Connect with us

EKONOMİ

Prof. Daron Acemoğlu: Çok büyük korkum var, Türkiye’de ekonomik kriz derinleşebilir!

Dünyanın önde gelen ekonomistlerinden, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MİT) öğretim üyesi Prof. Dr. Daron Acemoğlu; T24 ekranında Murat Sabuncu’nun konuğu oldu. Acemoğlu, “Başkandan emirle para politikası olmaz”ifadesini kullandı.

Yayınlanma:

|

ünyanın önde gelen ekonomistlerinden, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MİT) öğretim üyesi Prof. Dr. Daron Acemoğlu; Türkiye ekonomisinde krizin derinleşmesi ihtimalini değerlendirirken, “Çok büyük korkum var” dedi. “Türkiye’de başkanlık seçimine gidip de tüm güç sarayda toplanınca bunun ekonomi politikası üzerinde de büyük bir etkisi oldu” diyen Acemoğlu, Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan istifa eden, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın ekonomi yönetimi için, “Berat Albayrak altında kurulan kadrolar, yapılması gereken şeylere doğru yaklaşımı getiremedi” değerlendirmesini yaptı. Acemoğlu, Türkiye’de bankaların durumunun ‘göründüğünden de daha kötü olduğunu’ söyledi

Prof. Dr. Daron Acemoğlu, T24 ekranında Murat Sabuncu’nun konuğu oldu. Video söyleşide Sabuncu’nun sorularını yanıtlayan Acemoğlu, dünyada popülist iktidarların durumundan, demokrasi ve ekonomi ekseninde Türkiye’nin geldiği noktaya, pandeminin ardından dünyada beklenen değişimden, Türkiye ekonomide atması gereken adımlara, pek çok konuda değerlendirmelerde bulundu. Acemoğlu’nun açıklamaları özetle şöyle:

“Otoriter popülist rejimler devlet kapasitesini zayıflatıyor”

Son 10-15 yıldır dünyanın her tarafında milliyetçi ve otoriter popülist rejimlerin yükseldiğine dikkat çeken Prof. Dr. Daron Acemoğlu, “Bu rejimler ya da bu hareketler, iktidara geldiklerinde genelde devlet kapasitesini zayıflatıyorlar. Bu hem bir strateji hem de istemeden yaptıkları bir şey çünkü hukuka bağlı bir şekilde yönetemiyorlar. Bunu Hindistan’da, Brezilya’da, Türkiye’de, Rusya’da, Macaristan’da görüyoruz. Ve tabii Amerika’da Trump altında gördük. Benim, Trump seçilir seçilmez yazdığım şey; bunun bir tek gelir dağılımına, beyazlar ve siyahlar arasındaki ilişkiye değil aynı zamanda devletin kapasitesine çok büyük bir negatif etkisi olacağı konusu. Aslında çok açık. Bundan önceki büyük virüs krizi olduğunda, Ebola zamanında Amerika, aynı kurumlar çok daha efektif bir şekilde, problemlerle çok daha baştan başlayarak, buna önlem alarak nasıl başa çıkılır diye göstermişti. Şimdi Amerika’yı çok daha fazla etkileyen Koronavirüs olduğu zaman Trump altında tamamen çöktü. Çünkü ocak ayında alarmı çalan birçok bilim adamı, bürokrat vardı. Kimse dinlemedi, bazıları kovuldular. Ve tamamen bir moralsizlik var. Ve görüyorsunuz Trump gider gitmez nasıl hızlı bir şekilde aşıya geçildi. Şu anda Amerika’da dünyada hiçbir yerde olmadığı kadar kolay test yapılıyor. Trump’ın başta olduğu sürede 6 ay sürdü testlerin doğru dürüst yapılabilmesi. Bu tamamen, kısa sürede bile devlet kapasitesinin ne kadar hızlı çöktüğünü gösteren bir şey ama oylarla Trump’ı iktidardan attı Amerika halkı ve onun yerine çok çok daha başarılı, aklı başında kapasiteyi yeniden artıran bir yönetim geldi” dedi.

“Koronavirüs’te en çok insan popülist otoriter rejimlerin olduğu ülkelerde öldü”

Dünyada Koronavirüs’ten en çok insanın öldüğü ülkelerin Brezilya, Türkiye, Hindistan, Rusya ve Trump yönetimi döneminde Amerika gibi popülist otoriter rejimler olduğunu vurgulayan Acemoğlu, “Çin türü otoriter rejimlerde çok şikâyet edeceğimiz şey var. Birçok açıdan Türkiye’de yaşamak Çin’de yaşamaktan daha güzel. Brezilya’da yaşamak Çin’de yaşamaktan birçok açıdan daha iyi. Ama hiç değilse Çin devlet kapasitesini koruyan, artıran otoriter rejim peşinde. Popülist otoriterler ise devlet kapasitesini de devlet gücünü de çökertiyor. Aynı ülkelerde çok büyük, derin ekonomik krizler de var” diye konuştu.

