Connect with us

GÜNDEM

Asya’da askerî faşizm : Myanmar

Hocaların hocası Prof. Dr. Korkut BORATAV Myanmar’da yaşananları tarihi geçmişi ile ele aldı…

Yayınlanma:

|

Bazen dünya sınıf kavgaları çerçevesine giren ülkelere dikkat çekiyorum. Latin Amerika ön saftadır; Asya daha dingindir, ama suskun değil… 

Geçenlerde Sri Lanka’da halk ayaklanmasına ve onu tetikleyen dış borç krizine göz attım (Sol Haber, 20 Mayıs ve 24 Haziran). 

Bugün Hindistan’a komşu Myanmar’a (önceki adıyla Burma’ya) odaklanmak istedim. Bir buçuk yıldır vahşi bir askerî darbenin sancılarını yaşıyor. Gözümden kaçmış olabilir; ama (Sri Lanka’nın aksine) Türkiye basınında yer almadı. 

Nüfus bakımından, Sri Lanka’nın iki buçuk mislidir (55 milyon); ama Güney Asya’nın yoksul ülkeleri arasındadır (2020’de kişi başına GSYH=1527 dolar). 

Bu yoksul halkın sancılarını izlemeye çalıştım; ülkeyi de bir nebze öğrenebildim.  Eksikleri, yanlışlıkları uzmanlar tamamlar; düzeltirler. 

Tarihsel mirasın yükü

19’ncu yüzyıl boyunca süren İngiliz-Burma savaşları sonunda Myanmar 1886’da Britanya İmparatorluğu’na katıldı. 

II’nci Dünya Savaşı’nda Japonya Burma’yı da işgal etti. Savaş döneminde İngiliz sömürgeciliğine ve Japon işgaline karşı silahlı direnme yürütüldüğünü ve Myanmar halkının 250.000’e yakın ölü verdiğini öğreniyoruz.

Burma’nın bağımsızlığı Ocak 1948’de kesinleşti. Halkın yüzde 88’i Budist’tir. Etnik çeşitlenme ise çok renklidir; 130 civarında etnik gruptan söz ediliyor. Çoğunluk, nüfusun %68’ini oluşturan Bamar topluluğundadır. 

Şan, Karen, Rakhin topluluklarının yoğunlaştığı, fiilen yönettiği bölgeler var. Etnik, yerel ordular da vardır. Burma Komünist Partisi’nin de bir süre 20.000 kilometre karelik bir bölgeyi yönettiğini öğreniyoruz. 

Anayasa ise merkezî yönetimi öngörmüştür. Etnik hareketleri denetlemek; ayrılıkçı güçlerle savaşmak, gerektiğinde ateşkes görüşmeleri yapmak da silahlı kuvvetler (“Tatmadaw” veya “Ordu”) tarafından üstlenilmiştir.  Ordu, ulusal birliği sağlayan temel kurumdur.  Bu özellik giderek ayrıcalıklı bir konuma dönüşecektir. 

Bağımsızlık belgesini imzalayan U Nu başbakan oldu. Partisi sonraki dört seçimi kazandı. Başbakanlığı 1962’ye kadar sürdü. 

Bağımsız Myanmar, etnik parçalanmışlığı ve Ordu’nun (“Tatmadaw”ın) özel konumunu devralarak kuruldu.  Bu miras, sonraki yıllara da taşınacaktır. 

Askerî darbeler dönemi… 

General Ne Win, 1962’de bir darbe ile U Nu hükümetini iktidardan uzaklaştırdı. Bir tek parti rejimi kurdu; bağlantısızlar hareketine katıldı. Sonraki 16 yıl, iç politikada anti-komünist, Budist ideolojiyi yücelten baskıcı bir dönemdir. Ordu, birkaç yıllık aralıklarla Myanmar’ı bugüne kadar yönetecektir. 

Ordu bürokrasisinin ekonomik, kurumsal ayrıcalıkları, neoliberalizmin katkılarıyla birleşince, rejim askerî bir faşizme dönüşmüştür. 2008 anayasası bu düzenlemeyi ayrıntılara bağlamış, parlamenter bir sistemle bütünleştirmiştir. 

