Connect with us

EKONOMİ

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır : 2022’de seçim olur

Yayınlanma:

|

Evrensel’den Serpil İLGÜN KONDA Genel Müdürü Bekir AĞARDIR ile röportaj yaptı. Röportaj iç siyasetten, GARA Operasyonuna, muhalefetten, erken seçime geniş bir yelpaze içinde geçiti. İşte o Röportaj.

Cumartesi söyleşisinde KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’la tabloyu ve ürettiği muhtemel sonuçları konuştuk. AKP tabanında işsizlik, yoksulluk, pandemi gibi reel sorunların rahatsızlık yarattığı ancak bunun henüz partiyi bırakmaya yetmediğini ifade eden Ağırdır, seçmeni vaatleriyle tutamayan iktidarın, karşı tarafa dair korkular üzerine oynamaya devam ettiğini vurguluyor.  Erdoğan’ın adım adım tümüyle kendine bağlı ve bağımlı bir örgüt inşa ettiğini söyleyen Ağırdır, seçimlerin 2022’de yapılacağını düşünüyor.

AKP Grup toplantısında Erdoğan, konuşmasının neredeyse tamamında CHP’ye yüklendi ve “CHP süzme faşist bir partidir” dedi. CHP’ye giderek daha fazla yüklenilerek nasıl bir fayda üretilmeye çalışılıyor?

Olanları katmanlı okumak lazım. Bir cumhurbaşkanı ve arzuladıkları, yaptıkları var. Bir de ortada bir Türkçü ve İslamcı bir koalisyon var. Generallerin 40 sene önce hayal ettikleri Türk-İslam sentezinin vücut bulmuş bir hali var karşımızda. Ve Türkçü kanat da daha ağırlıklı görünüyor. Dolayısıyla o koalisyonun kendi içindeki gerilim, paylaşım, bölüşüm gerilimleri, ya da geleceğe dönük oluşturmaya çalıştıkları pozisyon açısından olan biten var, bir de Cumhurbaşkanı’nın yaptıkları. Ama galiba her ikisinin ortaklaştığı hedef, muhalefet blokunun yekpare ve geniş bir ittifaka dönüşmemesi. HDP’yi kriminalize ederek bir yandan önce HDP üzerinden orada bir çatlak yaratmaya çalışılıyordu son iki, üç yıldır. Enis Berberoğlu meselesinde gördüğümüz üzere giderek CHP’yi de oraya doğru, yani daha dokunulabilir olduğu bir aktör haline getirmeye yönelik bir strateji var.

Peki, bu oyun planı çalışıyor mu?

Çok çalışmıyor görünüyor. Hükümet bunun için çok şey yapıyor tabii ki, iktidar gücüyle, yargıçlarıyla, güvenlik güçleriyle vs. ama en azından şu ana dek görüldüğü kadar çok da çalışmıyor. Muhalefet blokundaki partilerin en azından lider seviyesinde henüz bir parçalanma emaresi görünmüyor. Tam tersine belki de farkında olmadan kurduğu bu dil, tıpkı İstanbul’da yenilenen seçimlerde olduğu gibi hem kurumsal olarak bütün muhalif blokta yer alan partileri, hem de seçmenlerini konsolide etmek gibi de paradoksal bir sonuç üretiyor.

Daha önce, milli çıkar, beka söylemiyle iktidarın arkasında duran muhalefet blokunun Garê operasyonu sonrasında aynı pozisyonu almamasını, hatta hesap sormasını nasıl değerlendirdiniz? Ve iktidar bunun olabileceğini bekliyor muydu?

Muhtemelen beklemiyordu. Çünkü ortada şöyle bir gerçeklik var, her şeye rağmen hala beğensek de beğenmesek de hem gündemi, siyasi gidişatı belirleyici ana aktör Tayyip Erdoğan. Bu sadece iktidar gücünü elinde tuttuğu için değil, aynı zamanda da siyasi mahareti, yılların tecrübesi var. Ve bir türlü muhalefet blokundaki partiler oyunun gidişatını değiştiremiyor. Seçmenin evet, bir yandan reel sorunları var, ekonomiydi, pandemiydi, işsizlikti, enflasyondu gibi. O nedenle toplum çok ciddi rahatsız. Bir yandan Ak Parti’den çözülme ya da Ak Parti’yi eleştiren pozisyona geçme çok güçlü bir duygu halinde. Ama bu “Ak Parti’den vazgeçtik, şu partiye döndük” gibi yeni bir bağlanma ve oy ilişkisi üretmiyor. Dolayısıyla iktidarın yaptıklarını belki bu gözle de okumak lazım. Yani yeni bir başarı hikayesi üretme, yeni bir ortak umut, heyecan yaratmak gibi şeyleri, işte uzaya gitmek, Karadeniz’de büyük doğalgaz bulmak gibi biraz da zorlama ve yapay gündemlerle arıyor. Reel sorunlar üzerinden başarı arama kapasitesi, mahareti çok zayıflamış görünüyor iktidarın. O zaman da o toplumsal destekle var olan pozisyon ve hakimiyet arasındaki yarılmayı işte böyle şoven, dinci, güvenlik temelli birtakım politikalarla, dış düşman hikayeleri üzerinden vs. kapatmaya çalışıyor. O yüzden de sürekli olarak kurulan dil, karşı tarafı suçlarken aslında bu tarafta daha emniyetli bir alan olduğunu ima ediyor, yani kendi seçmenini kaybetmek istemiyor diyelim.

AYASOFYA’YI HATIRLAYAN YOK

Tüm o “müjdeler” veya milliyetçi, dinci dil seçmenini korumayı, daha da ötesi desteği arttırmayı sağlar mı?

