukça genel niteliktedir. Hatta normal kapasite kullanım oranının yüzde 80 olduğunu, sanayinin ekonominin sadece beşte birine karşılık gelen bir üretimi içerdiğini ve uzun süredir düşük kalan yatırımlarla da artmayan üretim kapasitesini düşündüğümüzde kapasite kullanım oranını büyüme oranını değerlendirmek için kullanmak sorunlu olur. Hatta bundan hareketle ekonomi “ısındı” demek de güçleşir.

Büyüme oranındaki artışın açıklanan enflasyon düzeyi ile bir bağlantısı olabileceğini düşünüyorum. Özellikle zincirleme hacim kuralının buna imkân verdiğini düşünüyorum. Çünkü bu yönteme göre reel büyüme oranını bir önceki yılın enflasyonundan arındırarak buluyoruz. Enflasyon ne kadar düşük olursa reel büyüme kısmı da o kadar büyük olur. Yani enflasyonun düşük gösterilmesi büyümeyi daha yüksek gösterir. Baz yılı metodu kullanılsaydı (2016 yılında önce baz yılı 1998), zincirleme hacim kuralı ile doğan şüphe oluşmazdı. Bu arada zincirleme hacim kuralının diğer önemli bir özelliğini de unuttuğumuzu düşünüyorum, bu da zincirleme yöntemle elde edilen reel serilerde ana kalem (GSYH) ile alt kalemleri (tüketim, yatırım ve net ihracat gibi) arasında toplumsallığın (non-additivity) kaybolmasıdır.  Çünkü her dönemin fiyat seti değişiyor. Bu yüzden alt kalemlerin büyümeye katkısı direkt hesaplanamaz. Bu yüzden, tüketimin büyümeye katkısına dönük net şeyler söylemek de güçleşiyor.

TÜKETİM DÜZEYİNDEKİ DEĞİŞİM

Şüphe doğuran istatistiklerden biri de tüketim düzeyindeki artışa dairdir. TÜİK verisi tüketimin 2021’in ikinci yarısından itibaren her çeyrekte yaklaşık yüzde 20’nin üstünde arttığını göstermektedir. Reel ücretlerdeki azalma ve emeğin payındaki sert düşüşler bu şüphenin temel nedenleri gibi durmaktadır. Çevremdeki genel gözlemim de insanların gelir düzeylerine bağlı olarak tüketimlerini düşürdükleri ve satın alırken daha fazla düşündükleri şeklindedir. Tüm bunlara rağmen nasıl oluyor da yaklaşık bir yıldır tüketim yüksek denebilecek düzeyde artış göstermektedir? Tabii tüm karşıt gözlem ve bilgiler resmin tamamını görmemizi imkân verecek düzeyde olmayabilir. Bu yüzden de, bir takım akıl yürütmelere başvurmamız gerekiyor. Bunlardan bazılarını sizinle paylaşmak isterim:

a) Her şeyden önce reel ücretlerin düşmesi veya gelir dağılımında ciddi bozulmanın olması tüketimi azaltmak zorunda mı? Bu soru ile başlayalım. Eğer fonksiyonel dağılımı üzerinden bakarsak (sermaye ve emek gelirleri ayrımı yaparak), emeğin toplam gelirler içindeki payının çok hızlı bir şekilde düşmesi (son 2 yıldır emeğin payı yüzde 32’den yaklaşık yüzde 25’e düştü) ve emek ücreti ile geçinenlerin nüfusun önemli bir kısmını oluşturmasından dolayı tüketimin normalde azalması beklenir. Fakat fonksiyonel gelir dağılımının bize bu konuda söyleyeceklerinin sınırlı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, gelir kaynakları üzerinden değil de, kişisel gelir dağılımı açısından bakmak ve bunun da tüketimle ilişkisini kurmak gerekir.

