Connect with us

EKONOMİ

Prof.Dr. Yeldan: Üçüncü nesil kriz

Türkiye’nin ‘üçüncü nesil bir kriz’ yaşadığını söyleyen Prof. Dr. Yeldan, “Durgun, düşük ücretli, düşük yatırım performanslı, vasıfsızlaştırılmış bir ülke olmanın krizini yaşıyoruz” dedi. Yeldan, kâr oranlarının yükseltildiği yepyeni bir üretici enflasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu kaydetti.

Yayınlanma:

|

Türkiye seçim döneminde neler yaşadı? 2026’ya ertelenen tek haneli enflasyona kadar ülke ekonomisini ne bekliyor? Yaşanan enflasyonun kaynağı ne? Ülkenin içerisinde bulunduğu bu döneme ‘kriz’ denilebilir mi? Prof. Dr. Erinç Yeldan ile tam 59 dakika boyunca bu sorular çerçevesinde sohbet ettik. Özetleyecek olursak, Yeldan, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu dönemi ‘üçüncü nesil bir kriz’ olarak tanımlıyor. Prof. Dr. Yeldan, kâr oranlarının yükseltildiği yepyeni bir üretici enflasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu kaydetti.

Seçim öncesi ve sonrası birbirinin zıttı ekonomi politikaları ile karşı karşıyayız. Öncelikle buradan başlayabiliriz. Son bir seneyi nasıl ele alırsınız?

Son bir sene çok uzun ve karmaşık tarihçe. Kısa bir süre gibi gözüküyor ama içerisinde neredeyse her gün, her saat mikro ihtiyati tedbirler, makrosunu geçtim artık! Güncel tedbirler aracılığıyla bir yapboz tablosuna dönmüş ekonomi idaresi oldu. Bunu bir iki cümleyle özetlemek zor ama tasarımın genel hatlarıyla özetlemek gerekirse şunu diyebiliriz: 2015-2016’dan başlayarak AKP ekonomi idaresi, iktidarını bir arada tutabilmek için yepyeni rant kaynakları oluşturmak durumundaydı. Hemen hemen iktisat biliminin bütün kısıtlamaları, bütün koşullandırmaları şu veya bu şekilde ötelenip, rant ve haksız kazançlar yaratmayı amaçlayan yapboz politikaları sürdürüldü.

Ulusal ekonomi, deyim yerindeyse ‘ucuz bol kredi’ye kavuşturuldu. Bunun için de düşük faiz politikası, aynı zamanda propaganda malzemesi olarak dini motifler de kullanılarak, kamuoyunda sanki Türkiye’de yepyeni bir büyüme modeli tasarlanıyormuş gibi devreye sokuldu. Bütün bu karmaşanın bir bedeli olacaktı. Yüksek enflasyonla bu politikaların bedeli ödenmekte.

Seçimden hemen sonra büyük medya ve ‘rasyonale dönüş’ şovuyla bu işi bilen ekip görev başına getirildi imajı kurgulandı. Haziran ayından sonra Türkiye’de izlenen politikalar, doğrudan doğruya yerli ve uluslararası finans sermayesinin potansiyel bir döviz krizi ve yüksek enflasyondan tahrip edilmiş finansal varlıklarını onarma stratejisidir. Türkiye’de hemen hemen hiçbir teknolojik veya rekabetçi hamle söz konusu değilken, doğrudan doğruya finans sermayesinin kayıplarını telafi etme, onarma stratejisi gündeme konulmuştur. Mehmet Şimşek uluslararası finans sermayesinin ‘en güvenilir’, ‘en gözde’ teknokrat idarecisi öyküleriyle  bu görevi üstlenmiştir. 2023 yaz ayları, aynı AKP’nin hemen 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş programını devralması, 2009 küresel krizi sonrasında tekrardan finans sermayesinin kayıplarını onarmak için attığı adımların bir uzantısıdır. Ne var ki, AKP ekonomi idaresinin siyasi ve ekonomik reel gerçeklerle karşılaştığında, 2003-2008  veya 2010-2015 kadar elinin rahat olmadığı bir konjektördeydik. Artık o dönemlerdeki gibi bol sıcak para sermayesinin mevcut olmadığı bir konjonktürdeyiz; AKP’nin güvendiği “yabancılar” da bir türlü gelmiyor.

