Connect with us

EKONOMİ

Aylin Seçkin: Yalan Ekonomisi

Bizler maalesef bir ekonomi deneyi içindeyiz. Üstelik bu deney, her gün sefalet üretiyor. Kaçabilen ülkeden arkasına bakmadan kaçıyor. Ekonomide istikrar olduğu şeklindeki gerçek olmayan bir algı, her gün bakanların sosyal medya hesaplarında gururla paylaştıkları on binlerce TOGG siparişi haberiyle pekiştiriliyor.

Yayınlanma:

|

14 Mayıs seçimlerine 6 hafta kalmışken yalan ekonomisinin daha da önem kazandığını göreceğiz. Muhalefet ve objektif ekonomistler, gazeteciler ekonomide özellikle son 5 yılda yapılan hataları, bu yüzden hepimizin nasıl daha fakirleştiğini anlatmak için makaleler yazıyor, basit grafiklerle nasıl bir ekonomik çıkmazın içinde olduğumuzu anlatmaya çalışıyor. Ancak yandaş medya ve iktidarın propaganda araçlarının anlattığı, iktidara yakın seçmenin okuyabildiği, izleyebildiği hikaye ise bambaşka. Argümanlar, yaşananların sorumlusunun dış güçler, Rus-Ukrayna savaşı, artan hammadde fiyatları olduğu, Avrupa ülkelerinin bizi kıskandığı iddiasıyla başlıyor ve İkinci Dünya Savaşı dönemindeki yokluklara kadar uzanıyor. Her gün yeni bir düşman, muhalefete, altılı masaya ve Millet İttifakının adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na çeşitli kusurlar uyduruluyor…

İktidarın başımıza sardırdığı, hepimizin hayatını karartan, Eylül 2021 itibariyle uygulamaya konulan, “Yeni Ekonomi Modeli” (YEM) olarak adlandırılan politikalar ne yeni ne de bir model aslında. Ekonomi literatürünü bilmeyip konuyu tersinden anlayan bir grup akıllı geçinen insanın çalakalem kurguladığı, hiçbir iddiasının gerçekleşebilme olasılığı bile olmayan kararlar silsilesi. Uygulamaya girdikten iki ay sonra döviz piyasalarında kur atağı oluşunca acele elimize harika çözüm diye tutuşturulan Kur Korumalı Mevduat hesabı ise geçmişteki Dövize Çevrilebilir Mevduat Hesapları (DÇM) ailesinden günü kurtaran ama bir maliye kabusuna dönmesi an meselesi olan bir pansuman. Kur korumalı mevduat hızlı döviz kuru artışını frenlemek amacıyla 2021 yılının sonunda uygulamaya konulduğunda Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati, önce bunun bütçeye yükünün olmayacağını sonrasında ise 12,5 milyar lira gibi bir meblağ ile sınırlı kalacağını belirtmişti. Ancak, 2022 yılı bütçe gerçekleşmelerine baktığımızda, bir yıllık dönem zarfında Merkezi Yönetim Bütçesinden KKM için 92 milyar 538 milyon lira harcama yapıldığını gördük.

Bizler maalesef bir ekonomi deneyi içindeyiz. Üstelik bu deney, her gün sefalet üretiyor. Kaçabilen ülkeden arkasına bakmadan kaçıyor. Ekonomide istikrar olduğu şeklindeki gerçek olmayan bir algı, her gün bakanların sosyal medya hesaplarında gururla paylaştıkları on binlerce TOGG siparişi haberiyle pekiştiriliyor. Oysa biz “mandacı ekonomistler” biliyoruz ki ekonomideki mevcut denge çok istikrarsız.