Subaylar, görevleriyle ilgili eylemlerde tam dokunulmazlık sahibidir. Parlamenterlerin dörtte biri ve içişleri, savunma, sınır güvenliği bakanlıkları Ordu tarafından atanır. “Ulusal güvenlik tehdidi” gerekçesiyle Ordu, hükümeti görevden alabilir.

Darbe hükümetleri, özelleştirme furyasına tam uyum sağlamış; komutanlar sermaye ile kaynaşmıştır. İki askerî holding (MEC ve MEHL) bünyesinde çok sayıda madencilik, inşaat, liman şirketi, değerli gayri menkuller yer alır. Kamusal varlıklar yönetici, bazen hissedar olarak yüksek rütbeli subaylar ve aileleri arasında paylaşılmıştır. 

Ordu, zamanla ülkenin en büyük mafyasına dönüşmüştür. Yozlaşma, rütbeli askerler tarafından da doğrulanmaktadır. Örneğin bugünkü devlet başkanı General Min Aung Hlaing ailesinin yönettiği, sahip olduğu şirketlerin dökümü etkileyicidir. (BBC News, 9 Mart 2021; M. Zarni, Asia Times Online, 16-18 Ekim 2013 ve  R.S. Ehrlich, Asia Times, 5 Şubat 2021). 

Yükselen ‘demokrasi yıldızı’: Aung San Suu Kyi

Ağustos 1988’de Yangon Üniversitesi öğrencilerinden başlayan protestolar yüzbinlerin katıldığı bir kalkışmaya dönüştü.  Ne Win istifa etti. Ordu, bir Konsey aracılığıyla yönetimi devraldı aldı; ayaklanmayı şiddetle bastırdı. 

Ayaklanma günlerinde ve sonrasında 43 yaşında bir siyasetçi kadın, Aung San Suu Kyi, ilkeli, cesur tutumuyla bir “demokrasi yıldızı” olarak sivrildi. Konsey, iki yıl sonra parlamento seçimlerine izin verdi. Suu Kyi’nin Ulusal Demokrasi Birliği (NLD), 1990 seçimlerini ezici çoğunlukla kazandı. 

Ne var ki Ordu, iktidarı NLD’ye devretmeyi reddedecek; Suu Kyi’yi 2010’a kadar evinde, göz hapsinde tutacaktır. 1991 Nobel Barış Ödülü de “demokrasi ve insan hakları için sürdürdüğü barışçı mücadele” gerekçesiyle Suu Kyi’ye verilecektir.  

Ordu, 2015 seçimlerine NLD ve Suu Kyi’nin katılmasını kabul etti. NLD parlamentoda yüzde 86’lık bir çoğunluk kazandı. Kocası Britanya vatandaşı olduğu için Suu Kyi cumhurbaşkanı olamıyordu; ama hükümeti yönetmesini sağlayacak yasal bir düzenleme yapıldı. Kasım 2020 seçimlerine kadar Myanmar’ı Suu Kyi yönetti; ama hayal kırıklıkları yaratarak… 

Suu Kyi’nin askerlerle işbirliği, anayasal zorunlulukların ötesine gitti. Yetkilerini demokratikleşme doğrultusunda kullanmadı. Daha da kötüsü Rakhin eyaletinin 1,5 milyonluk müslüman Rohingya topluluğuna uygulanan baskı ve kıyımların suç ortağı oldu.

Rohingya halkı, yurttaşlık haklarından yoksun tutuldu; güvenlik güçlerinin şiddetine karşı korumasız bırakıldı. Nüfuslarının yarısı Bangladeş’e göç etmeye zorlandı. Bu topluluğa dönük “cihatçı terör eylemcilerinin odaklanması” suçlaması ise geçersizdir (V. Prashad, Alternet, 14 Ocak 2018). 

Myanmar, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Suu Kyi Aralık 2019’daki duruşmada, hükümetinin Rohingya’ya uyguladığı yöntemleri açıkça savundu. En azından yobaz Budizm milliyetçiliğini paylaştığı ortaya çıktı.  

