Connect with us

EKONOMİ

SOSYAL PİYASA EKONOMİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI VE ALMANYA UYGULAMASI-2

Erol TAŞDELEN Sosyal Piyasa Ekonomisi’nin doğduğu ve Almanya özelinde direkt uygulandığı, Almnaya’nın İkinci Dünya Savaşı enkazından çıkışının ve tekrar ayağa kalkmada önemli bir model olan Sosya Piyasa Ekonomisini pratiğini inceledi…

Yayınlanma:

|

Batı Avrupa ülkelerinin bazılarında köklü bir biçimde yer­leşmiş, geleneği olan parlementer sisteme -İngiltere, Fransa gibi­ karşılık Alman parlamentarizmi geçmişi pek uzun olmayan bir re­jim görünümünü taşımaktadır[1]. Parlamenter demokratik bir reji­min kurulabilmesi ise ancak Wilhelm Almanya’sının savaşta yenik düşmesiyle mümkün olmuş; bu rejim altında önderlik ürünü oyna­mak da reformist Sosyal-Demokratlara düşmüştür. Bugünkü Batı-Al­manya demokrasinin başlangıç tarihi III.Reieh’in düşüşünü iz­leyen Müttefik İşgali’nin sona erme tarihi olarak kabul edile­bilir[2].

II.Dünya Savaşı sonunda yenik çıkan Almanya’nın toprakları İngiltere, Fransa-A.B.D., Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmişti. Sovyet işgal bölgesi içinde kalan eski başkent Berlin de aynı şekilde dört güç tarafından paylaşılmıştı. Yani 1945 yılın­da dört ayrı Almanya ortaya çıkmıştı. İki ayrı Alman devletinin kurulması 1949’da oldu. Batılı üç devlet kendi işgalleri altın­daki toprakları birleştirmesiyle Federal Alman Cumhuriyeti, Sov­yet bölgesinde de Demokratik Alman Cumhuriyeti kuruldu. Her ne kadar Postdam’da (Temmuz-Ağustos 1945) Üç Büyükler Almanya’nın tek bir ekonomik birim olarak tutulması ve değişik işgal bölge­leri için ortak bir siyaset uygulanmasını kararlaştırdılarsa da, Batılı ülkelerle Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin bozul­masıyla başlayan soğuk savas birbirinden ayrı iki Almanya’nın ortaya çıkmasına neden oldu[3].

Almanyanın özerkliğini kısıtlayan sınırlamalar kademe kademe kaldırıldı ve 1955’de, Londra ve Paris Anlaşmaları ( l955’de) gere­ği B. Almanya tamamen bağımsızlığını kazandı.

Sovyetler Birliği, kendi işgal bölgesinde, Alman militarizmi­nin tarihsel temeli olan Prusya “Junkerleri”nin topraklarını parçalamağa ve endüstriyi hızla devletleştirmeğe başladı. A.B.D. ise, Almanya’da liberal bir ekonomi anlayışına dayanan federasyon kurmak istiyordu[4]. D.Almanya’daki ekonomik uygulamalar ayrı bir araştırma konusu oluşturduğundan burada üzerinde durulmaya­caktır. Araştırma konusuna esas olan “sosyal piyasa ekonomisi” B.Almanya’da uygulandığından, burada B.Almanya üzerinde durula­caktır.

Sosyal piyasa ekonomisi yaklaşımı F.Almanya’da bütün kitle partilerince benimsenerek toplumun ortak ekonomik sistem yak­laşımı olarak kabul edilmiştir. Yaklaşım önce Hristiyan Demok­rat Partisinin 1949’daki Düsseldorf Toplantısında benimsenmiş­tir.  Alman Sosyal Demokrat Partisi ise 1959’daki Godesberg Prog­ramından sonra sosyal piyasa ekonomisine yönelmiştir[5]. Alman Sosyal Demokrat Partisi, Godesberg Programında, ünlü ”  mümküm olduğu kadar piyasa ekonomisi, gerekli olduğu kadar planlama” formülünü benimsemiş ve bu anlayışa iktidarında sadık kalmış­tır[6]. Schiller ve Schmitt’in uygulamalarıyla sosyal demokrat ekonomik sistem yaklaşımı olarak gündeme gelmiştir. Bu yaklaşım­da Keynesci politikalar sosyal piyasa ekonomisiyle bütünleşti­rilmiştir. Öte yandan Alman Liberal Partisi de sosyal piyasa e­konomisini benimsemiştir. Böylece iktidar değişmelerine karşın, Almanya’nın ekonomik sistem modeli olmaya devam etmektedir[7].

Sosyal demokrat partilerin piyasa sistemini tercih etmesi, Marxizmden kopmuş, bağımsız sosyal demokrat çizginin doğuşunu belirlemiştir. Piyasa ekonomisinin, sosyal piyasa ekonomisi ola­rak düzenlenmesi ve Almanya’da ilk uygulamasının ortanın sa­ğındaki partilerde gerçekleştirilmesi, başlangıçta Alman Sosyal Demokrat Partisinin bu yaklaşıma ısınmasını geciktirmiştir. An­cak zaman içinde, bu çekingenlik kaybolmuş ve Sosyal Demokrat Parti de sosyal piyasa ekonomisine sahip çıkmıştır. 1980’li yıl­lardaki uygulamalarda sosyal demokrat partiler sosyal piyasa e­konomisine daha çok sahip çıkma durumdadır[8].

Sosyal piyasa ekonomisinin Almanya’daki uygulaması üç ana döneme ayrılarak incelenmektedir.

