Connect with us

Erol Taşdelen

1946-1960 DÖNEMİN’DE TÜRKİYE EKONOMİSİ – II

Yayınlanma:

|

İlk bölüm büyük ilgi gördü. “Yeter Söz Milletin” parolası ile başlayan dönemde yaşananlara devam ediyoruz.

1946-50 döneminin lügatçesinde, “millete gitmek” yeni tür siya­si faaliyeti dile getiren bir formül oldu.

Çok partili siyasal ortama geçilmesi ve ekonominin dış yardım ve yabancı sermayeye açılması, yeni tüketim kalıplarıyla birlikte özel sermaye birikiminin, ekomik ve toplumsal gelişmeyi tümüyle kavrayıcı bir nitelik kazandırması sürecine giriyordu.

Pazarın birdenbire keşfedilmesinin başlıca nedeni burjuvazinin ekonomi üzerindeki bürokratik kontrolden hayal kırıklığına uğrama­sıydı. Burjuvazi, siyasi güdümlü birikim yoluyla yeterli güç topla­dıktan ve savaş dönemi vurgunlarıyla saflarını güçlendirdikten sonra, kendisini ideoloji düzeyinde bürokrasiden ayırt edebilecek güçte buldu. Ulusal dayanışmayı herşeyin üstünde tutan korporatist birlikçilik karşısında piyasa liberalizminin düsturlarına sarıldı. Kapitalist üretim ilişkileri içinde yaşadığı söylenebilecek nüfus sadece küçük bir azınlıktı. 1950′ de 20 milyon olan nüfusun  %80’i köylüydü. Sanayi sektöründe işçilerin %37’si ya kendi işlerinde ya da aile işletmelerinde çalışıyorlardı. İşverenler için çalışan ücretlilerin sayısı 400.000 kadardı.

1941-45 ile 1950 arasında kişi başına gelir %15 oranında, ta­rım gelirleri ise %30 oranında yükselmiştir.

Ekonomik politikasının bilirlemnesinde ABD, bu dönem için tek etmen özelliği taşımaktadır (dış etmenlerden). Bununla birlikte Dünya Bankası, IMF ve Marshall Planını yürütmekle görevli OEED (1961’den sonra OECD) gibi uluslararası kuruluşların aynı doğ­rultuda önerilerde bulundukları belirtilmelidir.

1946 ile 1950 arasında Türkiye’ye giren Amerikan fonları GSMH’­nın aşağı yukarı %3’üne eşittti; bu fonlar ithalatın savaş dönemin­deki ortalama düzeyine göre %270 artmasına katkıda bulundu. En ö­nemli artış tarım makinalarında görüldü; tarım makinaları ithala­tının toplam italat içindeki payı %1’den %8’e yükseldi. Bu Amerikalı uzmanların tavsiye ettiği yeni ekonomik modele uygundu. Türki­ye ekonomisi korunmadan yaşamak zorundaydı ve dünya pazarı içinde uzmanlaşmalıydı; bu gündem, yatırımların verimsiz fabrikalara değil, tarıma ve tarıma dayalı sanayiye yapılacağı demekti.

Amerikan yardımı ( pazar sorunları içinde olan ABD ekonomisinin ihraç ettiği ) yol yapım makinaları ve 15.000 traktörde somutlaşın­ca, retoriğin maddi boyutu görünür oldu: ulaşım pazara girişi kolay­laştırdı, traktör kullanarak yeni topraklar tarıma açıldı ve üretim arttı. Demek ki Amerikan reçeteleri ile burjuvazinin bürokrasiye karşı eleştirisi ve ekonominin yeniden inşasının ürettiği elle tu­tulur sonuçların pekiştirdiği küçük üreticilerin özlemleri birbiriyle çakışıyordu. Bu çeşitli akımları bir arada tutan şey, maddi yararları dağıtacak mekanizmanın pazar olduğunu temel alan ideolo­jiydi. Yeni sistem darboğaza girene kadar yapılan vaatler gerçekle­şecek gibi gözüküyordu.

Bürokrasinin mutlakçı otoritesine karşı evrensel ilkeler teme­linde direniş, ayrı sınıf çıkarlarının farkına varmış olsun olmasın bütün toplumsal sınıfların bazı kesimlerini birleştirdi. Yasadışı komünist partisi bile 1950 seçimlerinde DP’yi aktif biçimde destekledi.

1950’de halk ilk defa seçmen olarak kendi siyasal tercihini di­le getirmiş ve  yüzyılların devletçi geleneğine karşı oy kullanmış­tı. Devleti baba olarak gören zihniyet, merkezden kontrol, yukarıdan aşağıya dayatılan reformculuk rededilirken pazarın (ve kapitalizmin) önündeki engeller kaldırılsın istemişti. Kuşkusuz, nüfusun büyük ço­ğunluğu dizginsiz bir pazar ekonomisinin neler getireceğinin henüz farkında değildi. Ama, pazarın ilk elde sağlayacağı elle tutulur ya­rarların olduğu düşünülüyordu, ne olursa olsun, bilinmeyen bir gele­cek son yıllarda yaşananlara tercih ediliyordu.