Hatırlarsanız bu modeli tanıtırken ulaşacaklarını iddia ettikleri hedefleri de açıklamışlardı. Peki ne vaat etmişlerdi? Bu model ile daha fazla yatırım çekeceklerini, cari işlemlerde fazla verileceği söylenmişti. Acı gerçek şu ki, Türkiye’nin 2022 yılındaki cari açığı 49 milyar dolara ulaştı, yani durum iyileşmek yerine daha da kötüleşti. TL’nin değer kazanacağını iddia etmişlerdi. Herkes bunun da gerçekleşmediğini gayet iyi biliyor ama Maliye Bakanı ya da Sanayi Bakanını dinleyecek olursanız onların bambaşka bir ülkeden bahsettiklerini zannedebilirsiniz. Peki fiyat istikrarı sağlanacağı vaadi gerçekleşti mi? Bu da olmadı. Türkiye’de enflasyon son 24 yılın en yüksek seviyesine ulaştı… Son bir kaç ayda yapabildikleri tek şey TL’yi bir şekilde dengede tutmak oldu. Ama bunun da ekonomiye maliyeti çok büyük. Üstelik bu da geçici önlemler, piyasalara, özellikle bankalara ve ihracatçılara sık sık gece yarısı Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile beklenmedik müdahaleler içeriyor.

Unutmayalım Covid-19 salgını süresince vefat verilerini bilerek paylaşmamayı seçen, TÜİK’in şeffaf veri paylaşma görevini bile engellemeye çalışan bir iktidarla karşı karşıyayız. TÜİK bir süredir detaylıca açıklanmayan vefat verilerini ancak geçtiğimiz günlerde açıkladı. 6 Şubat’ta 11 ilimizi etkileyen deprem felaketindeki vefat sayılarıyla ilgili de kamuoyunda yine bir şüphe oluştu. Bir süredir zaten TÜİK’in açıkladığı özellikle enflasyon verilerine karşı güven sarsılmıştı.

TÜİK Nisan 2022 öncesinde hem ülke geneli için hem de 26 bölge için enflasyon verilerini yayınlıyordu; ayrıca aylık olarak ürün ve hizmetler bazında da fiyatları paylaşıyordu. Tanımı itibariyle TÜFE, tüketici sepetindeki bütün ürün ve hizmet fiyatlarının ağırlıklı ortalaması olması sebebiyle, endeksteki artışa en çok hangi ürün ve hizmetlerin katkı yaptığına bakabiliyorduk.  Benzer şekilde ülke geneli için yayınlanan TÜFE’nin 26 bölge için ayrı ayrı hesaplanan endekslerin ortalaması olması gerekir.  Böylece, geçmişte ürün-hizmet ve bölge bazındaki enflasyon verileriyle ülke geneli için hesaplanan enflasyon verilerini karşılaştırabiliyorduk. Artık bunu yapmak mümkün değil. Bu verilerin yayınlanmaması ciddi bir soru işareti oluşturuyor.

Bu arada Nisan 2022’den sonra  TÜİK’in tüketici enflasyonu verileriyle İTO’nun verileri arasında büyük bir ayrışma olması da içimizdeki şüpheyi arttırıyor. Devletin en önemli kurumlarından biri olan TÜİK’in bize doğru bilgiyi vermemek gibi bir tercihi mi var? Enflasyon verilerine güvenemiyorsak o zaman büyüme verilerine ne kadar güvenebiliriz? Reel büyümeyi bulabilmek için fiyatları doğru hesaplamamız lazım. Tüketici fiyatları yanlış hesaplanıyorsa, toplam üretimin de yanlış olma ihtimali artacak ve o zaman resmi verilere ve dolayısıyla kurumlara güven azalacak. Daha da önemlisi, bireyler ve kurumlar tercihlerini doğru olmayan verilere dayanarak aldıklarından kaynakların yanlış dağılımı söz konusu olacak ve bu ekonomik büyümenin daha düşük olmasına sebep olacak.

İstanbul Ticaret Odası 1996’dan bu yana İstanbul için yayınladığı ve TÜFE’yle karşılaştırılabilen “Çalışanlar Geçinme Endeksi” YEM sonrası Nisan 2022’den itibaren ilk kez bu kadar keskin bir şekilde ayrıştı.