Sosyal Piyasa Ekonomisinin İlk Dönemi: Bu dönem 1948’deki pa­ra reformu ile başlayıp 1960’lara kadar süren savaş sonrası e­konominin yeniden kurulması dönemidir. Ekonominin yeniden kurul­masına yönelik ilk dönemde, ekonemik düzen politikası öncelik ve ağırlık kazanmıştır. Piyasa ve rekabet sistemine işlerlik ka­zandıracak uygulamaların, sosyal kontrolle birlikte uygulaması­na yönelik önlemleri ağırlık verilmiştir. Ekonominin yeniden ku­ruluş dönemi olduğu için, yatırım malları endüstrisine ağırlık verilmiş, fakat çok geçmeden tüketim malları endüstrisinin de planlı biçimde feşviki yoluna gidilmiştir[9].

Bu dönemde, Kore savaşının yarattığı ekonomik canlanma, ekonomi üzerine olumlu etki yapmıştır. Para reformu sonrasından beri hazırlıkları devam eden, Rekabet Sınırlamalarına Karşı Kanun 1957’de çıkarılabilmiştir. Bu kanun sosyal piyasa ekonomisinin temel yasası olarak kabul edilmektedir. Zira, piyasaların rekabet yoluyla düzenlenmesi, rekabetin korunup geliştirilmesi bu ka­nunla sağlanmaktadır. Bu dönemde sosyal piyasa ekonomisi, ekono­mik büyümenin en iyi sosyal politika olduğu şeklinde bir yakla­şıma sahiptir. Ancak bu teze geçerlilik kazandıran temel gerçek, Almanya’nın 19.yy’dan beri çok iyi bir sosyal güvenlik sistemi­ni zaten kurmuş olmasında yatmaktadır. Çalışanların korunması, çalışma sürelerinin düzenlenmesi, iş sözleşmesinin hukuksal a­çıdan korunması, sosyal sigorta sistemi ve iş piyasasının düzen­lenmesi sağlanmış bulunmaktaydı. Böylece, sosyal piyasa ekonomi­sinin sosyal-politik temelleri hazır bulunmaktaydı. 1949’da top­lu iş sözleşmesinin bağımsız işçi ve işveren sendikalarınca ka­rara bağlanmasını düzenleyen yasal düzenlemeler getirilmiştir[10].

Almanya’da işçinin yönetime katılmasına ilişkin uygulamalar, endüstrileşmenin yarattğı toplumsal ve ekonomik sorunlara bir tepki olarak doğmuştur. İşçi katılımının siyasal ve ekonomik bu­nalım dönemlerinde güçlendiği görülmüştür. Katılma düşüncesi ilk kez 1840’larda endüstrileşmenin yol açtığı geniş işsizlik, kötü çalışma koşulları ve işçiler arasındaki yaygın rahatsızlığı gi­dermek amacıyla ortaya çıkmıştır. Almanya’da işçinin yönetime katılması düşüncesi 1880’lerde iyice güncellik kazanmıştır. İş­çiler çalıştıkları işletmelerde karar verme sürecine katılma isteklerini gittikçe artırmışlardır. 1905 yılında kabul edilen bir yasa ile, 100 ve daha çok işçi çalıştıran bütün maden işlet­melerinde işçi komitelerinin kurulması zorumluluğu getirilmiş­tir. 19l6 yılında çıkarılan Yardımcı Hizmet Yasası ile 50 ve da­ha çok işçi çalıştıran işletmelerde ücretli ve maaşlılardan o­luşan işçi komitelerinin kurulması zorunlu kılındı. Bu komiteler fabrikada çalışan işgörenleri temsil eden bir organ olacak; çalı­şanların fabrikanın örgütlenme biçimine, ücretlere ve öteki çalışma koşullarına ilişkin istek ve yakınmalarını işverene i­letmekle görevli olacaklardı. Komitelerin, işverenle uyuşmazlığa düşmeleri halinde, yeni kurulan özel mahkemelere başvurma hak­ları olacaktı. 15 Kasım 1918’de işçi sendikaları ile işverenler arasında imzalanan Ulusal Sözleşme, iki taraftan eşit sayıda temsilcinin katılacağı Ortak Endüstri Birlikleri’nin oluşturulmasını öngörüyordu. Bu yönde başlatılan uygulama, gerçekte, işçi­lerin belirli konularda işvereninkine eşit haklarla yönetime katılması ve birlikte yönetim anlamını taşıyordu. 20 Ocak 1934’de kabul edilen yeni yasaya göre, işçi-işveren ilişkileri “iş top­lumu” (ya da çalışma toplumu) ilkesi gereğince yönetilecekti. Bu ilke, işverenin önder (führer), onun ücretli ve maaşlı işgö­renlerinin de izleyenler olarak hareket etmelerini ve bunların ulusun ve devletin ortak gönencini geliştirmek üzere birlikte çalışmalarını öngörmekteydi. Gerçek yönetim ve denetim yetkile­rini işverende toplayan bu uygulamaya Aralık 1946’da BirIeşik Denetim Komisyonu tarafından son verilmiştir. Kabul edilen yeni bir yasa ile birlikte yönetim yeniden canlandırılmıştır. Birlik­te yönetim, işçi kuruluşlarının büyümesi ve bilinçlenmesi ile beraber giderek güçlenmiş; 9 Nisan 1949’da çıkarılan. Toplu Sözleşme Yasası ile kendini tamamen kabul ettirmiştir. Birlikte yö­netimin tüm endüstri işletmelerine uygulanmasını öngören tasa­rı ise, 20 Temmuz 1952’de kabul edildi[11].