Son seçimlerdeki o yüzde 52-48 iktidar lehine olan bloklaşma sürsün peşinde. 52’yi arttırmak gibi bir hayalleri olduğunu sanmıyorum. Ya da bu yaptıklarıyla olamadığını, yetmediğini görüyor.

İlginç bir şey oldu bu pandemi sürecinde. Düşünsene İslamcı siyasetin geleneklerinde, kodlarında, o dünyadan geldiğini düşündüğümüz, bildiğimiz insanların anlatılarından anlıyoruz ki, Ayasofya mesela onlar için müthiş bir hedefmiş. Ama Ayasofya’yı hatırlayan yok. Çünkü bu reel sorunların harareti bu soyut hikayeleri eritiyor. O yüzden de çalışmıyor. Geldiğimiz noktada donmuş bir durum var ve siyasi tablo kilitlenmiş görünüyor. Ve bütün siyasi aktörler de bildikleri oyunu değiştirmiyorlar. Muhalefet de değiştirmiyor. Sadece daha soğukkanlı ve bir arada durmanın farkındalığı içinde davranıyorlar ama henüz seçmeni oraya bağlayacak, bir çekim gücü oluşturacak güçte de değil. Ya da yetmiyor.

Aynı durum, iktidarın dış politikadaki “kahramanlık” hikayeleri için de geçerli mi?

Şöyle bir metafor kullanıyorum, zamanın durduğu bir yerde donmuş bir göle bakar gibiyiz. Bakarsan, gölün yüzeyi donuk ve donmuşluk da değişmiyor görünüyor. Hatta sabahları uyandığımızda karşı vadide ya da suyun üstünde bir buğu bulutu vardır ya, o buğu bulutu endişe ve kaygı. Çünkü bir yandan geçim meseleleri var, bir yandan da hala can riski var. Yani toplum canı burnunda yaşıyor bir kere. Ama bir yandan da aşağıda insanların zihin dünyasında, gündelik pratiklerinde de değişen bir sürü şey var. Dış politika meselesi insanlara çok değmiyor, hele böyle gerçek problemler olmasa ortada, belki dış politikadaki tüm gerilimler, Amerika’ya, Rusya’ya, herkese kafa tutma hali bir duygu köpürmesi hali üretebilir toplumda. Ama gerçek sorunlar karşısında duygu köpürmeleri de olamıyor. Anlık oluyor tabii ki o an için insanlar “heyt be, Amerika’ya posta koydu” diye mutlu oluyor ama akşam evine giderken sofrada ne olacağını, sabah kalktığında eşine mutfak harcaması için ne bırakacağını düşündüğü anda bütün o hikaye havada asılı kalıyor. İktidar onu bir türlü yeni bir umuda yöneltemiyor.

MEKANİZMA ÇALIŞMIYOR

Bundaki başat sebepler neler?

Birçok sebebi var. Bir kere beslenme damarları kapandı. Yaratıcı kapasitesi de bitti, bir sürü sebepten. Sadece “FETÖ’cüler gitti” diye değil. Bir kere yönetim düzeni değişikliği, anlaşıldı ki ellerinde bir tasarım bile yokmuş. Dolayısıyla mekanizma çalışmıyor. Öncekini bozuyorsun, ama yeninin ne olduğu belli değil. Yeni mekanizmalar tanımlı olmadığı için yukarıdaki büyük kararlar da çalışmıyor. Dolayısıyla afallamış durumda iktidar. O zaman yapabileceği şey seçime odaklanmak ve “seçimde 50+1’i nasıl sağlarım”ın derdinde. Onu da kimliklerin korkularına yaslanarak yürütüyor. Şunu hatırlatmak isterim, Türkiye toplumunu tarif edecek alt alta 8-9 cümle yazsak, birinci cümle bence şudur; Türkiye’de insanların farklılıkları ne olursa olsun, öncelikli beklentisi ekonomiktir, Ve bu ortaktır. Yani Türk veya Kürt, kadın erkek, AK Partili CHP’li, fark etmez, “hanenin birliği düzenliği” diyor onlar. O, geçim meselesidir.

Sıra kültürel kimliklere geldiğinde korkular farklılaşıyor mu?

Evet, iktidar da o nedenle farklı korkulara oynuyor. Geleneksel olanlar için geleneklerden çözülmek, Türkiye’nin bölünmesi ya da sekülerler için daha dini kuralların ağırlık kazanması, dindarlar için dinden uzaklaşıyor olması vs. Her kültürel kimliğin farklı korkuları var, iktidar da tabanındaki sosyolojinin korkularını diri tutarak onları bir arada tutmaya çalışıyor. Şöyle bir metafor kullanayım, seçmen bir saçağın altında veya bir evin içinde. Evet pencereler, kapılar kırık, yağmur giriyor, su giriyor ama yeni bir ev bulamadan da o evden çıkamıyor. Karşı çatının altına koşsa, iktidar yukarıdan diyor ki, “karşıya koşma çünkü seni aralarına almayacaklar!” Öcü hikayeleri anlatılıyor. Bütün bu geçmişi didikleyip didikleyip başka hikayeler üretme çabası da buradan besleniyor. Yani seçmeni vaatlerinle tutamıyorsun, karşı tarafa dair korkuları üzerine oynamaya devam ediyorsun. İktidarın oyun planı bu görünüyor.

KENDİNE BAĞLI VE BAĞIMLI BİR ÖRGÜT İNŞA EDİYOR

Bir süredir, söyleşimizden sonra yapılacak İstanbul İl Kongresi’ndeki başkan değişiminin kodları konuşuluyor. Berat Albayrak’a yakın olduğu söylenen Bayram Şenocak yerine getirilen ve Bilal Erdoğan’a yakın olduğu iddia edilen Osman Nuri Kabaktepe’nin Milli Görüş kökenli olması hasebiyle, kimileri Saadet tabanına oynama veya Milli Görüş gömleğini yeniden giyme, kimileri de tek kriterin Erdoğan’a sadakat olduğunu söylüyor. Sizin görüşünüz ne?