Kasım 2020 seçimleri, yeni darbe ve sonrası

Ordu, Kasım 2020 seçimlerini engellemedi; NLD, beş yıl öncesindeki çoğunluğu artırarak parlamentoya girdi. 2008 Anayasası’nı değiştirmek hedefini seçim arifesinde açıklamıştı. Ordu’nun kurumsal güvencelerinin tasfiyesi öngörülüyordu. Kabul edilebilir miydi? 

Yanıt, 1 Şubat 2021’de verildi. Ordu komutanı Min Aung Hlaing yönetime el koydu. Suu Kyi gözaltına alındı. Düzmece suçlamalarla yargılanmaya başladı. Yıl sonuna doğru 4 yıl hapis cezası aldı.

İlk açık tepki sendikalardan, meslek örgütlerinden geldi.  Darbenin hemen sonrasında işçiler, memurlar greve gitti (IndustriAll, 1 Şubat 2022). 27 Mart, Myanmar’da Silahlı Kuvvetler Günü’dür.  Filizlenmeye başlayan direnme hareketi, darbeyi izleyen 27 Mart’ı “Faşizme Karşı Direnme Günü” olarak ilan etti; yüzbinlerce protestocu sokakları doldurdu. 

Ordu’nun tepkisi sonraki gelişmeleri belirleyecektir. Gösteriler şiddetle, silahla bastırılacaktır. Gözaltında ölenlerin cesetleri, otopsi yapılmadan teslim edilecektir.  Şüpheliler konutlarından toplanacak; bir kısmı “yok olacaktır” (AP, 27 Mayıs 2021).

Haziran 2022’de BM Mülteciler Komiserliği (UNHCR), kayıtlı 13280 tutuklu olduğunu; 40200 Myanmar’lının komşu ülkelere sığındığını açıklıyor. Bir milyon insan konutlarında bulunmuyor (“internally displaced”); büyük çoğunluğu “firardadır” (Peoples Dispatch, 27 Mayıs 2022). Yerel medya verilerini derleyen ACLED, bir yılda 12.000 kişinin öldürüldüğünü tahmin ediyor (BBC News, 1 Şubat 2022). 

Darbe karşıtı eylemlerin köylere de yayıldığı anlaşılıyor. BM, güvenlik güçlerinin 12.000 konutu yaktığını belirleyebilmiş. Myanmar Today’de yer alan haberlere göre ordu, bazen tüm köyleri yakarak tepki gösteriyor.  

Suu Kyi ve NLD yöneticileri gözaltındadır; ama gösteriler kentlerde, kasaba ve köylerde aktif direnmeye dönüşecek, örgütlenme yoğunlaşacaktır.  Silahlı direnme, “Halk Savunma Güçleri” (People Defence Forces / PDF) adı altında toplanmaya başlayacaktır. 

NLD, siyasal muhalefetin örgütlenmesinde öne çıkacak; 16 Nisan 2021’de diğer muhalif çevreleri de içeren “Ulusal Birlik Hükümeti”ni (National Unity Government / NUG) oluşturacaktır. 

Askerî faşizme karşı direnmenin sorunları? Sınıfsal özellikleri? Ne tür bir zafer olasıdır? Myanmar’ı izlemeyi sürdürüyorum. Bu soruları yanıtlamaya çalışacağım. İlgilenen arkadaşlarımızın da katkılarıyla… 

Prof. Dr. Korkut BORATAV – sol.org.tr

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. YILMAZ: Bütçe açıkları dizginlenebilir mi?

Bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak

Yayınlanma:

|

Mayıs ayına ait merkezi yönetim bütçe gerçekleşmelerine göre bütçe fazlası 235,2 milyar TL, kümülatif (Ocak-Mayıs) bütçe açığı da 650,3 milyar TL oldu. Mayıs ayı bütçe fazlası, giderlerdeki önemli bir azalış kaynaklı değil, tersine kurumlar vergisi hasılatının beklendiği gibi mayıs ayında vergi gelirlerini beslemesiyle gerçekleşti.

Rakamla ifade etmek gerekirse; nisan ayına göre mayıs ayında bütçe giderlerinde 43 milyar TL’lik azalışa karşılık bütçe gelirleri 368 milyar TL arttı. Bu artışın hemen hemen tamamı kurumlar vergisi hasılatı kaynaklı.