1945-46’da iktidardaki partinin bürokrat kanadı, burjuvaziyle başı derde girdiği, ilk zamanlarda bir toprak dağıtımı projesine karar vermişti. Oysa, iş gücü kıtlığının sürekli bir sorun olması nedeniyle daha önce toprak dağıtımı için halktan hiçbir talep gel­memişti. 1946 ile 1950 arasında, toprak dağıtımı projesi ürkek bir biçimde yürütülerek 33.000 aileye devlete ait topraklar verildi; oysa önderleri bu projeye başta karşı çıkmış olan DP yönetiminde, 1950-60 arasında, 312.000 aile toprak sahibi oldu. (Üstelik aile ba­şına verilen toprak %20 fazlaydı).

1947 yılından itibaren, Marshall Planı çerçecesi içinde Amerikan askeri yardımının gelmesi başladı. Bu yardım 1947-48 mali yılında 100 milyon dolara varır.1948-49 mali yılında ise Marshall yardımı 49.7 milyon dolardı. Bunun 38 milyon doları uzun vadeli ve %2.5 fa­izli borç olarak, 11.7 milyon doları ise hibe şeklindedir. 1949-50 mali yılında yardım 59.1 milyon dolardır. Bunun 43.1 milyon doları borç,I6 milyon doları ise hibe şeklindedir.

1954 yılına kadar ABD’den alınan yardımın dağılımı şu şekildedir

Yıl Askeri Yardım

(Milyon Dolar)

   Bağış/Kredi     TOPLAM
1950-51

32.2

5.85 38.0
1951-52

58.8

12.2

71.0

1952-53

55.0

2.5

57.5

1953-54

46.0  2.7

48.7

Bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi, Amerikan yardımı giderek düşme eğilimindedir ve 1947 yılındaki düzeyine ancak 1954 yılın­dan sonra, Türkiye’deki tarım politikası iflas edip de ABD’nin e­lindeki tarım ürünleri fazlasını yardım olarak göndermesiyle ula­şılacaktır.

Demokrat Parti ekonomide 'altın yıllara' imza attı

1946’da, çalışır durumdaki traktörlerin sayısı 1.000’in biraz ü­zerindeyken tarımda 2.5 milyon çift hayvan kullanılıyordu. 1955’e gelindiğinde ise Amerikan yardımı yoluyla traktör sayısı 43.000’e yükselmiş, hayvan sayısı aynı kalmıştır. Bu ek enerji kaynağı baş­langıçta ekilen alanları genişletmekte kullanıldı. 1946 ile 1955 arasında, toplam ekilen alanlar 9.5 milyon hektardan 14.2 milyon hektara genişleyerik %50 oranında bir artış gösterirken aynı dö­nemde nüfus sadece %20 arttı.

1952’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, çiftçi aile­lerin %93’ü traktörlerini krediyle almışlardı ve bu krediler öde­nen toplam fiyatın %60’ını karşılamıştı.

Sahiplerinin ekip biçtiği işletmelerin sayısı 1950’de 2.3 milyonken, 1952’de 2.5 milyona, 1961’de 3.1 milyona ulaştı. Bu, I950-60 döneminde küçük üretim birimlerinin sayısının yaklaşık %30 oranın­da arttığını gösterir. Topaksız köylü ailelerinin oranı 1950’de %16 iken 1960’da %10’a düştü.

Hükümet, 1951’de ticari banka faizlerini %12’den %8.5’a indirdi. Bunun kredi gelişmesine katkıda bulunduğu kuşkusuzdur. Kredilerin dörtte üçünden fazlası, tarım ve sanayi kesimlerinin dışında kulla­nılmıştır. Bir başka deyişle, kredi genişlemesi, üretim kesimlerine değil, başta ticaret almak üzere, ulaştırma ve konut gibi hizmetke­simleri yararına olmuş, bu alanlarda yoğunlaşmıştır.

1953’te herşey iyi gidiyor gibiydi liberal ekonomi modelinin, modernleştirici sonuçlarıyla birlikte, çok yakında bütün vaadlerini gerçekleştireceği sanılıyordu.

1954’te, tarımsal üretim ve ihracat %15, kişi başına gelir %11 a­zaldı. Kişi başına milli gelirdeki düşme ise, nüfusun hızla artışı yüzünden, çok daha keskin ve çok daha önemliydi. 1948 yılındaki sa­bit fiyatlarla hesaplandığında Türkiye’de kişi başına milli gelir 1953 yılında 556 Türk Lirasından 1954 yılında 490 TL’sına düşer. 1955’de çok ağır bir hızla yeniden yükselmeye başlayarak 513 TL’sı­na, 1956 yılında 532 TL’sına ve 1957 yılında 549 TL’sına ulaşır. 1953 yılındaki düzeyini ise ancak 1958 yılında 597 TL’sıyla aşar.

Enflasyon her türlü yoldan hızlanır. 1950 ile 1954 yılları ara­sında %111.5 oranında artmış olan para hacmi, 1954 yılından 1958’e kadar da %120’lik bir artış gösterir. Bu artışların tedavüldeki pa­ra miktarına yansıması ise ilki için %53.2, ikincisi için de %121.3’­tür. En sonunda ise bütçe açığı, toplam gelirin 1/3’üne erişir.