Sadece Milli Görüş’e geri dönmek olarak okumanın çok mümkün olmadığını düşünüyorum. Tabii ki Saadet Partisi (SP), Oğuzhan Asıltürk ziyaretlerini hatırlarsak, 50+1’i yakalamaya odaklı bir siyaset güdüyor olunca iş elde kağıt kalem, hesap kitaba dönüyor. SP’nin son seçimde bütün Türkiye’de aldığı oy, 672 bin oy. Yani Türkiye’deki toplam seçmen içinden bakarsan karşılığı yüzde 1,3. Kurumsal olarak SP evet dese bile diyelim o yüzde 1,3 seçmenin en az 500 binin oraya gitmeyeceği açık. Çünkü sadece kurumsal kimliklerinden ayrı değiller ki, iktidara eleştirilerinden dolayı SP bunca daraltılmaya rağmen varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla Tayyip Bey de bu hesabı bilir. Evet, yüzde 1’e bile ihtiyacı var bir yandan ama bütün İstanbul örgütünü o yüzde 1’i elde etmek üzerine inşa ediyor olamaz. O yüzden Milli Görüş’e geri dönmek diye düşünmüyorum.

Ama şu tarafı var, 2017’de belediye başkanlarını istifa ettirme sürecini hatırlayalım, 4 yıldır Tayyip Bey, adım adım tümüyle kendine bağlı ve bağımlı bir örgüt inşa ediyor. Süreci analiz ettiğimde 2009’dan itibaren o güne kadar geliştirdikleri bütün sosyal politikaları ve kamu ihalelerini seçmenini Ak Partilileştirmek üzerine bir stratejiye dönüştürdü. Ama 2013-2014’ten itibaren bir üçüncü evreye girildi: partiyi ve kadroları Erdoğancılaştırmak meselesi. Arada 15 Temmuz oldu, şu oldu, bu oldu ama bugün geldiğimiz noktada Tayyip Bey, artık hem partinin hakimi, hem iktidarın hakimi, hem de artık o konularda herhangi bir tartışmaya mahal vermeyecek bir bakışı var. Yani ekonomi politikalarında yeri geldiğinde damadını bile gözden çıkarabileceğini gösteren, dolayısıyla örgütün de tümüyle kendine biat etmesini arzulayan bir tarzı var. Bu süreç kongrelerdeki yönetim değişiklikleri ile tamamlanıyor. Mart ayında yapılacak o büyük genel kongrelerinde oluşacak kadrolar artık Ak Parti’yi ve ülkeyi seçime götüren kadrolar olacak. Dolayısıyla, ortaya çıkacak yönetime ve kritik görevlere atanacak isimlere bakmak lazım. Hem seçimlere dair, hem de genel ülke gidişatına dair oyun stratejisinin ne olacağı ancak o kadroların belirlenmesiyle biraz daha netleşir.

TAYYİP BEY, YERİNE GELECEK KİŞİNİN GÜÇLÜ BİR PROFİL OLMASINI İSTEMEZ

Mart’taki merkez kongrede Erdoğan’ın AKP Genel Başkanlığı’nı bırakacağı yönünde de haber ve yorumlar var biliyorsunuz. Hatta Berat Albayrak’tan Süleyman Soylu’ya, Numan Kurtulmuş’a kadar isimler de zikrediliyor. Abdülkadir Selvi, bu tür haberlerle Erdoğan’ın bir tuzağa çekildiğini yazdı.  Siz böyle bir olasılık görüyor musunuz ve Erdoğan’ın parti başkanlığından ayrılması ne anlama gelir?

Hatırlarsan İstanbul seçimini yenileme sürecinde özellikle, Ak Parti teşkilatının yeterince çalışıp çalışmadığı gibi bir sürü tartışma oldu. 2011-2017 seçimlerinde büyük bir makine gücüyle çalışan o teşkilat o efsane halinde anlatılan Ak Parti teşkilatı yok karşımızda. Çünkü hem lidere biat eden, aynı zamanda da -her ne kadar üst yönetim dava lafını tekrarlıyor olsa da- artık örgütsel kurumlarda dava değil, çıkar hesabının olduğu gibi bir gözlemim var. Dolayısıyla bugün Tayyip Bey’in ihtiyacı olan şey, yeniden sokaklarda hareketli ve enerjik bir teşkilat üretmek. Bunun için illa bırakması gerekmiyor. Ama bırakırsa da sadece buna odaklanacak birisine bırakır. Bu Berat Albayrak da olabilir, şaşırmam. Berat Albayrak istifasından beri sessiz duruşuyla en azından Tayyip Bey’e bağlılığını ispatlamış oldu. İlla bırakır diye bir kanaatim yok, bırakmayabilir. Ama bırakırsa da ağırlığını koymayacak birisi olmasını tercih eder. Hele seçim öncesi bir risk ya da ayağına takılacak bir taş olsun istemez. O yüzden de öyle güçlü bir profil olmaz diye düşünüyorum.

Erdoğan’ın aylar sonra Berat Albayrak’a sahip çıkarak başarılı addetmesini nasıl yorumlarsınız? Zira bu sahip çıkma, ağırlıklı olarak parti başkanlığına Albayrak’ı getirme hesabı içinden değerlendirildi.