Enflasyonist süreçte gelir dağılımının üst sıralarında yer alanlar (yüksek emek ve sermaye gelirlerine sahip olanlar) tüketim düzeylerini etkileyecek düzeyde bir reel gelir kaybı yaşamadılar, hatta nispi anlamda daha avantajlı hale geldiler. Enflasyonist süreçte nitelikli ve yüksek ücretli kesimin reel ücret düzeyleri genelde düşmez, düşse bile bu tüketim düzeylerini çok etkilemez.  Sermaye kazancı olanlar (kar, faiz, döviz ve kira gelirleri gibi) açısından ise toplamda gelirlerini artırdıklarını, sermayenin artan payından da biliyoruz. Fakat küçük ölçekli şirket sahipleri ve kendi hesabına çalışan kesimin gelirlerinde enflasyon paralelinde bir artış olmayabilir. Toplumun önemli bir kesimi emek geliri ile geçinen insanlardan oluşmakta ve çoğunun da reel geliri düştü. Yani enflasyonist süreçte başlangıç koşullarına bağlı olarak bazı grupların gelirleri bundan olumlu etkilenirken, bazıları olumsuz etkilendi. Fakat basitlik olsun diye yüksek ve düşük gelirli iki grup olduğunu düşünürsek, tüketimdeki değişimi daha iyi anlayabiliriz. Toplam tüketim=zengin tüketimi + yoksul tüketimi. TÜİK verisi bu toplam tüketim düzeyinin arttığını söylüyor. Bunu biraz açalım.

Basit birkaç istatistik vereyim. Türkiye’de en üst yüzde 20 ve yüzde 40’lık kesim sırasıyla toplam gelirin yaklaşık yüzde 50’si ve yüzde 70’ini alır. En alt yüzde 60’lık kesim ise gelirin yaklaşık yüzde 30’ını alır. Bu kesimlerin toplam tüketim içindeki paylarını tam olarak bilmesem de (bu rakamlara ulaşamadım) gelir paylarına paralel şekilde tüketimden pay aldıklarını tahmin ediyorum.  Bu durum ABD için de neredeyse aynıdır. ABD’de, örneğin, en üst gelire sahip yüzde 40’lık kesim tüketimin yaklaşık yüzde 60’ını gerçekleştirirken, alttaki yüzde 40’ın tüketimden aldığı pay sadece yüzde 22’dir. Buradan şunu söyleyebiliriz, tüketimin önemli bir kısmı zaten gelir dağılımında yerini koruyanlardan geldiği için toplam tüketim düzeyi etkilenmedi ve hatta bu yüzden de artmış olabilir. Dolayısıyla, zaten yeterince tüketimden pay alamayan büyük bir kitlenin düşen reel gelir düzeyi tüketimi aşağı doğru çekse bile üst gelir grupların artan tüketimi ile telafi edildi. Krizde olan bir ülkede son dönemde gayrimenkul/yat/lüks tüketiminde bu denli artış ve lüks mekânların hala doluyor olması ancak bu şekilde yorumlanabilir. Bu anlamda, gelir eşitsizliği tüketim eşitsizliğini artırmakta, eşitsizliği daha görünür kılmaktadır.

b) Son dönem sermaye gelirlerindeki nitelik değişimini dikkate aldığımızda tüketimdeki değişimin diğer bir yönünü de yakalayabiliriz. Son dönemde rantiyer sermaye gelirlerinin daha fazla ve hızlı arttığını görüyoruz. Bu durum kendisini artan banka kârlarında, KKM kazançlarında, gayrimenkul fiyatlarında ve kira gelirlerindeki artışta gösteriyor. Bu da şu soruyu sormamıza neden oluyor: Acaba rant gelirlerinin marjinal tüketim eğilimi, büyüme kaygıları olan geleneksel bir firmanın teşebbüs kârlarının (dağıtılmamış kârların varlığı) marjinal tüketiminden daha fazla olabilir mi? Özellikle kâr-dışı sermaye kazançlarının önemli bir servet etkisine sahip olduğunu düşünüyorum. Yani sermaye kazancının spekülatif yapısı, bu tür gelirler elde edenlerin daha fazla tüketme eğilimine itebilir. Kolayca kazanılan kolayca harcanır. Bu da genel tüketimin daha fazla artmasına katkıda bulunmuş olabilir.