Batı Alman birlikte yönetim sistemi, batı ülkelerinde bugüne dek gerçekleştirilmiş bulunan endüstriyel demokrasi yöntemler­inden en etkin ve en gelişmiş olanıdır.

Sosyal piyasa ekonomisinin ilk döneminde (1948-60), emekli­lik maaşlarının değişen koşullara uydurulması, çalışanların sos­yal sigorta sistemine alınmasıyla, sosyal güvenlik sisteminin daha da gelişmesi sağlanmıştır. Bunlar yanında toplumun geniş kesimlerinin mülk sahibi yapılması sosyal güvenlik anlayışının merkezi konusu olmuştur. Banka tasarrufları ve konut edinme ö­zellikle teşvik edilmiştir. Ancak “önce büyüme, sonra gelir dağılımı” görüşü[12] ekonominin yeniden kurulması döneminin ka­panması ile değişmiş, sosyal adalet ön plana çıkmaya başlamış­tır[13].

Sosyal Piyasa Ekonomisinin İkinci Dönemi: Ekonominin yeni­den kurulma düzeninin kapanması ve hızlı ekonomik gelişme, sos­yal piyasa ekonomisinin gerçekleştirmek istediği toplumsal ve sosyal politika önlemlerinin daha çok ön plana çıkmasına yol açmıştır.

1958’de parasının konvertibilite kazanması ile dünya ekono­misine açılarak bütünleşmeye girmiştir.1961’deki dış ticaret yasası çıkarılmıştır. Bu yeni düzenleme ile sosyal piyasa ekonomisinin kuralları dış ticaret alanına da uygulanmaya başla­mıştır. Bu arada enflasyon ve ithal edilmiş enflasyonla karşı­laşılmıştır. Fakat şimdiye kadar istikrar politikası olarak da­ha çok para politikasına bağlı kalınmıştı. Oysa yeni durumda enflasyon sorunu konjonktür politikasına yeni araçlar gerektir­miştir. İşgücü kalitesinin arttırılması için eğitim ekonomisi ön plana çıkmıştır. Ayrıca büyümenin maliyetleri ve çevre sağ­lığı dikkati çektiği gibi, uzun dönemli büyümenin ön koşulu o­larak kamusal altyapı hizmetlerinin gerekliliği kendini daha çok hissettirmiştir[14].

Müller-Armack’a göre sosyal piyasa ekonomisi, önceden belir­lediği amaçlara daha etkin ve tutarlı biçimde devam etmelidir. Bunun için toplumsal çerçevenin genişletilerek toplumsal amaçlara ağırlık verilmesi önerilmiştir. Böylece yeni bir toplumsal politika; rasyonel bir toplum politikası oluşturulmak istenmiş­tir. Para politikasının yanında, konjonktürel bir maliye politikası, uzun dönemli bir bütçe politikası, çevre sağlığı ve alt­yapı politikası gerekli olmuştur. Yeni çözümlere gidilemeden 1966-67 ekonomik krizi kendini göstermiştir. Bunun sonucunda da­ha çok muhafazakar eğilimli Hristiyan Demokrat Parti iktidardan ayrılmıştır. Sosyal Demokrat Parti ile getçekleştirilen kısa bir büyük koalisyondan sonra, Sosyal Demokrat Parti bu kez küçük Li­beral Parti ile koalisyon oluşturarak iktidara gelmiştir. Sosyal­ Liberal koalisyonun Sosyal Demokrat Ekonomi Bakanı Schiller li­teratülde ağırlık kazanmaya başlayan “bilimsel veya rasyonel e­konomi politikası” yaklaşımına dayanmıştır. Böylece ikinci dönem­deki amaçlar gerçekleştirilmeden sosyal piyasa ekonomisinin ü­çüncü dönemi başlamıştır[15].

Sosyal Piyasa Ekonomisinin Üçüncü Dönemi: Bu dönemde rasyo­nel ekonomi politikası yaklaşımı önem kazanmıştır. Rasyonel eko­nomi politikasının yönlendirici ve şekillendirici görevi, mevcut ekonomik durumla toplumda arzulanan ekonomik durum arasındaki farka bağlı olarak belirlenmektedir. Burada ekonomik kaynakların sınırlılığı nedeniyle ekonomi politikasında öncelikleri belir­lemek gerekmektedir. Rasyonel düşünceye bağlı yaklaşım, o andaki bilgi düzeyinin ışığında çeşitli seçenekler arasından beklenti­lere ve amaçlara en uygun olanının seçilmesini gerektirmektedir. Ekonomi politikasında, rasyonel ekonomi politikasının araçları i­le ekonomik düzen politikasının temel ilkelerine uygunluk arasın­daki çelişkinin çözümü, belirlenen konseptlerin içsel tutarlık içinde ele alınmasıyla sağlanabilir. Seçilen araçlar, belirlenen konsepte uygunluğu açısından değerlendirilmektedir. Seçilen araç­ların fiili ve şekli uygunluklarının değerlenririlmesi gerekmek­tedir. Bunun için seçilen araçların dozajlama ve kullanılma süre­lerinin dikkate alınması gereklidir[16].