1945’ten beri Türkiye, Sovyetler Birliği sınırında Batı’nın sa­dık bir ileri karakolu görevini istekle üstlenmişti. Menderes hü­kümeti DP’nin bağlılığını daha büyük bir gösterişle kanıtlamak i­çin önce Kore’ye asker yolladı, NATO‘ya katılmakta ısrar etti, so­nunda da ABD’ye askeri üstler verdi. ABD’nin siyasal ve askeri ya­yılmacılığı Türkiye’nin işbirliği isteğiyle birleşince, Amerikan nüfuzu hızla arttı. Sokaklarda görülmeye başlayan Amerikan askerle­rini taklit etmek moda oldu. Amerikan elçiliğine ve yardım kuruluşu yetkililerine neredeyse genel vali statüsü verildi.

Menderes, kelimenin tam anlamıyla popülist bir siyasetçiydi.  Gerek o gerekse partinin çoğunluğu kalkınmanın büyüsüne öylesine kapıl­mışlardı ki, iktisadi göstergelerin olumsuz hal alması karşısında iktisadi genişleme politikasından vazgeçmeyi düşünemezlerdi. İlk ak­la gelen tedbir, tarım kredilerinin fiyat destekleme programlarının ve kamu yatırımlarının hızla artırılmasını içeren enflasyonist finansmandı. Maliyetlerine bakılmaksızın ardı arkası gelmeyen bayın­dırlık projeleri başlıyordu. Bu projeler, para basılması yoluyla Merkez Bankası’nca finanse edildi ve sonuçta fiyatlar 1955 ile 1959 arasında iki katına çıktı. Enflasyon, yavaşlayan büyüme hızını telafi etmek için kullanılan bir göz boyama aracıydı. Ama sanayi sektörünün hızlı bir birikim sağlaması sonucunu da verdi.

1954’te, önceki liberal dış ticaret rejiminden vazgeçildi ve devletçi kontrol tedbirlerinden bazıları yeniden benimsendi. Çünkü, açık finansman ve dönemin ilk yıllarında dış ticaretteki liberasyonun etkisiyle kısa sürede kaynakların tükenip iç fiyatların yük­selmesi ve döviz kaynaklarının eriyerek piyasa fiyatlarıyla dövi­zin aşırı biçimde yükselmesi sonucu dışsatım zorlaşmış, yatırımları yürütmek üzere dışardan mal getirilemez olmuş ve böylece darbora­za girilmis, zor günler yasanmıştır. Darboğazlardan çıkmak amacıyla 4 Ağustos 1958 kararlarıyla bir “İktisadi İstikrar Programı” kabul edildi. Buna göre Ödemeler Dengesi’ndeki sürekli açığı ve karşıla­şılan güçlükleri hafifletmek için bir devalüasyon yapılmış, dışsa­tımdan elde edilen bir ABD doları başına, çeşitli mal gruplarına göre 210,280 ve 620 kuruş alış, primi verilmesi, dışalım için talep edilen dolar başına da 620 kuruş  tahsil olunması kararlaştırılmıştır. Bununla ithalat zorlaştırılmak, ihracat arttırılmak istenmiş, dışalım gereksinmeleri üçer aylık kotalara bağlanmıştır. Bu arada daha önceden sürmekte olan hızlı fiyat artışlarını da durdurabil­mek bakımından satın alma gücünü kısıcı uygulamalar yapılması ka­rarlaştırılmıştır. Toplam kredi hacmi daraltılmak istenmiş, banka plasmanlarının 30.6.1958 düzeyinde kalması kararlaştırılmış, İkti­sadi Devlet Teşekküllerine verilecek paralar sınırlandırılmış, ken­dilerine gerekli kaynakların sağlanması amacıyla bu kuruluşların ürünlerine zamlar yapılmıştır.

1954 tarihli Petrol Kanunu ile daha önce devlet elinde bulunan petrol arama yetkisi kaldırılmış, 1957’de yapılan bir değişiklikle, rafineri kurma hakkı da yabancı sermayeye verilmiştir. (6088 No.lu) Turizmi Teşvik Kanunu ile yabancıların köyde gayrimenkul satın  alması, Yabancı Sermayeyi  Teşvik Komitesi kararına bağlı olarak, ser­best bırakılmıstır.

1950’lerin sonuna gelindiğinde, enflasyonist büyümenin maliyeti ortaya çıkmaya başladı. En kazançlı çıkan kesim olan büyük sanayi burjuvajisi bile, gelişi güzel himaye ve kredi politikalarından memnun değildi. Dış cephede, hem” ABD hükümeti hem de OECD’ nin Türk ma­sası enflasyonist finansmandan ve her yıl yapılan yardım taleple­rinden şikayetçiydi.

