EKONOMİ
Enflasyonu düşüremedik, yerine ihracat verelim

Yayınlanma:
3 yıl önce|
Yazan:
BankaVitrini
Türkiye ekonomisi, özellikle de emperyalist-kapitalist sistemle tam eklemlenme yaşamaya başladığı son birkaç on yıldan bu yana, sadece bu sistemin ana sürücülerinden olan uluslararası sermaye hareketleri ve dış krediler (borçlar) yoluyla değil, aynı zamanda dış ticaret yoluyla da bu sistemin boyunduruğu altında varlığını sürdürmeye çalışıyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde 2021 yılı toplam ihracat rakamına ait öngörüsünü açıklarken: “Bu dünden bugüne ulaştığımız bir rekordur. Bundan 19 yıl önce 36 milyar dolardan devraldığımız ihracatı 2021 yılında sizlerle beraber altı kattan fazla artırarak 225 milyar 368 milyon dolara çıkarmayı başarmaktan mutluyuz” ifadelerini kullandı. (1)
Bir an için yedi yıl geriye gidelim ve o günlerde aynı iktidar tarafından ekonomide konulan hedefleri ve verilen sözleri hatırlayalım. 10’uncu Kalkınma Planı’ndan (2014-2018) söz ediyoruz. O planda ekonominin 2023 yılında 2 trilyon dolar, kişi başına gelirin 25 bin dolar ve ihracatın 500 milyar dolar olacağı yazılıydı.
500 milyar dolarlık ihracat hedefine ne oldu?
O günden bugüne ne ekonomi o kadar büyüdü, ne de kişi başı gelir o kadar arttı. Aksine kişi başı gelir 2013 yılına göre 3 bin dolar civarında azaldı. İhracat hedefi ise11’nci Plan’da (2019-2023) 227 milyar dolara düşürülmesinin ardından, son Orta Vadeli Program’da 242 milyar dolar olarak belirlendi. Yani son yedi yılda hedef yarıdan fazla düşürüldü. Bu gerçek ortada olmasına rağmen, ekonomik krizin tam ortasında debelenen ve giderek yoksullaşan halka, hedefi yarı yarıya azaltılan ihracat rakamları üzerinden teselli verilmeye çalışılıyor.
“İhracat mevcudun iki katı olsaydı dahi emekçilerin hangi yarasını sarardı” sorusu bir yana, bu teselli ikramiyesi niteliğindeki ihracat artışının ne pahasına gerçekleştiğine de yakından bakılması gerekiyor.
Hâlâ ciddi düzeyde dış ticaret açığı var, çünkü…
Öncelikle, her ne kadar ihracat kadar artmasa da Türkiye’nin ithalatı da artıyor, bu da cari açığın hâlâ bir sorun olarak sürmesine neden oluyor. Öyle ki geçen yılın Kasım ayında ihracat yüzde 33,7 artarken, ithalat da yüzde 27,3 arttı. Böylece yıllık bazda ihracat Kasım ayında 203,9 milyar dolar, ithalatsa 242,4 milyar dolar olarak gerçekleşti. Ülkenin ilk 11 ayında hâlâ 39 milyar doların üzerinde bir dış ticaret açığı var.
Bunun nedeni sadece TL’nin dolar ve Euro karşısındaki hızlı değer yitimi değil, daha yapısal bir sorun: İhracatın ara malı/girdi, hammadde/enerji ve teknoloji açılarından hala ithalata çok ciddi oranda bağımlı olması. Bir başka anlatımla, Türkiye’nin ithalatının yaklaşık yüzde 80’i makina ve girdi ithalatından, kalan yüzde 20’si ise nihai tüketim mallarından oluşuyor. Son yıllarda yeni yatırım da pek yapılmadığından, bu yüzde 80’in önemli bir kısmı enerji dâhil, girdi ithalatı biçiminde gerçekleşiyor.
İhracatın yüzde 45’i Dâhilde İşleme Rejimi sayesinde gerçekleşiyor
Bu bağlamda altının çizilmesi gereken çok önemli bir nokta ülke ihracatının azımsanamayacak bir kısmının Dâhilde İşleme Rejimi (DİR) altında yapılıyor olması.
Bu rejim ihraç edilecek ürünler içinde ithal girdilerinin maliyetini azaltmayı, böylece de ihracatı teşvik etmeyi amaçlayan bir gümrük rejimi. Bu rejim altında yerli işçilik kullanılarak, ithal edilen malların montajı yapılabiliyor, bunlar diğer eşyalarla birleştirilebiliyor, eşyalar yenilenebiliyor ya da tamir edilebiliyor. Rejim sektörel olarak sanayi, imalat, tarım ve tekstil gibi temel sektörlerde yaygın olarak kullanılıyor. Bir çalışmaya göre 1996-2016 yılları arasında yapılan toplam ihracatın yüzde 45’i bu kapsamda yapıldı. Aynı dönemde DİR kapsamında yapılan her 100 dolarlık ihracat içinde 39 dolarlık ithal malı kullanıldığı görülüyor. (2)
Kısaca, ithal edilen malların her hangi bir ticaret kısıtlamasına tabi tutulmaksızın serbestçe ithal edilmesi ve bu ithalat sırasında normalde alınması gereken vergilerin de alınmaması biçiminde uygulanan bir ihracatı teşvik rejimi altında yapılan ihracatlar toplam ihracatın neredeyse yarısını oluşturuyor.