F.Almanya, öncelikli ilkesi piyasa düzeni (yani özgür tüketim ve işyeri seçimi, özel mülkiyet, serbest rekabet, serbest giri­şimcilik, mal ve faktör fiyatlarının ademi merkeziyetçi biçim­de oluştuğu) olan, ama aynı zamanda ekonomi ve toplumun genel gelişiminde yatırım, tüketim, istihdam, sosyal transferler ve ka­musal girişimcilik olarak devletin etkin rol aldığı bir ekonomidir. F.Alman Anayasasının “sosyal hukuk devleti” anlayışı­na uygun olarak sosyal demokrasinin sosyal devlet modeli benim­sendi. Toplumsal ve ekonomik sürecin doğrudan ve dolaylı devlet müdahaleleriyle yönlendirme ve planlaması yapıldı. Uygulanan politika, artan demokratikleşme ve ayrıcalıkların kaldırılmasıy­la toplum içindeki politik ve ekonomik güçle iktidarın yeniden dağılımını sağladı. Özel mülkiyetin kötüye kullanımı önlenmiş ve eskiden kalmış bazı hukuk kurallarının liberalleşmesi sağlanmış oldu. İstikrar içinde büyüme amacı izlenerek, fiyat istikrarı, yüksek istihdam düzeyi, ödemeler dengesi ve sürekli büyüme ger­çekleştirildi. Merkezi ve yerel yönetimlerin bölgesel yapı po­litikaları koordine edildi. İstihdam yapısını iyileştirici, ça­lışmayı teşvik yasası getirildi. Mesleki eğitimi ve eğitime teşvik yasasıyla bu alanlar düzenlendi. Özel ayrıcalıklar kaldırı­larak toplumsal alanın demokratikleşmesi ve liberalİeşmesi sağ­landı. Çalışma ve sosyal boyut birlikte öngörüldü[17].

Liberallesme ve demokratiklesme politikası öncelikle şu alan­larda gerçekleştirildi:

1.İşletme düzeni,

2.Rekabet yasasının yeniden düzenlenmesi,

3.Yönetime katılma.

Almanya’daki rasyonel (bilimsel) ekonomi politikasının geliş­mesine paralel olarak, aynı zamanda Fransa’daki planlama yakla­şımı da AET ( bugün AT ) içinde taraftar bulmaya başlamıştır. İşte bu ortam­da Almanya’da Sosyal Demokratların iktidara gelmesi ile ekonomi bakanı Schiller rasyonel, Sosyal piyasa ekonomisi yaklaşımını savunmuştur. Burada daha çok, ekonomi politikası ile makro süre­ci yönlendirirken, mikro yönlendirme piyasalara bırakılmaktadır. 1967’de kabul edilen “ekonomik istikrar ve büyüme yasası” ile ekonomi politikasının yönlendirme görevi piyasa ekonomik düzeni çerçevesinde dört amaç etrafında somutlaştırılmıştır:

  1. Fiyat istikrarı,
  2. Yüksek istihdam düzeyi,
  3. Dış ticaret dengesi,
  4. Sürekli ve dengeli büyüme[18].

Makro süreç olarak ekonominin genel yönlendirmesinin araçla­rı, maliye politikası araçlarıyla genişletilmiştir. Bu amaçlar birlikte ekonominin genel dengesini belirlemektedir. Bu dengenin bozulması durumunda devletin ekonomi politikası ençok aksayan amaç konusunda yoğunlaşmaktadır. Ekonominin genel gelişmesi, bağımsız bilimsel bir komisyonca, yıllık olarak değerlendirilerek rapor haline getirilmektedir. Alınan önlemlerin sisteme uygunlu­ğuna genel olarak bağlı kalınmaktadır. Yine bu düzenlemeler, klasik ve statik tam rekabet düşüncesi yerine, ekonomik özğür­lükle, ekonomik gücün belli bir senteze ulaştığı optimal reka­bet yoğunluğu yaklaşımına dayalı olan dinamik süreç oluşturan fonksiyonel ve etkin rekabet, piyasa düzeninin yönlendirilmesi için ekonomik düzen, ekonomik süreç (konjonktür-büyüme) ve eko­nomik yapı politikaları yeni bir sentez ve etkinliğe ulaşmış­tır[19].

Pratiğe açık bir yaklaşım olarak makro ekonomik yönlendirme­nin uzun dönemli gelişmesi üzerine yapılan çalışmalar, büyüme yaklaşımının “kaliteli yaşam” ; “çalışma ortamının insancıllaş­tırılması”; demokratikleşme, yeni bir “tam istindam” anlayışı; gelir dağılımında adalet; yeni bir büyüme ve yapısal politika ve özellikle sektörel yapı politikası önerilmektedir. Yeni sek­törel yapı politikasının sosyal piyasa ekonomisindeki yaratacağı yeni değişikliği dördüncü dönem olarak değerlendirmeler ya­pılmaktadır. Sosyal piyasa ekonomisinin gelecekteki gelişmesi için stagnasyon ve enflasyonun olmadığı ve otomasyonun gerçek­leştiği bir ortamda daha çok sosyal güvenlik ve daha çok sosyal adalet yaratıcı integrasyon formülüne ihtiyacı olduğu ileri sürülmektedir[20].

Erol TAŞDELEN – Ekonomist      www.bankavitrini.com

BİRİNCİ BÖLÜM:

KRİZE ÇARE: ‘SOSYAL PİYASA EKONOMİSİ’ Mİ? – BankaVitrini

[1] E.Çam,”Devlet Sistemleri”,Der yay.İst.1987,s.243.

[2] G.Therborn,”Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu”, Çeviren:Ş.Tekeli,l.Baskı,Versö yay.Ank.1989,s.23.

[3] E.Çam,a.g.e. ,s.252.

[4] O.Sander,”Siyasi Tarih -Birinci Dünya Savaşının Sonun­dan 1980 i e Kadaı’-“, Imge ki t. yay. ,Ank.1989, s. 201.