Berat Bey bunu hayal edebiliyor olabilir. Hep sessizliğinden bakıyoruz meseleye ama, unutmayalım istifa mektubunda, başta söylediğim iktidarı oluşturan koalisyon içindeki zihni çatışmaya yönelik çok önemli cümleler vardı. “At izi it izine karıştı”, “Sonumuz hayr olsun” falan, Dolayısıyla o tartışmadan bakmak lazım. MHP’nin de Ak Parti’den önce büyük kongresinin yapılacağını hatırlarsak, iki kongrede oluşacak kadroları, söylemleri ve stratejiyi birlikte izlememiz gerek ne olduğunu anlamak için. Benim gördüğüm, özellikle Süleyman Soylu’nun söylemlerindeki sertleşmeler veya bir gazetecinin HDP’nin kurumsal kimliğini de aşıp doğrudan seçmenini terörist saymaya dönük geçen hafta patlayan söylemlerin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Zihni koalisyon içinde Türkçü kanat, Tayyip Erdoğan’ın hareket alanını sınırlıyor. Hatta o gazetecinin bu lafı ettiğinin ertesi günü Mehmet Özhaseki bela okudu. Gerçi ertesi gün düzeltme yapma ihtiyacı hissetti, o düzeltme ihtiyacını doğuran şeyin Ak Parti’nin kurumsal aklının müdahalesi diye düşünüyorum. Dolayısıyla burada tek başına MHP de değil, Türkçü kanadın, Süleyman Soylu’nun doğrudan aydınları, entelektüelleri isim vererek suçlaması ile düşünürsen, iktidar içinde bir pozisyonlanma, Mart’tan sonrası için bir güç, sembolik olarak masaya oturulduğunda kendi rengini, zihniyetinin damgasını vurma çabaları var.

2022 HAZİRAN YA DA SONBAHARINDA SEÇİM BEKLİYORUM

HDP’nin kapatılması talebine gelirsek; son günlerde “Bahçeli istiyor ama Erdoğan istemiyor” haberleri yoğunluk kazandı. Bunun yerine çalışmaları süren Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Kanunu’nda değişiklikler yaparak HDP’yi daha da çalışmaz hale getirme, kriminalleştirmenin dozunu arttırma hedefinin olduğu söyleniyor. Nitekim dil daha sertleşti, yanı sıra 28 HDP’li milletvekilin fezlekesi Meclise geldi. Erdoğan kapatmayı istemiyor olabilir mi?

Orada şunu da atlamamak lazım, Ak Parti bütün handikapları, eksiklikleri, sorunlarına rağmen bile hala Kürt seçmende ikinci parti ve üçüncü parti de yok. Bu ne demek? Ak Parti tabanında az ya da çok Kürtler var, artı teşkilatında illerde, ilçelerde, milletvekillerinde Kürtler var. Dolayısıyla bu söylem onları da rahatsız eder. Bence geçen haftaki söylemlerden sonra AK Parti’nin teşkilatında da aynı huzursuzluk olmuştur ve bu Tayyip Erdoğan’a iletilmiştir. HDP’yi eleştirebiliriz veya beğenmeyebiliriz ama şimdi Galip Ensarioğlu’nun Mehmet Özhaseki’nin söyleminden rahatsız olmadığı düşünülebilinir mi? Terörist denilen veya lanet okunan insanlar belki onun kuzenleri, amca çocukları, eşi, çocuğu. Dolayısıyla bu düzeltmelerin bir anlamı var. O yüzden diyorum iktidarın kendi içindeki koalisyon ortakları arasında bir çerçevelenme kavgası bu biraz da.

Buradan AKP cephesinde en azından kendi tabanındaki Kürtleri küstürmemek ve seçimi de düşünerek söylemlerin biraz daha yumuşatılacağı çıkarımını yapabilir miyiz?

Hayır. Tayyip Erdoğan’ın ve Ak Parti’nin siyaset tarzına baktığımız zaman, el yükselterek gidiyor, uzlaşma arayarak değil. Benim şöyle bir okumam var, ben 2021’de seçim beklemiyorum. Ama 2023’ü de görmeyeceğimizi sanıyorum. Dolayısıyla benim öngörüm reel sorunları çözme mahareti gösteremedikleri için 2022 Haziran’ı ile sonbaharı arasında bir seçim mümkün gibi görünüyor. Demek ki 15 ila 20 ay var önümüzde. Bu nedenle genel siyaset tarzına bakarak, önümüzdeki üç dört ay daha ya da sonbahara kadar iktidarın sertleşme dozunu arttıracağını beklemek mümkün. Mart sonuna kadar sadece Ak Parti, MHP kongrelerini değil, ABD, AB ve NATO’da Türkiye’ye dair yeni kararlar olup olmayacağını da izlemek gerekiyor. Ama iktidar eğer bütün bu hikayeleri sertleşme dili üzerinden sürdürmeye devam ederse evet, HDP’ye yüklenmeye ve giderek bunu da CHP’ye doğru da yaymaya çalışabilir.

Bu biraz da muhalefetin direncine veya yeni bir hikaye üretip üretmeyeceğine bağlı, ne dersiniz?

Eğer siyasi hayatı sadece iktidarın tercihleri belirlemeye devam ederse, o zaman şöyle bir riskimiz var demektir; toplum eğer bu olası değişimlerin çok daha büyük kaotik sonuçlar üretme potansiyeli olduğu vehmine kapılırsa, o zaman 7 Haziran’la 1 Kasım aralığında olduğu gibi o kaotik hallerden kaçınmak için devlete, sadece Tayyip Erdoğan diye değil ama devlet nizamına yanaşmayı tercih edebilir. O yüzden muhalefetin bütün bu değişim sürecini, güçlendirilmiş parlamenter sistem diye üç kelimelik bir slogandan ibaret olmayan değişim hikayesini topluma anlatması, ikna etmesi, bu süreci kaotik sonuçlar üretmeden yönetebileceği konusunda bir güven inşa etmesi gibi bir mesele var. Hangi araştırmayı açarsak açalım, hiç “Ak Parti’yi şu partinin oyu geçti” diye bir araştırma gördük mü, hayır. Ya da “CHP yüzde 30’u geçti” diye gördük mü, ona da hayır. Hala hayatı domine eden parti Ak Parti. Bu desteği yaratan şeyin ne olduğunu anlamadan, sadece vazgeçiş üzerinden bir muhalefet ve siyaset diliyle Türkiye buradan çıkamayabilir.