“Popülist otoriter rejimler iktidarda kaldıkça hem muhalefet hem medya zayıflıyor”

Murat Sabuncu’nun, “Popülist liderlerin ve rejimlerin artık sonunun geldiği söylenebilir mi?” sorusuna yanıt veren Acemoğlu, şu değerlendirmeyi yaptı:

“Tabii ama bir problem var burada. Ne kadar uzun zaman bu popülist otoriter rejimler iktidarda kalırsa o kadar hem muhalefet zayıflıyor hem medya, basın zayıflıyor. Bolsonaro’nun bu krizden sonra çok büyük bir şansı yok. Çünkü popülerliği tamamen düşmüş durumda. Brezilya’da medyayı susturamadı, o kadar uzun vakti olmadı. Ve büyük olasılıkla gelecek seçimde çok büyük bir yenilgiyle gidecek. Ama Hindistan’a, Rusya’ya, Türkiye’ye, Macaristan’a bakarsanız, buralarda artık basın özgürlüğü o kadar ortadan kalkmış, muhalefet tamamen yolunu kaybetmiş durumda ki buradan nasıl çıkacağımız zor bir süreç. O kadar kolay değil. Örneğin, Modi’ye karşı bir muhalefetin kendini bulabilmesi, Hindistan’ın çok çok çok heterojen insanlarını, gruplarını bir araya getirmesi çok zor bir süreç olacak.”

“Türkiye’de gündemi belirlemek mafya babalarına kaldı”

Murat Sabuncu’nun Türkiye’de medya ve muhalefete yönelik baskılarla, suç örgütü lideri Sedat Peker’in açıklamalarını anımsatması üzerine Acemoğlu, “Çok acı verici. Normal medyanın olduğu bir ülkede muhalefetin söyledikleri, bilim adamlarının, bu konuda bilgili olan insanların söyledikleri şeyler gündemi belirler ama Türkiye’de ne yazık ki mafya babalarına kaldı. Bu da tabii ki acı verici bir şey ama buradaki dinamikleri de ben Hindistan’dan çok daha değişik görmüyorum, Filipinler’den çok daha değişik görmüyorum. Türkiye’de olanlar tabii ki Türkiye’ye çok özel, bizim problemlerimiz başka problemlerle aynı değil ama bu otoriter popülist rejimlerin de birbirlerine benzeyen çok yönleri var” dedi.

“Berat Albayrak altında kurulan kadrolar, yapılması gereken şeylere doğru yaklaşımı getiremedi”

Murat Sabuncu’nun, “Demokrasi eksikliği ve kurumsal yapıdaki zayıflık Türkiye’nin ekonomik performansını ne kadar etkiliyor?” sorusuna yanıt veren Acemoğlu, şu açıklamayı yaptı:

“Çok etkiliyor. En büyük belirleyici. Türkiye, son 5 sene içinde ekonominin en kritik krizlerini yaşıyor. Bir tek pandemi sonrası değil, pandemiden önce de başlayan büyük krizler vardı. Borçların artması, bilançoların kötüleşmesi, bunlara karşı doğru bir sonuç getirilebildi mi? Hayır. Niye? Bürokrasinin içinde ekonomiyle doğru dürüst uğraşabilecek, iyileştirebilecek insanlar az kaldı. Özellikle Berat Albayrak altında kurulan kadrolar, yapılması gereken şeylere doğru yaklaşımı getiremediler. Demokrasinin diktatörlüklere göre, otoriter sistemlere göre birçok avantajları var. Ama en büyük avantajlardan bir tanesi de en büyük hataları, yeteneği, yeterliliği olmayan kadroları başta tutma eğilimleri çok daha zayıf. Özellikle Türkiye’de başkanlık seçimine gidip de tüm güç Saray’da toplanınca bunun ekonomi politikası üzerinde de büyük bir etkisi oldu.”

“Doğru politikalara, doğru ekonomi bilgisini uygulayan yönetimlere ihtiyacımız var”

Murat Sabuncu’nun sorusu üzerine, Amerika’da enflasyonun yükselmesinin kalıcı hale gelmesi durumunda Türkiye’nin de aralarında bulunduğu, gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinin krize girme riskini değerlendiren Acemoğlu, “Çok büyük problemler var. Bunlarla başa çıkılmadığı zaman derin bir krize yol açar. Ve bunlarla başa çıkabilmek için de yine devlet kapasitesine, doğru politikalara, doğru ekonomi bilgisini uygulayan yönetimlere ihtiyacımız var” ifadesini kullandı.