2000lerin başındaki yüksek enflasyon dönemi de dahil olmak üzere iki enflasyon değeri arasındaki fark en fazla %4-5 civarında gerçekleşmişti.  İTO’nun 12 aylık enflasyon değeri Ekim 2022’de yaklaşık %115’leri bulduğunda aynı değer TÜFE’ye göre %85’te kaldı! O halde soralım: İktidar gerçekleri çarpıtarak temsili demokrasinin en önemli unsuru olan seçimleri bir takım şaibeli yöntemlerle manipüle mi ediyor?

Aslında “fake news” (Yalan Haber) kavramı hayatımıza Donald Trump’la girdi. Başkanlığı döneminde medya kuruluşları kendisinin ortaya attığı yalan haberleri her seferinde düzeltmekle uğraşırdı. Haber kuruluşları, Başkan Trump ve destekçileri tarafından yapılan binlerce yanıltıcı ifadeyi hatta düpedüz yalanları ortaya çıkarmak ve düzeltmek için önemli kaynaklar ayırdı. Aynı zamanda, Başkan Trump ana akım haber kuruluşlarını sık sık ve yanlış bir şekilde “sahte haberler” yaymakla suçlamıştı.

Hatırlayacak olursanız Cambridge Analytica adında 2018’de iflas eden bir veri şirketi vardı. Sosyal medya ve diğer kaynaklardan topladığı büyük veriyi analiz ederek, hem siyasi hem de ticari müşterileri için “veriye dayalı davranış değişikliği” teknikleri kullanarak hizmet veriyordu. İş tanımından bile kulağa son derece şaibeli gelen şirket, Facebook’un (Meta) kurucusu Mark Zuckerberg’in ABD Senatoso önünde ifade vermesine kadar uzanan karmaşık ve fırtınalı skandalın da bir parçası olmuştu. Cambridge Analytica Facebook’tan edindiği 50 milyon kişisel hesabın verisi ile profilleme yapıp, kişiye özel propaganda mesajlarını kısa süreler içerisinde oluşturmak, sosyal medyanın sağladığı olanaklarla bu mesajlara tepkiyi hızlı bir biçimde değerlendirip bir sonraki mesajları tasarlamakla suçlanıyordu. Cambridge Analytica, ABD başkanlık seçimleri ve Brexit dışında Meksika ve Malezya’dan Brezilya, Kenya, Avustralya ve Çin’e kadar dünyanın dört bir yanındaki siyasi ve ticari kampanyalarda çalışmıştı ve Türkiye’de de AKP ile anlaşmış olduğuna dair iddialar vardı.

Kitlelerin yanlış bilgilerle manipüle edilmesi, internetin demokrasilere doğrudan etkisinin somut örneği oldu. Doğruluk kontrolü platformları da bu sorunun çözümüne odaklanan bağımsız kuruluşlar olarak ortaya çıktılar. Süreç aynı zamanda hükümetlerin ardı ardına interneti tahakküm altına alma girişimlerinin de başlangıcı oldu. Dezenformasyon tehdidini yasalar ile önlemeye çalışan öncü ise Avrupa Konseyi oldu ve 2017’de bir rapor yayınladı. Yanlış haber’ tanımı ise “ifade özgürlüklerini korumayı öncelemeyen” ülkelerin iktidar politikacıları tarafından ‘kabul edilemeyen’ haberler manasına evrilmişti bile.

