Connect with us

EKONOMİ

BORÇLUYUM, BORÇLUSUN, BORÇLUYUZ…

Yayınlanma:

|

Türkiye ekonomisinde çok sayıda sorun olduğu görülmektedir. İstikrarsız büyüme, yüksek oranda işsizlik, yüksek enflasyon, dış ticaret açıkları, bozuk gelir dağılımı ilk akla gelen sorunlardır. Bunların yanında sektörel ve bölgesel dengesizlikler, teknoloji üretiminde gerilik, piyasa yapılarının yeterince rekabetçi olmaması gibi sorunlar da varlığını belirgin bir şekilde hissettirmektedir. Yine çalışma ve başarı rekabeti yerine ilişki ilkesinin geçerli olması, yani liyakatten uzaklaşma, kurnazlık, fırsatçılık ve rant kollamanın üretkenlikten daha işlevsel olması, ahlaki standartların gerilemesi gibi sorunlarımız da var. Velhasıl ekonomimiz ve toplumumuzda çözülmesi gereken oldukça çok sayıda ve çok boyutta sorunlar bulunmaktadır. Seçime kadar bu sorunların çözümünde bir mesafe alınmasını beklemek fazla iyimserlik olacaktır. Ancak, hiç olmazsa seçimler sonrasında oluşacak eski/yeni yönetimin bu sorunlara yönelik sistematik çözüm önerilerine ve yetkin bir ekibe sahip olacağını ummak istiyoruz.

Diğer taraftan, bu satırların yazarı Türkiye’de ekonomik alandaki sorunların önemli bir kaynağının, bir başka deyişle kök nedenlerinden birinin “üretim ve tüketim deseni uyumsuzluğu” olduğunu düşünmektedir. Nitekim, Türkiye’nin 1947’den bugüne dış ticaret açığı vermesinin ve bu açığın her geçen gün artmasının gerisinde de bu sorunun olduğu söylenebilir. Türkiye’nin daha çok geleneksel tarım ve sanayi ürünleri üretirken, halkın daha çok bilgi çağı ürünlerini satın almak istediği görülmektedir. Ülke içinde üretilenlerin daha çok ithal girdilerle üretilen düşük katma değerli ürünler, buna karşılık ithal edilenlerin daha ileri teknoloji gerektiren yüksek katma değerli ürünler olduğu açıktır. 2022 yılı ilk 10 aylık bölümünde yüksek teknolojili ürünlerin imalat sanayi ürünleri ihracatında yüzde 2,9, ithalatında yüzde 9,7’lik paya sahip olması da bu savı desteklemektedir.

Böylesi bir talep yapısı dış ticaret açığının kapatılmasını engellemekte, sürekli dış ticaret açığı veriliyor olması da dış borçları artırmaktadır. Bir başka deyişle üretim ve tüketim deseni uyumsuzluğu dış borçlardaki artışın da en önemli nedeni olmaktadır.

Diğer taraftan bu dış ticaret yapısının bireysel düzeyden beslenen bir boyutu da bulunmaktadır. Nitekim, insanların daha çok kar marjları düşmüş geleneksel ürünlerin üretiminde çalışıyor olması gelirlerinin de düşük kalmasına neden olmaktadır. Kar marjları yüzde 3-5 düzeylerine kadar düşen ürünlerin ihracatı yoluyla ne çalışanların gelirlerinin artırılması ne de firmaların sermaye yapılarının güçlendirilmesi olası değildir. Dolayısıyla bu tür sektörlerde çalışan vatandaşların da firmaların da çarklarını kredilerle döndürmekten başka çaresi kalmamaktadır.

Üretim ve ihracatta durum böyle iken her türlü medya aracılığıyla pompalanan tüketim, halkın geliriyle tüketim beklentisi arasında da uçurum oluşturmaktadır. Halk da bu uçurumu kapatabilmek için limitleri zorlayacak şekilde kredi ve borçlanmaya yönelmektedir. Toplumda insanların üretime katkılarıyla, erdemleriyle değil de tüketim standartlarıyla öne çıkarılıyor olması da bu süreci körüklemekte, adeta bir “ahlaki açık” yaratmaktadır. “Nasıl kazandığının değil, nasıl olursa olsun zengin olmanın” kabullenilir hale gelmesi ya da “çalıyor ama çalışıyor” anlayışının normalleştirilmesi de bu açığın tezahürleri olsa gerek.