c) Gelir dağılımındaki bozulma zenginler ve yoksullar arasındaki tüketim düzeylerini etkilediği gibi, tüketim yapısını da değiştirdi. Yani tüketim düzeyi düştüğü gibi, tüketim sepeti de değişti. Tüketim sepetindeki değişim, reel geliri düşenlerin mal skalasında aşağı doğru inerek zorunlu ve niteliksiz mallara yönelmesi anlamına geliyor. Bu da kendini temel ürünlerin bütçe payında artış ve özellikle eğitim/sağlık/kültür/seyahat harcamalarında nispi düşme şeklinde gösteriyor. Bu yüzden, gıda enflasyonu, genel enflasyondan (yüzde 83) yaklaşık yüzde 10 daha yüksektir (yüzde 93 düzeyinde). Aynı mallara aynı anda yönelmek kendilerine daha yüksek enflasyon olarak döner. Bu anlamıyla, reel geliri düşenler sorumlusu olmadıkları enflasyonun kendi aleyhlerine daha fazla dönmesine neden olan bir sürece dâhil olurlar. Diğer yandan, nispeten daha az zorunlu olan ürünler içeren hizmet enflasyon oranı (eğitim, sağlık, haberleşme gibi) ise genel enflasyon düzeyinin yaklaşık yüzde 30-yüzde 50 altındadır. Bu da talebin bu mallardan kısmi olarak kaydığını gösteriyor. Zengin tüketimindeki değişimin ve artışın ithalattaki artışla da bir ilişkisi olduğu da çok açık. Çünkü bu tür malların önemli bir kısmı ithal ürünlerdir. Yani aslında gelir dağılımındaki bozulma farklı grupların tüketim kompozisyonunu değiştirdiği gibi, cari açığı da artırmaktadır.

Ülkede enflasyonist süreçte oluşan eşitsizlik zengin tüketimin yükselmesine neden olması dolaysıyla bir makroekonomi istikrarı işlevi görüyor. Tüketimin kompozisyonuna bakmadan sorunları görünmez kılıyor. Hyman Minsky’nin finans için kullandığı “istikrar istikrarsızlaştırır” argümanından hareketle, makro istikrarın da gelir eşitsizliğinin alttan alta yıprattığı sorunları biriktirdiğini ve istikrarsızlaştırıcı bir faktöre dönüştüğünü söyleyebilirim. Yani eşitsizlik makro istikrara bu da daha fazla eşitsizliğe neden oluyor. Eşitsizlik bu anlamıyla büyümenin niteliğini de değiştiriyor. Bunu hem tüketim kompozisyonunu değiştirerek hem de tüketimin yöneldiği dış açık problemini derinleştirerek yapıyor. İhracatın da ucuz emek üzerinden yapılmasını kolaylaştırarak toplam üretimin niteliğini düşürüyor. Bence artık makroekonomiyi bu ayrışmış gelir-sosyal gruplarını dikkate almadan ne iyi analiz edilebiliriz ne de doğru makroekonomik politikalar geliştirebiliriz. Bunun dikkate alınmaması büyük oranda makroekonomideki temsili aktör kavramının yaygın bir şekilde makro istikrara dayalı bir “birleşik liberal hikâye” kurgusuna dayanmasındandır.