ÖZGÜRLÜKÇÜ TUTUM VE DEĞERLERDE DEĞİŞİM VAR

Tüm bu şiddet, baskı ve zor araçlarının daha fazla devreye sokulması, hukukun, yargının araçsallaştırılması, AYM, AİHM kararlarının tanınmaması gibi pratikler, “faşizme giden bir otoriterleşme” gibi kavramlarla tanımlanıyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz?

Bu bir kimlik üzerinden Türkiye’yi yeniden dizayn etme meselesi. Ama bir kere şöyle bir cümle kurmama izin ver, sadece iktidar dahil bütün siyasi aktörler herkes, elde kağıt kalem hesap yapıyor, veya biz bile raporlarda bütün diğer partileri bir araya toplayıp, muhalefet bloku şu oldu, bu oldu diyoruz falan. Ama unutmayalım ki toplum kendi toplum mühendisliğini yapıyor. Entelektüellerin ve siyasetçilerin siyasi mühendislikleri çalışmıyor. Bu süreç için ben küresel ara buzul dönemi diyorum. Bu bildiğimiz devletin makbul toplum ve makbul vatandaş yaratma projesinin şimdi Türkçü-İslamcı yeni bir sentezle yeni bir hemhal oluşu. Bunun tek bir adı var mıdır bilmiyorum ama bildiğim şey şudur, bu sürdürülebilir değil.

Entelektüellerin ve siyasetçilerin siyasi mühendislikleri çalışmıyor dediniz. KONDA olarak yaptığınız araştırmalarda bunun yansımalarını nasıl görüyorsunuz?

Bizim son 6 ayda yaptığımız üç araştırmadan örnek vereyim o donmuş göl metaforuna geri dönerek. Gölün üzerindeki sis de, buğu da dehşet bir endişe yüklü. Gölün yüzeyi de buz kaplı doğru ama gölün altına baktığımızda özgürlükçülük üzerinden ya da “yeni bir toplumsal uzlaşmayı hangi sistem ilkeleri üzerinden kurabiliriz” türünden bir dizi araştırma yapmaya çalışıyoruz. Türkiye’nin yeni siyaset stratejisi nasıl olur amacıyla tasarlanmış beş araştırma yaptık bu kapsamda. 2010, 2011, 2012’deki o anayasa uzlaşma komisyonu süreçlerinde yaptığımız araştırmalarla kıyasladığımızda on yılda toplumun zihni planda, özgürlükçü fikriyatında ne kadar kayda değer oranda bir gelişme olduğunu gözlemliyoruz sayısal olarak. Bu Kürt meselesinde, Kürtçe ana dilde eğitim meselesinde de böyle, farklı hayat tarzları ya da farklı inanışlar veya farklı cinsel tercihler için de böyle, ha arzuladığımız güçte, büyüklükte olmayabilir ama en azanından on yıl önceye göre neredeyse sıçrama diyebileceğimiz özgürlükçü tutumlarda ve değerlerde bir değişim var.

FİLİZLER BELKİ DE BUZU ERİTECEK

Aynı şeyi kutuplaşma için de söyleyebiliyor muyuz?

Yine başka bir araştırmadan söyleyeyim; kutuplaşma, kutuplaşmanın ürettiği kimliklere sıkışma ve kendi kimliğine ve kutbuna aşık olma diye gelen süreç, yerel seçimlerde kendi kutbunun partilerine eleştiri dozu yükseldikçe gerçek sorunlar yüzünden, negatif kimliklenme dediğimiz, yani bulunduğu konuma aşktan değil de, karşı konuma nefretten orada durmaya devam ediyordu seçmen. Kasım ayında yaptığımız bir araştırmada negatif kimliklenmede de ciddi oranda çözülme emaresi gösterdiğini görüyoruz. Bitti anlamında değil tabii, ama diyelim üç sene önce HDP’ye “Kürt partisi, asla oy vermem” diyenler yüzde 65’lerdeyken, yüzde 45’lere düştü. Ya da “CHP’ye asla oy vermem” diyenlerin oranının yarıya düştüğü gibi ciddi bir çözülme emaresi görüyoruz. Ve topluma yeni anayasanın, yeni toplumsal uzlaşmanın temel direği ne olmalı türünden bir sürü şey sorduğumuzda, temel karakteristik hala “adalet” çıkıyor. Yani toplum bir yandan görüyor, hissediyor. Pandemi nedeniyle belki önce hayatımıza, evimize, kendi canımıza özen duygusu ama giderek komşusuna doğru da bir dayanışma duygusu yeniden yeşerdi. Yoksullukla mücadele ağlarına bakalım örneğin, o buzul altında kıpraşma hali var. Yani bahar geliyor o filizler belki de o buzu eritecek. Ama işte bu eritme için güneşin ya da yeni bir hikayenin olması lazım. O yeni hikayeyi de ancak muhalefet üretebilir. Muhalefet böyle bir hikaye üretebilirse o zaman müthiş bir sıçrama olabilir. Dolayısıyla toplumun bu değişim sürecinin kaotik olacağı kaygısı ağır basarsa, devlete ve devletçi zihniyete yaslanma ihtimali kadar, “kaotik süreç olmayacak ve bu değişimi yönetecek politikalar fikirler, kadrolar var” duygusu ve güveni oluşturursalar, Ak Parti’nin hiç beklemediği kadar yenilgi alma ihtimali var.