Önce vergi hasılatındaki değişime bakalım, ardından bütçe giderlerinde azalış olmuş mu, ona bakarız:

Kurumlar vergisi yıllık beyana tabi bir vergi. Aynı zamanda cari vergilendirme döneminin kurumlar vergisine mahsup edilmek üzere, GVK’da belirtilen esaslara göre ve cari dönemin kurumlar vergisi oranında geçici vergi ödenir. Ocak – Şubat – Mart geçici vergi dönemi beyanname verilme ve ödeme günü 17 mayıs’tı. Ayrıca Gelir İdaresi Başkanlığı, 30 Nisan’a kadar verilecek kurumlar vergisi beyannameleri ve bunlara tahakkuk eden vergilerin ödeme sürelerini 5 Mayıs’a kadar uzattı.

Böylelikle nisan ayında 29,7 milyar olan kurumlar vergisi tahsilatı da mayıs ayında 470,1 milyar TL’ye yükseldi. Hatta mayıs ayında kurumlar vergisi hasılatı vergi gelirleri içindeki payı yüzde 39,4’e ulaştı ki bu oran KDV gibi dolaylı bir verginin payından da yüksekti. Sonuçta bu hasılat bütçede bir rahatlama yarattı.

Mayıs ayında kurumlar vergisi tahsilatı bütçenin imdadına yetişmiş oldu ama yukarıda anlattığım gibi “geçici vergi dönemiydi, geldi ve geçti”.

Bütçenin gelir tarafını temmuz ayında gelir vergisi ikinci taksiti ile ağustos ve kasım aylarında geçici vergi taksitleri bir miktar rahatlatabilir. Ancak aylık olarak artmaya devam eden enflasyon, sıkı para politikasıyla kredi imkanları kısıtlanan firmalar ve artan konkordatolar, hedeflenen vergi gelirlerinden uzaklaşılmasına neden olacak ana faktörler. Ayrıca bütçenin gelir tarafının, borç faizleriyle büyüyen bütçenin gider tarafını telafi etmesi zor görünüyor. O nedenle bütçe açığını dizginlemek hiç de kolay olmayacak.

Bütçe giderlerine şimdi kamuda tasarruf üzerinden bakalım:

Tüm kamu kurumlarının kendi bütçelerindeki kaynaklardan yapacakları harcamalar için tasarruf tedbirlerine uymaları uzun zamandır merakla bekleniyor.

Aşağıdaki hazırladığım tablo, geçen yıl ve bu yılın mayıs aylarında tasarruf tedbirleri kapsamında yapılan harcamaları karşılaştırıyor:

Tabloda görüldüğü gibi bir yıl içinde taşıt alım giderleri yaklaşık 2 katına çıkmışHaberleşme ve enerji giderleri de enflasyon oranına yakın bir artış göstermiş. Kırtasiye-baskı giderleri ile temsil-tanıtma giderlerinde ise bir yılda kısmen frene basılmış gibi.

Ancak temsil-tanıtma giderleri bu yılın ilk dört ayında ortalama 65 milyon TL civarındayken, mayıs ayında birden yaklaşık beş katına (316 milyon TL) çıkmış. Yine de bu haliyle geçen yılın mayıs ayındaki 418 milyon TL’nin oldukça altında kalıyor. Umarım ülkemiz en iyi şekilde temsil ediliyordur. 2024’te bu alanda daha fazla gider yapılıyordu, yoksa geçen yıl daha mı iyi temsil ediliyordu?

Bütçe giderlerinde sorunlu kalem: borç faiz giderleri:

Borç faiz giderleri bütçede büyümeye devam ediyor. Özellikle iç borçlanmanın maliyeti bütçeye yansıyor.

Mayıs ayında borç faiz giderleri 111,2 milyar TL, kümülatif olarak 835,8 milyar TL’ye ulaştı. Dahası Haziran ayında yaklaşık 240 milyar TL’lik borç faiz gideri gerçekleştirilecek.

2025 yılı bütçesi için borç faiz giderlerinin bütçe giderlerine oranının yüzde 13,2 ve vergi gelirlerine oranının da yüzde 17,5 olması hedeflenmişti. Bugünkü görünümde borç faiz giderleri/bütçe giderleri oranı yüzde 15,7 ve borç faiz giderleri/vergi gelirleri oranı da yüzde 20,9’a yükselmiş durumda. Bu göstergeler ile bütçe hedeflerinden uzaklaşıldığı anlaşılıyor.