d) Yüksek enflasyonist rejimlerinde dönemler-arası tüketim tercihleri de değişir. İnsanlar enflasyon beklentilerine göre tüketimi öne alma veya erteleme eğilimi gösterirler. Dayanıklı tüketim malları daha kolay ötelenirken, daha dayanıksız ve düşük fiyatlı mal tüketimi öne çekilir. Ülkede de şu an insanlar fiyatların daha da yükseleceğini düşündüklerinden stok yapma eğilimi içindeler. Tabii bu “mal yığma” ise daha çok düşük ve orta gelirli grupların eğilimi şeklindedir. Yani kısaca enflasyon beklentisi tüketim öne çekiyor olabilir, bu da tüketimin bugün daha fazla ama yarın daha az olacağını ima eder.

e) Uzun süredir ülkenin birçok yerinde özellikle sınır illerinde günübirlik gelen veya kayda geçmeyen yabancı tüketimi var, bunun nasıl kaydedildiğinden emin değilim, ama bu yabancı tüketimi yerliye yazılıyor olabilir. Yani milli gelir hesaplarında sayısını bilmediğimiz, kayıt dışı ve sürekli artan göçmen sayısının da bunda etkisi olabilir. Bu yıl aynı zamanda turist sayısında da ciddi bir artış oldu. Bu artışa paralel olarak kayıt dışılıkta artış olacağını bekleriz. Bu da kayıt üstünde yerli tüketimin olduğundan daha fazla görünmesine neden olur. Yaklaşık birkaç gün önce kamu kurumları bu tür istatistik sorunları ifade ettiler. Bu yüzden revizyona gittiler. Buna göre, turizm gelirleri ortalamada eski seriye göre yüzde 7 arttı. Fakat son yılların artışı daha yüksek, örneğin 2022 yılının ilk iki çeyreğinde turizm geliri eski veriye göre yüzde 20 arttı. Tabii bu durum, aşağıda ifade edeceğim gibi, NHN’yi azalttığı gibi, yerli tüketime yazılan yabancı tüketimin düşülmesini gerektirir. Yani yerli tüketim daha yüksek gösterilmiş.

NET HATA NOKSANIN ANLAMI

Net hata noksanın birçok sebebi olabilir. Bunlardan en önemlisi, bence kayıt dışı giren sermaye kalemidir. Bunun belli bir kısmı varlık barışı adı altında kayda girmeden gelen para ve son dönemde Rus-Ukrayna Savaşı’nın her iki tarafından da gelen paralardan oluşur, özellikle son dönemde Rus şirketlerindeki artış oldukça dikkat çekicidir. Buna yerli şirketlerin daha önce yurtdışına çıkardığı fakat kendi şirketlerinin döviz operasyonları için ülkeye yeniden soktukları paraları da dâhil edebiliriz. Ayrıca firmaların kriz dönemlerinde paralarını dışarı çıkarma istikrar dönemlerinde ise geri getirme yönünde bir eğilim içinde olduğunu da görüyoruz.

NHN değerine dair diğer bir tahmin ise bu değerin cari açık ve tüketimle ilişkili olabileceği mantığına dayanır.  Cari açığın doğru ölçülmemesi NHN’nin doğru ölçülmemesine neden olabilir. Örneğin, ihracat yapan firmaların ihracat gelirlerinin yüzde 40’ını merkez bankasına verme zorunluluğundan dolayı ihracatı olduğundan düşük beyan ediyor olabilirler. Bu da cari açığın olduğundan daha büyük ve dolayısıyla da NHN’nin de olduğundan büyük görünmesini sağlar. Bu durumda, cari açığın aslında NHN ile finanse edilen kısmı daha düşük demektir, çünkü cari açık ifade edilenden daha düşük düzeydedir. Tüketimin hesaplanması da benzer bir probleme neden olur. Hem sınır illerinden ülkeye günübirlik gelenlerin tüketimi hem de artan turist sayısındaki artış raporlama/anket problemlerinden dolayı yabancı tüketimin yerli tüketimi içinde görünmesine neden olur. Yani dış hizmet gelirleri (turizm) kaleminde olması gereken rakamlar iç tüketim içinde görülür. Bu da hem cari açığı hem de onu finanse eden NHN’yi olduğundan daha büyük gösterir. TÜİK’in yaptığı yeni revizyonla birlikte bu kısmen giderilmiş gibi görülmektedir. Fakat her şeye rağmen artan NHN bir cari açık finansman biçimine dönüşmüş durumda ve nitelik olarak da kayıt dışılığı aşan bir dış finansman kirliliğine ve ağırlaşan cari açık problemini ima eder. Bu anlamıyla, NHN ve KKM “döviz sorunu” etrafında ortaya çıkan benzer yapısal sorunlara karşılık gelir.

