Connect with us

EKONOMİ

Prof.Dr. Yeldan: Üçüncü nesil kriz

Türkiye’nin ‘üçüncü nesil bir kriz’ yaşadığını söyleyen Prof. Dr. Yeldan, “Durgun, düşük ücretli, düşük yatırım performanslı, vasıfsızlaştırılmış bir ülke olmanın krizini yaşıyoruz” dedi. Yeldan, kâr oranlarının yükseltildiği yepyeni bir üretici enflasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu kaydetti.

Yayınlanma:

|

Türkiye seçim döneminde neler yaşadı? 2026’ya ertelenen tek haneli enflasyona kadar ülke ekonomisini ne bekliyor? Yaşanan enflasyonun kaynağı ne? Ülkenin içerisinde bulunduğu bu döneme ‘kriz’ denilebilir mi? Prof. Dr. Erinç Yeldan ile tam 59 dakika boyunca bu sorular çerçevesinde sohbet ettik. Özetleyecek olursak, Yeldan, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu dönemi ‘üçüncü nesil bir kriz’ olarak tanımlıyor. Prof. Dr. Yeldan, kâr oranlarının yükseltildiği yepyeni bir üretici enflasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu kaydetti.

Seçim öncesi ve sonrası birbirinin zıttı ekonomi politikaları ile karşı karşıyayız. Öncelikle buradan başlayabiliriz. Son bir seneyi nasıl ele alırsınız?

Son bir sene çok uzun ve karmaşık tarihçe. Kısa bir süre gibi gözüküyor ama içerisinde neredeyse her gün, her saat mikro ihtiyati tedbirler, makrosunu geçtim artık! Güncel tedbirler aracılığıyla bir yapboz tablosuna dönmüş ekonomi idaresi oldu. Bunu bir iki cümleyle özetlemek zor ama tasarımın genel hatlarıyla özetlemek gerekirse şunu diyebiliriz: 2015-2016’dan başlayarak AKP ekonomi idaresi, iktidarını bir arada tutabilmek için yepyeni rant kaynakları oluşturmak durumundaydı. Hemen hemen iktisat biliminin bütün kısıtlamaları, bütün koşullandırmaları şu veya bu şekilde ötelenip, rant ve haksız kazançlar yaratmayı amaçlayan yapboz politikaları sürdürüldü.

Ulusal ekonomi, deyim yerindeyse ‘ucuz bol kredi’ye kavuşturuldu. Bunun için de düşük faiz politikası, aynı zamanda propaganda malzemesi olarak dini motifler de kullanılarak, kamuoyunda sanki Türkiye’de yepyeni bir büyüme modeli tasarlanıyormuş gibi devreye sokuldu. Bütün bu karmaşanın bir bedeli olacaktı. Yüksek enflasyonla bu politikaların bedeli ödenmekte.

Seçimden hemen sonra büyük medya ve ‘rasyonale dönüş’ şovuyla bu işi bilen ekip görev başına getirildi imajı kurgulandı. Haziran ayından sonra Türkiye’de izlenen politikalar, doğrudan doğruya yerli ve uluslararası finans sermayesinin potansiyel bir döviz krizi ve yüksek enflasyondan tahrip edilmiş finansal varlıklarını onarma stratejisidir. Türkiye’de hemen hemen hiçbir teknolojik veya rekabetçi hamle söz konusu değilken, doğrudan doğruya finans sermayesinin kayıplarını telafi etme, onarma stratejisi gündeme konulmuştur. Mehmet Şimşek uluslararası finans sermayesinin ‘en güvenilir’, ‘en gözde’ teknokrat idarecisi öyküleriyle  bu görevi üstlenmiştir. 2023 yaz ayları, aynı AKP’nin hemen 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş programını devralması, 2009 küresel krizi sonrasında tekrardan finans sermayesinin kayıplarını onarmak için attığı adımların bir uzantısıdır. Ne var ki, AKP ekonomi idaresinin siyasi ve ekonomik reel gerçeklerle karşılaştığında, 2003-2008  veya 2010-2015 kadar elinin rahat olmadığı bir konjektördeydik. Artık o dönemlerdeki gibi bol sıcak para sermayesinin mevcut olmadığı bir konjonktürdeyiz; AKP’nin güvendiği “yabancılar” da bir türlü gelmiyor.