[5] H.Erkan-C.Erkan,a.g.e.,s.ı06.

[6] İ.Cem,a.g.e.,s.l56.

[7] H.Erkan-C.Erkan,a.g.e.,s.106.

[8] H.Erkan-C.Erkan,a.g.e.,s.l27.

[9] H.Erkan,a.g~e.,s.ll4-115.

[10] H.Erkan,a.g.e.,s.115.

[11] İ.A. Dicle “Endüstriyel Demokrasi ve Yönetime KatıIma”, Ank.,ODTÜ,1980,s.139-146…. Birlikte Yönetim konusunda daha geniş bilgi için bknz.a.g.e. ,s.139-161.

[12] A Century of Pay, (London,1968,s.312) adlı eserinde E.H. Phelps-Brown,1895-1960 yılları arasındaki dönemin büyük bir bö­lümünde, ücretli başına yıllık ortalama ücretin, sanayide yaratı­lan yıllık ortalama katma-değere (yıllık ortalama gelire) ora­nının, A.B.D., İngiltere,Almanya ve İsveç’te düştüğünü, buna kar­şılık aynı ülkelerde bu dönemde, reel ücretlerin,üretkenlik ar­tışına paralel olarak yükseldiğini gösteriyor. Phelps-Brown’un ücret/gelir oranı dediği şey Marksist iktisatta kabaca v/s+v şeklinde ifade edilen orana takabül ediyor. Oysa ücret/gelir 0­ranındaki bir düşme, sömürü haddinin yani s/v’nin artması de­mektir.(G.Therborn,a.g.e.,s.53).

[13] H.Erkan,a.g.e.,s.115. (3) H.Erkan,a.g.e.,s.115.

[14] H.Erkan,a.g.e.,s.115. (3) H.Erkan,a.g.e.,s.116.

[15] H.Erkan,a.g.e.,s.115-116.

[16] H.Erkan,a.g.e.,s.117-118.

[17] H.Erkan-C .Erkan, a.g. e. , s .152-153.

[18] H.Erkan,a.g.e~,s.118

[19] H.Erkan,a.g.e.,s.118-119.

[20] H.Erkan,a.g.e.,s.119.

Okumaya devam et

EKONOMİ

TİM, Global Ekonomideki Talep ve Riskleri Takip Edecek

Türkiye’de bir ilk olan İhracat Pazar Monitörü içinde iki endeksin yer aldığını bildiren TİM Başkanı Mustafa Gültepe, İhracat Talep Endeksi ile pazarlardaki talebi, Pazar Dayanıklılık Endeksi ile de riskleri önceden görme imkânı bulacaklarını söyledi.

Yayınlanma:

|

Yazan:

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM), önemli pazarlarda talebi yaratan koşulları ve riskleri artık İhracat Pazar Monitörü’nden (İPM) takip edecek. İlk sayısı yayımlanan İPM’ye göre ocak ayında İhracat Talep Endeksi yüzde bir artışla 101 puana yükseldi.

TİM Başkanı Mustafa Gültepe, yaptığı açıklamada Türkiye ekonomisinin itici gücü olan ihracatın seyrini belirleyebilme noktasında TİM’in hayata geçirdiği İhracat Pazar Monitörü’nün çok önemli bir misyon üstleneceğini vurguladı. Cumhuriyetin ikinci yüz yılına Türkiye’yi ihracatta ilk 10 ülke arasına çıkarma hedefi ile başladıklarını ve stratejilerini bu hedefe göre kurguladıklarını belirten Gültepe, şöyle devam etti:

“27 sektörümüzde, 61 birliğimizle ve 150 bine yakın ihracatçımızla dünyada adım atmadığımız ülke ya da bölge bulunmuyor. Türkiye’nin üretim gücünü, ürünlerimizin kalitesini tanıtmak için küresel ölçekteki sektörel fuarları, ticaret ve alım heyetlerini fırsata dönüştürüyoruz. Bütün bu çalışmaların yanı sıra pazarlarımızdaki tüm gelişmeleri hesaba katmamız gerekiyor.

TİM-İPM ALANINDA İLK VE TEK ENDEKS

İlkini  yayımladığımız TİM-İPM ile artık pazarlarımızdaki talep koşullarını ve siyasi-iktisadi risk konjonktürünü kolayca takip edebileceğiz. TİM-İPM, ülkemizde sektörel bazda talep ve risk koşullarını ölçen ilk ve tek endeks olma özelliğini taşıyor. Aylık olarak kamuoyu ile paylaşacağımız TİM-İPM içinde İhracat Talep Endeksi ve Pazar Dayanıklılık Endeksi yer alıyor. İhracat Talep Endeksi ile pazarlarımızdaki talebin hem genel durumunu hem de sektör ve ülke özelinde tabloyu görebileceğiz.

Pazar Dayanıklılık Endeksi ile de pazarlarımızda risklerin genel durumunun yanında sektör ve ülke bazında gidişatı takip edebileceğiz. Ocak ayı rakamlarına baktığımızda İhracat Talep Endeksi önceki aya göre yüzde 1 artış, önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0,4 düşüşle 101 oldu. Bu rakam bize ihracat pazarlarımızdaki talep koşullarının iyileşmeye devam ettiğini gösteriyor. Pazar Dayanıklılık Endeksi ise Ocak ayında bir önceki aya göre yüzde 0,6 artarken bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0,7 düşüşle 99,7 seviyesinde gerçekleşti. Bu verilerin ışığında pazarlarımızdaki risk koşullarının da iyileşme eğiliminde olduğunu söyleyebiliriz.”