Kısaca ifade etmek gerekirse, bir taraftan ulusal üretim ve tüketim deseni uyumsuzluğu dış ticaret açığını, bu da dış borçlanmayı, halkın gelir düzeyi ile tüketim beklentisi arasındaki uçurum da kredi talebini artırmaktadır. Ahlaki dejenerasyon da yan etki olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Bu değerlenmelerin istatistiki boyutunu ortaya koyabilmek amacıyla hazırladığımız ilk tabloda makro yani ülke bütününe ilişkin veriler yer almaktadır. Buradan görülebileceği gibi, 2005 yılında merkezi yönetim ve TCMB’nin toplam dış borcu 86 milyar dolar iken 2021 yılı sonunda 119,9 milyar dolar artarak 205,9 milyar dolara ulaşmıştır. Bu dönemde özel sektörde dış borç artışı ise 146,8 milyar dolar olmuştur. Bunun sonucunda özel sektör dış borç stoku 89,8 milyar dolardan 236,6 milyar dolara yükselmiştir. Bu borcun 2017 yılında 312 milyar dolara kadar yükseldiği ve bu tarihten sonra azaldığı görülmektedir. Bu verilere göre Türkiye, 2005 sonrasında, yurt dışından toplamda ilave 266 milyar dolar tutarında borç kullanmıştır.

Ülke içindeki borçlanma verileri incelediğinde ise, kamunun 2005 yılında 244 milyar TL olan iç borç stokunun 2021 yılı sonunda bir trilyon 76 milyar TL artarak 1,3 trilyon TL’ye yükseldiği görülmektedir. Devletin 2005-2021 döneminde yaklaşık 60 milyar dolarlık özelleştirme yaptığı, ekonominin ve ithalatın büyümesine bağlı olarak vergi gelirlerini önemli oranda arttırdığı bir dönemde hem iç hem de dış borçlarını bu düzeyde artırması düşündürücüdür. Yine kamunun borçları içinde görülmeyen ancak Kamu-Özel İşbirliği projelerinden dolayı bütçeye gelen/gelecek ilave yükler de dikkate alındığında, kamuda kaynakların doğru ve etkin kullanımı konusunda ciddi sorunlar olduğu söylenebilir.

2021 yılı sonu itibariyle 236,6 milyar dolar tutarında dış borcu olan özel sektörün bankalara olan ticari kredi borcunda da önemli artışlar gerçekleşmiştir. Nitekim, ticari kredi borcu 108 milyar TL’den 3,9 trilyon TL’ye yükselmiştir. Özel kesimin hem iç hem de dış borçlarının bu düzeyde arttırmasının ve bu borçların geleceğinin değerlendirilmesi önem taşımaktadır. Zira borçların boyutu sadece sermaye yetersizliği ile açıklanabilir düzeyin ötesine geçmiş gibi görünmektedir.

2005 sonrasında sonrası dönemde borçlanma kervanına vatandaşlar da katılmış, tüketici kredileri (konut, oto, ihtiyaç) ile kredi kartından kullandıkları krediyi 46,8 milyar TL’den 986,8 milyar TL’ye yükseltmişlerdir. Böylece firma ve vatandaşların toplam kredi borcu 399,7 milyar TL’den 6,2 trilyon TL’ye yükselmiştir. Bu yazının kaleme alındığı tarih itibariyle 2022 yılına ilişkin açıklanan son veriler incelendiğinde borçlanmanın adeta doludizgin devam ettiği görülmektedir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, 2021 yılı sonu itibariyle Türkiye’de ekonomik birimlerin (devlet, firma, hanehalkı) içeriye ve dışarıya yaklaşık 15 trilyon TL (810 milyar dolar) borcu bulunmaktadır. Bu tutar GSYİH’nın üzerindedir.

Diğer taraftan bu makro verileri kişibaşına düşen verilere indirgeyerek değerlendirmek de faydalı olacaktır. Bu amaçla hazırladığımız Tablo 2’den görülebileceği gibi kişibaşına dış borç miktarı 2005 yılında 2552 dolar iken 2021 yılı sonunda 5227 dolara yükselmiştir. Bu borcun kişibaşına düşen gelire oranı ise aynı dönemde yüzde 34,6’dan yüzde 54,5’e yükselmiştir.

Kişibaşına tüketici kredisi ve kredi kartı toplam borcu ise 680 TL’den (506 dolardan), 11.654 TL’ye (1.310 Dolara) yükselmiştir. Böylece tüketici kredisinin kişibaşına düşen gelire oranı da yüzde 6,9’dan yüzde 13,7’ye ulaşmıştır.