Bir de 2024 yerel seçimleri var…

Çok yüksek enflasyon ile yerel seçimlere gidilecek. AKP için hayat memat meselesi olan İstanbul metropolünün artık kaybedilmemesi lazım. Çünkü İstanbul AKP’nin çok ihtiyaç duyduğu imar rantlarının, kent rantlarının ana kaynağı. Deprem dönüşümü, Kanal İstanbul gibi çok büyük projeler altında oradaki kent ormanlarının arazilerin kentsel dönüşüm altında yerleşme merkezlerinin yeniden inşaat rantına dönüştürülmesi ancak ve ancak İstanbul’un kazanılmasıyla söz konusu olacak.

Neredeyse iki sene sonra artık enflasyonun tek haneye düşeceğini öngörmüş durumdalar. Yani enflasyonla mücadele 2026’ya kadar devam edecek bir tasarım olarak gözüküyor. Kaçınılmaz olarak enflasyonla mücadelenin geciktirilmesi, döviz kurundaki olumsuz konjonktürü devam ettirecek. Bunun baskılandırılması, TCMB’ye büyük maliyetlere neden olacak. Türkiye’nin cari işlemler dengesindeki olumsuz eğilim sürdürülecek ve bunun yarattığı işsizlik baskısı ücretleri daha da aşağıya çekecek.

Artık yerel seçimlerdeki siyasi rekabet kısıtları ortadan kalktıktan sonra da AKP, emek aleyhtarı yüzünü çok daha somut bir şekilde sergileyecek.

Fakat yüksek enflasyon ortamında yani 2024’ün mayıs ayına kadar yükselmesi öngörülen enflasyon ortamında bu bir kaşık bal ile yamalanmış düşük orta gelir ücretli kesim, bir buçuk 2 ay içinde en geç aslında hayat pahalılığının devam etmekte olduğunu fark edecek.

KÂR İTİLİMLİ ENFLASYON

Hocam, ücretler konusunda klişeleşmiş, her ücret artışı gündeminde ortaya atılan tartışmalar var. Türkiye’de dahi enflasyonun kaynağı nedir?  Ücret artışlarının enflasyona etkisi nasıl oluyor?

Biz, çok yakın bir süre içerisinde Korkut Boratav hocanın liderliğinde Ahmet Haşim Köse arkadaşımla beraber İktisat ve Toplum Dergisi için bir çalışma yürüttük. Çok uzun süreli bir çalışmaydı. Üzerinde 3-4 aydır çalışıyorduk. Burada bütün dünyada tartışılmaya başlayan ‘Enflasyonun ana kaynağı,  bileşenlerin nedir ?’ sorusuna Türkiye verileri kullanarak yanıt bulmaya çalıştık.

Ana yaklaşımımız Türkçe’de kâr itkili enflasyon olarak biliniyor. Ücret maliyetlerinden değil ücretlerin bastırılarak kâr oranlarının yükseltildiği yepyeni bir üretici enflasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu göstermeye çalıştık. Washington’da emek yanlısı, Ekonomik Politikaları Araştırma Enstitüsü’nün yaptığı araştırmalarda Amerika için örneğin; 1979-2019 dinamiklerinin tersine artık ücretlerin Amerikan enflasyonu içerisindeki sorumluluğunun payı yüzde 8’iken kâr marjlarının payı yüzde 54 olarak belirleniyordu. Biz de Türkiye’de 2015’ten başlayarak 2021 sonuna kadar kâr marjlarının Türkiye genelinde yüzde 14’ten yüzde 22’ye, sanayi sektörleri ortalamasında ise yüzde 11’den yüzde 18’e kabaca 7 puan yükseltildiğini ve bunun da üretici fiyat enflasyonunda özellikle çok belirleyici bir unsur olduğunu gösterdik.