1950-60 arasındaki on yıl, Türk toplumuna, istatistiklerden anla­şılması kolay olmayan bir coğrafi ve toplumsal hareketlilik zihni­yeti kazandırmıştır. Aile işletmelerinin sayısının artmasına rağmen tarımdaki makinalaşma sonucu eski ortakçılardan bir kısmı şehirlere göç etmek zorunda kalmış ve daha da önemlisi, şehirlerde yeni geli­şen iktisadi canlılık daha kazançlı istihdam imkanları vaad eder olmuştu. Bu nedenle, şehirlere göç edenlerin arasında topraksızların yanı sıra, aileleri köydeki tarlalarını sürmeye devam eden genç erkekler de vardı.

1954’ten sonra, önce hizmet sektörü, sonra sanayi önemli istihdam kaynakları oldular. Önce küçük sanayi istihdam yarattı; 1950’lerin ikinci yarısında büyük fabrikalar ortaya çıkmaya başladı ve 10’­dan fazla işçi istihdam eden fabrikalarda çalışanların sayısı 163.000’den 324.000’e yükseldi.

1950’lerin ve 1960’ların büyük bölümünde göçmenlerin iktisadi durumu sürekli iyileşiyordu. Merkezin uzağında olsa bile şehir haya­tının kasvetli Anadolu köylerine tercih edilmesi tabii görülüyordu. İlk gecekondu mahalleleri köy yaşam tarzına göre kuruldu. Aynı köy­den gelenler yanyana yerleşip genellikle devlet arazisi üzerine derme-çatma kulübeler kurdular. Ama kısa sürede evlerin kalitesi dü­zeldi.

Bu ilk yıllarda, şehirdeki yeni proletarya siyasal davranışları­na ilişkin safça beklentileri boşa çıkardı. Sola meyletmek yerine, sağ popülizmi, yani DP’yi ve devamı olan partileri tercih ettiler. Bu tercihin birbirini tamamlayan iki boyutu olduğu söylenebilir. Bi­rincisi, bürokrat-entellektüellerin çoğunun köy hayatını idealize edip gecekonduya acıyarak bakmalarına rağmen göç, hayat standartla­rında önemli bir ilerleme sağlamıştı. İkincisi, iktisadi bütünleşme­ye rağmen, şehir kültürel hayatı -kuşatma altında olsa bile-  kapı­larda bekleyen kalabalıklara kapalı kalmıştı.

1950-60 arasında özel kesimin yatırımları toplam yatırımların %60’ına ulaşır, devlet yatırımları ise %40’a düşerken 1959’da dev­let yatırımları sanayi yatırımlarının %46’sına yükselmiş, özel ya­tırımların oranı ise %54’e düşmüştü.

1950-60 yıllarında Türkiye ekonomisinde alt yapının kurulması i­çin önemli adımlar atılıyor. Bu adım1ar; karayolu, liman, enerji gibi alt yapı alanlarında 1950-60 yıllarında bir atıl kapasite yaratır­ken, ileriki yıllar için kolaylık sağladı.

1950-60 döneminde sanayiye verilen banka kredilerinin uluslarara­sılaşması, Türk sermayesinin uluslararasılaşmasını sağlayan mekaniz­ma oldu. Diğer yanda, devlet, prekapitalist kalıbın hızla dışına çı­kan toplumu kontrol edecek yeni araçlar geliştiremediği gibi, top­lumun da hiçbir özerk örgütlenme geleneği yoktu. Kamu alanı pek az gelişmiş olduğundan kişiselin dışındaki her saha politik alanla öz­deşleştiriliyor ve de bu yüzden devletin yetki kapsamına girdiği düşünülüyordu. Devletin, iktisadi özgürlük yaratma adına eskiden de­netlediği alanın bir kısmından geri çekilmesi bir boşluk yaratmış­tı; bu boşluk ise sivil toplum kurumlarıyla değil, bireysel yayılmacılığın aşırılıklarıyla dolduruldu. Daha sonra, sivil toplumun ge­lişmesiyle değil, devlet mekanizmasının kontrol kapsamının, politik istikrarı korumak adına genişlemesiyle bu duruma çare bulundu.

1950’lerin başlarında tarım sektörü modernize edilmiş, Merkez Bankası ve bankaların faiz oranları düşürülmüş ve büyümeye yönelik kalkınma stratejisi nedeniyle para arzında büyük artışlar yaratıl­mıştır.1950-53 döneminde para arzı %66 oranında artmasına karşın, fiyatlar genel düzeyindeki artışının küçük bir oranda kalmasının başlıca nedeni olarak dönem içerisinde hava koşullarının iyi gitme­sinin sonucu olarak tarım sektöründeki üretim artışının milli ge­lir üzerinde olumlu katkısı, öte yandan Kore Savaşı nedeni ile dün­ya tarım ürünleri piyasasındaki fiyat artışı Türkiye’nin ihracat gelirlerinde artışa neden olmuş ve bu artışa dış borçlanmadaki ar­tışa eklenerek büyük miktarlarda ithalat yapılmıştır.1954 yılında başlayan kötü iklim koşulları, iyi gidişi tersine çevirmeye başlar. GSMH’da düşüş başlar. Yatırım yapılan alanların altyapı niteliğinde olması, üretimin, tüketimi karşılayamaması, fiyatlarda artışa neden olmuştur. Ekonomideki bu olumsuzluklar karşısında hükümet para arzını kısmak, fiyatların kontrol edilmesi, ithalat işlemleri üzerine kota­lara karşı fiyat artışları durmamıştır. 1955 yılından itibaren ihra­cat gelirleri düşmüş ve döviz rezevleri azalmıştır. 1954 yılında ilk olarak para ve kredi hacmini kontrol edebilmek için, “Banka Kre­dilerini Tanzim Komitesi” kurulmasına rağmen 1957 yılının sonunda tam bir tıkanıklık içine girilmişti. Tıkanıklık 1958 istikrar tedbir­leriyle aşılmaya çalışıldı. Karar sonrası para arzı bir yıl süre ile sıkı kontrol edilmesine karşın daha sonra yine emisyon hacmi artma­ya başladı. Kararların alınması sonrası tasarruf ve kredi faiz oran­larının yükseıtilmesi gerekirken, bu yapılmamıştır. Fakat hiç şüphe­siz en azından reeskont, oranları yükseltilmeliydi. Ancak bu da ya­pılmamıştır.