Ancak, kaçınılmaz olarak böyle bir ihracat biçimi ithalata olan bağımlılığın sürmesine, ulusal tasarrufların azalmasına, düşük kaliteli mal ile değişime, kaçakçılığa ve vergi gelirlerinin de azalmasına neden oluyor. Bu da ülke ekonomisinde yerli katma değer olarak yapılan katkının ciddi oranda düşmesiyle sonuçlanıyor.
Fakirleştirici büyümeye neden oluyor
İkinci olarak, dışa bağımlılığı artırmasının yanı sıra, böyle bir ihracat başta bu ürünleri yaran işçi sınıfı olmak üzere, ülke insanına ya da ekonomisine bir bütün olarak ciddi bir fayda sağlamaksızın, daha ziyade fakirleştirici bir biçimde artıyor. Bunun başta gelen nedeni ülke parasının dolar ve Euro karşısında hızla değer kaybetmesi.
Bu durumu Merkez Bankası’nın açıkladığı TÜFE bazlı Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi’nden (REK) görebilmek mümkün. Zira geçen Kasım ayında 54,33 olan bu endeksin değeri Aralık ayında 47,2’ye geriledi. (3) Yani reel efektif döviz kuru tarihsel bir dip yaptı.
Bunun ne demek olduğunu anlayabilmek için kısa bir hatırlatma yapalım. REK ülkeler arasındaki göreli fiyat veya maliyet gelişimi hakkında bilgi içeren, dolayısıyla ekonomilerin rekabet güçlerinin değerlendirilmesinde kullanılan anahtar makroekonomik göstergelerden biri olarak kabul ediliyor. Öyle ki bu endeks 100’ün üzerine çıkarsa, o ülkenin ulusal parası diğer paralar karşısında değer kazanmaya, 100’ün altına düşerse değer kaybetmeye başlıyor. Böylece ilkinde değerli, ikincisinde değersiz ulusal paradan söz ediliyor. Aşırı değerli ulusal para altında ihracat daha pahalı hale geldiğinden ihracat beklendiği gibi artmıyor. Endeks ciddi oranda gerilediğinde ise (şu anda yaşandığı gibi) ülkede üretilen ürünler çok ucuz fiyattan dışarıya satılmış oluyor. Yani hem ülke ekonomisi ciddi bir kan kaybına uğruyor, hem emek daha da değersizleştirilerek daha fazla sömürülüyor, hem de daha fazla üretip satmak için doğa daha fazla tahrip ediliyor.
Yüksek enflasyon ihracatı zora sokacak
Diğer yandan döviz kurlarının yükselmesi nedeniyle artan maliyetler ihracat sektöründeki maliyetleri artırarak ihracatı zora sokuyor. Bunun nedenlerinden birisi artan nakliye (navlun taşımacılığı) maliyetleri zira navlun bütünüyle döviz üzerinden hesaplanıyor.
Nitekim son zamanlarda, akaryakıt başta olmak üzere hemen her şeye yapılan zamlarla sadece birkaç ayda yüzde 50’ye varan maliyet artışlarıyla baş edemeyen küçük çaplı nakliye firmaları kontak kapatırken, belirsizlik nedeniyle fiyatlama yapamayan büyük firmalar yıllık kontratlar yerine spota döndüler. Yani ihracatçılar nakliye giderini yıllık kontratla sabitleme avantajını giderek kaybediyorlar. Diğer yandan karayolu navlununda bu yıl yüzde 20-40 artış bekleniyor.(4)
Ayrıca, hızla yükselmeye devam eden enflasyon bir yandan iç üretimin daha pahalı hale gelmesi yüzünden, daha büyük ölçekte üretildiği için göreli olarak daha ucuza satılan ithal mallarına yönelimi artırırken, diğer yandan yüksek kurun sağladığı rekabetçi kur avantajının ortadan kalkmasıyla sonuçlanıyor.
Yüzde 80’e dayanan enflasyon
Şöyle ki, TÜİK tarafından açıklanan Aralık ayı enflasyonu (TÜFE) 2021’de 19 yılın zirvesine çıkarak aylıkta yüzde 13,58 ve yıllıkta yüzde 36.08 oldu. (5) Bunun önümüzdeki aylarda yüzde 45-50’yi bulması bekleniyor. Ancak TÜİK, Üretici Fiyat Enflasyonunu (ÜFE) aylık yüzde 19,08 ve yıllık 79,89 olarak açıkladı. (6) Diğer yandan Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) Aralık ayı enflasyonunu (TÜFE) yüzde 82,8 olarak hesaplıyor. (7)
Yukarıdaki enflasyon verilerinden hangisinin gerçeğe daha yakın olduğu bu noktada önem kazanıyor. Bu bağlamda TÜİK’in ÜFE’si ile ENAG’ın TÜFE’sinin birbirine yakın rakamlar olduğu görülüyor. Dolayısıyla da TÜİK’in ÜFE verisi gerçek enflasyon rakamı olarak kabul edilebilir, yani ülkede yüzde 80’e dayanan bir enflasyonun varlığından söz edilebilir. Çarşıya, pazara çıkan insanımızın algıladığı enflasyon oranı da zaten yüzde 80’in altında değil.