Bir de 2024 yerel seçimleri var…

Çok yüksek enflasyon ile yerel seçimlere gidilecek. AKP için hayat memat meselesi olan İstanbul metropolünün artık kaybedilmemesi lazım. Çünkü İstanbul AKP’nin çok ihtiyaç duyduğu imar rantlarının, kent rantlarının ana kaynağı. Deprem dönüşümü, Kanal İstanbul gibi çok büyük projeler altında oradaki kent ormanlarının arazilerin kentsel dönüşüm altında yerleşme merkezlerinin yeniden inşaat rantına dönüştürülmesi ancak ve ancak İstanbul’un kazanılmasıyla söz konusu olacak.

Neredeyse iki sene sonra artık enflasyonun tek haneye düşeceğini öngörmüş durumdalar. Yani enflasyonla mücadele 2026’ya kadar devam edecek bir tasarım olarak gözüküyor. Kaçınılmaz olarak enflasyonla mücadelenin geciktirilmesi, döviz kurundaki olumsuz konjonktürü devam ettirecek. Bunun baskılandırılması, TCMB’ye büyük maliyetlere neden olacak. Türkiye’nin cari işlemler dengesindeki olumsuz eğilim sürdürülecek ve bunun yarattığı işsizlik baskısı ücretleri daha da aşağıya çekecek.

Artık yerel seçimlerdeki siyasi rekabet kısıtları ortadan kalktıktan sonra da AKP, emek aleyhtarı yüzünü çok daha somut bir şekilde sergileyecek.

Fakat yüksek enflasyon ortamında yani 2024’ün mayıs ayına kadar yükselmesi öngörülen enflasyon ortamında bu bir kaşık bal ile yamalanmış düşük orta gelir ücretli kesim, bir buçuk 2 ay içinde en geç aslında hayat pahalılığının devam etmekte olduğunu fark edecek.

KÂR İTİLİMLİ ENFLASYON

Hocam, ücretler konusunda klişeleşmiş, her ücret artışı gündeminde ortaya atılan tartışmalar var. Türkiye’de dahi enflasyonun kaynağı nedir?  Ücret artışlarının enflasyona etkisi nasıl oluyor?

Biz, çok yakın bir süre içerisinde Korkut Boratav hocanın liderliğinde Ahmet Haşim Köse arkadaşımla beraber İktisat ve Toplum Dergisi için bir çalışma yürüttük. Çok uzun süreli bir çalışmaydı. Üzerinde 3-4 aydır çalışıyorduk. Burada bütün dünyada tartışılmaya başlayan ‘Enflasyonun ana kaynağı,  bileşenlerin nedir ?’ sorusuna Türkiye verileri kullanarak yanıt bulmaya çalıştık.

Ana yaklaşımımız Türkçe’de kâr itkili enflasyon olarak biliniyor. Ücret maliyetlerinden değil ücretlerin bastırılarak kâr oranlarının yükseltildiği yepyeni bir üretici enflasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu göstermeye çalıştık. Washington’da emek yanlısı, Ekonomik Politikaları Araştırma Enstitüsü’nün yaptığı araştırmalarda Amerika için örneğin; 1979-2019 dinamiklerinin tersine artık ücretlerin Amerikan enflasyonu içerisindeki sorumluluğunun payı yüzde 8’iken kâr marjlarının payı yüzde 54 olarak belirleniyordu. Biz de Türkiye’de 2015’ten başlayarak 2021 sonuna kadar kâr marjlarının Türkiye genelinde yüzde 14’ten yüzde 22’ye, sanayi sektörleri ortalamasında ise yüzde 11’den yüzde 18’e kabaca 7 puan yükseltildiğini ve bunun da üretici fiyat enflasyonunda özellikle çok belirleyici bir unsur olduğunu gösterdik.