Bütçe açıklarını kontrol altında tutmak, pek çok alanda katkı sağlayacak. Öncelikle devletten beklenen görevlerin ve kamu hizmetlerinin hem kalitesinin artmasına hem de zamanında sunulmasına katkı sağlayacak.

Aksine bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak.

Prof. Dr. Binhan Elif YILMAZ – T24

Okumaya devam et

GÜNCEL

Prof. Dr. BORATAV: ABD-Çin ilişkileri: Bir gezinti

Geçmişe uzanarak ABD-Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ilişkilerinin elli yıllık dalgalı gelişimi üzerinde panoramik bir gezinti yapalım.

Yayınlanma:

|

Yazan:

Amerikalı uzmandan itiraf: ‘Ekonomik savaşı Çin kazandı’

Donald Trump’ın 2 Nisan 2025’de gümrük tarifelerini yükselterek başlattığı Ticaret Savaşı’nın gerçek hedefinin Çin olduğu ve ilk sonuçların ABD aleyhine seyrettiği bu köşede vurgulandı, tartışıldı (soL, 18 Nisan ve 23 Mayıs 2025).

Benzer sonuca ulaşan Michael Froman, ABD-Çin ilişkilerine katkı yapmış iddialı bir uzman. ABD’nin etkili, prestijli düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations başkanı. ABD-Çin ekonomik ilişkilerini değerlendiren bir yazısı, başkanı olduğu Konsey’in dergisinde yayımlandı.1 Yazının dipnottaki uzun başlığını “Çin uluslararası sistemi şimdiden biçimlendirdi: Dünya Beijing’in oyun kurallarına ayak uydurdu” olarak çevirelim.

Başlıktaki genel değerlendirmeyi, yazının sonunda yer alan şu ifadeler tamamlıyor: “Temel bir gerçeği algılamak önemlidir: ABD, Çin ile ilişkilerinde… milliyetçi bir devlet kapitalizmi ile karşı karşıya geldi. Bu savaş şimdilik son buldu: Çin kazandı.” 

Bu güncel tespitten geçmişe uzanarak ABD-Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ilişkilerinin elli yıllık dalgalı gelişimi üzerinde panoramik bir gezinti yapalım.

Piyasaya açılma; ABD beklentileri…

Mao’nun ölümünden üç yıl sonra (1979’da) Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) yeni lideri Deng Şiaoping, ekonomi politikalarında niteliksel bir dönüşümü “reform ve açılma” başlığı altında başlattı. Piyasa ilişkilerinin yaygınlaşması ve yabancı sermayeye açılma, dönüşümün iki dayanağını oluşturuyordu.

Bu dönüşüm, ABD iktidar çevrelerinde Çin’de sistem değişikliği beklentilerini yaygınlaştırdı. Beklenti, mekanik materyalist bir öngörüye dayanıyordu: Ekonomik liberalizm siyasal üstyapıya kendiliğinden aynı doğrultuda yansıyacaktır… 

Bu senaryo Çin’de değil; ekonomik reformlarla meta üretimine sürüklenmiş olan SSCB’de on yıl sonra gerçekleşecektir; ama “kendiliğinden” değil, ABD’nin etkili müdahaleleriyle… Sosyalizm bunalıma girmiştir. Sistem değişikliğinin kritik adımı, Marksist-Leninist (“komünist”) parti iktidarının son bulmasıdır. 

İlk aşama, siyasal iktidar için yarışan çok partili bir siyasal sisteme geçiştir. Reel sosyalizmin halk demokrasisi, temsilî demokrasi ile yer değiştirecektir. 

İktidarın sınıfsal içeriği ABD kaynaklarıyla beslenerek oluşturuldu. İşbirlikçi Yeltsin seçimleri kazandı; SSCB, Rusya Federasyonu’na dönüştü.

ÇHC-SSCB farklılığı

Deng Şiaoping, Gorbaçov ve Yeltsin’den farklıydı. 20 yaşında ÇKP üyesi olmuş, Mao’un yakın yoldaşı, Marksist-Leninist öğretiyi özümsemiş bir devrimciydi. Marx’ın iyi bilinen tezini Çin sosyalizmine uyguluyordu: Üretim güçlerini geliştiremeyen bir sistem ayakta duramaz. 