Mustafa Gültepe, TİM-İPM kapsamındaki iki endeks sayesinde ihracatçı firmaların pazarlardaki riskleri ve talepleri çok daha daha kolay anlamlandırarak önceden pozisyon alma imkânı bulacaklarını sözlerine ekledi.

NOT: Şubat 2024 sayısı itibari ile TİM İhracat Pazar Monitörü her ayın son pazartesi günü yayınlanacaktır.

TİM İhracat Pazar Monitörü’ne buradan ulaşabilirsiniz.

 

TİM – Türkiye İhracatçılar Meclisi – TİM İhracat Pazar Monitörü (tim.org.tr)

tim_ihracat_pazar_monitörü_2024_subat TİMREPORT_229

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. YILMAZ: Serveti vergile(yeme)mek

Dev çok uluslu şirketlerin vergilendirilmesiyle ilgili bir yazı dizisi hazırlamıştım. Uluslararası sermayenin daha fazla vergi dışı kalmasına göz yumulmaması için küresel asgari kurumlar vergisi çalışmaları hızlanmış durumda. Bir yandan da toplum vicdanında sermayenin vergilendirilerek aklanması gerek.

Yayınlanma:

|

Tüm dünyada mali, ekonomik ve çevresel adaletsizlikler artarak devam ediyor. Küreselde pandemi sonrasındaki yeni servetin yaklaşık üçte ikisini en zengin yüzde 1’lik kesim elinde tutmaya başladı. Yoksulluk sona ermiyor, artıyor. Emek enflasyon altında ezilirken büyümeden aldığı pay sınırlı. Oxfam’ın araştırmasına göre dünyadaki en büyük şirketlerin sadece yüzde 1’inden daha azı çalışanlarına “yaşanabilir” bir ücret ödüyor. Diğer yüzde 99’unun böyle bir kaygısı var mı acaba?

Ama küreselde vergi reformları sermayeyle, dev çok uluslu şirketlerle ilgili yapılmaya çalışılıyor. Madem süreç başladı, bundan sonra zenginler için de devamı gelse iyi olur. Zaten en zenginlerin arkasında, kârın ortaklarına aktarıldığı ve genellikle beklenti üstü (!) kâr elde eden bu dev şirketler var. Üstüne vergi teşvikleri, indirimleri ile önemli bir kazanç alanına sahipler.

Sonra bu zenginler çeşitli yollarla nüfuz da elde edebiliyor. Bu nüfuz arttıkça ihalelerden medyaya kadar pek çok köşe başı tutulabiliyor.

Çünkü sadece servet değil, nüfuz da birikir. Servet, sahibine gelir sağlarken ve gelecekteki işsizlik, hastalık risklerine karşı güven verirken, sosyal mevki, ün, kudret, ekonomik bağımsızlık sağlayarak özel bir ödeme gücünü temsil eder.

Vergide adaleti sağlamak için ödeme gücüne göre vergileme gerekli, servet de ödeme gücünün göstergesi olduğuna göre vergilendirilmesi doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.

Zaten servet vergilerinin amacı, fırsat eşitsizlikleri dolayısıyla toplumdaki bireyler arasında oluşan gelir ve servet dağılımındaki dengesizlikleri en aza indirmek değil mi? O nedenle serveti olan ile olmayanı bu vergiyle birbirinden ayırmak gerekiyor. Emlak vergisi bir emlaka sahip olan ile olmayanı, ya da motorlu taşıtlar vergisi ona sahip olan (sahip olabilme gücüne sahip olan) ile olmayanı birbirinden ayırabiliyor örneğin. Ancak gelir ve servet dağılımında adaletsizliği en az indirecek servet vergisinde servetin tanımında sorun yaşıyoruz. Çünkü ülkemizde devlet hâlâ somut, gözle görülen servet unsurlarını vergilemeye çalışıyor.

Türkiye’de servet vergileri dört adet; Emlak Vergisi (EV), Değerli Konut Vergisi (DKV), Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) ve Veraset ve İntikal Vergisi (VİV). Bu vergilerin konuları gayrimenkul (EV ve DKV), motorlu taşıt (MTV) ve servetin ölüm ya da yaşayanlar arası karşılıksız intikaline (VİV) dayanıyor.

Oysa servet tanımına, her türlü taşınır taşınmaz mallar ile para ve alacaklar dahildir ve zaten servet kişinin beli bir anda sahip olduğu ekonomik değerlerin tümüdür. Her birinin fiyatı vardır ve mübadeleye de elverişlidir.

Ancak Türkiye’de servetin tanımı oldukça dar. Bir çok ülkede mevduat vb de servet olarak tanımlanıyor. Bizdeki tanım eksikliği vergide adalet arayışını tetikleyen ana unsurlardan biri. Servet vergilerinin sık sık gündeme gelmesi, yeni bir servet vergisine umut bağlanması hem mevcut kamu giderlerinin dağılımından ve israfından, hem de vergilerin gelir/servetin adil dağılımındaki rolünden hoşnut olunmadığını gösteriyor.

Uygulamadaki servet vergilerinin gelir ve servet dağılımı üzerindeki etkisi, tüm servet unsurlarının hangi gelir grupları arasında dağıldığı ile ilgili. İşte aslında toplum vicdanını rahatsız eden nokta da burası.