Ensar YILMAZ – Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü – Duvar

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Yayınlanma:

|

Yazan:

Ekonomi yönetimi hem Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hem de Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan Amerika’da temaslarda bulunuyor. MB Başkanı, enflasyonun hem aylık hem de yıllık bazda 2024’ün 2. yarısından itibaren düşmesinin beklendiğini belirtti. Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi yaptığı değerlendirmede enflasyonla mücadelenin başarılı olmasını temenni ettiğini belirterek, başarı kriterlerini açıkladı. Çelebi’ye göre başarı öncelikle kalıcı olmaktan geçiyor. İkincisi de istihdam yaratan bir başarı olmalı. FED’in enflasyonla mücadele programında en önemli göstergelerden birinin, istihdam yaratma olduğuna değinen Işın Çelebi, “Türkiye’de de istihdam yaratma kriterini enflasyonla mücadele programının yanına koymak gerekiyor. Üretim, istihdam demek zaten. Üretim, üretkenlik ve verimliliği sağlamak gerekiyor. Bu anlamda cari denge, cari açık vermekten ziyade, bu cari açığı nasıl finanse ettiğiniz ve bu finansmanı nerelerde kullandığımız önemli.” açıklamasını yaptı. Büyüme, üretkenlik ve verimliliğin döviz arzıyla ve yabancı sermaye girişiyle takviye edileceğini belirten Çelebi, Türkiye’nin yabancı sermaye girişini hızlandırması gerektiğine dikkat çekti. “Bunun için Türkiye’nin mutlaka hukuk altyapısını, yabancı sermaye ve dünyaya güvence verecek şekilde uluslararası hukuka uygun hale getirmeli. Bunu belirtmek benim vatandaşlık görevim. Bugün bu anayasa değişikliği tartışmaların başladığı bir dönemde bunu söylemeyi bir görev addediyorum.” dedi.

Işın Çelebi, buna ek olarak Türkiye’nin mutlaka gri listeden çıkması gerektiğine değinerek, Avrupa Birliği tam üyelik yolunda ısrarla ve kararlılıkla yürümenin önemine işaret etti. Çelebi, “Şimdi Avrupa Birliği üst yönetimi, Türkiye’yi sadece iş birliği yapılacak bir ülke konumuna oturtmaya çalışıyor. Bunu aşmak ve tam üyelik yolunda da ısrarcı olmak lazım. 2005 ile 2010 arasında Türkiye’ye yabancı kaynak girişinin en yoğun olduğu dönemde, yıllık 20-25 milyar dolarlık döviz girişi ve yabancı sermayenin girişinin olduğu, direkt yatırımların yapıldığı dönemler de Türkiye’de enflasyonun %10’a düşmesini sağladı. Bundan örnek alarak, yabancı sermaye girişini mutlaka sağlamak zorunda. Bu da ancak Uluslararası hukuka uyumlu ve Avrupa Birliği tam üyelik yolunda adımlar atmakla gerçekleşebilir.” hatırlatmalarında bulundu.

“Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden”

Altınbaş Üniversitesinden Prof. Dr. Işın Çelebi, Türkiye’deki vergi adaletsizliğine değindiği konuşmasında, Türkiye’nin parasal politikalarını maliye politikalarıyla yani bütçe politikalarıyla desteklenmesini tavsiye etti. “Sadece para politikasıyla faizi, kuru sabitleyerek, ücretleri sabitleyerek enflasyonla mücadele programını tek başına yürütemeyiz. Bunu bütçe politikalarıyla ve maliye politikalarıyla bütünleştirmemiz lazım. Vergi konusu çok önemli. Türkiye gördüğüm kadarıyla gelir üzerinden vergi alan bir ülke. Vergi politikamızı, dolaylı vergilerle uyguluyoruz. Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden yani akaryakıttan aldığımız vergi, sigaradan aldığımız vergidir. Vergi adaletini bozan ve düşük gelir gruplarının vergi yükü altında ezilmesine yol açan bir sisteme sahibiz. Oysa biz vergiyi hem tabana yaymalıyız hem vergi oranlarını düşürerek geniş kitlelere vergi tabanını yayıp vergi alabilecek hale getirmeliyiz.” önerisinde bulundu.

“Finans sektöründeki muafiyetler ve istisnalar azaltılmalı”

Finans sektöründe büyük muafiyetler ve istisnalara dikkat çeken Çelebi, bunların mutlaka azaltılması gerektiğini kaydetti. “Vergi gelirlerini arttırmanın bir diğer yolu da kayıt dışı ekonomiyi, vergi sisteminin içine almak” diyen Çelebi’ye göre, vergi oranlarını düşürerek, vergide devrim yapılmalı. Tüm vergi sistemini ele alarak, biraz hafifletmeli. İşe düşük gelir gruplarına yük olan dolaylı vergileri azaltarak, %68’den %50’ye indirmeyi hedef alarak başlanmalı. Bu tür bir vergi reformuna Türkiye’nin acil ihtiyacı olduğunu ileri süren Çelebi, “Harcamalar üzerinden değil, gelir üzerinden vergi alacağımız bir sistem olmalı. Tabanı genişletebilmek ve adaleti sağlayabilmek önemli.é diye konuştu.

Işın Çelebi, ilk 3 aylık bütçe açığının 513 milyar liraya ulaşmasını da değerlendirerek, “Bütçe açığının, 2024 yılında 2,2 milyar TL’nin üzerinde olacağı öngörüldü. Şu anda mart sonu itibariyle 513 milyar TL’lik bir açık oluştu. Gördüğüm kadarıyla yıl sonu itibariyle 2 milyar TL’lik bütçe açığı programa uygun halde gidiyor. Bu noktada vergi gelirlerini arttırıcı reformlar yapılırsa, bütçe açığının hedeflenen doğrultuda gerçekleşeceğini düşünüyorum. Bunu da önemli buluyorum.” diye konuştu.

“Büyümeden vazgeçilebilir ama gelir dağılımı adaletli olmalı”

Cari açığın aylık 3,3, yıllık olarak da 31,8 olduğunu hatırlatan Çelebi, “Bu, geçen yıla göre yıllık bazda bir daralmanın sonucu. Ekonomiyi daraltarak, büyümenin %3’ün altına düştüğü bir durum gözüküyor. O bakımdan büyümeden vazgeçebiliriz. Ama gelir dağılımının adaletli olması ön planda olmalı. Yani büyümeden vazgeçtik, daraltıyoruz ekonomiyi. Oysa bir ekonomi, cari açık verdiği zaman dışarıdan kaynak temin etmeli. Çünkü ekonomik büyüme, dış kaynakla sağlanır, iç tasarrufla değil. Bu kadar cari açıktan korkmamak lazım. Eğer ihracatın ithalatı karşılama oranını da yüzde 80’lerin üzerine çıkarabilirseniz, bu cari açık problemini karşılayabilirsiniz.” önerilerinde bulundu. Çelebi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın 2023 Şubat ile 2024 Şubat dönemine dair açıkladığı listeye baktığınızda, ihracatta yaklaşık 400 milyon dolarlık bir artış olduğuna dikkat çekti. Buna karşılık ithalattaki daralmanın da Türkiye’nin büyümesinin durmasından kaynakladığını işaret etti. Bunun bir tercih meselesi olduğunu belirten Çelebi, sözlerini şöyle tamamladı; “Benim kişisel kanaatim, Türkiye % 3’ün altında bir büyüme çizgisine sahip olmamalı. Türkiye’nin döviz arzını arttıracak politikalardan vazgeçmemeli. Şimdi kurun enflasyona etkisinin, %50 olduğunu söyleyen bir görüş var. Bunun matematiksel modeli yanlış. Buna %100 karşıyayız ve katılmıyoruz. Bir iktisatçı ve matematikçi mantığıyla söylüyorum. Bunun enflasyona etkisi % 50 değil, % 10-15 gibidir. Kuru serbest piyasalara bırakmak lazım. Bu açıdan Merkez Bankası politikalarını gözden geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.”