Reel ücretlerin ise sanayinin hemen hemen bütün sektörlerinde ve Türkiye ekonomisi ortalamasında kabaca yüzde 10 ile yüzde 20 arasında geriletilmiş olduğunu gösterdik. Asgari ücretteki yamalara, memur maaşlarındaki ötelenmelere rağmen bu kâr etkili enflasyonun dinamikleri o kadar dirençli, o kadar uzun süreliydi ki ücretlerdeki bu 1-2 aylık iyileştirmeler emekçiye refah artışı sağlamadı, ücret artışı getirmedi. 2021 sonu itibariyle 2015’e göre emeğin milli gelirden aldığı pay yaklaşık 10 puan geriletildi. Reel ücretler yaklaşık yüzde 15 ile yüzde 25 sektörlere göre reel olarak geriletilmiş oldu.

Bütün bu çalkantılı dönemin maliyeti, düşük orta gelirli, yüksek orta gelirli bütün ücret gruplarına, özellikle düşük vasıflı, genç kadın emekçilere, kayıt dışı çalışan erkek emekçilere, yüklenerek, dibe doğru yarış içerisinde reel ücretler reel gelirler geriletilmiş oldu.

Anlık yükseltmeler, yandaş medya gruplarının vitrinde ‘halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz’ propagandası sürdürülürken, ücretlilerin gelirlerinin böylesine tahribatı son derece pasif, edilgen ve olası iktidara geldiğinde de AKP’den farklı olarak emekten, halktan yana ne yapacağını bir türlü açıklayamayan, hatta buna da inanmayan, başarısız ve şu anda da kendi içerisinde liderlik kavgasına düşmüş parçalanmış muhalefetin de eseri.

Bu günkü sonuçlara bakarsak 1970-1980 enflasyonuna göre çok farklı bir enflasyon dinamiğiyle karşı karşıyayız. Hem Türkiye’de hem de kapitalizm merkez ekonomilerinde.

İzlenmekte olan politikalar 2026 sonrasına ötelenmiş enflasyonla mücadele, kısa dönemde de finans sermayesinin kayıplarını en aza indirgeyecek, yabancı yatırımcı –geldi –geliyor -gelmek üzere -kapımız ardına kadar açık, söylemiyle finans kapitalin önceliklerine hizmet eden bir ekonomik anlayışıyla karşı karşıyayız.

Burada da dramatik olarak herhalde en çarpıcı yanılsama şu: Yabancı yatırımcı denilen şahıs aslında yatırımcı değil finansal spekülatör. Reel sektörde yeni teknoloji, yeni fabrika, yeni iş sahası açacak yeni üretkenlik artışına yol açacak teknolojik hamleden gerçek anlamda sermaye yatırımından değil, spekülatif para sermayeden bahsediyoruz. Oradaki ‘yatırım’ sözcüğü de aslında herhalde iktisat medyasının en büyük yalanlarından tanesi olarak karşımızda duruyor.

Belirsizlik ve güvensizlik ortamında elindeki ürünü daha yüksek kâr oranıyla satma olanağına sahip olan çoğunlukla tekelci işletmeler, bunu sonuna kadar kullanıp enflasyon dinamiklerini bu şekilde harekete geçiriyorlar.

Ve uzun süre sabredeceğiz…

Bakın enflasyonu 2026 sonuna kadar yani bu söz telaffuz edildiği zamandan, yaz aylarından başlarsanız neredeyse 3 sene öteledik. 3 sene ‘sabır’ edeceğiz. Hakikaten 3 senelik zaman dilimi varsa enflasyonu tek haneye düşürmek, büyüme hızımızı tekrardan yüzde 5’e kalıcı olarak monte etmek için klişe ön yargılı basit ‘ücret maliyetlerini düşürmek zorundayız’ gibi sloganlarla değil ekonominin ve dünyanın gerçekleriyle beraber hareket etmek durumundayız.  Mademki sabır isteniyor, bu sabrı sonunda rekabetçi daha verimli daha üretken bir ekonominin ön koşullarını yaratmak için kullanmak zorundayız, fedakarlıkları emekçi halka yıkarak değil.

TÜRKİYE KRİZİN İÇİNDE

Türkiye’nin ekonomik krizde olduğu veya ucundan döndüğü yönünde görüşler var. Türkiye’nin içerisinde bulunduğu bu döneme ekonomik kriz diyebilir miyiz?

Bu çok önemli bir soru. Türkiye bir krizin içinde, bunu net bir şekilde ifade edebilirim.