‘BERAT NEREDE’ OYUNLARI GENÇLERİN İLGİSİNİ ÇEKMİYOR

KONDA araştırmalarına göre, toplumun yarıya yakını var olan siyasi aktörlerle sorunların çözüleceğine dair umutlarını kaybetmiş durumda ve bu umutsuzluk hali gençlerde daha da yüksek. Bu tespite bakınca, Meclis içi muhalefetin sosyal medya kullanımının artması, Erdoğan’ın sık sık gençlere seslenmesi anlaşılıyor. Fakat bunların karşılığı var mı?

Hayır, yok. Ne Cumhurbaşkanı’nın o seslenişleri, ne de CHP’nin “Berat nerede” oyunları, gençlerin ilgisini çekmiyor. Çünkü gençlerin iş dertleri var, gelecek dertleri var. Hala herkes şunu ıskalıyor, aşağı yukarı önümüzdeki seçimlerde kabaca 58 milyon ya da 60 milyon aralığında bir seçmenimiz olacak ve bunların 20 milyonuna yakını genç olacak. Bu insanların hala üçte ikisi babasından alacağı harçlığa mahkum. Bu çocukların umutlarından daha çok gelecek kaygısı ve öfkeleri ağır basıyor. O yüzden de Z kuşağı, M kuşağı gibi şablonları bir kenara bırakıp gerçekten partilerin ve hepimizin aslında, yeniden ülkenin geleceğine bir güven inşa etmemiz lazım ki, gençler de o gelecekte kendilerini var hissetsinler.

Sosyal medya meselesinde de bir şey söyleyeyim, evet gençler ellerindeki aygıtlar sayesinde internete tüm gün neredeyse bağlılar. Fakat herkes sanıyor ki orada aktifler, orada sadece üçte biri aktif. Üçte ikisi sadece gözlüyor ve izliyor. Aktif olanı daha lümpen, daha keskin, daha öfkeli ama oradan bir gençlik tarifi yapmak yanıltıcı olur. Asıl o sessiz bekleyen gençlere odaklanmak lazım.

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Yayınlanma:

|

Yazan:

Ekonomi yönetimi hem Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hem de Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan Amerika’da temaslarda bulunuyor. MB Başkanı, enflasyonun hem aylık hem de yıllık bazda 2024’ün 2. yarısından itibaren düşmesinin beklendiğini belirtti. Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi yaptığı değerlendirmede enflasyonla mücadelenin başarılı olmasını temenni ettiğini belirterek, başarı kriterlerini açıkladı. Çelebi’ye göre başarı öncelikle kalıcı olmaktan geçiyor. İkincisi de istihdam yaratan bir başarı olmalı. FED’in enflasyonla mücadele programında en önemli göstergelerden birinin, istihdam yaratma olduğuna değinen Işın Çelebi, “Türkiye’de de istihdam yaratma kriterini enflasyonla mücadele programının yanına koymak gerekiyor. Üretim, istihdam demek zaten. Üretim, üretkenlik ve verimliliği sağlamak gerekiyor. Bu anlamda cari denge, cari açık vermekten ziyade, bu cari açığı nasıl finanse ettiğiniz ve bu finansmanı nerelerde kullandığımız önemli.” açıklamasını yaptı. Büyüme, üretkenlik ve verimliliğin döviz arzıyla ve yabancı sermaye girişiyle takviye edileceğini belirten Çelebi, Türkiye’nin yabancı sermaye girişini hızlandırması gerektiğine dikkat çekti. “Bunun için Türkiye’nin mutlaka hukuk altyapısını, yabancı sermaye ve dünyaya güvence verecek şekilde uluslararası hukuka uygun hale getirmeli. Bunu belirtmek benim vatandaşlık görevim. Bugün bu anayasa değişikliği tartışmaların başladığı bir dönemde bunu söylemeyi bir görev addediyorum.” dedi.

Işın Çelebi, buna ek olarak Türkiye’nin mutlaka gri listeden çıkması gerektiğine değinerek, Avrupa Birliği tam üyelik yolunda ısrarla ve kararlılıkla yürümenin önemine işaret etti. Çelebi, “Şimdi Avrupa Birliği üst yönetimi, Türkiye’yi sadece iş birliği yapılacak bir ülke konumuna oturtmaya çalışıyor. Bunu aşmak ve tam üyelik yolunda da ısrarcı olmak lazım. 2005 ile 2010 arasında Türkiye’ye yabancı kaynak girişinin en yoğun olduğu dönemde, yıllık 20-25 milyar dolarlık döviz girişi ve yabancı sermayenin girişinin olduğu, direkt yatırımların yapıldığı dönemler de Türkiye’de enflasyonun %10’a düşmesini sağladı. Bundan örnek alarak, yabancı sermaye girişini mutlaka sağlamak zorunda. Bu da ancak Uluslararası hukuka uyumlu ve Avrupa Birliği tam üyelik yolunda adımlar atmakla gerçekleşebilir.” hatırlatmalarında bulundu.

“Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden”

Altınbaş Üniversitesinden Prof. Dr. Işın Çelebi, Türkiye’deki vergi adaletsizliğine değindiği konuşmasında, Türkiye’nin parasal politikalarını maliye politikalarıyla yani bütçe politikalarıyla desteklenmesini tavsiye etti. “Sadece para politikasıyla faizi, kuru sabitleyerek, ücretleri sabitleyerek enflasyonla mücadele programını tek başına yürütemeyiz. Bunu bütçe politikalarıyla ve maliye politikalarıyla bütünleştirmemiz lazım. Vergi konusu çok önemli. Türkiye gördüğüm kadarıyla gelir üzerinden vergi alan bir ülke. Vergi politikamızı, dolaylı vergilerle uyguluyoruz. Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden yani akaryakıttan aldığımız vergi, sigaradan aldığımız vergidir. Vergi adaletini bozan ve düşük gelir gruplarının vergi yükü altında ezilmesine yol açan bir sisteme sahibiz. Oysa biz vergiyi hem tabana yaymalıyız hem vergi oranlarını düşürerek geniş kitlelere vergi tabanını yayıp vergi alabilecek hale getirmeliyiz.” önerisinde bulundu.

“Finans sektöründeki muafiyetler ve istisnalar azaltılmalı”

Finans sektöründe büyük muafiyetler ve istisnalara dikkat çeken Çelebi, bunların mutlaka azaltılması gerektiğini kaydetti. “Vergi gelirlerini arttırmanın bir diğer yolu da kayıt dışı ekonomiyi, vergi sisteminin içine almak” diyen Çelebi’ye göre, vergi oranlarını düşürerek, vergide devrim yapılmalı. Tüm vergi sistemini ele alarak, biraz hafifletmeli. İşe düşük gelir gruplarına yük olan dolaylı vergileri azaltarak, %68’den %50’ye indirmeyi hedef alarak başlanmalı. Bu tür bir vergi reformuna Türkiye’nin acil ihtiyacı olduğunu ileri süren Çelebi, “Harcamalar üzerinden değil, gelir üzerinden vergi alacağımız bir sistem olmalı. Tabanı genişletebilmek ve adaleti sağlayabilmek önemli.é diye konuştu.

Işın Çelebi, ilk 3 aylık bütçe açığının 513 milyar liraya ulaşmasını da değerlendirerek, “Bütçe açığının, 2024 yılında 2,2 milyar TL’nin üzerinde olacağı öngörüldü. Şu anda mart sonu itibariyle 513 milyar TL’lik bir açık oluştu. Gördüğüm kadarıyla yıl sonu itibariyle 2 milyar TL’lik bütçe açığı programa uygun halde gidiyor. Bu noktada vergi gelirlerini arttırıcı reformlar yapılırsa, bütçe açığının hedeflenen doğrultuda gerçekleşeceğini düşünüyorum. Bunu da önemli buluyorum.” diye konuştu.

“Büyümeden vazgeçilebilir ama gelir dağılımı adaletli olmalı”

Cari açığın aylık 3,3, yıllık olarak da 31,8 olduğunu hatırlatan Çelebi, “Bu, geçen yıla göre yıllık bazda bir daralmanın sonucu. Ekonomiyi daraltarak, büyümenin %3’ün altına düştüğü bir durum gözüküyor. O bakımdan büyümeden vazgeçebiliriz. Ama gelir dağılımının adaletli olması ön planda olmalı. Yani büyümeden vazgeçtik, daraltıyoruz ekonomiyi. Oysa bir ekonomi, cari açık verdiği zaman dışarıdan kaynak temin etmeli. Çünkü ekonomik büyüme, dış kaynakla sağlanır, iç tasarrufla değil. Bu kadar cari açıktan korkmamak lazım. Eğer ihracatın ithalatı karşılama oranını da yüzde 80’lerin üzerine çıkarabilirseniz, bu cari açık problemini karşılayabilirsiniz.” önerilerinde bulundu. Çelebi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın 2023 Şubat ile 2024 Şubat dönemine dair açıkladığı listeye baktığınızda, ihracatta yaklaşık 400 milyon dolarlık bir artış olduğuna dikkat çekti. Buna karşılık ithalattaki daralmanın da Türkiye’nin büyümesinin durmasından kaynakladığını işaret etti. Bunun bir tercih meselesi olduğunu belirten Çelebi, sözlerini şöyle tamamladı; “Benim kişisel kanaatim, Türkiye % 3’ün altında bir büyüme çizgisine sahip olmamalı. Türkiye’nin döviz arzını arttıracak politikalardan vazgeçmemeli. Şimdi kurun enflasyona etkisinin, %50 olduğunu söyleyen bir görüş var. Bunun matematiksel modeli yanlış. Buna %100 karşıyayız ve katılmıyoruz. Bir iktisatçı ve matematikçi mantığıyla söylüyorum. Bunun enflasyona etkisi % 50 değil, % 10-15 gibidir. Kuru serbest piyasalara bırakmak lazım. Bu açıdan Merkez Bankası politikalarını gözden geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.”

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. BORATAV: Yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi

Prof. Dr. Korkut BORATAV, BİRGÜN gazetesine 31 Mart yerel seçimlerini değelendiren bri röportaj yaptı: Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi?

Yayınlanma:

|

Yazan:

AKP’nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı ülkenin gündemindeyken sizce neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu?

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama, on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güney-Doğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansıması büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleşti. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. Kısmen 2024 seçimine katılmayarak; dörtte üçü de CHP’ye yönelerek…

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine yol açmış; mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Yoksullaşma ekonomi büyürken, istihdam artarken gerçekleşti; algılanması da bu yüzden güçleşti. Ama, algılanmayı frenleyen temel etken, bence, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlanmıştı.

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; öne çıktı; “sahte, içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardılar. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca etkili oldu.

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP iktidarının ekonomide ve siyasal anlamda atacağı adımlar bekliyor. Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı?

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor.

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir?

Mehmet Şimşek geleneksel neoliberal reçeteyi uyguluyor; enflasyona daraltıcı politikalarla son vermeyi öngörüyor. Temel araçlardan biri, emek gelirlerinin bastırılmasıdır. Şimşek de ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır.