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. BORATAV: Yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi

Prof. Dr. Korkut BORATAV, BİRGÜN gazetesine 31 Mart yerel seçimlerini değelendiren bri röportaj yaptı: Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi?

Yayınlanma:

|

Yazan:

AKP’nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı ülkenin gündemindeyken sizce neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu?

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama, on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güney-Doğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansıması büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleşti. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. Kısmen 2024 seçimine katılmayarak; dörtte üçü de CHP’ye yönelerek…

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine yol açmış; mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Yoksullaşma ekonomi büyürken, istihdam artarken gerçekleşti; algılanması da bu yüzden güçleşti. Ama, algılanmayı frenleyen temel etken, bence, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlanmıştı.

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; öne çıktı; “sahte, içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardılar. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca etkili oldu.

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP iktidarının ekonomide ve siyasal anlamda atacağı adımlar bekliyor. Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı?

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor.

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir?

Mehmet Şimşek geleneksel neoliberal reçeteyi uyguluyor; enflasyona daraltıcı politikalarla son vermeyi öngörüyor. Temel araçlardan biri, emek gelirlerinin bastırılmasıdır. Şimşek de ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır.

Bugünkü ekonomik ortam, 1990’lı yılların yüksek enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücretler, emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortamın bir benzeri tekrar oluşacaktır.

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi?

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri bugün açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir.

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… Türkiye’nin 2028 ve sonrası için bu ekonomik ortam önerilmektedir…

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır?

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların eşgüdümü, mümkünse birleştirilmesi önemlidir.

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı.

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak, adeta kendiliğinden” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi hak etmesi, özümsemesi büyük önem taşıyor. Sadece CHP’nin değil, tüm Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

Okumaya devam et

EKONOMİ

Mart ayı bütçe görünümü

Bütçe gelir ve giderlerinin her kalemi incelenmeyi hak ediyor ama gelen son verilerden biri, bir dönem bütçe giderleri arasında yer alan oldukça tartışmalı KKM kur farklarını hatırlattı. İşte o veri TCMB 2023 zararı ile ilgili.

Yayınlanma:

|

Mart ayı merkezi yönetim bütçe gerçekleşmeleri açıklandı. Genel görünüm, bütçe gelir ve giderlerinde uyumdan uzaklaşıldığına, mali disiplinin sağlanabilmesindeki zorluklara işaret ediyor.

Öncelikle mali disiplin açısından iki temel göstergeye bakalım: İlki bütçe açığı. Mart ayı bütçe açığı şubat ayına göre yüzde 36 oranında artarak 209 milyar TL’ye ulaştı. Üç aylık kümülatif bütçe açığı ise 513,5 milyar TL oldu. Oysa 2023’ün aynı ayında bütçe açığı 47,2 milyar TL idi.

Mali disiplinin diğer göstergesi de faiz dışı denge. Bütçe açığından iç ve dış borç faiz giderleri düşüldüğünde denge ya da fazla elde ediliyorsa, borçluluğun yarattığı faiz ödemeleri bütçe üzerinde baskı yaratmıyor demektir. Tersi durumda, yani faiz dışı açık varsa borç düzeyine ve faiz yüküne bakmak gerekir.