Malezya’nın yaşadığı süreç, dezenformasyon karşıtı yasaların istismar edilme potansiyelinin iyi bir örneği ve kulağa hiç de yabancı gelmiyor. Malezya’da Yalan Haber Karşıtı Kanun, Nisan 2018’de Najib Razak Başbakanlığında yürürlüğe kondu. Yalan haberleri ‘bilerek yaratan, yayan, yayımlayan, dağıtan ve dolaşımda tutan’ herkesi cezalandıran yasa, yolsuzluğun daha fazla irdelenmemesi amacını taşıdığı yönünde sert eleştirilerin hedefi oldu. Ne tesadüf ki 2015-2016 yılında 1MDB Kalkınma Bankasına ait 10 milyar doların Banka yöneticileri ve Başbakan Najib Razak arasında paylaşıldığı ve 6 milyar dolarının ise ABD’de aklandığı ortaya çıkmış ve sorumlular hakkında dava açılmıştı. Malezya’da yeni bir koalisyonun kurulmasının ardından yeni Başbakan Mohamad Mahatir, kanunu aynı yıl Ağustos ayında yürürlükten kaldırdı.[1] Üç yıla kadar hapis cezası ya da para cezası öngören hüküm için polis memurları hiçbir mahkeme kararı gerekmeksizin şüphelileri tutuklama, verilere erişebilme hakkına sahipken, hükümet ve herhangi bir yetkili ise yönetmelik hükümlerini yerine getirirken gerçekleştirdikleri eylemlerden sorumlu tutulmayacaklardı.

Sansür Yasası olarak da adlandırılan 40 maddelik benzer bir kanun da Türkiye’de 13 Ekim 2022’de Meclis’te kabul edildi. Ancak, ifade özgürlükleri bağlamında ciddi tartışmalara da sahne oldu. Kanunda dezenformasyon, “yalan haberi kasıtlı olarak üretme ve yayma eylemi” olarak tanımlı. ‘Halkı yanıltıcı bilgi’, ‘gerçeğe aykırı bilgi’, ‘halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saiki’ gibi kavramların tanımlarına ise yer verilmiyor. Yanıltıcı bilgi nedir, gerçek olmayan bilgi nasıl ayırt edilir, halk arasında duygular nasıl tetiklenir sorularının cevapları yer almıyor.

Politikacıların olan biteni kendi çıkarları uğruna eğip bükmesi yeni bir şey değil. Ancak, 017-2023 arası dünya çok hızlı değişti. Bugün siyasal propaganda, Chat-GTP, GTP-4 ve yakında çıkacak AGI (Artificial General Intelligence) algoritmalarıyla yapay zeka çalışmalarının üssel olarak her saat geliştiği bir dünya var. Bazı akademisyen, araştırmacı ve profesyoneller geçen hafta yapay zeka çalışmalarının 6 ay durdurulması ricasıyla bir bildiri yayınladılar. Bilginin, haberin, paranın bu kadar hızlı yayıldığı bir dünyada Amerikan Merkez Bankası FED’in bile para piyasalarının hızına ve hareket kabiliyetine uyum sağlamakta zorluk çektiğini gördük. Bugün sahte viral videolarla, yapay zeka uygulamalarıyla yalan haberi çok hızlı yaymak mümkün. Henüz gündeme gelmese de teknoloji şirketlerinde çok hızlı işten çıkarmalar söz konusu. On binlerce programcının işlerini kaybetmesi sosyal medya platformlarındaki güvenlik ve yalan haberleri filtreleme ve engelleme algoritmalarının devre dışında kalmasına sebep oldu. Bu sandığımızdan da büyük bir tehlike.

Bir hükümetin en yüksek perdeden özgür basına yönelik tehditleri toplumda yalan söyleme kültürünün yaygınlaşması ve yarattığı siyasi tehlikeler zaten geniş çapta tartışıldı, akademik makalelere konu oldu. Ancak daha önemli bir nokta daha var, o da yalan bilgilerin toplum, sosyal sermaye ve dolayısıyla ekonomi üzerinde yarattığı etkiler. Bu konu, yeterince akademik makalelerde henüz ele alınmadı. Ancak bazı yenilikçi çalışmalar yolda. Kaliforniya San Diego Üniversitesi Öğretim Üyesi Joel Sobel’in bu konuda Mikroiktisat Teorisi ve Deneysel İktisat ve İletişim literatürünü birleştirdiği oldukça ilgi çeken Yalan Ekonomisi adı altında yeni bir dersi bile var.

Yalanlarla dolu ya da yalan olduğu varsayılan haberlerin yaygınlaştığı bir atmosferin topluma yayılması ekonomik büyüme oranlarını da azaltabilir. Doğru bilgi akışının olmadığı bir ortamda kişiler ve işletmeler kime veya neye güveneceklerini bilemediklerinden etkili bir şekilde gelecekle ilgili ekonomik plan yapamaz, doğru ekonomik kararlar alamazlar. Sorun karmaşıktır.