Radikal reformların ÇKP öncülüğü korunarak uygulanmasında kararlıydı. Bu nedenle 1989’da Tienanmen’de patlak veren protestolar ÇKP iktidarını tehdit eden bir nitelik ve boyut kazandığında ordu birliklerini devreye soktu; bastırdı. Aynı tarihte SSCB’ye son vermekte olan senaryonun Çin’e taşınmasını önledi.

Sonraki dönemlerde reformlar sürdürüldü; meta üretimi ve kapitalist ilişkiler Çin’de yaygınlaştı. Ama Rusya’dakini andıran bir karşı-devrim Çin’de gündeme gelmedi. Temel neden, ÇKP’nin toplumdaki öncü rolünün sürdürülmesi ve halk demokrasisi ilişkilerinin canlılığıdır. 

Bugünkü lider Şi, ÇKP öncülüğüne ayrıca özen gösterdi. Güçlü özel şirketlerin iktidarı paylaşma, etkileme girişimlerini durdurdu. Parti saflarında bürokratik yozlaşmayı sistematik ayıklamalarla frenledi.

ABD-Çin ilişkilerinin normalleşmesi

Piyasaya ve dış dünyaya açılmanın Çin’de “rejim değiştirici” işlevi üzerinde ABD’nin “iyimser” beklentileri öncesinde (1972’de) Başkan Nixon Çin’i ziyaret etmişti. İki ülke arasında diplomatik ilişkiler de o tarihte başladı.

Dahası, Çin devletinin BM’de (ve daimî üye olarak Güvenlik Konseyi’nde) Taiwan yerine ÇHC tarafından temsil edilmesi de ABD’nin onayı ile 1979’da gerçekleşti.

Çin’de “reform ve açılma” programının bir uzantısı, ÇHC’nin 2001’de Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyeliği için başvurması oldu. ABD itiraz etmedi; Çin’in üyeliği kabul edildi. 1972-2001 yılları da ABD-ÇHC ilişkilerinin adım adım normalleşerek iyileştiği dönemdir.

Sonraki yıllarda Çin iktisadının dinamizmi, ülkeyi ABD’nin ekonomik rakibi konumuna taşıyacaktır.

ABD saldırganlaşıyor; Çin gündem dışı…

George W. Bush’un 2001-2009 başkanlık yılları, Suudi vatandaşı Usama bin Ladin liderliğindeki El Kaide’nin İkiz Kuleler saldırısı ile başlar. Bu saldırının türevi olan “Teröre Karşı Savaş”, sonraki dönemde ABD dış siyasetinin saldırganlaşmasının bir gerekçesi olur. İkinci bir gerekçe de icat edildi: Bush yönetiminde yer alan neo-con yobazlar, 2001’i ABD hegemonyasını yerleştirecek Amerikan Yüzyılı’nın başlangıcı ilan ettiler.

Emperyalist saldırganlık, Bush yönetiminin “kitle imha silahları üreten, El Kaide destekçisi terörist rejim” yalanları ile suçladığı Saddam Hüseyin rejimini devirmeyi hedefleyen Irak işgali ile başlar. Sonrasında Orta Doğu ve ötesinde milyonlarca ölüme yol açan kıyımlar, bunları dahi aşan göçmen akımları tırmanacak; Gazze soykırımı ile günümüze ulaşacaktır. Çin, bu gündemin dışındadır.

İşin ilginci, Yes, we can… sloganıyla simgeleşen liberal bir reform platformu ile; ayrıca da 2009 finansal krizinin tetiklediği Wall Street’i İşgal… eylem dalgasından da yararlanarak seçimi kazanan Barack Obama dahi Bush’un başlattığı saldırganlığı Orta Doğu ve ötesinde sürdürdü.