Servet edinimiyle artan nüfuz, üretim faktörü sahipliklerinde giderek derinleşen adaletsizlikler ekonomi politikalarının etkisiyle de büyüdü. Düşük faiz politikasıyla uygulanırken kredi çekerek döviz ve altına yönelenler tasarruf ve servet sahibi oldular. Aynı dönemde düşük gelir düzeyindekiler, yoksullar bu politikanın sonucunda ortaya çıkan enflasyonun altında ezildi. Üstelik yaşanan dolarizasyon sonucu kur yükselişinin önüne geçilmesi için yaratılan KKM’nin getirisinden bile gelir vergisi alınmadı. O nedenle hem vergide adaletsizliğin göstergesi dolaylı vergilerin vergi sistemindeki hakimiyeti, hem de böyle bir zenginleşme ve kâr akımının da tetiklediği enflasyonla devam ediyoruz.

Mevcut servet vergilerine ek yeni bir servet vergisi ihdas edilmesi kıymetli meslektaşım Prof.Dr. Murat Batı’nın dünkü yazısında açıkladığı gibi Anayasa’nın 2. (sosyal hukuk devleti), 10. (eşitlik), 13. (ölçülülük) ve 35. (mülkiyet hakkının ihlali) maddelerine aykırılık teşkil edecek. Ayrıca yeni servet vergisi vergi sistemine dahil olsa da bu vergilerin gelirlerinin örneğin deprem harcamalarına, sosyal transferlere vb tahsis edilmesi 5018 sayılı KMYKK m.13/g’ye göre mümkün değil. Bu durumda gerçekleşmeyecek olan; bir Robin Hood vergisi gibi zenginden alıp yoksula vermek.

Yeni servet vergisine kadar öncelikle gelir ve kurumlar vergisinde reform ile işe başlanmalı. Gelir-Kurumlar Vergisi beyannamelerinde görülmeyen ve servetin oluşumuna katkı sağlayan gelir kayıt ve kontrol altına alınabilir. Servet vergisi ile gelir getirmediğinden dolayı Gelir-Kurumlar vergisiyle kavranamayan servet unsurları kavranabilir.

Aslında Veraset ve İntikal Vergisi uygulaması, karar alıcılara yol gösterici niteliğe sahip. Bu vergiler “birbirini telafi eden”, “takip ve kontrol eden vergiler“dir. Şöyle ki Veraset ve İntikal Vergisi, içinde iki vergiyi barındırıyor. İlki veraset sonucu ortaya çıkan ikincisi yaşayanlar arası gerçekleştirilen servetin karşılıksız intikali, vergilendirmeye yönelik. Veraset vergileri yalnız başına uygulandığı durumda servetin intikali yaşayanlar arasında bağış yoluyla gerçekleştirilebilir. Bunun için yaşayanlar arası bağış yoluyla gerçekleştirilen karşılıksız intikaller de bu vergi kapsamındadır.

Türkiye de servet vergileri, servet üzerinden ve servet transferinden alınıyor. Ayrıca servet vergileri servet artışından da alınır. Serveti oluşturan unsurda sahibinin hiçbir kişisel emeği olmadan meydana gelen artışlar vergilendirilir. Almanya’da Birinci Dünya Savaşı’ndaki servet artış vergisi uygulaması var, hatta olağanüstü servet vergisi olarak da bilinir. Oysa Türkiye’de bu kapsamda Gayrimenkul Kıymet Artışı Vergisi uygunladı. Servet unsurlarından sadece biri olan gayrimenkulün değerindeki artışı vergilemek için yürürlükteydi. Hatta uygulanırken olağanüstü bir durum da yoktu. Ancak o vergi neoklasik ekonomi politikalarının vergi sistemini değiştiren, sermayeyi daha hafif vergileyen özelliği sonucu 1985 yılında kaldırıldı.

Dostoyevski’nin dediği gibi; “parasız düşünür, ama paralı iki misli düşünür”.

Prof. Dr. Binhan Elif YILMAZ-T24

Okumaya devam et

EKONOMİ

Türkiye’nin sınai haklar haritası çıktı!

Türk Patent ve Marka Kurumu 2023 yılına ait sınai haklar verilerini açıkladı. Verileri değerlendiren Destek Patent Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Yamankaradeniz; “Yabancı başvuru ve tescil sayılarındaki yükseliş dikkate değer. İller bazında her zamanki gibi şampiyon İstanbul olurken; Bayburt, Ardahan, Erzincan ve Bitlis illerimize ilişkin veriler, Sınai Haklar hakkındaki bilinçlendirilme çalışmalarının arttırılması gerektiğini gösteriyor. Bu veriler ışığında, ülkemizdeki bazı bölgelerin sınai haklar yönünden gelişmesi için yerel yönetimlerin ve kamu idarecilerinin daha fazla katkı koyması gerektiği görülmektedir” dedi.

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yerli yabancı toplam patent başvurularında %3,64’ lük artış!

2023 yılında Türk Patent ve Marka Kurumuna yerli ve yabancı 16.433 patent, 3.400 faydalı model, 183.149 marka ve 58.076 tasarım olmak üzere üzere toplam 261.058 başvuru yapıldı. Destek Patent Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Yamankaradeniz; “Ülke ekonomisindeki ticari aktörlerimiz artık marka, patent, tasarım, faydalı model tescili gibi kavramların önemini daha iyi kavradı ve buna göre hareket ediyor. Vekil firma olarak yıllar içinde gösterdiğimiz çaba neticesinde bu farkındalığı oluşturmayı başardığımızı görüyoruz. TÜRKPATENT verilerine göre 2023 yılında yerli yabancı toplam patent başvurularında %3,64’ lük yaşandı. Dünya genelinde her geçen gün ihracat fırsatlarının, markalara, AR-GE’ye yapılan yatırımların artması şirketlerin daha inovatif ve öncü olmalarını zorunlu kılıyor. Bu da aslında hem ülkemizde hem dünyada sektörümüzdeki pazarın büyüdüğünü kanıtlıyor” dedi.