Bir başka anlatımla, hiçbir sanayi ve hizmet üreticisi veya toptan ticaret erbabı, üzerine gelen enflasyonun yükünü (ÜFE’yi) böyle altı ayı aşkın sürelerde üzerinde taşımaz, taşıyamaz. Hele hele fiyatlara yansıtabildiğinin iki katını aşan ((79,89/36,08=2,2) bir enflasyonist yüke aylarca dayanamaz. Bu yüzden de açıklanan TÜFE’nin ÜFE’ye çok daha yakın bir yerlerde durduğunu kabul etmek daha mümkün ve mantıklı görünüyor. (8)
Yüksek enflasyon rekabetçi kurun sağladığı avantajı azaltıyor
Enflasyonun ihracat üzerindeki etkisi ise; artan üretim maliyetleri yüzünden yükselen döviz kurunun sağladığı rekabetçi kur avantajını ortadan kaldırması biçiminde oluyor.
Çünkü sepet kur (1/2 dolar, 1/2 Euro’dan oluşuyor) son bir yılda yüzde 68 artarken, aynı dönemde ÜFE yüzde 79,9 oranında yükseldi ve yeni yılda gerçekleşen enerji zamları, işçilik maliyetleri, vergilerdeki yeniden değerleme oranları gibi gelişmeler yüzünden bu farkın giderek daha da açılması bekleniyor. Bu durum ihracatçının rekabetçi kur avantajını kaybetmesine yol açıyor. Öyle ki ani iniş çıkış kadar çok düşük kurun da rekabetçiliğe zarar verdiğini ve ihracatı negatif etkilediğini dile getiren sektör temsilcileri, bugünkü konjonktürde dolar/TL kurunun 14’ün altına düşmemesi (hatta 16 civarında olması) gerektiğini, aksi halde ihracatta yakalanan ivmenin kaybedileceğini, ayrıca hem üretimin, hem de yatırımların tehlikeye gireceğini ileri sürüyorlar. (9)
Reel ücretlerin erimesi ihracat stratejisinin kaçınılmaz parçası
Son olarak, her ne kadar son zam ile nominal asgari ücret yüzde 50 oranında artırılmış olsa da, yüzde 80’e yaklaşan bir enflasyon ile bu artış eridi, reel ücretler daha da düştü, işçiler daha da yoksullaştı. Bu durum ihracata dönük bir birikim stratejisinin ön koşulu gibi ele alınıyor. Çünkü ihracatçı açısından ücretlerin düşük olması hem üretim maliyetlerini düşürüyor, hem de üreticinin iç pazardan ziyade dışarıyı hedeflemesini zorunlu kılıyor.
Nitekim geçmişte bu modeli ilk uygulayan Özal 1980’li yıllarda reel ücretleri (enflasyondan arındırılmış) düşük tutup iç pazarı baskılayıp, böylece de ihracata yönelimi artırabilmek için, hem 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün işçi örgütlerini etkisiz hale getirmesinden faydalanmış, hem de izlediği vergi politikaları ile emekçileri daha ağır vergilendirmişti. İhracatçıya o ana kadar görülmeyen ölçüde nakit ve kredi teşviki desteği sağlarken, bir bütün olarak sermaye kesiminin vergisini emekçilerin üzerine kaydırabilmişti.
1980’lerle paralellik arz eden bir süreç
Bugün topluma yeni bir stratejiymiş gibi sunulan ihracata yönelim stratejisi aslında Özallı yıllarda uygulanandan öz itibarıyla farklı değil. Her ikisinin de ortak noktası yüksek döviz kuru (geçmişte büyük devalüasyonlar biçiminde yapılırdı) ve ucuz emek sömürüsü.
Bir başka deyişle, ihracat artışı hem Türk Lirası’nın dolar ve Euro karşısında ciddi anlamda değer kaybetmesi ile hem de kayıt dışı mülteci emeğinin kullanılmasını yanı sıra, reel ücretlerin düşürülmesi, yani ciddi boyutlara ulaşan bir ucuz emek sömürüsü ile birlikte yürüyor, yürüyecek. Bunun bir göstergesi olarak, 2020 yılı sonunda Birim İşgücü Bazlı REK’in 57,16’ya kadar gerilediğini vurgulayalım. (10)
Yoksul çocuklarının emeklerinin sömürüldüğü merkezler kalıcılaştırılıyor
Mesleki Eğitim Kanunu’nda yapılan iki değişiklikse ucuz emek sömürüsünün alt yapısının iyiden iyiye hazırlandığını gösteriyor. Yapılan bu değişikliklere göre (11); mesleki eğitim stajı adı altında haftada bir gün okula giden ve dört gün iş ortamında çırak olarak çalıştırılan meslek okulu öğrencilerine daha önce patronlarca ödenen aylık asgari ücretin üçte biri oranındaki maaşın tamamını artık devlet ödeyecek. Dahası üçüncü yılında kalfa olan öğrenciler asgari ücretin yarısı kadar ücret alacaklar.
Bu merkezlerde yaklaşık 160 bin öğrencinin okuduğu dikkate alındığında bunun patronlar için ne denli ucuz bir emek gücü deposu olarak işlev göreceği açık (bu yükün vergi ödeyenlere yıkılmasına karşılık). Devasa boyutlara erişen işsizlik altında iş bulma korkusu yaşayan ortaokul mezunu yoksul çocuklarının ailelerinin çocuklarını bu merkezlere yönlendirmeleri ve çırak öğrenci olmalarına razı olmaları ise anlaşılabilir bir şey.