Bu yörünge kaymasının milyonlarca ölüm ve göçmen akımları ile sonuçlanan kanlı, trajik bilançosuna burada girmeyelim. Bush ve Obama’nın 16 yıllık başkanlık dönemlerinde ABD’nin hedeflediği liderlerin tek tek öldürülmelerinin kayıtlarını TV’lerde gözledik: Saddam Hüseyin (2006), Usama bin Ladin (Mayıs 2011), Mohammed Kaddafi (Ekim 2011). Gazze soykırımını da günü gününe izlemekteyiz.

ABD-Çin ilişkilerinde sertleşme: Başlatan Obama…

Obama’nın başkanlık sicilinin bir başka özelliği de var: Çin’e karşı ABD dış politikasını hasmane bir yörüngeye oturtacaktır.

Obama liderliğinde tasarlanan Trans Pacific Partnership (TPP), Pasifik’te kıyısı olan tüm ülkeleri hedefleyen, ticaret, yatırım ve diğer ekonomik bağlantıları tümüyle içeren iddialı bir ortaklık programıydı. Çin peşinen dışlanmıştır.

TPP ana sözleşmesi ABD gözetiminde uluslararası sermaye temsilcileri tarafından hazırlandı; ABD Kongresi’nde 2016’da acil ve gizli bir gündemle görüşüldü. Sözleşmenin uygulanmasında da devletlerin rolü hemen hemen sıfırlanacaktır. Sistem tümüyle şirketler tarafından yönetilir. Şirket-hükümet ve şirketler-arası uzlaşmazlıklar da ulusal yargı organlarınca değil, dev şirketlerin temsil edildiği Tahkim Kurulları’nca çözülecektir.

Devletlerin külliyen dışlandığı, sadece sermaye grupları, şirketler tarafından yönetilen, düzenlenen, denetlenen bir uluslararası ekonomik sistem… Bu tasarımı o tarihlerde bir mutlak kapitalizm modeli olarak adlandırmıştım. Ne var ki Trump 2017’de ABD’yi anlaşmadan çekti; tüm üyelerce onaylanmadığı için TPP yürürlüğe geçmedi.

Obama yönetimi, Amerika’nın ekonomik hegemonyasını tehdit eden temel ekonomik güç olarak algıladığı Çin’i TPP’den dışlamıştı. Bu algılamayı sonraki ABD yönetimlerine de aktardı. Çin-karşıtı ekonomik önlemlerin çeşitlenmesini bugüne kadar izledik. Bunları ÇKP’yi hedef alan anti-komünizm platformuna önce Trump taşıdı; gümrük tarifelerine dayalı ticaret savaşını tetikledi. Biden, gümrük savaşını sürdürdü; bunları, sermaye, hatta işgücü hareketlerini kapsayan teknolojik baltalama yöntemleriyle zenginleştirdi.

Bu uygulamalara daha “olgun” bir perspektiften bakan Michael Froman, yazısında şu genellemeyi yapıyor: “Beijing’i yırtıcı iktisat politikalarından vaz geçiremeyen ve Çin’i dengelemek için TPP gibi bir ticaret blokunu da başlatamayan Washington sadece tek bir seçenekle karşı karşıyadır: ABD, Çin’e daha fazla benzemelidir.” 

Biden, Güvenlik Danışmanı Sullivan’ın benzer önerilerini izlemiş; teşviklere dayanan IRA ve Çip yasaları ile bu doğrultuda adımlar atmıştı. Beklenen sonucu alamadı.

Froman, beyhude fazlasını umuyor. Çin’e öykünmenin sınırlarına ulaşılmıştır.

1 “China Has Already Remade the International System: How the World Adopted Beijing’s Economic Playbook”, Foreign Affairs, 25.III.2025

Prof. Dr. Korkut BORATAV– sol.org.tr

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Telefon Operatörleri Dolandırıcılıkta Ne Kadar Suçlu?

Yayınlanma:

|

Bankacılık Dolandırıcılıklarında Sessiz Ortak: GSM Operatörlerinin Sorumluluğu

Finansal dolandırıcılık vakalarının çoğunda ilk bakışta sorumlu görülenler bankalar olur. Ancak birçok olayda gözden kaçan önemli bir aktör daha vardır: telefon operatörleri. Özellikle SIM kart değişimi (SIM swap), numara taşıma ve SMS doğrulama süreçlerinde yaşanan güvenlik açıkları, milyonlarca liralık dolandırıcılıkların önünü açıyor. Peki operatörler bu zincirin neresinde duruyor? Gerçekten masumlar mı?