Güven ya hep ya hiç değildir. İnsanların ön yargıları vardır. O halde güveni nasıl ölçeriz? Yalan nasıl mikro ekonomi teorisi çerçevesinde modellenebilir? Doğru iletişimin ekonomik büyümeye etkisi nedir?

Ne kadar saklansa da Yeni Ekonomi Modeli başarısız olmuştur. O halde iktidar neden hala bunun aksini iddia etmektedir? Sürekli yalan bilgi, haber ve verilere maruz kalmanın Türkiye’ye orta ve uzun vadedeki ekonomik maliyetleri nelerdir? Ekonomi literatüründe “yalan” kavramının karar almada pişmanlık gibi modellenmesi suretiyle bu sorulara cevaplar aramak mümkün olabilir. Ekonomi sosyal bir bilimdir. Doğru ve zamanında bir ekonomi iletişimi ise siyasal otoritenin sorumluluğundadır.

[1] Şubat 2020’de, Pakatan Harapatan iktidarı son buldu. Yeni Başbakan Muhyiddin Yassin, bu kanuna gerek olmadığını belirttikten bir yıl sonra fikrini değiştirerek, Kral’ın öncülüğünde ve parlamentonun askıya alınmasıyla 11 Mart 2021’de Acil Durum Yönetmeliği 2021 adıyla, önceki kanunun ağırlaştırılmış bir halini aniden yeniden yürürlüğe koydu.

Aylin SEÇKİN – politikyol

Okumaya devam et

EKONOMİ

S&P Türkiye’nin kredi notunu yükseltti

Yayınlanma:

|

Yazan:

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu S&P Türkiye’nin kredi notunu B’den B+’ya yükseltti.

S&P geçen Aralık ayında Türkiye’nin kredi notunu “B” olarak teyit ederken not görünümünü durağandan pozitife revize etmişti.

Diğer derecelendirme kuruluşu Moody’s Ocak ayında görünümü durağandan pozitife çekmiş, Fitch Ratings ise Mart ayında Türkiye’nin kredi notunu yükseltmişti.

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Yayınlanma:

|

Yazan:

Ekonomi yönetimi hem Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hem de Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan Amerika’da temaslarda bulunuyor. MB Başkanı, enflasyonun hem aylık hem de yıllık bazda 2024’ün 2. yarısından itibaren düşmesinin beklendiğini belirtti. Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi yaptığı değerlendirmede enflasyonla mücadelenin başarılı olmasını temenni ettiğini belirterek, başarı kriterlerini açıkladı. Çelebi’ye göre başarı öncelikle kalıcı olmaktan geçiyor. İkincisi de istihdam yaratan bir başarı olmalı. FED’in enflasyonla mücadele programında en önemli göstergelerden birinin, istihdam yaratma olduğuna değinen Işın Çelebi, “Türkiye’de de istihdam yaratma kriterini enflasyonla mücadele programının yanına koymak gerekiyor. Üretim, istihdam demek zaten. Üretim, üretkenlik ve verimliliği sağlamak gerekiyor. Bu anlamda cari denge, cari açık vermekten ziyade, bu cari açığı nasıl finanse ettiğiniz ve bu finansmanı nerelerde kullandığımız önemli.” açıklamasını yaptı. Büyüme, üretkenlik ve verimliliğin döviz arzıyla ve yabancı sermaye girişiyle takviye edileceğini belirten Çelebi, Türkiye’nin yabancı sermaye girişini hızlandırması gerektiğine dikkat çekti. “Bunun için Türkiye’nin mutlaka hukuk altyapısını, yabancı sermaye ve dünyaya güvence verecek şekilde uluslararası hukuka uygun hale getirmeli. Bunu belirtmek benim vatandaşlık görevim. Bugün bu anayasa değişikliği tartışmaların başladığı bir dönemde bunu söylemeyi bir görev addediyorum.” dedi.