“Bankaların durumu göründüğünden de kötü”

Özel sektörün finansal yapısından, kur riskine, bankaların sorunlu alacaklarından, faizlere çoklu kriz riskini değerlendiren Acemoğlu, şunları söyledi:

“Problemin çok boyutu var çünkü şirketlerin bilançoları çok kötü. Şirketlerin bilançoları çok kötü olunca buna borç veren bankaların bilançolarına yansıyor. Ve bu bankaların birçok bulunduğu yatırım aslında kâğıtta yazan değerinde değil. Böylece bankaların durumu da göründüğü kadar iyi değil hatta zaten iyi görünmüyor da, göründüğünden de kötü. Ve bunun da iki boyutu var tabii. Birincisi özel bankalar, 2016’dan beri borç vermemeye çalışıyorlar. Sürekli verdikleri krediyi azaltmaya çalışıyorlar. Azaltamamalarının nedeni, birincisi; bazı zorunlulukları var, ikincisi; Merkez Bankası ve devlet baskısı var üstlerinde. Ama bu baskı yetmiyor, 2016’dan beri devlet bankalarının payı artıyor kredide. Ve bu yeni verilen kredilerin çoğu aslında geri alınması çok çok zor hatta imkânsız olan krediler. Böyle olunca şimdi üçüncü bir boyut şirketlerin bilançoları, özel bankalardan bazıları batmak üzere ve devlet bankalarının şimdi çok büyük bir açık durumu olacak. Ve bu tabii ki bu da devlete, devlet bütçesine.”

“Türkiye, elindeki kaynakları doğru kullanamıyor”

Murat Sabuncu’nun sorusu üzerine, “Türkiye’de yoksullukla beraber büyüyen genç işsizliğinin seçimlerde siyaseti değiştirecek bir yöne gitme olasılığını” değerlendiren Acemoğlu, şu yorumu yaptı:

“Türkiye’de her zaman eşitsizlik, yolsuzluk, işsizlik sorunu olmuştur. 2000’li senelerde aslında burada önemli adımlar atıldı. Daha çok iş açıldı, eşitsizlik azaldı, birçok yeni olanaklar açıldı gençlere. Ve bu gayet normal olarak umutlarımızı da artırdı. Umutları daha yüksek bir gençlik yarattı Türkiye. Son 12-13 senedir bu umutları kırmaya başladık çünkü onlara yanıt veremiyoruz. Ve özellikle son 5 sene içinde işsizlik, eşitsizlik bunlar çok yüksek düzeylere vardılar. Burada çok daha derin bir şekilde düşünmemiz lazım. Türk ekonomisi niye yeterince randımanlı bir şekilde büyüyemiyor? Türkiye’nin problemi üretkenlik. Hiçbir zaman elindeki kaynakları yeterince üretken bir şekilde kullanamıyor. 2000’li yılların başında, 2000 ila 2006 senesi arasında buna bir istisna var. O süreç içinde toplam faktör verimliliği çok hızlı bir şekilde artmaya başlıyor ama ondan beri bakarsanız negatif. Yani hiçbir şekilde elimizdeki kaynakları doğru kullanamıyoruz. Eğer elimizdeki kaynakları doğru kullanmaya başlarsak, çok daha iyi işler, çok daha fazla ücretler, çok daha fazla büyüme randımanı bulmamız mümkün. Elimizde büyük kaynaklar var aslında ama doğru kullanamıyoruz.”

Acemoğlu’ndan 90’lar örneği: Tarih kendisini bir daha yeniliyor

Türkiye’de ulusalcı söylem eşliğinde popülist politikaları değerlendiren Acemoğlu, “Aynı problem 1990’larda var. Negatif büyüme toplam faktör verimliliğinde, işsizliğin artması, eşitsizliğin artması. Niye? Çünkü yönetimi doğru yapamadık 1990’larda. Yolsuzluk acayip arttı, belli bir istikrarlı ekonomi politikası seçilemedi. Bunu üzerine neler görüyorsunuz? Sağ-sol arasındaki çatışmalar, milliyetçilik birdenbire artmaya başladı, Susurluk gibi problemleri ortaya çıkartıyor yani geçmiş kendisini bir daha, tarih kendisini bir daha yeniliyor” ifadesini kullandı.

“Son 5 sene içindeki problemlerin gerçek boyutunu görmüş değiliz”

Murat Sabuncu’nun, “Türkiye’nin ekonomisinde önümüzdeki bir-iki senede nasıl bir tablo bekliyorsunuz? Krizin daha da derinleşmesi olasılığı var mı?” sorusu üzerine Acemoğlu, “Tabii öyle çok büyük bir korkum var. Bu gerçekten olanağı yüksek olan bir şey. Biz şu anda, son 5 sene içindeki problemlerin gerçek boyutunu görmüş değiliz. 5 senedir bilançosunda çok büyük problemi olan AVM dükkanları, inşaat şirketleri hala ayaktalar. Ne kadar daha ayakta kalabilecekler? Bunların bankalar üzerine etkileri neler olacak? Rezervlerimiz bu kadar azalmışken, daha ne kadar kuru, faiz politikasını bu şekilde tutabileceğiz? Bu boyutların çok daha negatife gitme olasılığı yüksek. Bu problemler bir tek Türkiye’de olan problemler değil, başka taraflarda da olan problemler var ama nerede bu problemleri görüyorsanız altlarında da ekonomiyi doğru yönetmeme kararlarının rolünü görüyorsunuz” dedi.