1950 yılından itibaren Türkiye’de iktisadi ve sosyal değişmeye paralel olarak KİT’lerde de bir değişme gerçekleşmiştir. DP hükümet­leri KİT’leri özel kesimi her yönden güçlendirmek için araç olarak kullanmaya koyulmuşlardır. Bir taraftan da bunların istihdam yaratma gücünden politik olarak faydalanmak istemişlerdir. DP hükümetleri özellikle tekstil alanında köylü ve dar gelirli vatandaşların ihti­yaçlarını piyasa fiyatlarının çok altında karşılayabilen bu kuruluş­ları, gerekçelerine bir de bunların istihdam gücünü ekleyerek daha da güçlendirmek yoluna gitmişlerdir. İşte bu noktaya varıldıktan son­ra, özel kesim DP’nin iktisadi felsefesine aykırı düşen bu tutumun tashihini ve kısa zamanda bu işletmelerin özel kesime devrini veya tasfiyesini istemeye koyulmuştur. DP’nin tutumundaki bu çelişkili durum kısa zamanda KIT’leri, karma ekonominin bir gereği olmaktan çıkararak, siyasi iktidarın elinde halka ve özel kesime taviz verme aracı haline getirmiştir. Bir taraftan bunların kadrolarına siyasi maksatlarla personel ve işçi yerleştirilirken, diğer taraftan bunlardan bazılarının ürünleri özel kesimin rantabilitesini arttırmak i­çin düşük fiyatla sattırmak ve mamül piyasalarından tamamen veya kısmen çekilmelerini sağlama yoluna gidilmiştir. Örneğin, Sümerbank’a ait iplik kumaş entegre fabrikalarının kumaş bölümünde üretim dur­durularak veya azaltılarak özel fabrikalara ucuz ve yeterli miktar­da düşük fiyatla iplik sağlanmıştır.

Erol TAŞDELEN – Ekonomist

***********

I.BÖLÜM: TÜRKİYE’DE DEMOKRASİYE GEÇİŞ YILLARI (1946-60) – I – BankaVitrini

KAYNAKÇA: 

[1] Ç.Keyder; 1989, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim yay. İst.1989, I.Baskı,s.97-98.

[2] Y.Kepenek; 1987, Türkiye Ekonomisi,Teori yay.Ank.s.83.

[3] S.Yerasimos,; 1989,Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, 3.Kitap Belge yay.,5.Baskı,s.I78.

[4]  N.Kuyucuklu;1986, Türkiye İktisadı”,Beta yay.İst.I2.Baskı,s.200 .

[5] G.Kazgan; 1988, Ekonomide Dışa Açık Büyüme ,Altın kit.yay. İst.2.Basım,s.264.

[6] Y.Sertel; 1988,Türkiye’de Dışa Dönük Ekonomi ve Çöküş,Alan-yay. İst.I.Basım,s.32-33 .

[7] Y.Küçük; 1985,Quo Vadimus-Nereye Gidiyoruz,Tekin yay. İst.s.220.

[8] T.Oçal-O.F.Çolak;1988,”Para-Banka”,İmge kit.yay.Ank. 1.Baskı,s.432-433.

[9] “Kamu İktisadi Teşebbüsleri-gelişimi, sorunları ve çözüm­yolları”, İ.Ü.İ.F. Mezunları Cemiyeti yay. İst.I98I,s.19-20.

 

Okumaya devam et

Erol Taşdelen

İsrail-İran Savaşı: Tezler, Stratejiler, Dersler ve Uluslararası Kurumların Sınavı

Yayınlanma:

|

Orta Doğu’da uzun süredir devam eden gerilimin adı haline gelen İsrail ve İran arasındaki çatışma, son dönemlerde doğrudan askeri karşılaşmalara evrilecek kadar tehlikeli bir boyut kazandı. Şam’daki İran diplomatik temsilciliğine düzenlenen İsrail saldırısı ve ardından İran’ın doğrudan misillemesiyle taraflar ilk kez bu kadar açık şekilde birbirini hedef aldı. Bu makalede, tarafların öne sürdüğü tezler, uyguladıkları stratejiler, bu çatışmalardan çıkarılması gereken dersler ve uluslararası kurumların bu süreçteki performansı değerlendirilmektedir.