Işın Çelebi, buna ek olarak Türkiye’nin mutlaka gri listeden çıkması gerektiğine değinerek, Avrupa Birliği tam üyelik yolunda ısrarla ve kararlılıkla yürümenin önemine işaret etti. Çelebi, “Şimdi Avrupa Birliği üst yönetimi, Türkiye’yi sadece iş birliği yapılacak bir ülke konumuna oturtmaya çalışıyor. Bunu aşmak ve tam üyelik yolunda da ısrarcı olmak lazım. 2005 ile 2010 arasında Türkiye’ye yabancı kaynak girişinin en yoğun olduğu dönemde, yıllık 20-25 milyar dolarlık döviz girişi ve yabancı sermayenin girişinin olduğu, direkt yatırımların yapıldığı dönemler de Türkiye’de enflasyonun %10’a düşmesini sağladı. Bundan örnek alarak, yabancı sermaye girişini mutlaka sağlamak zorunda. Bu da ancak Uluslararası hukuka uyumlu ve Avrupa Birliği tam üyelik yolunda adımlar atmakla gerçekleşebilir.” hatırlatmalarında bulundu.

“Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden”

Altınbaş Üniversitesinden Prof. Dr. Işın Çelebi, Türkiye’deki vergi adaletsizliğine değindiği konuşmasında, Türkiye’nin parasal politikalarını maliye politikalarıyla yani bütçe politikalarıyla desteklenmesini tavsiye etti. “Sadece para politikasıyla faizi, kuru sabitleyerek, ücretleri sabitleyerek enflasyonla mücadele programını tek başına yürütemeyiz. Bunu bütçe politikalarıyla ve maliye politikalarıyla bütünleştirmemiz lazım. Vergi konusu çok önemli. Türkiye gördüğüm kadarıyla gelir üzerinden vergi alan bir ülke. Vergi politikamızı, dolaylı vergilerle uyguluyoruz. Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden yani akaryakıttan aldığımız vergi, sigaradan aldığımız vergidir. Vergi adaletini bozan ve düşük gelir gruplarının vergi yükü altında ezilmesine yol açan bir sisteme sahibiz. Oysa biz vergiyi hem tabana yaymalıyız hem vergi oranlarını düşürerek geniş kitlelere vergi tabanını yayıp vergi alabilecek hale getirmeliyiz.” önerisinde bulundu.

“Finans sektöründeki muafiyetler ve istisnalar azaltılmalı”

Finans sektöründe büyük muafiyetler ve istisnalara dikkat çeken Çelebi, bunların mutlaka azaltılması gerektiğini kaydetti. “Vergi gelirlerini arttırmanın bir diğer yolu da kayıt dışı ekonomiyi, vergi sisteminin içine almak” diyen Çelebi’ye göre, vergi oranlarını düşürerek, vergide devrim yapılmalı. Tüm vergi sistemini ele alarak, biraz hafifletmeli. İşe düşük gelir gruplarına yük olan dolaylı vergileri azaltarak, %68’den %50’ye indirmeyi hedef alarak başlanmalı. Bu tür bir vergi reformuna Türkiye’nin acil ihtiyacı olduğunu ileri süren Çelebi, “Harcamalar üzerinden değil, gelir üzerinden vergi alacağımız bir sistem olmalı. Tabanı genişletebilmek ve adaleti sağlayabilmek önemli.é diye konuştu.

Işın Çelebi, ilk 3 aylık bütçe açığının 513 milyar liraya ulaşmasını da değerlendirerek, “Bütçe açığının, 2024 yılında 2,2 milyar TL’nin üzerinde olacağı öngörüldü. Şu anda mart sonu itibariyle 513 milyar TL’lik bir açık oluştu. Gördüğüm kadarıyla yıl sonu itibariyle 2 milyar TL’lik bütçe açığı programa uygun halde gidiyor. Bu noktada vergi gelirlerini arttırıcı reformlar yapılırsa, bütçe açığının hedeflenen doğrultuda gerçekleşeceğini düşünüyorum. Bunu da önemli buluyorum.” diye konuştu.