 “Gelecek 10 senede dünya değişecek, hazırlanmazsak bize büyük riskler verecek”

Murat Sabuncu’nun, “Pandemiden sonra dünyada dijitalleşmenin önemine dair nasıl bir projeksiyon yapıyorsunuz?” sorusuna Acemoğlu, “Türkiye’de biz bugün-yarın ne olacak, döviz kuru ne olacak peşindeyiz. Çünkü gerçekten bir kriz durumu var. İnsanlar işsiz, yarın olan borçlarını verebilecekler mi onu göremiyorlar. Tabii ki çok büyük bir etkisi var Türkiye’ye bunun ama çok daha negatif bir etkisi var, geleceği doğru düşünüp ona doğru hazırlıklarda bulunamıyoruz. Gelecek 10 sene içinde dünya çok değişecek ve bu değişime ayak uyduran ülkeler büyük büyüme fırsatlarına sahip olacaklar. Olamayanlarsa çok daha kötü durumda kalacaklar. Bunlara biz kesinlikle hazırlanmıyoruz. Aslında Türkiye’nin gelecek 10-15 senede çok daha büyük avantajları var. Çünkü en büyük gelişmelerden bir tanesi artık batı dünyasındaki yaş dağılımı çok daha yaşlılığa doğru gidiyor. Türkiye’nin hala çok genç bir nüfusu var. Çok daha dinamik, girişimci yeni iş açmaya, yeni yatırımlarda bulunmaya yeni teknolojileri kullanmaya çok açık bir nüfusu var. Ama gelecek dünyaya doğru hazırlıklarda bulunmazsak, bu bize çok büyük riskler verecek” diye konuştu.

“Yapay zekâ bütün ekonomileri etkileyecek ve biz buna hazırlıklı değiliz”

Gelecek 10-15 yılda dünyada bütün ekonomileri üç faktörün belirleyeceğini vurgulayan Acemoğlu, şunları anlattı:

“Bir tanesi yaş dağılımın değişmesi. Örneğin; Güney Kore, Japonya, Almanya, İskandinav ülkeleri, buralarda 60 yaşının üstündekiler, 60 yaşının altında, çalışanlardan daha fazla olacaklar. İkincisi daha da önemli; küreselleşmenin yapısı değişiyor. Üçüncüsü ve en önemlisi; dijital teknoloji. Bundan 30-40 sene önce bakarsanız gelişmekte olan bir ülke nasıl büyür diye, Güney Kore, Tayvan ve Çin diye düşünebilirsiniz, bu ülkelerin insani kaynakları yüksek. Kapital ve teknolojide çok yüksek değiller ama bu insani kaynaklarını kullanıp, ihracat edip, yavaş yavaş daha yüksek teknoloji gerektiren sektörlere geçiyorlar. Artık bu tamamen imkânsız hale gelecek. Çünkü Batı ve hatta Çin, robotlara ve yapay zekaya geçiyor. Bunların kendi toplumuna etkileri var ama gelişmekte olan ülkeler, özellikle Türkiye gibi ülkelere büyük etkileri var. Bundan sonra buzdolabı, araba, makine ihraç edebilecek miyiz? Eğer bu yeni teknolojilere uyamazsak, insani gücümüzü kullanarak bunları yapmamız mümkün değil. Bu gelecek dünyaya ayak uydurmamız lazım. Dünyanın her ülkesinin ekonomisi yapay zekâ tarafından etkilenecek. Ve biz Türkiye’de buna hazırlıklı değiliz. Onun yerine biz şu andaki çok derin problemlerimiz içinde kaldık. Ve gelecekteki elimizdeki o büyük olanakları harcamamamız lazım.”

“2005’ten sonra demokrasiden geriye diktatörlüğe, otoriterliğe doğru adımlar atıldı”