Özellikle de siyasal iktidarın kendi bekasını ihracatı artıran bir birikim stratejisinde aradığı son zamanlarda bu değişikliklerin yasalaşması tesadüf değil. Böyle bir ihracat ancak ucuz emek sömürüsüyle olabilirdi ki bu merkezler buna daha yoğun bir biçimde hizmet etmeyi sürdürecek gibi görünüyor.
Emek gücü verimliliğini artırmayı hedeflemeyen bir strateji
Diğer yandan kapitalist ekonomilerde emek gücü verimliliklerinin artırılması gereği gibi sermaye birikiminin kendine has bir gerçekliği var. Günümüzde kapitalizm öyle bir durumdaki verimlilik artışları üzerinden sağlanan büyüme ekonomiyi büyütmek için neredeyse tek seçenek haline geldi.
Yani ucuz ve göreli olarak niteliksiz emek ile üretilen malların ihracatı, hem ciddi anlamda düşük ihracat fiyatlarıyla yapılmayı, hem de azgelişmiş dünyada bunu yapmakta olan Hindistan, Bangladeş ve Vietnam gibi ülkelerle rekabet etmeyi zorunlu kılıyor. Bu da aslında azgelişmiş ekonomilerin bir tür dibe doğru yarışı demek. Bu yarışın asıl kazananı ise Merkez Ekonomiler olarak da adlandırılan emperyalist ülkelerdeki büyük sermaye grupları, çok uluslu şirketler.
Bu sorunu aşmanın bir yolu tıpkı 1980’lerden itibaren Güney Kore ve son 20 yıldır Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaptığı gibi beceri ve teknoloji yoğun ürün ihracatına yönelmek olabilirdi. Ama bugün (Kasım 2021 itibarıyla) Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 94’ü imalat sanayi ürünlerinden oluşsa da, bunun sadece yüzde 3’ünü (Ocak-Kasım 2021) teknoloji yoğun ürünler oluşturuyor. (12) Böyle bir ekonomik model ve verili uluslararası iş bölümü altında, bu iki ülkenin yaptığını Türkiye’nin yapabilmesi oldukça zor görünüyor.
Çünkü Türkiye’de egemen sınıflar son 19 yıldır kolay yoldan, bol dış kaynağa dayalı ve asıl olarak inşaat-emlak rantı üreten bir servet birikimi stratejisini hayata geçiriyor. Yani bugünkü ekonomik krizin nedeni sadece iktidar bloku ve onun uygulamakta olduğu ekonomi politikaları değil, aynı zamanda son 19 yıldır uygulanmakta olan bu sermaye birikim stratejisi.
Bu stratejinin sürdürülebilmesi artık zorlaştığından, egemenler alternatif sermaye/servet birikimi stratejileri arayışına girdiler. Ayrıca iktidarda kalabilmelerinin yolu da böyle stratejilerle ihracatı ve ekonomiyi büyütebilme, erken seçime doğru gidilen bu süreçte ekonomide sahte de olsa bir canlılık yaratabilme başarısından geçiyor. Bu yüzden de ihracatı artırma stratejisi canla, başla savunuluyor.
İnovasyonda 50 merkezin içinde 49’ncu sıradayız
Diğer taraftan, beceri ve teknoloji yoğun bir ihracatı gerçekleştirebilmek için öncelikli olarak buna uygun teknolojilerin üretilmesi, yaratılması gerekiyor. Bunun için de başta inovasyon (yenilik) ve ar-ge çalışmalarının yeterli düzeyde olması lazım. 2021 yılında dünyadaki en önde gelen 50 inovasyon merkezine (hub) ait bilgi bu açıdan son derece düşündürücü. (13)
Çünkü genel sıralamada (ar-ge, ekonomide yenilikçilik ve ekolojik yenilikçilik kriterlerinin ortalaması olarak), Türkiye’nin sadece yaklaşık 20 milyon nüfuslu İstanbul kenti, 100 üzerinden 60,35 puan ile 49’ncu sırada yer alabiliyor. İstanbul’un altında, yani sonuncu sırada 60 puan ile sadece Jakarta (Endonezya) var. Bu listede beklendiği gibi ilk 15 sıra ABD’ye ait iken, Çin’in dokuz kenti (26’ncı – 34’üncü sıralar arasında) ve 38-40’ıncı sıralar arasında olmak üzere Hindistan’ın üç kenti yer alıyor.
Yenilik ve buluşların üretilmesinde en önemli kurumlardan olan üniversitelerin sıralamasına bakıldığında ise Türkiye’den hiçbir üniversitenin ilk 200 küresel üniversite arasında yer almadığı görülüyor.
Sonuç olarak