1. Tarafların Tezleri

İsrail’in Tezleri

  • Meşru Müdafaa Hakkı: İsrail, İran’ın vekil unsurlar (Hizbullah, Hamas, Husiler) aracılığıyla İsrail’e saldırdığını savunmakta ve buna karşı doğrudan İran hedeflerine müdahaleyi meşru görüyor.

  • Nükleer Tehdit: İran’ın nükleer silah elde etme çabası, İsrail açısından kırmızı çizgi olarak görülüyor.

  • Bölgesel Kuşatma Algısı: İran’ın Suriye, Lübnan ve Gazze üzerinden İsrail’i kuşatma stratejisine karşı refleks geliştirildiği belirtiliyor.

İran’ın Tezleri

  • Filistin’e Destek: İsrail’in Filistin topraklarındaki uygulamalarını “işgal” olarak niteleyen İran, direniş hareketlerini desteklemenin meşru bir hak olduğunu savunuyor.

  • Bölgesel Savunma: İsrail ve ABD’nin kendisine karşı ittifaklar kurduğunu, bu durumun İran’ı savunmaya ittiğini öne sürüyor.

  • Diplomatik Saldırıya Misilleme: Şam’daki konsolosluğun vurulmasını doğrudan İran’a savaş ilanı olarak kabul ederek, misilleme hakkını kullandığını iddia etti.

2. Uygulanan Stratejiler

İsrail’in Stratejisi

  • Hedef Odaklı Operasyonlar: Vekil aktörler yerine İran’ın askeri ve nükleer altyapısına nokta operasyonlar yapıldı.

  • İstihbarat Gücü: Mossad ve askeri istihbaratla hedef tespiti konusunda üstünlük sağlandı.

  • ABD ile Koordinasyon: ABD’nin koşulsuz desteği ile uluslararası arenada yalnız kalmama stratejisi benimsendi.

İran’ın Stratejisi

  • Kontrollü Misilleme: 300’e yakın füze ve İHA ile doğrudan saldırı yapılmasına rağmen, geniş çaplı savaştan kaçınıldı.

  • Vekil Güçler Üzerinden Baskı: Hizbullah, Hamas ve Husiler vasıtasıyla İsrail’in farklı cephelerde meşgul edilmesi sağlandı.

  • Uluslararası Mesaj Verme: Sınırlı saldırıyla, caydırıcılık oluşturulmaya çalışıldı; ancak kriz büyümesin diye ölçülü kalındı.

3. Alınacak Dersler

Askeri ve Teknolojik Perspektiften

  • Hibrit Savaş Gerçekliği: Modern savaşlar, doğrudan değil, vekil aktörler ve teknolojik araçlar üzerinden yürütülüyor.

  • İHA ve Füze Savaşları: İran’ın İHA kullanımı, İsrail hava savunmasının sınırlarını gösterdi.

  • Caydırıcılığın Yeni Ölçütleri: Artık caydırıcılık sadece askeri üstünlükle değil, teknolojik ve diplomatik uyumla sağlanıyor.

Bölgesel ve Küresel Perspektiften

  • İttifaklar Yeni Döneme Giriyor: Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkeler açık pozisyon almaktan kaçındı, bu da bölgesel kartların yeniden karıldığını gösteriyor.

  • Enerji Güvenliği Riski: Hürmüz Boğazı gibi stratejik geçişlerin riski, küresel enerji piyasasını etkiledi.

  • Nükleer Tehdit Gündemde: İran’ın nükleer programı, yeniden diplomatik ve askeri çözüm arayışlarını tetikledi.

4. Uluslararası Kurumların Rolü

Birleşmiş Milletler (BM)

  • Yetersiz Kaldı. Güvenlik Konseyi tarafları sadece itidale çağırabildi; bağlayıcı adımlar atılamadı. ABD’nin vetosu İsrail lehine oldu.

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)

  • Sessizliğe Büründü. Konsolosluk saldırısı ve sivil kayıplar gibi ciddi meselelerde somut bir inceleme başlatılmadı.

Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşları

  • Raporlar Yayınlandı ama Etkisizdi. İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Af Örgütü gibi kurumlar çağrılar yaptı ancak diplomatik etki oluşturamadı.

İsrail ile İran arasındaki bu çatışma, klasik savaş paradigmasının dışına çıkan, hibrit ve vekil unsurlarla örülmüş yeni nesil çatışmalara örnek teşkil etmektedir. Teknolojinin, istihbaratın ve diplomatik koordinasyonun öne çıktığı bu yeni dönemde, uluslararası kurumlar mevcut refleksleriyle yetersiz kalmaktadır. Bu kriz, sadece İsrail ve İran için değil, tüm bölge ve dünya barışı açısından çok yönlü derslerle doludur.

www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

Erol Taşdelen

Türkiye’de Ekmek Üretimi: Katkı Maddeleri, Genetik Müdahaleler ve Kimyasal İşlemler

Yayınlanma:

|

Ekmek, binlerce yıldır sofraların temel besin kaynağıdır. Ancak günümüzde tüketilen ekmeklerin içeriği, üretim yöntemi ve hammaddeleri geçmişe kıyasla oldukça değişmiştir. Türkiye’de ekmek üretimi Tarım ve Orman Bakanlığı denetiminde yapılsa da, bazı katkı maddeleri ve endüstriyel yöntemler nedeniyle halk sağlığı açısından endişeler gündeme gelmektedir. Bu yazıda, Türkiye’deki ekmeklerde kullanılan katkı maddeleri, buğdayın genetik yapısıyla ilgili gelişmeler ve ekmek üretiminde uygulanan kimyasal işlemler ele alınacaktır.