Bugünkü ekonomik ortam, 1990’lı yılların yüksek enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücretler, emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortamın bir benzeri tekrar oluşacaktır.

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi?

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri bugün açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir.

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… Türkiye’nin 2028 ve sonrası için bu ekonomik ortam önerilmektedir…

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır?

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların eşgüdümü, mümkünse birleştirilmesi önemlidir.

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı.

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak, adeta kendiliğinden” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi hak etmesi, özümsemesi büyük önem taşıyor. Sadece CHP’nin değil, tüm Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

Okumaya devam et

EKONOMİ

Mart ayı bütçe görünümü

Bütçe gelir ve giderlerinin her kalemi incelenmeyi hak ediyor ama gelen son verilerden biri, bir dönem bütçe giderleri arasında yer alan oldukça tartışmalı KKM kur farklarını hatırlattı. İşte o veri TCMB 2023 zararı ile ilgili.

Yayınlanma:

|

Mart ayı merkezi yönetim bütçe gerçekleşmeleri açıklandı. Genel görünüm, bütçe gelir ve giderlerinde uyumdan uzaklaşıldığına, mali disiplinin sağlanabilmesindeki zorluklara işaret ediyor.

Öncelikle mali disiplin açısından iki temel göstergeye bakalım: İlki bütçe açığı. Mart ayı bütçe açığı şubat ayına göre yüzde 36 oranında artarak 209 milyar TL’ye ulaştı. Üç aylık kümülatif bütçe açığı ise 513,5 milyar TL oldu. Oysa 2023’ün aynı ayında bütçe açığı 47,2 milyar TL idi.

Mali disiplinin diğer göstergesi de faiz dışı denge. Bütçe açığından iç ve dış borç faiz giderleri düşüldüğünde denge ya da fazla elde ediliyorsa, borçluluğun yarattığı faiz ödemeleri bütçe üzerinde baskı yaratmıyor demektir. Tersi durumda, yani faiz dışı açık varsa borç düzeyine ve faiz yüküne bakmak gerekir.

En son 2017 yılında faiz dışı fazla elde edilmişti. Faiz dışı açık geçen yıl 1,3 trilyon TL’yi aşmış ve bütçe tahmininin iki katı olarak gerçekleşmişti. 2024 yılı bütçe tahmininde de faiz dışı açık 1,4 trilyon TL.

Ama sadece bir ayda bütçedeki borç faiz giderleri yüzde 37 oranında artış gösterdi. Öte yandan brüt dış borç stoku 500 milyar dolara ulaşırken, iç borç stoku son bir yılda 1 trilyon TL daha artarak 4 trilyon TL’yi aştı.

2024 mart ayından itibaren iç ve dış borç faiz ödeme projeksiyonunu gösteren aşağıdaki grafikleri incelerseniz, bu yılki bütçe tahmininin oldukça üzerinde bir faiz dışı açıkla karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır.

Bütçe gelir ve giderlerinin her kalemi incelenmeyi hak ediyor ama gelen son verilerden biri, bir dönem bütçe giderleri arasında yer alan oldukça tartışmalı KKM kur farklarını hatırlattı.

İşte o veri TCMB 2023 zararı ile ilgili. 2021’de 57,5, 2022’de 72 milyar TL kâr açıklayan TCMB, 2023 yılını 818,2 milyar TL zararla kapattı.

2023 ağustos ayına kadar TL’den KKM’ye dönenlerin kur farkları bütçeden ödenirken, dövizden KKM’ye dönenlerinki TCMB tarafından karşılandı. TL’den dönen mevduata 2022 mart-2023 temmuz arasında kur farkları bütçeden ödendi, en son temmuz 2023 itibariyle bütçeden 34,5 milyar TL’lik ödeme yapıldı.

Sonra Ağustos 2023’te TL’den dönen KKM’nin ödemelerini TCMB üstlendi. Çünkü genel seçimler bitmiş ve TL’de değer kaybı başlamıştı. Dolar/TL genel seçimler öncesinde (13 mayıs) 15,5 TL’den, iki ay sonra (13 temmuz) 26 TL’nin üzerine çıkmıştı.

OVP’ye göre bütçe açığının GSYH’ye oranı zaten deprem harcamaları öngörülerek yüzde 6,4 olarak yüksek programlanmıştı. Ancak bütçe bu kur artışı karşısında KKM’nin yükünü daha fazla taşıyamayacaktı.

TCMB de o esnada genel seçimler sonrasında artık sıkı para politikasına geçmişti. Politika faizini kademeli olarak arttırıyor, ardından mevduat faizi de arttıkça TL’ye güven tesis edilmesini bekliyordu. Bu ortamda KKM hesapları hızla çözülecekti. Para ikamesi son bulacaktı.

Ancak 2021 aralık ayı sonunda kur riskine karşı kendisine güvence arayanlar için bir finansal araç olan KKM, ulaştığı hacimle ve çözülme sürecindeki zorluklarla gündemde kaldı. Enflasyon da düşmedi, para ikamesi devam etti. Ekonomiye güven oluşmadıkça döviz KKM’ler varlığını devam ettirdi. Şimdi izlerini en son TCMB zararında görebiliriz. Bu zararda KKM kur farkının kaç milyar TL olduğu kadar, ekonomiye olan güvensizlik ve gelir dağılımında adaletsizliğin boyutu ve izleri de önem taşıyor.

Mart ayı bütçe açığını görünce insanın aklına geliyor. Peki TL’den ya da dövizden dönen KKM kur farkları bütçeden ödenseydi ne olurdu?

MB, Kamu Borç Yönetimi Raporu, Mart, 2024

Prof.Dr. Binhan Elif YILMAZ-T24

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.