“Büyümeden vazgeçilebilir ama gelir dağılımı adaletli olmalı”

Cari açığın aylık 3,3, yıllık olarak da 31,8 olduğunu hatırlatan Çelebi, “Bu, geçen yıla göre yıllık bazda bir daralmanın sonucu. Ekonomiyi daraltarak, büyümenin %3’ün altına düştüğü bir durum gözüküyor. O bakımdan büyümeden vazgeçebiliriz. Ama gelir dağılımının adaletli olması ön planda olmalı. Yani büyümeden vazgeçtik, daraltıyoruz ekonomiyi. Oysa bir ekonomi, cari açık verdiği zaman dışarıdan kaynak temin etmeli. Çünkü ekonomik büyüme, dış kaynakla sağlanır, iç tasarrufla değil. Bu kadar cari açıktan korkmamak lazım. Eğer ihracatın ithalatı karşılama oranını da yüzde 80’lerin üzerine çıkarabilirseniz, bu cari açık problemini karşılayabilirsiniz.” önerilerinde bulundu. Çelebi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın 2023 Şubat ile 2024 Şubat dönemine dair açıkladığı listeye baktığınızda, ihracatta yaklaşık 400 milyon dolarlık bir artış olduğuna dikkat çekti. Buna karşılık ithalattaki daralmanın da Türkiye’nin büyümesinin durmasından kaynakladığını işaret etti. Bunun bir tercih meselesi olduğunu belirten Çelebi, sözlerini şöyle tamamladı; “Benim kişisel kanaatim, Türkiye % 3’ün altında bir büyüme çizgisine sahip olmamalı. Türkiye’nin döviz arzını arttıracak politikalardan vazgeçmemeli. Şimdi kurun enflasyona etkisinin, %50 olduğunu söyleyen bir görüş var. Bunun matematiksel modeli yanlış. Buna %100 karşıyayız ve katılmıyoruz. Bir iktisatçı ve matematikçi mantığıyla söylüyorum. Bunun enflasyona etkisi % 50 değil, % 10-15 gibidir. Kuru serbest piyasalara bırakmak lazım. Bu açıdan Merkez Bankası politikalarını gözden geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.”

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. BORATAV: Yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi

Prof. Dr. Korkut BORATAV, BİRGÜN gazetesine 31 Mart yerel seçimlerini değelendiren bri röportaj yaptı: Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi?

Yayınlanma:

|

Yazan:

AKP’nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı ülkenin gündemindeyken sizce neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu?

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama, on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güney-Doğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansıması büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleşti. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. Kısmen 2024 seçimine katılmayarak; dörtte üçü de CHP’ye yönelerek…

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine yol açmış; mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Yoksullaşma ekonomi büyürken, istihdam artarken gerçekleşti; algılanması da bu yüzden güçleşti. Ama, algılanmayı frenleyen temel etken, bence, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlanmıştı.

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; öne çıktı; “sahte, içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardılar. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca etkili oldu.

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP iktidarının ekonomide ve siyasal anlamda atacağı adımlar bekliyor. Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı?

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor.

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir?

Mehmet Şimşek geleneksel neoliberal reçeteyi uyguluyor; enflasyona daraltıcı politikalarla son vermeyi öngörüyor. Temel araçlardan biri, emek gelirlerinin bastırılmasıdır. Şimşek de ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır.

Bugünkü ekonomik ortam, 1990’lı yılların yüksek enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücretler, emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortamın bir benzeri tekrar oluşacaktır.

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi?

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri bugün açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir.

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… Türkiye’nin 2028 ve sonrası için bu ekonomik ortam önerilmektedir…

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır?

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların eşgüdümü, mümkünse birleştirilmesi önemlidir.

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı.

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak, adeta kendiliğinden” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi hak etmesi, özümsemesi büyük önem taşıyor. Sadece CHP’nin değil, tüm Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.