1. Ekmeklere Katılan Maddeler Nelerdir?

Türkiye’de satılan ekmeklerin büyük bölümü, sadece un, su, maya ve tuzdan ibaret değildir. Özellikle endüstriyel üretimde yaygın şekilde katkı maddelerine başvurulmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:

  • Askorbik Asit (E300): Hamurun dayanıklılığını artırmak için kullanılır.

  • Emülgatörler (E471, E472): Hacim artırıcı ve yumuşatıcı etki sağlar.

  • Enzimler: (amilaz, proteaz gibi) Ekmek içi yumuşaklığını ve raf ömrünü artırır.

  • Şeker ve Glikoz Şurubu: Renk ve tat verici olarak kullanılır.

  • Soya Unu ve Süt Tozu: Kıvam ve besin değeri açısından katkı sağlar.

Bu katkılar sayesinde daha hacimli, daha parlak ve uzun süre bayatlamayan ekmekler üretilmektedir. Ancak bunların sürekli tüketimi, özellikle hassas bireylerde sindirim sorunlarına neden olabilir.

2. Buğdayın Genetiği ile Oynandı mı?

Türkiye’de GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizma) buğday üretimi yasaktır. Ancak bu, buğdayın tamamen doğal olduğu anlamına gelmez. Modern tarımda yaygın olan hibrit ve ıslah edilmiş buğday türleri, genetik müdahale olmaksızın yüksek verimli ve dayanıklı çeşitler oluşturmak amacıyla laboratuvar ortamında seçilmiştir.

Özellikle 1950 sonrası yaygınlaşan “cüce buğday” türleri, geleneksel buğdaylara göre daha kısa boylu, verimli ve glüten oranı yüksek çeşitlerdir. Bu tür buğdaylar, özellikle ekmeklik un üretiminde yaygın olarak kullanılmakta, ancak yüksek glüten içeriği nedeniyle sindirim sorunları ve gluten intoleransı gibi sağlık şikayetlerinde artışa neden olmaktadır.

3. Kimyasal İşlemler ve Endüstriyel Teknikler

Modern ekmek üretimi, geçmişin geleneksel yöntemlerinden oldukça uzaktır. Endüstriyel üretim süreçlerinde uygulanan bazı işlemler şunlardır:

  • Unun Beyazlatılması: Bazı ülkelerde (ve geçmişte Türkiye’de de) benzoil peroksit gibi kimyasallar kullanılmıştır. Günümüzde Türkiye’de bu tür kimyasalların kullanımı kısıtlıdır.

  • Hızlandırılmış Fermantasyon: Geleneksel ekmeklerde maya 6-8 saatlik uzun fermantasyonla çalışırken, fabrikasyon ekmeklerde bu süre 30-60 dakikaya kadar indirilebilmektedir. Bu da sindirimi zorlaştırabilir.

  • Yüksek Isı ve Kısa Süreli Pişirme: Raf ömrünü uzatmak ve üretimi hızlandırmak için yüksek ısıda kısa sürede pişirme yöntemleri tercih edilir. Bu, besin değerini azaltabilir.

  • Yumuşaklık İçin Katkılar: Raf ömrünü uzatmak ve bayatlamayı geciktirmek için kimyasal yumuşatıcılar, enzim karışımları ve katkı maddeleri kullanılır.

4. Halk Sağlığı ve Eleştiriler

  • Halk ekmek gibi kamu kurumlarının ürettiği ekmekler daha güvenli kabul edilse de, katkı maddesiz değildir.

  • Ucuz ekmek üretiminde kalitesiz un, fazla katkı maddesi ve hızlı üretim döngüsü nedeniyle sindirim sorunları ve sağlık riskleri artabilir.

  • Özellikle çocuklar, yaşlılar ve hassas bünyeli bireyler için bu katkıların uzun vadeli etkileri dikkatle incelenmelidir.

5. Daha Sağlıklı Ekmek Tüketimi İçin Öneriler

  • Ekşi mayalı ve uzun süre fermente edilmiş ekmekler tercih edilmelidir.

  • Tam buğday unu veya taş değirmende öğütülmüş un kullanılarak yapılan ürünler besin değeri açısından daha zengindir.

  • Katkı maddesi içermeyen, güvenilir butik fırınlardan ya da köy fırınlarından alışveriş yapılabilir.

  • Etiket okuma alışkanlığı geliştirilmelidir. “Un, su, maya, tuz” dışında çok sayıda içerik varsa uzak durulmalıdır.