Reel ücretlerin ise sanayinin hemen hemen bütün sektörlerinde ve Türkiye ekonomisi ortalamasında kabaca yüzde 10 ile yüzde 20 arasında geriletilmiş olduğunu gösterdik. Asgari ücretteki yamalara, memur maaşlarındaki ötelenmelere rağmen bu kâr etkili enflasyonun dinamikleri o kadar dirençli, o kadar uzun süreliydi ki ücretlerdeki bu 1-2 aylık iyileştirmeler emekçiye refah artışı sağlamadı, ücret artışı getirmedi. 2021 sonu itibariyle 2015’e göre emeğin milli gelirden aldığı pay yaklaşık 10 puan geriletildi. Reel ücretler yaklaşık yüzde 15 ile yüzde 25 sektörlere göre reel olarak geriletilmiş oldu.

Bütün bu çalkantılı dönemin maliyeti, düşük orta gelirli, yüksek orta gelirli bütün ücret gruplarına, özellikle düşük vasıflı, genç kadın emekçilere, kayıt dışı çalışan erkek emekçilere, yüklenerek, dibe doğru yarış içerisinde reel ücretler reel gelirler geriletilmiş oldu.

Anlık yükseltmeler, yandaş medya gruplarının vitrinde ‘halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz’ propagandası sürdürülürken, ücretlilerin gelirlerinin böylesine tahribatı son derece pasif, edilgen ve olası iktidara geldiğinde de AKP’den farklı olarak emekten, halktan yana ne yapacağını bir türlü açıklayamayan, hatta buna da inanmayan, başarısız ve şu anda da kendi içerisinde liderlik kavgasına düşmüş parçalanmış muhalefetin de eseri.

Bu günkü sonuçlara bakarsak 1970-1980 enflasyonuna göre çok farklı bir enflasyon dinamiğiyle karşı karşıyayız. Hem Türkiye’de hem de kapitalizm merkez ekonomilerinde.

İzlenmekte olan politikalar 2026 sonrasına ötelenmiş enflasyonla mücadele, kısa dönemde de finans sermayesinin kayıplarını en aza indirgeyecek, yabancı yatırımcı –geldi –geliyor -gelmek üzere -kapımız ardına kadar açık, söylemiyle finans kapitalin önceliklerine hizmet eden bir ekonomik anlayışıyla karşı karşıyayız.

Burada da dramatik olarak herhalde en çarpıcı yanılsama şu: Yabancı yatırımcı denilen şahıs aslında yatırımcı değil finansal spekülatör. Reel sektörde yeni teknoloji, yeni fabrika, yeni iş sahası açacak yeni üretkenlik artışına yol açacak teknolojik hamleden gerçek anlamda sermaye yatırımından değil, spekülatif para sermayeden bahsediyoruz. Oradaki ‘yatırım’ sözcüğü de aslında herhalde iktisat medyasının en büyük yalanlarından tanesi olarak karşımızda duruyor.

Belirsizlik ve güvensizlik ortamında elindeki ürünü daha yüksek kâr oranıyla satma olanağına sahip olan çoğunlukla tekelci işletmeler, bunu sonuna kadar kullanıp enflasyon dinamiklerini bu şekilde harekete geçiriyorlar.

Ve uzun süre sabredeceğiz…

Bakın enflasyonu 2026 sonuna kadar yani bu söz telaffuz edildiği zamandan, yaz aylarından başlarsanız neredeyse 3 sene öteledik. 3 sene ‘sabır’ edeceğiz. Hakikaten 3 senelik zaman dilimi varsa enflasyonu tek haneye düşürmek, büyüme hızımızı tekrardan yüzde 5’e kalıcı olarak monte etmek için klişe ön yargılı basit ‘ücret maliyetlerini düşürmek zorundayız’ gibi sloganlarla değil ekonominin ve dünyanın gerçekleriyle beraber hareket etmek durumundayız.  Mademki sabır isteniyor, bu sabrı sonunda rekabetçi daha verimli daha üretken bir ekonominin ön koşullarını yaratmak için kullanmak zorundayız, fedakarlıkları emekçi halka yıkarak değil.