Ekonomik kriz, iktisat tarihinde dinamikleri, çözüm yolları dahil olmak üzere birkaç kategoride değerlendirilir. 70-80’lerin krizlerinin özellikleri şöyle sıralanabilir: ‘Popülist’ müdahaleler, siyaseten rastgele politikalar izleyen bir devletin sorgusuz sualsiz yaptığı harcamalar, döviz kurlarının çoğunlukla sabit olduğu rejimler, denetleyici mekanizmalarının piyasaların regülasyonunun tamamlanmadığı koşullar. Bunlara birinci nesil krizler diyorduk.

Sonra finansal serbestleştirmeyle beraber, Sovyet sistemi sonrasında kurulan finansal küreselleşme altında finansal sermaye hareketlerinin aşırı oynak, belirsizlik yaratan spekülatif saldırıları altında peş peşe yaşanan krizler geliyor. Çoğunlukla da iktisatçıların “ahlaki tehlike” diye tanımladığı, bir yerde bir rant mekanizması kaçınılmaz olarak krizi tetikliyor. Meksika 1994, Arjantin 2001, Türkiye 2001, Türkiye 1994, Brezilya 1998, Asya ülkeleri 1997 gibi…  Bunlar da ikinci nesil krizlerdendi.  Her 2 kriz biçiminin ve bizde oluşan kriz algısının tezahürü: Derin bir çöküş, banka iflasları, şirket iflasları, döviz kurunda muazzam hareketlenme, işsizlik…

94-2001’i hatırlayacak olursanız, Türk lirasının birdenbire yüzde 50-60 reel olarak değer kaybetmesi, enflasyonun fırlaması onlara yetişmeye çalışan gecelik faizlerin yüzde 400-500 çıkması, para piyasasının fon piyasasının çökmesi… Nihayetinde sermaye el değiştirirdi. Yakınlarda yitirdiğimiz Jim Crotty hocanın sözleriyle, ‘Sermaye hiçbir krizi boşa geçirmez, sarf etmez’ sözünü kanıtlar nitelikte rakamlara baktığınız vakit yepyeni bir denge sürdürülüyor, anlık bir muazzam çöküş söz konusu değil.  Ama enflasyon, döviz kuru, finansal piyasalar ve büyüme, işsizlik tekrardan rehabilite edilmiş, toplumsal maliyetleri emeğin üzerine yıkılmış, yolumuza devam ediyoruz.  Üçüncü nesil diye hitap edilen bir kriz dalgasıyla karşı karşıyayız. Bu üçüncü nesil krizler, uzun vadeye yayılmış bir durgunluk, süregelen işsizlik, “büyük durgunluk” diye anılan düşük üretkenlik ile tezahür ediliyor.  Kapitalizm bir türlü yeni bir ivmelenme gerçekleştiremiyor, finansal rantlar ile tekelci karlarını beslemeye çabalıyor. Kabaca ülkeden ülkeye farklılıklar göstermekte kuşkusuz.

Peki hocam, bu üçüncü nesil krizin Türkiye’ye has özellikleri var mı?

Arka planda ana dinamik bir türlü üretkenlik kazanımlarını harekete geçiremeyen, uluslararası çalışma örgütünün tanımıyla ‘insan onuruna yakışır’ yüksek ücretli, güvenceli istihdam biçimlerini bir türlü yaratamayan kapitalizm gerçeği var. Türkiye de uluslararası iş bölümüne ucuz iş gücü ve ucuz ithalat deposu olarak katılan ‘taşeron ekonomi’ sıfatıyla büyük durgunluktan nasibini alıyordu.

Buna Türkiye’nin yaşadığı hukuk ve bürokrasi cinayeti, eğitim cinayeti, gençlerimizin geleceklerinden umudunu kesmeleri, sanayicinin ihracatçının Türkiye coğrafyasından umudunu yitirmeleri, Anayasa mahkemesinin bir ‘terörist’ ilan edildiği, hukukun çiğnendiği, Boğaziçi Üniversitesi’nden örneklerle eğitimin her kademesinin Anaokullarına kadar vasıfsızlaştırıldığı, İslamlaştırıldığı, çağdışılaştırıldığı bir ekonomi içindeyiz. Korkut hocanın betimlemesiyle, büyük çürüme…

Bütün bunların tezahürü sanki bir düdüklü tencerenin sibobu gibi yüksek enflasyon olarak tezahür ediyor. Bu anlamda bir krizin zaten ortasındayız. 1. ve 2. nesil krizlerde gördüğümüz muhteşem çöküşü değil, düşük ücretli düşük üretkenlikle düşük yatırım performanslı sıradanlaşmış vasıfsızlaştırılmış bir ülke olmanın krizini yaşıyoruz.