Türkiye ekonomisi, özellikle de emperyalist-kapitalist sistemle tam eklemlenme yaşamaya başladığı son birkaç on yıldan bu yana, sadece bu sistemin ana sürücülerinden olan uluslararası sermaye hareketleri ve dış krediler (borçlar) yoluyla değil, aynı zamanda dış ticaret yoluyla da bu sistemin boyunduruğu altında varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Yüksek kurlar aracılığıyla ülke bir emperyalist sömürüye tabi tutulurken, bu sömürü ucuz emek, ucuz toprak, ucuz hammadde ve düşük vergileme ile daha da katmerleştiriliyor. Ülkenin kendi insanına kapalı tutulan müşterek varlıkları, doğası, iktidarca tercih edilen yabancı ülkelerin zenginlerine ve/veya bu ülkenin az sayıda büyük zenginine adeta altın tepsi içinde sunuluyor. Yenileme süresi henüz dolmamış olan kamu arazilerinin, limanların işletme sözleşmeleri onlarca yıl ötesine uzatılıyor.
Büyük çaptaki emek sömürüsü altında ve gerçek değerinin çok altında fiyatlarla yapılan ihracatlar yüzünden halk daha da yoksullaşırken, ekonomi daha kırılgan ve krizlere yatkın bir hale geliyor. Bu durum (karşılaşılan finansal krizler yüzünden) ekonomik büyümenin sıklıkla kesintiye uğramasıyla sonuçlanıyor.
İhracat arttığında, artan ihracat gelirlerine rağmen (uluslararası kuruluşların yerli ortağı konumundaki büyük dış ticaret şirketleri ve süper zenginler dışında) toplumun büyük bir kısmı artan bu ihracattan fayda sağlayamıyor. Çünkü dış ticaret, ağırlıklı olarak, büyük ölçüde dışa bağımlı, işbirlikçi büyük sermaye tarafından gerçekleştiriliyor ve devlet mevcut işleyişiyle hem ihracat, hem de ithalat boyutuyla bu işleyişin kolaylaştırıcısı olarak işlev görüyor. Ayrıca ithalde aldığı KDV ve diğer ithalat vergileriyle devlet bu konuda ithalatçı sermayenin ortağı konumunu sürdürüyor.
Bu bir kader değil, emekten, insandan, doğadan yana bir çözüm var!
Oysa bu böyle olmak zorunda değil. Ülke ekonomisini demokratikleştirip, adaletli ve katılımcı bir hale getirdiğimizde, “neyin”, “nasıl” ve “niçin üretileceğine” bir avuç büyük sermayedarın ve onun iktidardaki temsilcilerinin karar vermesinin yerine, yerel halkın ihtiyaçlarını önceleyerek, bizzat halkın karar vermesini sağlayabilecek bir üretim tarzını ve buna uygun bir demokratikleşmeyi gerçekleştirdiğimizde, diğer ülkelerle adaletli ve etkin bir uluslararası ticaret düzeninin kurulmasının da yolunu açabiliriz.
Bunun için ön koşul olarak, meta değişiminin (mübadele) koşulları taraflar için eşit/adil olmalı, tekeller olmamalı (küçük üreticiler ile dev tekeller karşı karşıya gelmemeli) ve bu koşullar tüm taraflar için geçerli olmalı, yani ayrımcılık yapılmamalıdır.
Öncelikle ülkeler ellerindeki imkânları ya da fırsatları, bunlara sahip olmayan ama bunlara ihtiyaç duyan diğer ülkelerle kullanım değerleri üzerinden değiştirebilirler. Böylece ticaret yapan iki ülke alternatif maliyetlerini (ya da bir tür karşılaştırmalı avantajlarını) ticari bir işleme dönüştürmeden, dayanışmacı bir takas yoluyla sağlayabilir. Ülkeler bu takası üretim sırasında kullanılan emek miktarı ya da elde edilen faydaya göre gerçekleştirebilirler.(14)
Yani bir çözüm, ticaret yapan tarafların yaptıkları katkılarıyla (değer) orantılı bir değişim yapmak olabilir. Bu katkıyı belirlemek için başvurulacak yasa kapitalizm sonrası toplumlar için de geçerli olan Emek- Değer Yasası’dır. Yani değişim değeri (fiyat) her ülkede söz konusu malların üretimi için saat başına harcanan emeğe göre belirlenebilir.
Diğer çözüm ise her ülkenin katkısına değil, ticaretten sağladığı faydaya bakılması olabilir. Fiyatın faydayı yansıttığı varsayımı altında, ticaret yapan iki ülke de asgari düzeyde kabul edebileceği bir değerin (fiyat) üzerinde bir fayda sağlıyorsa adaletli ve etkin bir takastan söz edilebilir.
Bu noktada önemli bir husus işçi ücretlerinin, çalışma koşullarının, sosyal hakların ve doğanın korunması konusunda ülkeler arasında büyük farklılıkların olmamasının gerekliliğidir. Yani adaletli ve etkin bir ticaret/takas modelinde söz konusu mal ve hizmeti üretenlere sadece üretim maliyetlerini karşılayan değil, yaşanabilir bir gelir de sunan adil bir fiyat ödenmelidir. Bu asgari geçimlik ücretin üzerinde bir gelirdir. Ayrıca sağlıklı çalışma koşullarının varlığı şart koşulmalı, çocuk emeği yasaklanmalı ve insan hakları ihlallerine izin verilmemelidir.