En son 2017 yılında faiz dışı fazla elde edilmişti. Faiz dışı açık geçen yıl 1,3 trilyon TL’yi aşmış ve bütçe tahmininin iki katı olarak gerçekleşmişti. 2024 yılı bütçe tahmininde de faiz dışı açık 1,4 trilyon TL.

Ama sadece bir ayda bütçedeki borç faiz giderleri yüzde 37 oranında artış gösterdi. Öte yandan brüt dış borç stoku 500 milyar dolara ulaşırken, iç borç stoku son bir yılda 1 trilyon TL daha artarak 4 trilyon TL’yi aştı.

2024 mart ayından itibaren iç ve dış borç faiz ödeme projeksiyonunu gösteren aşağıdaki grafikleri incelerseniz, bu yılki bütçe tahmininin oldukça üzerinde bir faiz dışı açıkla karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır.

Bütçe gelir ve giderlerinin her kalemi incelenmeyi hak ediyor ama gelen son verilerden biri, bir dönem bütçe giderleri arasında yer alan oldukça tartışmalı KKM kur farklarını hatırlattı.

İşte o veri TCMB 2023 zararı ile ilgili. 2021’de 57,5, 2022’de 72 milyar TL kâr açıklayan TCMB, 2023 yılını 818,2 milyar TL zararla kapattı.

2023 ağustos ayına kadar TL’den KKM’ye dönenlerin kur farkları bütçeden ödenirken, dövizden KKM’ye dönenlerinki TCMB tarafından karşılandı. TL’den dönen mevduata 2022 mart-2023 temmuz arasında kur farkları bütçeden ödendi, en son temmuz 2023 itibariyle bütçeden 34,5 milyar TL’lik ödeme yapıldı.

Sonra Ağustos 2023’te TL’den dönen KKM’nin ödemelerini TCMB üstlendi. Çünkü genel seçimler bitmiş ve TL’de değer kaybı başlamıştı. Dolar/TL genel seçimler öncesinde (13 mayıs) 15,5 TL’den, iki ay sonra (13 temmuz) 26 TL’nin üzerine çıkmıştı.

OVP’ye göre bütçe açığının GSYH’ye oranı zaten deprem harcamaları öngörülerek yüzde 6,4 olarak yüksek programlanmıştı. Ancak bütçe bu kur artışı karşısında KKM’nin yükünü daha fazla taşıyamayacaktı.

TCMB de o esnada genel seçimler sonrasında artık sıkı para politikasına geçmişti. Politika faizini kademeli olarak arttırıyor, ardından mevduat faizi de arttıkça TL’ye güven tesis edilmesini bekliyordu. Bu ortamda KKM hesapları hızla çözülecekti. Para ikamesi son bulacaktı.

Ancak 2021 aralık ayı sonunda kur riskine karşı kendisine güvence arayanlar için bir finansal araç olan KKM, ulaştığı hacimle ve çözülme sürecindeki zorluklarla gündemde kaldı. Enflasyon da düşmedi, para ikamesi devam etti. Ekonomiye güven oluşmadıkça döviz KKM’ler varlığını devam ettirdi. Şimdi izlerini en son TCMB zararında görebiliriz. Bu zararda KKM kur farkının kaç milyar TL olduğu kadar, ekonomiye olan güvensizlik ve gelir dağılımında adaletsizliğin boyutu ve izleri de önem taşıyor.

Mart ayı bütçe açığını görünce insanın aklına geliyor. Peki TL’den ya da dövizden dönen KKM kur farkları bütçeden ödenseydi ne olurdu?

MB, Kamu Borç Yönetimi Raporu, Mart, 2024

Prof.Dr. Binhan Elif YILMAZ-T24

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.