Bu bugüne kadar gördüğümüz krizlerden farklı. İşte o yüzden de zaten bir-iki kaşık bal ile sanki düşük gelirli vatandaşlarımıza birtakım kaynak transferleriyle “kriz olmadı” denilirken, aksine bu yeni biçim genel durgunluk krizi devam ediyor.

Kavva GÜMÜŞKAYA-BİRGÜN

Okumaya devam et

EKONOMİ

HÜRMÜZ BOĞAZI KAPANIRSA NE OLUR?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Dünya enerji güvenliğinin kalbinde yer alan Hürmüz Boğazı, küresel ticaretin ve petrol taşımacılığının en kritik geçitlerinden biridir. Ancak bu boğazın geçici dahi olsa kapanması, sadece bölgeyi değil, tüm dünya ekonomisini derinden etkileyebilecek bir kriz senaryosudur. Bu yazıda, Hürmüz Boğazı’nın önemi ve kapanmasının olası sonuçları detaylı bir şekilde incelenmektedir.

HÜRMÜZ BOĞAZI’NIN STRATEJİK ÖNEMİ

Hürmüz Boğazı, İran ile Umman arasında yer alır ve Basra Körfezi’ni Umman Denizi’ne bağlar.
Bu dar geçit, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden olan Suudi Arabistan, Irak, Kuveyt, İran, BAE ve Katar’ın deniz yoluyla petrol ve doğalgaz ihracatında tek çıkış kapısı niteliğindedir.

  • Günlük yaklaşık 17-20 milyon varil petrol bu boğazdan taşınmaktadır.

  • Bu miktar, küresel petrol ticaretinin yaklaşık %20’sine denk gelir.

  • Ayrıca Katar’ın sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ihracatının da büyük bölümü bu yoldan geçer.

ENERJİ VE EKONOMİK SONUÇLARI

1. Petrol Fiyatlarında Şok Artış

Hürmüz Boğazı’nın kapanması, arz şokuna yol açar.

  • Petrol fiyatları birkaç gün içinde 150-200 dolar/varil seviyelerine çıkabilir.

  • Enerji ithalatçısı ülkelerde enflasyonist baskılar oluşur.

  • Üretim maliyetleri artar, ekonomiler yavaşlar, stagflasyon riski doğar.

2. Küresel Tedarik Zincirinin Bozulması

  • Asya, Avrupa ve ABD’ye enerji taşıyan petrol tankerleri seferlerini durdurmak zorunda kalır.

  • Enerjiye bağımlı endüstriler (otomotiv, plastik, gübre vb.) ağır darbe alır.

  • Alternatif boru hatları kapasite olarak yetersizdir.

JEOPOLİTİK VE ASKERİ SONUÇLARI

1. ABD-İran Gerilimi Zirveye Çıkar

İran’ın boğazı kapatma tehdidi veya fiilî kapatma girişimi, ABD ve müttefiklerinin askerî karşılık verme ihtimalini doğurur.
Bölgedeki ABD Donanması’nın varlığı bu senaryo için hazırdır.

2. İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri Tetikte Olur

İran’ın bu hamlesi bölge ülkeleri tarafından ulusal güvenlik tehdidi olarak değerlendirilir.
Silahlanma hızlanır, bölgesel çatışma riski artar.

3. Askerî Müdahale ve Savaş Riski

Deniz yolunun açık tutulması için ABD önderliğinde çok uluslu bir askerî müdahale gündeme gelebilir.
Bu durum petrol bölgelerinde bombalamalara, deniz trafiğinin askıya alınmasına neden olabilir.