TÜRKİYE KRİZİN İÇİNDE

Türkiye’nin ekonomik krizde olduğu veya ucundan döndüğü yönünde görüşler var. Türkiye’nin içerisinde bulunduğu bu döneme ekonomik kriz diyebilir miyiz?

Bu çok önemli bir soru. Türkiye bir krizin içinde, bunu net bir şekilde ifade edebilirim.

Ekonomik kriz, iktisat tarihinde dinamikleri, çözüm yolları dahil olmak üzere birkaç kategoride değerlendirilir. 70-80’lerin krizlerinin özellikleri şöyle sıralanabilir: ‘Popülist’ müdahaleler, siyaseten rastgele politikalar izleyen bir devletin sorgusuz sualsiz yaptığı harcamalar, döviz kurlarının çoğunlukla sabit olduğu rejimler, denetleyici mekanizmalarının piyasaların regülasyonunun tamamlanmadığı koşullar. Bunlara birinci nesil krizler diyorduk.

Sonra finansal serbestleştirmeyle beraber, Sovyet sistemi sonrasında kurulan finansal küreselleşme altında finansal sermaye hareketlerinin aşırı oynak, belirsizlik yaratan spekülatif saldırıları altında peş peşe yaşanan krizler geliyor. Çoğunlukla da iktisatçıların “ahlaki tehlike” diye tanımladığı, bir yerde bir rant mekanizması kaçınılmaz olarak krizi tetikliyor. Meksika 1994, Arjantin 2001, Türkiye 2001, Türkiye 1994, Brezilya 1998, Asya ülkeleri 1997 gibi…  Bunlar da ikinci nesil krizlerdendi.  Her 2 kriz biçiminin ve bizde oluşan kriz algısının tezahürü: Derin bir çöküş, banka iflasları, şirket iflasları, döviz kurunda muazzam hareketlenme, işsizlik…

94-2001’i hatırlayacak olursanız, Türk lirasının birdenbire yüzde 50-60 reel olarak değer kaybetmesi, enflasyonun fırlaması onlara yetişmeye çalışan gecelik faizlerin yüzde 400-500 çıkması, para piyasasının fon piyasasının çökmesi… Nihayetinde sermaye el değiştirirdi. Yakınlarda yitirdiğimiz Jim Crotty hocanın sözleriyle, ‘Sermaye hiçbir krizi boşa geçirmez, sarf etmez’ sözünü kanıtlar nitelikte rakamlara baktığınız vakit yepyeni bir denge sürdürülüyor, anlık bir muazzam çöküş söz konusu değil.  Ama enflasyon, döviz kuru, finansal piyasalar ve büyüme, işsizlik tekrardan rehabilite edilmiş, toplumsal maliyetleri emeğin üzerine yıkılmış, yolumuza devam ediyoruz.  Üçüncü nesil diye hitap edilen bir kriz dalgasıyla karşı karşıyayız. Bu üçüncü nesil krizler, uzun vadeye yayılmış bir durgunluk, süregelen işsizlik, “büyük durgunluk” diye anılan düşük üretkenlik ile tezahür ediliyor.  Kapitalizm bir türlü yeni bir ivmelenme gerçekleştiremiyor, finansal rantlar ile tekelci karlarını beslemeye çabalıyor. Kabaca ülkeden ülkeye farklılıklar göstermekte kuşkusuz.

Peki hocam, bu üçüncü nesil krizin Türkiye’ye has özellikleri var mı?

Arka planda ana dinamik bir türlü üretkenlik kazanımlarını harekete geçiremeyen, uluslararası çalışma örgütünün tanımıyla ‘insan onuruna yakışır’ yüksek ücretli, güvenceli istihdam biçimlerini bir türlü yaratamayan kapitalizm gerçeği var. Türkiye de uluslararası iş bölümüne ucuz iş gücü ve ucuz ithalat deposu olarak katılan ‘taşeron ekonomi’ sıfatıyla büyük durgunluktan nasibini alıyordu.