“Gelecek 10 sene içinde, dünyanın her tarafında, demokrasinin daha güçlü bir şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğini” vurgulayan Acemoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“1989 yılında Berlin duvarı düştüğü zaman Amerika’da, Avrupa’da büyük bir iyimserlik ortaya çıktı. Örneğin; siyasi bilimci Francis Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’ kitabında söylediği gibi ‘artık bundan sonra her şey liberal demokrasi olacak, her şey piyasa sistemiyle demokrasinin birleştiği bir eksen çevresinde olacak.’ Aslında ilk 15 sene buna benzer dinamikler görmeye başladık. Türkiye dahil olmak üzere, Asya’daki bazı ülkeler dahil olmak üzere, en önemlisi Güney Amerika’da ve Afrika’da büyük bir demokrasi Rönesans’ı yaşanmaya başladı. Verilere baktığınız zaman dünyadaki demokrasi sayısı ve yarı demokratik rejimlerin uygulamaları giderek derinleşmeye başladı. Ama 2005’ten sonra bakıyorsunuz tam tersi bir trend var. 2005’ten sonra Türkiye’de de görüyorsunuz bunu, başka yerlerde, Hindistan’da, Brezilya’da, Filipinler’de görüyorsunuz. Demokrasiler zayıflamaya başlıyor ve demokrasiden geriye diktatörlüğe, otoriterliğe bir sürü adımlar atılıyor.”

“Demokrasiler beklemedikleri kadar kuvvetli bir otoriter popülist akımla karşılaştılar”

Acemoğlu, bu yaşananların nedenlerini ise şöyle açıkladı:

“Bunun iki nedeni var. Birincisi; demokrasiler, nüfuslarına bekledikleri kadar refah getiremediler. Büyüme oldu demokrasilerde ama eşit bir büyüme olmadı, bir sürü kesim geride kaldı. İkincisi; demokrasiler beklemedikleri kadar kuvvetli bir otoriter popülist akımla karşılaştılar. Milliyetçilik başta olmak üzere, medyayı ele geçirip yanlış bilgilerle, propagandayla karışık bir şekilde demokrasiye karşı bir akım başladı. Ve özellikle daha yeni demokrasiye geçmiş ülkelerde çok büyük zayıflıklar yarattı. Örneğin, Brezilya’da Bolsonaro nasıl başa geçti diye baktığınız zaman, yanlış bilgilerin Whatsapp üzerinden, Facebook üzerinden dağıtılmasının çok büyük bir rol oynadığını görüyorsunuz. Aynı zamanda Bolsonaro başa gelmeden önce Brezilya demokrasisinde çok büyük bir kriz vardı. Lula, baştan gittikten sonra Dilma Rausseff atılmıştı, ondan sonra gelen başkan konusunda yolsuzluklar iddia edildi, o da gitmek zorunda kaldı. Eşitsizlikler artmaya başladı. Yani bu iki problemi dünyanın her bir tarafında görüyorsunuz, Türkiye’de de görüyorsunuz. Demokrasinin hem kendini daha kuvvetlendirmesi lazım hem de halka daha iyi hizmet verebilmek için gereken kapasiteyi sağlaması lazım.”

“Yeni bir refah devleti yaratmak gerekiyor”

Murat Sabuncu’nun “Ekonomilerde de sosyal devletin daha etkin olduğu bir döneme gidilecek mi?” sorusuna Acemoğlu, şu yanıtı verdi:

“Kesinlikle. 1940’larda, 50’lerde Avrupa demokrasilerinin çözmeye çalıştığı problemler, 1970’lerde, 80’lerde Türkiye’de demokrasinin çözmeye çalıştığı problemler aslında bugünkülere göre daha basit. Örneğin İngiltere’de 20. Yüzyılın başında belli bir kısım var çok zengin, büyük saygı görüyor, tüm önemli okullara Oxford’a, Cambridge’e rahat rahat girip bürokraside, iş dünyasında bütün bu işleri bu kesim kapıyor. Ücretler düşük, refah devleti yok. Ve bununla başa çıkmanın yolu çok kolay. Yapması kolay değil ama ne yapılması gerektiği kolay. 1942’de örneğin 2. Dünya Savaşı’nın ortasında Beveridge Raporu’yla İngiltere, ‘Bunu hem savaş zamanında hem savaş sonrasında yapacağız’ diyor. Örneğin; eğitimde herkese açık bir sisteme geçilmesi, sosyal refah devleti, asgari ücret, sağlık sigortası, zenginlere gelen daha fazla vergi. Bunların hepsi yeni şeylerdi 1940’larda, daha önce çok daha kısıtlı bir şekilde olan şeylerdi. Ve bunları yaptığınız zaman çok büyük bir etkisi oldu. Örneğin, Avrupa’ya bakarsanız 1945- 46 savaş sonrası 75-76’ya kadar 30 sene çok büyük bir verimliği yüksek, eşitsizliği kısıtlı ve iş yaratan, işsizliği azaltan bir büyüme tablosu var. Herkes okula gitmeye başladı, sınıf farkları ortadan kalkmaya başladı. Çok büyük bir başarı ama ne yapılması gerektiğini biliyoruz. Artık Harvard’a girmek için Protestan beyaz olmak şart değil ama birçok insan globalleşmeden, küreselleşmeden, yeni teknolojilerden yararlanamıyor, geride kaldılar. Özellikle orta sınıf ki bunlar fabrikalarda, ofislerde çalışan insanlar, bu otomasyon sürecinden, küreselleşme sürecinden hiç yararlanamadılar. Yeni bir refah devleti yaratmak gerekiyor dediğim bu. Eski refah devleti yetmeyecek. Belki eski refah devletinin yaptığından çok daha fazla gelir dağılımına önem veren, teknolojiyi daha iyi anlayabilen, daha fazla geride kalanlara yardım eden bir devlet yaratmamız lazım. Bunlar aslında gelişmekte olan ülkelerin de problemleri. Biz, Türkiye’nin bundan 25-30 sene sonra demokrasiyi tamamen kaybetmiş, basın özgürlüğü tamamen ortadan kalkmış, sosyal refah devletinin tamamen artık ayaklar altında kaldığı bir yer olduğunu görmek istemiyoruz. Amerika’nın, Avrupa’nın yaşadığı zorlukları aynı zamanda bizim de anlamamız, bizim de buna göre uygulamalı, rasyonel çözümler getirmemiz lazım.”