Irak Dışişleri Bakanı'ndan “Hürmüz Boğazı kapanırsa küresel enerji  piyasasında kriz çıkar” uyarısı

ALTERNATİF ENERJİ ROTALARI VAR MI?

  • Suudi Arabistan ve BAE, bazı petrolünü Hürmüz dışındaki boru hatlarıyla taşıyabilir.
    Ancak bu yolların kapasitesi sınırlı ve tüm ihracatı karşılamaktan uzaktır.

  • Katar LNG’si içinse alternatif güzergâh neredeyse yoktur.

TÜRKİYE’YE ETKİSİ NE OLUR?

  • Türkiye enerji ithalatının büyük kısmını bu bölgelerden sağlamaktadır.

  • Fiyatlar arttığında Türkiye’nin enerji faturası büyür → cari açık artar.

  • Bu durum TL üzerinde baskı oluşturur, enflasyon hızlanır.

Hürmüz Boğazı’nın kapanması, sadece bölgesel değil, küresel bir kriz anlamına gelir. Petrol ve gaz piyasasında arz şoku yaratır, küresel ekonomiyi durma noktasına getirebilir. Jeopolitik gerilimlerin zirveye çıktığı bir ortamda bu boğazın güvenliği, dünya düzeni açısından kırılma noktasıdır.

www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Limonlar Kredi Aldığında: Asimetrik Bilginin Finansal Sistemdeki Yankısı

Yayınlanma:

|

Yazan:

Bankaların kredi sistemlerinde giderek daha sık karşılaştığımız bir tablo var: Gerçek kredi değerliliği taşımayan birey veya işletmelere, sistemsel boşluklar nedeniyle kredi limitleri açılıyor. Kredi puanı iyi görünüyor, limit mevcut—ama geri ödeme kabiliyeti yok. Neye benziyor, biliyor musunuz? George Akerlof’un 1970’te yazdığı kendisine Nobel iktisat ödülü aldıran “limon piyasası”na.

Asimetrik Bilgi Sorunu:

Akerlof’un teorisinde, alıcı ve satıcı arasındaki bilgi dengesizliği nedeniyle kaliteli ürünler (iyi arabalar) piyasadan çekilir, yerine “limonlar” (kötü arabalar) kalır. Bugünün kredi sisteminde ise:

  • Banka, müşterinin gerçek riskini göremiyor (ya da görmek istemiyor).
  • Müşteri, sistemin sunduğu limitlere ulaşıyor, kredi kullanıyor.
  • Böylece finansal piyasada “limon” krediler çoğalıyor: riskli, sürdürülemez, görünürde aktif.

Sonuç Ne Olur?

  • Gerçek değerliliğe sahip kullanıcılar daha pahalı krediye ulaşır.
  • Sistem, kendi içindeki çürüklüğü fark edemez.
  • Uzun vadede bu asimetrik bilgi, toplu bir güven krizine dönüşür. Tıpkı Akerlof’un uyardığı gibi…
  • Finansal sistemler gelişiyor, algoritmalar daha sofistike hale geliyor—ama hâlâ “insanı” göremeyen modellerle çalışıyoruz. Kredi vermek sadece matematik değil; güvenin, bağlamın ve davranışsal içgörünün birleşimidir.
  • “Kredi sadece bir limit değil, bir güven oyudur.”

Kredi sistemleri giderek daha sofistike hale geliyor. Algoritmalar, puanlama sistemleri, dijitalleştirilmiş değerlendirme modelleri… Peki ama hâlâ “insanı” göremeyen bu sistemler gerçekten güvenli mi?

George Akerlof, 1970’te “limon piyasası” teorisini ortaya attığında otomobil piyasasını örnek gösteriyordu. Bugün ise aynı teoriyi bizzat kredi piyasasının içinde yaşıyoruz: asimetrik bilgi, yani tarafların eşit derecede bilgi sahibi olmaması, sistemi yavaş yavaş çürütüyor.