Böyle bir sosyal korumacılıktan beklenen (başka ülkelerin işçilerinin zararına olmak üzere) sadece kendi işçilerini değil, dünyadaki tüm insanların refahını artırmayı hedefleyen bir perspektiften, dünya işçi sınıfını korumaktır.
Ancak, kapitalizmin temel özelliği olan; üretimin sosyal karakteri ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz çelişki ortadan kaldırılmadığı ve “neyin, nasıl ve neden üretilip”, “nasıl tüketileceğine” aşağıdan yukarıya, katılımcı- demokratik bir biçimde karar verilmediği sürece uluslararası ticarette adaletin ya da etkinliğin sağlanması beklenmemelidir.
Adaletli ve etkin bir dış ticaret sadece emek sömürüsü ve emperyalist sömürünün ortadan kaldırıldığı, dış ticaretin başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun tüm emekçilerinin demokratik kontrolüne tabi tutulduğu bir enternasyonalist dayanışmacı küresel düzende (enternasyonalde) mümkün olabilir.
Dipnotlar
- https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/son-dakika-cumhurbaskani-erdogan-gururla-acikliyorum-ihracatta-rekor-kirildi (3 Ocak 2022).
- Ümit Engin Tekin, “Dahilde İşleme Rejimi’nin ihracat ve ithalat üzerine etkileri (1996-2016)”, International Journal of academic value studies(Javstudies), 2017, Vol3,Issue 16, ss.192-206.
- https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Doviz+Kurlari/Reel+Efektif+Doviz+Kuru (4 Ocak 2022).
- https://www.dunya.com/sektorler/lojistik/nakliyeci-spota-dondu-ihracatci-tedirgin-haberi (6 Ocak 2022).
- TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Aralık 2021, https://data.tuik.gov.tr (3 Ocak 2021).
- TÜİK, Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi, Aralık 2021, https://data.tuik.gov.tr (3 Ocak 2021).
- ENAG, Tüketici Fiyat Endeksi Aralık 2021, https://enagrup.org (3 Ocak 2021).
- Oğuz Oyan, “‘Enflasyon karşılaması'”, https://haber.sol.org.tr/yazar/enflasyon-karsilamasi (4 Ocak 2022).
- https://www.dunya.com/ekonomi/ihracatcilar-kurdaki-rekabetciligini-kaybetti-haberi (5 Ocak 2022).
- https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Doviz+Kurlari/Reel+Efektif+Doviz+Kuru (4 Ocak 2022).
- http://www.meb.gov.tr/mesleki-egitim-ogrencilerinin-ucretlerinde-iyilestirme (24 Aralık 2021).
- TÜİK, Dış Ticaret İstatistikleri, Kasım 2021, https://data.tuik.gov.tr (31 Aralık 2021).
- Center for Industrial Development and Environmental Governance (CIDEG) at Tsinghua University and Nature Research, Global Innovation Hubs Index 2021 (25 September 2021).
- Robin Hahnel, The ABC s of Political Economy, Pluto Press, 2002, s. 126-127.
Mustafa DURMUŞ – T24
İlginizi Çekebilir
EKONOMİ
Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Yayınlanma:
2 gün önce|
02/07/2025Yazan:
Erol Taşdelen
İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.
Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.
“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?
Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.
Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.
Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar
1. Performansın Göz Ardı Edilmesi
Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.
2. Vasatlık Teşviki
Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.
3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski
Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.
4. Adalet Algısının Bozulması
Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.
Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler
-
Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.
-
Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.
-
Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.
Pozitif Yanı Var mı?
Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.
Alternatif Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret
Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.
Eşitlik mi, Adalet mi?
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.
Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.
Erol TAŞDELEN-Ekonomist www.bankavitrini.com
BANKA HABERLERİ
Mevcut Enflasyon ve Faiz Oranlarıyla Yatırımcı Yeni Yatırım Yapar mı?