“Türkiye’de vergi kaçırma ve yolsuzluk önlenmeli”

Murat Sabuncu’nun “Türkiye’de yoksulluğu oy açısından fırsat olarak gören bir iktidar düzeni de var. Amerika’da ise zenginlerden daha fazla vergi alınması konusunda demokratların kendi içinde bile çok büyük bir kavga var. Bir taraftan da direnen bir yapı var dünya üzerinde” değerlendirmesi üzerine Acemoğlu, “Bunlar, çok kolay şeyler değiller. Gitmemiz gereken şey Amerika’da çok açık ve Biden, her şeyi doğru yapmıyor ama bazı önemli kararlar alıyor. Örneğin şirketlere olan vergilerin artması. Türkiye’de bazı avantajlar da var. Örneğin; Amerika’da bunu yapmak için gerçekten şirketlere olan vergilerin çok artırılması lazım. Türkiye’de çok daha basit aslında çünkü o kadar çok insan vergi kaçırıyor ki. Bu vergi kaçırma olayını, şirketlerin özellikle vermedikleri vergileri toplamaya başlarsanız aslında bu ilk adımın daha kolay atılması anlamına geliyor. Yolsuzluğu azaltırsanız bunun çok daha kolay olması yani aslında bazı açılardan Türkiye’de avantajlar da var.” yorumunu yaptı.

“Başkan’dan emirle para politikası olmaz”

Murat Sabuncu’nun, “Türkiye’nin önündeki riskler ve fırsatlar, ekonomide atılması gereken ilk birkaç adım nasıl olmalı?” sorusuna ise Acemoğlu, şu yanıtı verdi:

“Ekonomide en önemlisi devletin halka güven vermesi lazım. Doğru kadroların yapılanması ve otonomisi olan kadroların olması lazım. Dünyanın her bir tarafında kabul edilen bir şey ki Merkez Bankası’nın bir özerkliği olması lazım. Başbakandan ya da başkandan emirle para politikası olmaz. Böyle olmayı düşündüğünüz zaman yabancı sermaye gelmez. Yabancı sermaye gelecekse çok daha fazla yüksek faiz ister, güven olmaz. Yukarıdan gelen güven bir adım. Aşağıdan bilançolar. Japonya’da bunu gördük 1990’larda. Eğer şirketlerin ve bankalarının bilançolarının çok kötü olduğu bir duruma gelip de onları hala ayakta tutmaya çalışıyorsak, burada da zombiler yaratıyoruz demektir. Ve bu zombiler daha sonra yatırımı geri bırakıyorlar, büyümeyi geride bırakıyorlar, teknolojiyi geride bırakıyorlar. Türkiye’de böyle bir duruma geldik. Bunun temizlenmesi lazım. Ama bunu yapabilmek için hem dışarıdan sermaye gelmesi lazım.  Dışarıdan sermaye gelir mi Türkiye’de böyle bir güvensizlik durumunda? Hem de doğru politikaların uygulanması lazım. Yapısal bir şekilde, kurumsal bir şekilde bir yaklaşım getirmediğimiz sürece bu problemler devam edecek. Ve geleceğimize çok büyük negatif etkileri olacak.”

T24

Okumaya devam et

EKONOMİ

S&P Türkiye’nin kredi notunu yükseltti

Yayınlanma:

|

Yazan:

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu S&P Türkiye’nin kredi notunu B’den B+’ya yükseltti.

S&P geçen Aralık ayında Türkiye’nin kredi notunu “B” olarak teyit ederken not görünümünü durağandan pozitife revize etmişti.

Diğer derecelendirme kuruluşu Moody’s Ocak ayında görünümü durağandan pozitife çekmiş, Fitch Ratings ise Mart ayında Türkiye’nin kredi notunu yükseltmişti.