Gözlemlerimden İki Sessiz Hikâye

Firma kârlı göründü, konkordatoya girdi. Bir yıl önce denetimini yaptığım bir firmayla denetim sırasında yaşadığımız bir anlaşmazlık yüzünden yollarımız ayrılmıştı. Geçtiğimiz günlerde konkordato ilan ettiklerini öğrendim. İlginçtir: Banka kredileri denetim sonrası son bir yılda ciddi oranda artmıştı. Bilanço ise temizdi—görünürde. Ama içini bilen biri olarak şunu söylemeliyim: stoklar şişirilmişti. Sayım tutanakları arasındaki fark 3 milyon dolar kadardı.

Stoklar yalansa, bilanço da yalandır. En kolay oynanan kalem de budur çünkü. “Stoklarda 3 milyon dolarlık yapay bir değerleme vardı—bu, bilanço üzerinde kar gibi görünse de gerçekte zarardı.” Bankalar ne yaptı? Kağıt üstündeki görüntüye bakıp kredi verdiler. Mali analizlerin yapamadığı tek şey stok denetimidir, stoklarda ne yazıyorsa kabul edilir. Şu sorularla meşgul olduklarını da hiç zannetmiyorum: Stok sayım tutanak raporu mevcut stoklarla karşılaştırıldı mı? Stok sayım tutanağını kim hazırlamış? Bağımsız denetim mi yoksa şirket personeli mi? Firma son yıllarda matrah artırmış mı? Tedarikçi bakiye hareketleri stok değer hareketleriyle uyumlu mu? Stoklarda dikkat çekici bir durum var mı? Hammadde stoğu mamül stoğundan fazla mı? Şirket ERP sisteminden stok değerleme raporu alındı mı? Sorular çoğaltılabilir.

Çalışanlarına maaşlarını ödemeyen firma, kredi kullanıyor.

Geçenlerde eski bir öğrencim aradı: Çalıştığı firma 3 aydır maaş ödemiyormuş ama aynı zamanda bankalardan kredi kullanmaya devam ediyormuş. Hatta patronunun yeni bir konut satın aldığını duymuş. Bana sorduğu soruya gelirsek: “İş davası açarsam banka hesaplarına bloke konulur mu?

Banka sistemleri SGK kayıtlarını kontrol etse, firmanın 3 aydır sigorta ödemediğini görecekti. Ama görmedi. Çünkü sistem, sadece rakama ve geçmiş skora bakıyor—insan hikâyesine değil.

Sonuç: Algoritmalar Belki Zekidir, Ama Kördür

Bugünün kredi algoritmaları geçmiş veriye dayanır, davranışı anlamaz, öyküyü okumaz. Böylece sistem, Akerlof’un tarif ettiği gibi, limonlarla doluyor: Gerçekte riskli olan ama kâğıt üstünde sorunsuz gözüken kredilerle. Sonuç? Gerçekten sağlıklı, krediye erişimi hak eden işletmeler bu gölgelerin altında kalıyor.

Serhat CAN

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. YILMAZ: Bütçe açıkları dizginlenebilir mi?

Bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak

Yayınlanma:

|

Mayıs ayına ait merkezi yönetim bütçe gerçekleşmelerine göre bütçe fazlası 235,2 milyar TL, kümülatif (Ocak-Mayıs) bütçe açığı da 650,3 milyar TL oldu. Mayıs ayı bütçe fazlası, giderlerdeki önemli bir azalış kaynaklı değil, tersine kurumlar vergisi hasılatının beklendiği gibi mayıs ayında vergi gelirlerini beslemesiyle gerçekleşti.

Rakamla ifade etmek gerekirse; nisan ayına göre mayıs ayında bütçe giderlerinde 43 milyar TL’lik azalışa karşılık bütçe gelirleri 368 milyar TL arttı. Bu artışın hemen hemen tamamı kurumlar vergisi hasılatı kaynaklı.

Önce vergi hasılatındaki değişime bakalım, ardından bütçe giderlerinde azalış olmuş mu, ona bakarız:

Kurumlar vergisi yıllık beyana tabi bir vergi. Aynı zamanda cari vergilendirme döneminin kurumlar vergisine mahsup edilmek üzere, GVK’da belirtilen esaslara göre ve cari dönemin kurumlar vergisi oranında geçici vergi ödenir. Ocak – Şubat – Mart geçici vergi dönemi beyanname verilme ve ödeme günü 17 mayıs’tı. Ayrıca Gelir İdaresi Başkanlığı, 30 Nisan’a kadar verilecek kurumlar vergisi beyannameleri ve bunlara tahakkuk eden vergilerin ödeme sürelerini 5 Mayıs’a kadar uzattı.