Buna Türkiye’nin yaşadığı hukuk ve bürokrasi cinayeti, eğitim cinayeti, gençlerimizin geleceklerinden umudunu kesmeleri, sanayicinin ihracatçının Türkiye coğrafyasından umudunu yitirmeleri, Anayasa mahkemesinin bir ‘terörist’ ilan edildiği, hukukun çiğnendiği, Boğaziçi Üniversitesi’nden örneklerle eğitimin her kademesinin Anaokullarına kadar vasıfsızlaştırıldığı, İslamlaştırıldığı, çağdışılaştırıldığı bir ekonomi içindeyiz. Korkut hocanın betimlemesiyle, büyük çürüme…

Bütün bunların tezahürü sanki bir düdüklü tencerenin sibobu gibi yüksek enflasyon olarak tezahür ediyor. Bu anlamda bir krizin zaten ortasındayız. 1. ve 2. nesil krizlerde gördüğümüz muhteşem çöküşü değil, düşük ücretli düşük üretkenlikle düşük yatırım performanslı sıradanlaşmış vasıfsızlaştırılmış bir ülke olmanın krizini yaşıyoruz.

Bu bugüne kadar gördüğümüz krizlerden farklı. İşte o yüzden de zaten bir-iki kaşık bal ile sanki düşük gelirli vatandaşlarımıza birtakım kaynak transferleriyle “kriz olmadı” denilirken, aksine bu yeni biçim genel durgunluk krizi devam ediyor.

Kavva GÜMÜŞKAYA-BİRGÜN

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Yayınlanma:

|

Yazan:

Ekonomi yönetimi hem Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hem de Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan Amerika’da temaslarda bulunuyor. MB Başkanı, enflasyonun hem aylık hem de yıllık bazda 2024’ün 2. yarısından itibaren düşmesinin beklendiğini belirtti. Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi yaptığı değerlendirmede enflasyonla mücadelenin başarılı olmasını temenni ettiğini belirterek, başarı kriterlerini açıkladı. Çelebi’ye göre başarı öncelikle kalıcı olmaktan geçiyor. İkincisi de istihdam yaratan bir başarı olmalı. FED’in enflasyonla mücadele programında en önemli göstergelerden birinin, istihdam yaratma olduğuna değinen Işın Çelebi, “Türkiye’de de istihdam yaratma kriterini enflasyonla mücadele programının yanına koymak gerekiyor. Üretim, istihdam demek zaten. Üretim, üretkenlik ve verimliliği sağlamak gerekiyor. Bu anlamda cari denge, cari açık vermekten ziyade, bu cari açığı nasıl finanse ettiğiniz ve bu finansmanı nerelerde kullandığımız önemli.” açıklamasını yaptı. Büyüme, üretkenlik ve verimliliğin döviz arzıyla ve yabancı sermaye girişiyle takviye edileceğini belirten Çelebi, Türkiye’nin yabancı sermaye girişini hızlandırması gerektiğine dikkat çekti. “Bunun için Türkiye’nin mutlaka hukuk altyapısını, yabancı sermaye ve dünyaya güvence verecek şekilde uluslararası hukuka uygun hale getirmeli. Bunu belirtmek benim vatandaşlık görevim. Bugün bu anayasa değişikliği tartışmaların başladığı bir dönemde bunu söylemeyi bir görev addediyorum.” dedi.

Işın Çelebi, buna ek olarak Türkiye’nin mutlaka gri listeden çıkması gerektiğine değinerek, Avrupa Birliği tam üyelik yolunda ısrarla ve kararlılıkla yürümenin önemine işaret etti. Çelebi, “Şimdi Avrupa Birliği üst yönetimi, Türkiye’yi sadece iş birliği yapılacak bir ülke konumuna oturtmaya çalışıyor. Bunu aşmak ve tam üyelik yolunda da ısrarcı olmak lazım. 2005 ile 2010 arasında Türkiye’ye yabancı kaynak girişinin en yoğun olduğu dönemde, yıllık 20-25 milyar dolarlık döviz girişi ve yabancı sermayenin girişinin olduğu, direkt yatırımların yapıldığı dönemler de Türkiye’de enflasyonun %10’a düşmesini sağladı. Bundan örnek alarak, yabancı sermaye girişini mutlaka sağlamak zorunda. Bu da ancak Uluslararası hukuka uyumlu ve Avrupa Birliği tam üyelik yolunda adımlar atmakla gerçekleşebilir.” hatırlatmalarında bulundu.

“Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden”

Altınbaş Üniversitesinden Prof. Dr. Işın Çelebi, Türkiye’deki vergi adaletsizliğine değindiği konuşmasında, Türkiye’nin parasal politikalarını maliye politikalarıyla yani bütçe politikalarıyla desteklenmesini tavsiye etti. “Sadece para politikasıyla faizi, kuru sabitleyerek, ücretleri sabitleyerek enflasyonla mücadele programını tek başına yürütemeyiz. Bunu bütçe politikalarıyla ve maliye politikalarıyla bütünleştirmemiz lazım. Vergi konusu çok önemli. Türkiye gördüğüm kadarıyla gelir üzerinden vergi alan bir ülke. Vergi politikamızı, dolaylı vergilerle uyguluyoruz. Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden yani akaryakıttan aldığımız vergi, sigaradan aldığımız vergidir. Vergi adaletini bozan ve düşük gelir gruplarının vergi yükü altında ezilmesine yol açan bir sisteme sahibiz. Oysa biz vergiyi hem tabana yaymalıyız hem vergi oranlarını düşürerek geniş kitlelere vergi tabanını yayıp vergi alabilecek hale getirmeliyiz.” önerisinde bulundu.

“Finans sektöründeki muafiyetler ve istisnalar azaltılmalı”

Finans sektöründe büyük muafiyetler ve istisnalara dikkat çeken Çelebi, bunların mutlaka azaltılması gerektiğini kaydetti. “Vergi gelirlerini arttırmanın bir diğer yolu da kayıt dışı ekonomiyi, vergi sisteminin içine almak” diyen Çelebi’ye göre, vergi oranlarını düşürerek, vergide devrim yapılmalı. Tüm vergi sistemini ele alarak, biraz hafifletmeli. İşe düşük gelir gruplarına yük olan dolaylı vergileri azaltarak, %68’den %50’ye indirmeyi hedef alarak başlanmalı. Bu tür bir vergi reformuna Türkiye’nin acil ihtiyacı olduğunu ileri süren Çelebi, “Harcamalar üzerinden değil, gelir üzerinden vergi alacağımız bir sistem olmalı. Tabanı genişletebilmek ve adaleti sağlayabilmek önemli.é diye konuştu.

Işın Çelebi, ilk 3 aylık bütçe açığının 513 milyar liraya ulaşmasını da değerlendirerek, “Bütçe açığının, 2024 yılında 2,2 milyar TL’nin üzerinde olacağı öngörüldü. Şu anda mart sonu itibariyle 513 milyar TL’lik bir açık oluştu. Gördüğüm kadarıyla yıl sonu itibariyle 2 milyar TL’lik bütçe açığı programa uygun halde gidiyor. Bu noktada vergi gelirlerini arttırıcı reformlar yapılırsa, bütçe açığının hedeflenen doğrultuda gerçekleşeceğini düşünüyorum. Bunu da önemli buluyorum.” diye konuştu.

“Büyümeden vazgeçilebilir ama gelir dağılımı adaletli olmalı”