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Yayınlanma:

|

Yazan:

Ekonomi yönetimi hem Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hem de Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan Amerika’da temaslarda bulunuyor. MB Başkanı, enflasyonun hem aylık hem de yıllık bazda 2024’ün 2. yarısından itibaren düşmesinin beklendiğini belirtti. Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi yaptığı değerlendirmede enflasyonla mücadelenin başarılı olmasını temenni ettiğini belirterek, başarı kriterlerini açıkladı. Çelebi’ye göre başarı öncelikle kalıcı olmaktan geçiyor. İkincisi de istihdam yaratan bir başarı olmalı. FED’in enflasyonla mücadele programında en önemli göstergelerden birinin, istihdam yaratma olduğuna değinen Işın Çelebi, “Türkiye’de de istihdam yaratma kriterini enflasyonla mücadele programının yanına koymak gerekiyor. Üretim, istihdam demek zaten. Üretim, üretkenlik ve verimliliği sağlamak gerekiyor. Bu anlamda cari denge, cari açık vermekten ziyade, bu cari açığı nasıl finanse ettiğiniz ve bu finansmanı nerelerde kullandığımız önemli.” açıklamasını yaptı. Büyüme, üretkenlik ve verimliliğin döviz arzıyla ve yabancı sermaye girişiyle takviye edileceğini belirten Çelebi, Türkiye’nin yabancı sermaye girişini hızlandırması gerektiğine dikkat çekti. “Bunun için Türkiye’nin mutlaka hukuk altyapısını, yabancı sermaye ve dünyaya güvence verecek şekilde uluslararası hukuka uygun hale getirmeli. Bunu belirtmek benim vatandaşlık görevim. Bugün bu anayasa değişikliği tartışmaların başladığı bir dönemde bunu söylemeyi bir görev addediyorum.” dedi.

Işın Çelebi, buna ek olarak Türkiye’nin mutlaka gri listeden çıkması gerektiğine değinerek, Avrupa Birliği tam üyelik yolunda ısrarla ve kararlılıkla yürümenin önemine işaret etti. Çelebi, “Şimdi Avrupa Birliği üst yönetimi, Türkiye’yi sadece iş birliği yapılacak bir ülke konumuna oturtmaya çalışıyor. Bunu aşmak ve tam üyelik yolunda da ısrarcı olmak lazım. 2005 ile 2010 arasında Türkiye’ye yabancı kaynak girişinin en yoğun olduğu dönemde, yıllık 20-25 milyar dolarlık döviz girişi ve yabancı sermayenin girişinin olduğu, direkt yatırımların yapıldığı dönemler de Türkiye’de enflasyonun %10’a düşmesini sağladı. Bundan örnek alarak, yabancı sermaye girişini mutlaka sağlamak zorunda. Bu da ancak Uluslararası hukuka uyumlu ve Avrupa Birliği tam üyelik yolunda adımlar atmakla gerçekleşebilir.” hatırlatmalarında bulundu.

“Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden”

Altınbaş Üniversitesinden Prof. Dr. Işın Çelebi, Türkiye’deki vergi adaletsizliğine değindiği konuşmasında, Türkiye’nin parasal politikalarını maliye politikalarıyla yani bütçe politikalarıyla desteklenmesini tavsiye etti. “Sadece para politikasıyla faizi, kuru sabitleyerek, ücretleri sabitleyerek enflasyonla mücadele programını tek başına yürütemeyiz. Bunu bütçe politikalarıyla ve maliye politikalarıyla bütünleştirmemiz lazım. Vergi konusu çok önemli. Türkiye gördüğüm kadarıyla gelir üzerinden vergi alan bir ülke. Vergi politikamızı, dolaylı vergilerle uyguluyoruz. Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden yani akaryakıttan aldığımız vergi, sigaradan aldığımız vergidir. Vergi adaletini bozan ve düşük gelir gruplarının vergi yükü altında ezilmesine yol açan bir sisteme sahibiz. Oysa biz vergiyi hem tabana yaymalıyız hem vergi oranlarını düşürerek geniş kitlelere vergi tabanını yayıp vergi alabilecek hale getirmeliyiz.” önerisinde bulundu.

“Finans sektöründeki muafiyetler ve istisnalar azaltılmalı”

Finans sektöründe büyük muafiyetler ve istisnalara dikkat çeken Çelebi, bunların mutlaka azaltılması gerektiğini kaydetti. “Vergi gelirlerini arttırmanın bir diğer yolu da kayıt dışı ekonomiyi, vergi sisteminin içine almak” diyen Çelebi’ye göre, vergi oranlarını düşürerek, vergide devrim yapılmalı. Tüm vergi sistemini ele alarak, biraz hafifletmeli. İşe düşük gelir gruplarına yük olan dolaylı vergileri azaltarak, %68’den %50’ye indirmeyi hedef alarak başlanmalı. Bu tür bir vergi reformuna Türkiye’nin acil ihtiyacı olduğunu ileri süren Çelebi, “Harcamalar üzerinden değil, gelir üzerinden vergi alacağımız bir sistem olmalı. Tabanı genişletebilmek ve adaleti sağlayabilmek önemli.é diye konuştu.