Böylelikle nisan ayında 29,7 milyar olan kurumlar vergisi tahsilatı da mayıs ayında 470,1 milyar TL’ye yükseldi. Hatta mayıs ayında kurumlar vergisi hasılatı vergi gelirleri içindeki payı yüzde 39,4’e ulaştı ki bu oran KDV gibi dolaylı bir verginin payından da yüksekti. Sonuçta bu hasılat bütçede bir rahatlama yarattı.

Mayıs ayında kurumlar vergisi tahsilatı bütçenin imdadına yetişmiş oldu ama yukarıda anlattığım gibi “geçici vergi dönemiydi, geldi ve geçti”.

Bütçenin gelir tarafını temmuz ayında gelir vergisi ikinci taksiti ile ağustos ve kasım aylarında geçici vergi taksitleri bir miktar rahatlatabilir. Ancak aylık olarak artmaya devam eden enflasyon, sıkı para politikasıyla kredi imkanları kısıtlanan firmalar ve artan konkordatolar, hedeflenen vergi gelirlerinden uzaklaşılmasına neden olacak ana faktörler. Ayrıca bütçenin gelir tarafının, borç faizleriyle büyüyen bütçenin gider tarafını telafi etmesi zor görünüyor. O nedenle bütçe açığını dizginlemek hiç de kolay olmayacak.

Bütçe giderlerine şimdi kamuda tasarruf üzerinden bakalım:

Tüm kamu kurumlarının kendi bütçelerindeki kaynaklardan yapacakları harcamalar için tasarruf tedbirlerine uymaları uzun zamandır merakla bekleniyor.

Aşağıdaki hazırladığım tablo, geçen yıl ve bu yılın mayıs aylarında tasarruf tedbirleri kapsamında yapılan harcamaları karşılaştırıyor:

Tabloda görüldüğü gibi bir yıl içinde taşıt alım giderleri yaklaşık 2 katına çıkmışHaberleşme ve enerji giderleri de enflasyon oranına yakın bir artış göstermiş. Kırtasiye-baskı giderleri ile temsil-tanıtma giderlerinde ise bir yılda kısmen frene basılmış gibi.

Ancak temsil-tanıtma giderleri bu yılın ilk dört ayında ortalama 65 milyon TL civarındayken, mayıs ayında birden yaklaşık beş katına (316 milyon TL) çıkmış. Yine de bu haliyle geçen yılın mayıs ayındaki 418 milyon TL’nin oldukça altında kalıyor. Umarım ülkemiz en iyi şekilde temsil ediliyordur. 2024’te bu alanda daha fazla gider yapılıyordu, yoksa geçen yıl daha mı iyi temsil ediliyordu?

Bütçe giderlerinde sorunlu kalem: borç faiz giderleri:

Borç faiz giderleri bütçede büyümeye devam ediyor. Özellikle iç borçlanmanın maliyeti bütçeye yansıyor.

Mayıs ayında borç faiz giderleri 111,2 milyar TL, kümülatif olarak 835,8 milyar TL’ye ulaştı. Dahası Haziran ayında yaklaşık 240 milyar TL’lik borç faiz gideri gerçekleştirilecek.

2025 yılı bütçesi için borç faiz giderlerinin bütçe giderlerine oranının yüzde 13,2 ve vergi gelirlerine oranının da yüzde 17,5 olması hedeflenmişti. Bugünkü görünümde borç faiz giderleri/bütçe giderleri oranı yüzde 15,7 ve borç faiz giderleri/vergi gelirleri oranı da yüzde 20,9’a yükselmiş durumda. Bu göstergeler ile bütçe hedeflerinden uzaklaşıldığı anlaşılıyor.

Bütçe açıklarını kontrol altında tutmak, pek çok alanda katkı sağlayacak. Öncelikle devletten beklenen görevlerin ve kamu hizmetlerinin hem kalitesinin artmasına hem de zamanında sunulmasına katkı sağlayacak.

Aksine bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak.

Prof. Dr. Binhan Elif YILMAZ – T24

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.