Cari açığın aylık 3,3, yıllık olarak da 31,8 olduğunu hatırlatan Çelebi, “Bu, geçen yıla göre yıllık bazda bir daralmanın sonucu. Ekonomiyi daraltarak, büyümenin %3’ün altına düştüğü bir durum gözüküyor. O bakımdan büyümeden vazgeçebiliriz. Ama gelir dağılımının adaletli olması ön planda olmalı. Yani büyümeden vazgeçtik, daraltıyoruz ekonomiyi. Oysa bir ekonomi, cari açık verdiği zaman dışarıdan kaynak temin etmeli. Çünkü ekonomik büyüme, dış kaynakla sağlanır, iç tasarrufla değil. Bu kadar cari açıktan korkmamak lazım. Eğer ihracatın ithalatı karşılama oranını da yüzde 80’lerin üzerine çıkarabilirseniz, bu cari açık problemini karşılayabilirsiniz.” önerilerinde bulundu. Çelebi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın 2023 Şubat ile 2024 Şubat dönemine dair açıkladığı listeye baktığınızda, ihracatta yaklaşık 400 milyon dolarlık bir artış olduğuna dikkat çekti. Buna karşılık ithalattaki daralmanın da Türkiye’nin büyümesinin durmasından kaynakladığını işaret etti. Bunun bir tercih meselesi olduğunu belirten Çelebi, sözlerini şöyle tamamladı; “Benim kişisel kanaatim, Türkiye % 3’ün altında bir büyüme çizgisine sahip olmamalı. Türkiye’nin döviz arzını arttıracak politikalardan vazgeçmemeli. Şimdi kurun enflasyona etkisinin, %50 olduğunu söyleyen bir görüş var. Bunun matematiksel modeli yanlış. Buna %100 karşıyayız ve katılmıyoruz. Bir iktisatçı ve matematikçi mantığıyla söylüyorum. Bunun enflasyona etkisi % 50 değil, % 10-15 gibidir. Kuru serbest piyasalara bırakmak lazım. Bu açıdan Merkez Bankası politikalarını gözden geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.”

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. BORATAV: Yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi

Prof. Dr. Korkut BORATAV, BİRGÜN gazetesine 31 Mart yerel seçimlerini değelendiren bri röportaj yaptı: Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi?

Yayınlanma:

|

Yazan:

AKP’nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı ülkenin gündemindeyken sizce neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu?

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama, on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güney-Doğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansıması büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleşti. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. Kısmen 2024 seçimine katılmayarak; dörtte üçü de CHP’ye yönelerek…

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine yol açmış; mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Yoksullaşma ekonomi büyürken, istihdam artarken gerçekleşti; algılanması da bu yüzden güçleşti. Ama, algılanmayı frenleyen temel etken, bence, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlanmıştı.

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; öne çıktı; “sahte, içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardılar. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca etkili oldu.

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP iktidarının ekonomide ve siyasal anlamda atacağı adımlar bekliyor. Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı?

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor.

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir?

Mehmet Şimşek geleneksel neoliberal reçeteyi uyguluyor; enflasyona daraltıcı politikalarla son vermeyi öngörüyor. Temel araçlardan biri, emek gelirlerinin bastırılmasıdır. Şimşek de ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır.

Bugünkü ekonomik ortam, 1990’lı yılların yüksek enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücretler, emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortamın bir benzeri tekrar oluşacaktır.

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi?

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri bugün açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir.

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… Türkiye’nin 2028 ve sonrası için bu ekonomik ortam önerilmektedir…

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır?

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların eşgüdümü, mümkünse birleştirilmesi önemlidir.

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı.

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak, adeta kendiliğinden” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi hak etmesi, özümsemesi büyük önem taşıyor. Sadece CHP’nin değil, tüm Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

Okumaya devam et

EKONOMİ

Mart ayı bütçe görünümü

Bütçe gelir ve giderlerinin her kalemi incelenmeyi hak ediyor ama gelen son verilerden biri, bir dönem bütçe giderleri arasında yer alan oldukça tartışmalı KKM kur farklarını hatırlattı. İşte o veri TCMB 2023 zararı ile ilgili.

Yayınlanma:

|

Mart ayı merkezi yönetim bütçe gerçekleşmeleri açıklandı. Genel görünüm, bütçe gelir ve giderlerinde uyumdan uzaklaşıldığına, mali disiplinin sağlanabilmesindeki zorluklara işaret ediyor.

Öncelikle mali disiplin açısından iki temel göstergeye bakalım: İlki bütçe açığı. Mart ayı bütçe açığı şubat ayına göre yüzde 36 oranında artarak 209 milyar TL’ye ulaştı. Üç aylık kümülatif bütçe açığı ise 513,5 milyar TL oldu. Oysa 2023’ün aynı ayında bütçe açığı 47,2 milyar TL idi.