Yayınlanma:
4 gün önce|
30/06/2025Yazan:
Onur Çelik
Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.
Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..
Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.
Onur ÇELİK-CFO/YMM
EKONOMİ
Geleceğin Uzun Tarihi: Hayaller, Teknoloji ve Gerçeklik Arasında Bir Yolculuk

Yayınlanma:
5 gün önce|
29/06/2025Yazan:
Erol Taşdelen
İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı “The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.
Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü
Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.
Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması
Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.
Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik
Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.
Teknoloji Tarafsız Değildir
Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.
Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?
Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?
Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.
Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?
“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:
“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”
Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.
FARK YARATANLAR
FARK YARATANLAR
KATEGORİ
- ALTIN – DÖVİZ – KRIPTO PARA (852)
- BANKA ANALİZLERİ (141)
- BANKA HABERLERİ (3.154)
- BASINDA BİZ (60)
- BORSA (455)
- CEO PERFORMANSLARI (36)
- EKONOMİ (2.857)
- GÜNCEL (3.276)
- GÜNDEM (3.216)
- RÖPORTAJLAR (48)
- SİGORTA (134)
- ŞİRKETLER (2.270)
- SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK (480)
- VİDEO Vitrini (19)
- YAZARLAR (1.075)
- Ali Coşkun (28)
- Arif Öztan (7)
- Ayşe Muzaffer Sunguroğlu (7)
- ChatGPT (26)
- Dr. Abbas Karakaya (66)
- Erden Armağan Er (45)
- Erol Taşdelen (576)
- Gizem Taşdelen (7)
- Gülbeyaz Gergün (64)
- Kemal Emirhan Mendi (1)
- Murat Şenol (26)
- Mustafa Akpınar (42)
- Onur ÇELİK (37)
- Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz (80)
- Serhat Can (8)
- Süleyman Çembertaş (17)
- Tungay Dere (18)
- Uğur Durak (33)
- Zuhal KARABULUT (5)
YAZARLAR