Ekmek, basit bir besin gibi görünse de üretim sürecinde kullanılan maddeler ve buğdayın yapısal değişimleri nedeniyle sağlık üzerinde önemli etkiler oluşturabilir. Türkiye’de GDO’lu buğday kullanılmıyor olsa da, modern tarım ve endüstriyel üretim süreçleri buğdayın doğallığını tartışmalı hale getirmiştir. Katkı maddeleriyle raf ömrü uzatılmış, hacim artırılmış, estetik olarak cazip hale getirilmiş ekmekler, besin değerinden ve sindirim kolaylığından uzaklaşabilmektedir. Bu nedenle, bilinçli tüketici tercihi her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

Erol Taşdelen

Eşler Arasında Finansal İhanet: Aileyi Sessizce Yıkan Tehlike

Yayınlanma:

|

Aile içinde güven sadece duygusal sadakate değil, maddi şeffaflığa da dayanır. Ancak bazı çiftler arasında, dışarıdan görünmeyen ama ilişkinin temelini sarsan bir ihanet türü yaşanır: Finansal ihanet.

Bu yazıda finansal ihanetin ne olduğu, hangi biçimlerde ortaya çıktığı, aile üzerinde nasıl etkiler yarattığı ve nasıl önlenebileceği üzerinde duracağız.

Finansal İhanet Nedir?

Finansal ihanet, eşlerden birinin diğerinden gelir, borç, harcama ya da yatırım bilgilerini saklaması, mali kararlarda tek taraflı ve gizli hareket etmesi anlamına gelir. Bu davranış biçimi, evlilikteki güven bağını derinden sarsar ve duygusal sadakatsizlik kadar yıkıcı sonuçlar doğurabilir.

Finansal İhanetin Biçimleri

Finansal ihanet farklı şekillerde kendini gösterebilir:

  • Gizli kredi kartları: Eşten habersiz alınan ve yüksek harcamalara neden olan kartlar.

  • Gizli gelirler: Ek gelirlerin ya da primlerin gizlenmesi.

  • Gizli borçlar: Krediler, kefaletler ya da riskli borçların saklanması.

  • Kontrol dışı harcamalar: Pahalı alışverişlerin, kumar veya bağımlılık harcamalarının gizlenmesi.

  • Varlık saklama: Altın, döviz, borsa yatırımları gibi varlıkların eşten gizlenmesi.

Neden Yapılır?

Finansal ihanetin arkasında genellikle şu motivasyonlar yatar:

  • Güvensizlik: Eşin para yönetme becerisine güvenmeme.

  • Kontrol arzusu: Ekonomik gücü elinde tutma isteği.

  • Bireysel özgürlük arayışı: Bağımsız maddi hareket alanı oluşturma çabası.

  • Kötü alışkanlıklar: Kumar, alışveriş bağımlılığı gibi bağımlılıklar.

  • İletişim eksikliği: Maddi konularda yeterince konuşmama ve ortak dil kuramama.

Aile Üzerindeki Etkileri

Finansal ihanet sadece iki eş arasında değil, tüm aile üzerinde olumsuz etkilere neden olur:

1. Güven Krizi

Eşlerin birbirine olan güveni zedelenir. Duygusal uzaklaşma başlar.

2. Sürekli Tartışmalar

Harcamalar ve borçlar üzerine bitmeyen tartışmalar ortaya çıkar. İletişim bozulur.

3. Ekonomik Sarsıntı

Gizli borçlar ya da savurgan harcamalar aile bütçesini çökertir. Kredi notları düşebilir, icra süreçleri başlayabilir.

4. Çocukların Psikolojisi

Evdeki stresli ortam çocuklara da yansır. Güvensizlik ve kaygı gelişebilir.

5. Boşanma Riski

Finansal ihanet birçok boşanma davasında gerekçe olarak gösterilir. Özellikle tekrar eden vakalar ilişkiyi kurtarılamaz hale getirebilir.

Nasıl Önlenir?

✅ Şeffaf Finansal İletişim Kurun

Harcamalar, gelirler ve borçlar hakkında açık konuşulmalı. Aile bütçesi birlikte yapılmalı.

✅ Ortak Hesap ve Bilgilendirme

Erişimi her iki tarafın da sağladığı ortak hesaplar kullanılmalı. Gizli işlem yapılmamalı.

✅ Finansal Danışmanlık

Profesyonel destekle aile bütçesi yeniden düzenlenebilir.

✅ Evlilik Terapisi

Güven kaybı büyükse, ilişkisel destek alınmalı.

✅ Finansal Eğitim

İki taraf da bütçe yapmayı, tasarrufu ve yatırım bilincini geliştirmeli.

Finansal ihanet, evliliklerde görünmeyen ama en yıkıcı krizlerden biridir. Güveni ve ekonomik düzeni sarsarak aile birliğini tehdit eder. Bu nedenle çiftler, maddi konularda dürüstlük ve açıklık ilkesini temel prensip haline getirmelidir.

Unutulmamalı ki, bir evliliği sadece aşk değil; ekonomik sadakat de ayakta tutar.

www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.