Mali disiplinin diğer göstergesi de faiz dışı denge. Bütçe açığından iç ve dış borç faiz giderleri düşüldüğünde denge ya da fazla elde ediliyorsa, borçluluğun yarattığı faiz ödemeleri bütçe üzerinde baskı yaratmıyor demektir. Tersi durumda, yani faiz dışı açık varsa borç düzeyine ve faiz yüküne bakmak gerekir.

En son 2017 yılında faiz dışı fazla elde edilmişti. Faiz dışı açık geçen yıl 1,3 trilyon TL’yi aşmış ve bütçe tahmininin iki katı olarak gerçekleşmişti. 2024 yılı bütçe tahmininde de faiz dışı açık 1,4 trilyon TL.

Ama sadece bir ayda bütçedeki borç faiz giderleri yüzde 37 oranında artış gösterdi. Öte yandan brüt dış borç stoku 500 milyar dolara ulaşırken, iç borç stoku son bir yılda 1 trilyon TL daha artarak 4 trilyon TL’yi aştı.

2024 mart ayından itibaren iç ve dış borç faiz ödeme projeksiyonunu gösteren aşağıdaki grafikleri incelerseniz, bu yılki bütçe tahmininin oldukça üzerinde bir faiz dışı açıkla karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır.

Bütçe gelir ve giderlerinin her kalemi incelenmeyi hak ediyor ama gelen son verilerden biri, bir dönem bütçe giderleri arasında yer alan oldukça tartışmalı KKM kur farklarını hatırlattı.

İşte o veri TCMB 2023 zararı ile ilgili. 2021’de 57,5, 2022’de 72 milyar TL kâr açıklayan TCMB, 2023 yılını 818,2 milyar TL zararla kapattı.

2023 ağustos ayına kadar TL’den KKM’ye dönenlerin kur farkları bütçeden ödenirken, dövizden KKM’ye dönenlerinki TCMB tarafından karşılandı. TL’den dönen mevduata 2022 mart-2023 temmuz arasında kur farkları bütçeden ödendi, en son temmuz 2023 itibariyle bütçeden 34,5 milyar TL’lik ödeme yapıldı.

Sonra Ağustos 2023’te TL’den dönen KKM’nin ödemelerini TCMB üstlendi. Çünkü genel seçimler bitmiş ve TL’de değer kaybı başlamıştı. Dolar/TL genel seçimler öncesinde (13 mayıs) 15,5 TL’den, iki ay sonra (13 temmuz) 26 TL’nin üzerine çıkmıştı.

OVP’ye göre bütçe açığının GSYH’ye oranı zaten deprem harcamaları öngörülerek yüzde 6,4 olarak yüksek programlanmıştı. Ancak bütçe bu kur artışı karşısında KKM’nin yükünü daha fazla taşıyamayacaktı.

TCMB de o esnada genel seçimler sonrasında artık sıkı para politikasına geçmişti. Politika faizini kademeli olarak arttırıyor, ardından mevduat faizi de arttıkça TL’ye güven tesis edilmesini bekliyordu. Bu ortamda KKM hesapları hızla çözülecekti. Para ikamesi son bulacaktı.

Ancak 2021 aralık ayı sonunda kur riskine karşı kendisine güvence arayanlar için bir finansal araç olan KKM, ulaştığı hacimle ve çözülme sürecindeki zorluklarla gündemde kaldı. Enflasyon da düşmedi, para ikamesi devam etti. Ekonomiye güven oluşmadıkça döviz KKM’ler varlığını devam ettirdi. Şimdi izlerini en son TCMB zararında görebiliriz. Bu zararda KKM kur farkının kaç milyar TL olduğu kadar, ekonomiye olan güvensizlik ve gelir dağılımında adaletsizliğin boyutu ve izleri de önem taşıyor.

Mart ayı bütçe açığını görünce insanın aklına geliyor. Peki TL’den ya da dövizden dönen KKM kur farkları bütçeden ödenseydi ne olurdu?

MB, Kamu Borç Yönetimi Raporu, Mart, 2024

Prof.Dr. Binhan Elif YILMAZ-T24

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.