Uluslararası patent başvurularında %25 artış!

“TÜRKPATENT’in açıkladığı güncel verilere göre Türkiye’de faaliyet gösteren yerli firmalar 2023 yılında 155’i PCT (uluslararası patent başvurusu), 234’ü EPC (Avrupa patent başvurusu) olmak üzere toplam 389 uluslararası patent başvurusu yaptı. 2022 yılında başvuru sayısı toplam 312 idi. Buna göre 2023 yılı başvuruları yaklaşık yüzde 25 (dörtte bir) oranında bir artış gösterdi. Bu da Türkiye’de yükselen fikri ve sınai haklar bilincinin küresel ölçekte yansımasını gösteriyor.”

Patent başvurularının zirvesinde yine İstanbul yer alıyor

TÜRKPATENT’ e göre geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi İstanbul tüm başvurularda ilk sırada. Patent başvurularında 3.526, başvuru ile ilk sırada yer alan İstanbul’u yine büyükşehirler takip ediyor. Patent başvurularında ikinci sırada 1.327 başvuru ile Ankara, üçüncü sırada 509 başvuru ile Bursa, dördüncü sırada 429 başvuru ile İzmir ve beşinci sırada 415 başvuru ile Kocaeli yer alırken; Hakkari, Sinop ve Kilis, sadece 1’er patent başvurusuyla listenin en sonlarında yer alan illerimiz oldu. Bayburt ise 2023 yılında hiç patent başvurusu yapılmayan tek il olarak dikkat çekiyor.

Marka başvurularında İstanbul liderliğini sürdürüyor

Marka başvurularının illere göre dağılımına baktığımızda ise; 71801 başvuru yapan İstanbul’u 14.368 marka başvurusuyla Ankara, 11.378 başvuruyla İzmir, 7.412 başvuruyla Bursa ve 6.179 başvuruyla Antalya izliyor. Ardahan ise 15 başvuruyla son sırada yer alıyor.

Tasarım başvurularında ise bir önceki yılın verilerine göre sıralamalarını ilerleten iller Kayseri ve Antep

Tasarım başvurularında ise 20623 başvuru ile İstanbul başı çekerken; Bursa 4.650 başvuru ile ikinci, Ankara 3.709 başvuru ile üçüncü, Kayseri 3.464 başvuru ile dördüncü, Gaziantep ise 2.754 başvuru ile beşinci sırada yer aldı. Erzincan ise 2023 yılında hiç tasarım başvurusu yapılmayan tek il oldu.

Faydalı modelin dikkat çekeni ise Konya

Faydalı model başvurularında 931 başvuru ile İstanbul başı çekiyor; 403 başvuruyla Ankara, 262 başvuruyla Bursa ve 246 başvuruyla İzmir izlerken, Konya’nın 174 başvuruyla beşinci sıraya yerleşmesi dikkate değer bir unsur oldu. Bitlis ve Ardahan ise 2023 yılında hiç faydalı model başvurusu yapılmayan iller olarak listenin son sıralarına yerleşti.

Yerli patent ve faydalı modelde en çok başvuru yapılan alan: Motorlu Kara Taşıtı

TÜRKPATENT NACE kodu verilerine göre 2023 yılında yerel patent ve faydalı model başvurularında motorlu kara taşıtı, römork ve yarı römork imalatı, büro makineleri ve bilgisayar imalatı, mobilya imalatı; başka yerde sınıflandırılmamış diğer imalatlar, tıbbi ve cerrahi teçhizat ile ortepedik araçların imalatı ve eczacılık ürünlerinin, tıbbi kimyasalların ve botanik ürünlerinin imalatı ilk beş sırada yer alıyor. Yurt dışından Türkiye’ye gelen yabancı patent ve faydalı model başvurularında ise; eczacılık ürünlerinin, tıbbi kimyasalların ve botanik ürünlerinin imalatı, diğer özel amaçlı makinelerin imalatı, ana kimyasal maddelerin imalatı, tıbbi ve cerrahi teçhizat ile ortepedik araçların imalatı ve genel amaçlı diğer makinelerin imalatı yer alıyor.

İhracatta yenilikçi atılımlar için katma değerli ürünlerle markalaşma şart!

Marka, patent ve tasarım sayılarının ülkemiz sanayisinin gelmiş olduğu gelişmişlik düzeyi ile doğru orantılı olmadığını belirten Yamankaradeniz; “daha fazla katma değerli ürün üretimi, daha yüksek teknolojili üretim anlamına gelmektedir. Bu nedenle, bu yenilikleri patentle veya faydalı model başvuruları ile koruma altına almak ve değer oluşturmak, ülkemizi ve firmalarımızı zenginleştirir. Böylece, ihracaattaki tonaj rakamları aynı kalsa bile birim fiyatı artacağından yapılan toplam ihracaat rakamımızda artış olacaktır. Bu da cari açığın daha az oluşması ve enflasyon rakamlarının aşağıya doğru gelmesine olumlu katkı sağlayacaktır. Dolayısıyla, bu yeni teknolojilerle dünya pazarlarına açılan markalarımızın Türk malı dolaşım miktarının artması, uluslararası markalaşmanın çok olumlu yansımaları olacaktır” dedi.

 

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKAVİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.