Dijital Bankacılığın Kırılgan Ayağı: Telefon Numaranız

Günümüzde banka işlemleri büyük oranda cep telefonuna gelen tek kullanımlık SMS şifreleriyle doğrulanıyor. Bu nedenle telefon numarası, adeta bir dijital anahtar haline geldi. Eğer bir dolandırıcı sizin adınıza yeni bir SIM kart çıkarttırırsa, banka sistemleri onun gerçekten siz olduğuna inanır.

Bu noktada, dolandırıcının banka sistemlerini değil, önce operatörü kandırması yeterlidir.

Telefon Operatörlerinin Başlıca Güvenlik Açıkları

1. SIM Kart Değişimi Sırasında Kimlik Doğrulama Eksiklikleri

Dolandırıcılar sahte kimlik belgeleriyle operatör mağazalarına giderek mevcut SIM kartınızı iptal ettirip, yeni bir kart alabiliyorlar. Bu sayede banka onay SMS’leri kendi telefonlarına düşmeye başlıyor.

Yargıtay Kararları, bu tür işlemlerde operatörlerin “özen yükümlülüğünü ihlal ettiğini” ve zararda müşterek kusur taşıdığını belirtiyor.

2. Numara Taşıma Dolandırıcılığı

Numaranız başka bir operatöre geçirilirken, taşınma talebine dair bilgi SMS’i ya gecikiyor ya da hiç ulaşmıyor. Dolandırıcı bu süreyi kullanarak sizin adınıza işlem yapabiliyor.

BTK yönetmelikleri, operatörleri “abonelik işlemlerinde açık rıza ve belge zorunluluğu” konusunda bağlamaktadır. İhlal durumunda hizmet kusuru doğar.

3. Operatör Çalışanlarının Bilgi Sızdırması

İçerden çalışan bir personel, kullanıcı bilgilerini ya da SIM aktivasyon süreçlerini dolandırıcılara iletebiliyor. Bu durum, “insider threat” olarak bilinir ve büyük zararlara neden olur.

Operatörler Hukuken Ne Kadar Sorumlu?

Borçlar Kanunu’na Göre Hizmet Kusuru

Telefon operatörleri, sundukları hizmeti “özenle ve dikkatle sunmakla” yükümlüdür. Kimlik doğrulama sürecinde ihmal varsa, bu hizmet kusuru sayılır.

Müşterek Kusur ve Tazminat

Dolandırıcılık sonucu oluşan zararda mahkemeler, operatörlerin banka ile birlikte müşterek sorumluluk taşıyabileceğine hükmetmektedir. Bu durumda zararın belli bir yüzdesi operatörden tahsil edilebilir.

Gerçek Bir Olay: SIM Değişimi Sonrası Hesap Boşaltıldı

Bir davada, mağdurun SIM kartı bilgisi dışında değiştirildi ve hesabından 300.000 TL çekildi. Mahkeme, “operatörün güvenlik sürecini yeterince işletmediğini” ve “dolandırıcılığa zemin hazırladığını” belirterek zararın %40’ından operatörü sorumlu tuttu.

Ne Yapılmalı? Operatörler Hangi Önlemleri Almalı?

✅ SIM değişimi için çift doğrulama zorunlu hale getirilmeli
✅ Tüm işlemler biyometrik onay ile desteklenmeli
✅ Şüpheli işlemler için anında banka bilgilendirmesi yapılmalı
✅ Bayilerde sahte belge kontrolü için merkezi sorgulama sistemi kurulmalı
✅ Personel erişimi kısıtlanmalı, log’lar düzenli denetlenmeli

Zincirin En Zayıf Halka Olamazlar

Telefon operatörleri, kullanıcılarının yalnızca konuşma ve internet hizmetlerini değil, aynı zamanda finansal güvenliğini de taşıdıklarının farkında olmak zorundalar. Aksi halde, kullanıcılar mağdur olurken, operatörler de hukuken cezasız kalmaz.

📌 Yasal bir güvenlik zinciri, en zayıf halkası kadar güçlüdür.
Ve bazen o halka, cebimizdeki SIM karttır.

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.