AKBANK’TA ŞOK AYRILIK, ING’YE GEÇİYOR

Türkiye ile Çin Arasında Yeni Dönem: ICBC Turkey, Resmi RMB Takas Bankası Oldu

Faizde geri sayım: Rezervler güçleniyor, TL ilgisi artarken gözler TÜFE’de

Hazır Beton Sektöründe Sarsıntı: Teknik Beton Konkordato İlan Etti

Tunahan Solar Enerji Konkordato İlan Etti: Sektörde Şok Etkisi

Otomotiv Devi GB Kauçuk Konkordato İlan Etti

Çevre Devi Konkordato Talep Etti: BARKA Atık Yönetimi Finansal Sıkıntıda

Dolandırıcılık Davasında Şok Rapor: Banka Kusurlu!

İsrail İran’a Neden Saldırdı?

Firmanızı Kurtaracak Bilmeniz Gereken 10 Finansal Formül

Bentonit Ocaklarının Görünmeyen Yüzü: Çevre ve Halk Üzerindeki Olumsuz Etkiler

Enflasyon Kaygısına Göre Gelir Gruplarının Harcama Davranışları

AKBANK 3,4 milyar TL Takipteki Alacaklarını sattı

Emre ALKİN: Program çalışıyor mu? Faiz düşecek mi?
- SON DAKİKA | Borsa günü yükselişle tamamladı 03/07/2025
- Bakanlık il il açıkladı... Sıcaklıklar önümüzdeki hafta daha da artacak! 03/07/2025
- ASGARİ ÜCRET ZAMMI: Temmuz'da Asgari ücrete ara zam gelecek mi? Asgari ücret ara zammı ne kadar olacak? 03/07/2025
- TEMMUZ AYI PROFESÖR MAAŞI NE KADAR? 6 Aylık Enflasyon Farkı Sonrası Profesör Maaşı Ne Kadar Oldu? İşte Zamlı Maaş Tablosu 03/07/2025
- YENİ HEMŞİRE MAAŞI NE KADAR? 6 Aylık Enflasyon Farkı Sonrası Hemşire Maaşı Ne Kadar Oldu? İşte Zamlı Maaş Tablosu 03/07/2025
- YENİ TEKNİSYEN MAAŞI NE KADAR? 6 Aylık Enflasyon Farkı Sonrası Teknisyen Maaşı Ne Kadar Oldu? İşte Zamlı Maaş Tablosu 03/07/2025
- ABD’de Tarım Dışı İstihdam haziranda beklentileri aştı 03/07/2025
- Döviz mevduatları 677 milyon dolar arttı 03/07/2025
- Yabancılar geçen hafta 305 milyon dolar tahvil aldı 03/07/2025
- Yabancılar hissede yeniden alımda 03/07/2025
- TCMB’nin swap hariç net rezervi̇ 1,8 milyar dolar azaldı 03/07/2025
- En düşük memur maaşı 47 bin TL oldu 03/07/2025
- ÜFE-TÜFE makası 22 ayın en düşüğünde 03/07/2025
- KKM toplamı geçen hafta 544 milyar TL’ye geriledi̇ 03/07/2025
ALTIN – DÖVİZ
BORSA
KRIPTO PARA PİYASASI
Popüler
-
GÜNDEM4 yıl önce
Sedat Peker’in bahsettiği otel: Günlüğü 106 bin TL
-
GÜNCEL2 yıl önce
Zara Ve Mango’ya Üretim Yapın Tekstil Devi Konkordato Talep Etti
-
BANKA HABERLERİ2 yıl önce
TCMB Başkanı için ismi geçen GAYE ERKAN First Republic Bank’tan ayrılma süreci
-
BANKA HABERLERİ4 yıl önce
AKBANK çöktü : Dijital Bankacılık sorumlusu GMY CİVELEK ortada yok!
-
BANKA HABERLERİ4 yıl önce
HSBC terbiyesizliği : “Sabancı alana “AKBANK bedava”
-
BANKA ANALİZLERİ3 yıl önce
YILIN İLK YARISINDA İŞBANK RAKİPSİZ LİDER AKBANK SONUNCU SIRADAN KURTULAMIYOR
-
GÜNDEM2 yıl önce
Bankacılığı bırakıp eskortluk yapmaya başladı: Haftalık kazancı dudak uçuklattı