Işın Çelebi, ilk 3 aylık bütçe açığının 513 milyar liraya ulaşmasını da değerlendirerek, “Bütçe açığının, 2024 yılında 2,2 milyar TL’nin üzerinde olacağı öngörüldü. Şu anda mart sonu itibariyle 513 milyar TL’lik bir açık oluştu. Gördüğüm kadarıyla yıl sonu itibariyle 2 milyar TL’lik bütçe açığı programa uygun halde gidiyor. Bu noktada vergi gelirlerini arttırıcı reformlar yapılırsa, bütçe açığının hedeflenen doğrultuda gerçekleşeceğini düşünüyorum. Bunu da önemli buluyorum.” diye konuştu.

“Büyümeden vazgeçilebilir ama gelir dağılımı adaletli olmalı”

Cari açığın aylık 3,3, yıllık olarak da 31,8 olduğunu hatırlatan Çelebi, “Bu, geçen yıla göre yıllık bazda bir daralmanın sonucu. Ekonomiyi daraltarak, büyümenin %3’ün altına düştüğü bir durum gözüküyor. O bakımdan büyümeden vazgeçebiliriz. Ama gelir dağılımının adaletli olması ön planda olmalı. Yani büyümeden vazgeçtik, daraltıyoruz ekonomiyi. Oysa bir ekonomi, cari açık verdiği zaman dışarıdan kaynak temin etmeli. Çünkü ekonomik büyüme, dış kaynakla sağlanır, iç tasarrufla değil. Bu kadar cari açıktan korkmamak lazım. Eğer ihracatın ithalatı karşılama oranını da yüzde 80’lerin üzerine çıkarabilirseniz, bu cari açık problemini karşılayabilirsiniz.” önerilerinde bulundu. Çelebi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın 2023 Şubat ile 2024 Şubat dönemine dair açıkladığı listeye baktığınızda, ihracatta yaklaşık 400 milyon dolarlık bir artış olduğuna dikkat çekti. Buna karşılık ithalattaki daralmanın da Türkiye’nin büyümesinin durmasından kaynakladığını işaret etti. Bunun bir tercih meselesi olduğunu belirten Çelebi, sözlerini şöyle tamamladı; “Benim kişisel kanaatim, Türkiye % 3’ün altında bir büyüme çizgisine sahip olmamalı. Türkiye’nin döviz arzını arttıracak politikalardan vazgeçmemeli. Şimdi kurun enflasyona etkisinin, %50 olduğunu söyleyen bir görüş var. Bunun matematiksel modeli yanlış. Buna %100 karşıyayız ve katılmıyoruz. Bir iktisatçı ve matematikçi mantığıyla söylüyorum. Bunun enflasyona etkisi % 50 değil, % 10-15 gibidir. Kuru serbest piyasalara bırakmak lazım. Bu açıdan Merkez Bankası politikalarını gözden geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.”

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. BORATAV: Yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi

Prof. Dr. Korkut BORATAV, BİRGÜN gazetesine 31 Mart yerel seçimlerini değelendiren bri röportaj yaptı: Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi?

Yayınlanma:

|

Yazan:

AKP’nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı ülkenin gündemindeyken sizce neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu?

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama, on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güney-Doğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansıması büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleşti. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. Kısmen 2024 seçimine katılmayarak; dörtte üçü de CHP’ye yönelerek…

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine yol açmış; mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Yoksullaşma ekonomi büyürken, istihdam artarken gerçekleşti; algılanması da bu yüzden güçleşti. Ama, algılanmayı frenleyen temel etken, bence, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlanmıştı.

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; öne çıktı; “sahte, içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardılar. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca etkili oldu.

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP iktidarının ekonomide ve siyasal anlamda atacağı adımlar bekliyor. Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı?

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor.

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir?

Mehmet Şimşek geleneksel neoliberal reçeteyi uyguluyor; enflasyona daraltıcı politikalarla son vermeyi öngörüyor. Temel araçlardan biri, emek gelirlerinin bastırılmasıdır. Şimşek de ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır.

Bugünkü ekonomik ortam, 1990’lı yılların yüksek enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücretler, emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortamın bir benzeri tekrar oluşacaktır.

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi?

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri bugün açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir.

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… Türkiye’nin 2028 ve sonrası için bu ekonomik ortam önerilmektedir…

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır?

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların eşgüdümü, mümkünse birleştirilmesi önemlidir.

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı.

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak, adeta kendiliğinden” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi hak etmesi, özümsemesi büyük önem taşıyor. Sadece CHP’nin değil, tüm Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.