Her iki borcun yani hem kişibaşına yurt dışı borcun hem de kişibaşına tüketici kredisi borcunun toplamı ise 3.058 dolardan 6.537 dolara ulaşmıştır. Bu tutardaki borcun kişibaşına düşen gelire oranı ise yüzde 68 düzeyine yükselmiştir.

Kısaca ifade etmek gerekirse Türkiye’de tüm kesimler adeta gelirinden daha fazlasını harcamış ve oldukça yüksek bir borç yükü de taşır hale gelmiştir. Bu gelişme küreselleşme senaryosunun gerekleriyle uyumludur. Zira gelişmiş ülkelerin ellerindeki aşırı kapasiteyi kullanabilmesi ve arz fazlası ürünleri gelişmekte olan ülkelere satabilmesi gerekiyordu. Bu ürünleri satın alabilmek için yeterli dövizi olmayan gelişmekte olan ülkelerin bir şekilde dış borç almak zorunda kalmaları, gelişmiş ülkelerin sadece malları için değil, getirisi düşmüş sermaye için de iyi Pazar bulmalarına zemin hazırlıyordu. Yüksek miktarda dış borç da borcu veren ülkelerin ekonomi yanında siyasi taleplerine de cevap verebilmeyi gerektiriyordu. Ve Türkiye küreselleşme sürecinde kendisinden beklenen işlevleri oldukça iyi şekilde yerine getirmiş oluyordu.

Bu açıklamalar çerçevesinde Türkiye’nin üretim deseni ile tüketim deseni arasındaki uyumsuzluğu gidermeye yönelik stratejilere ihtiyacı olduğu söylenebilir. Aksi halde 7-8 yılda bir kriz yaşamaktan, her kriz sonrasında daha fazla varlığımızı yabancılara satmak kurtulmamız olası görünmüyor.

Peki ne yapabiliriz?

1. Reel döviz kurlarının yapay olarak düşmesi (TL’nin değerlenmesi) engellenmelidir. Gerçekçi değerlenmiş kur politikasından taviz verilmemelidir.

2. Enflasyon bir an önce dünya ortalamalarına düşürülmeli, bunun için gerekli para ve maliye politikaları devreye alınmalıdır. Bu politikalar, ekonomide bütüncül bir yeniden yapılanma programı çerçevesinde ele alınmalıdır.

3. Üretim ve tüketim deseni uyumsuzluğunu azaltarak sürdürülebilir boyutlara getirebilmek için kısa dönemde teknolojik yoğunluğu yüksek doğrudan yabancı yatırımlar ülkeye çekilmeli, orta ve uzun dönemde Türkiye’nin yüksek teknolojili ürünler üretme kapasitesi artırılmalıdır.

4. Bu amaçla da eğitim sistemi yenilenmeli, öğrencilerin yetenek ve kapasitelerini ortaya çıkarmaya ve geliştirmeye hizmet edecek öğretmenler ve sistem oluşturulmalıdır. Ezberci ve testçi sistem terk edilmeli, merak eden, sorgulayan, eleştiren ve araştıran bireylerin yetiştirilmesine imkan veren, sanatı, sporu, edebiyatı, felsefeyi içeren bir eğitim yapısı kurgulanmalıdır. Teknik bilgilerin aktarılması yanında değerler eğitimine de önem verilmelidir. Böylece tüketimi önceleyen bencil-duyarsız insanlar yerine, erdemli, özgür, demokrat, üretken, doğaya ve çevresine duyarlı insanlar yetiştirilebilecektir.

5. Mevcut üniversitelerin personel ve maddi altyapı eksiklikleri hızla giderilmelidir. Üniversitelerin her birinin özellikle teknik alanlar boyutunda belli/farklı alanlarda uzmanlaşmaları sağlanmalıdır. Bu alanlar belirlenirken takipçi nitelikte olmaları değil, öncü nitelik kazanmaları amaçlanmalıdır. Türkiye’nin doğal altyapısının sunduğu imkanlar (madenler, endemik bitkiler, tohum ve ilaç sanayi) daha etkin kullanılmalıdır.

6. Çağımız bilgi çağı, çağımız inovasyon çağıdır. Bu çağ hayal gücünün en büyük ekonomik güç olduğu çağdır. Özgürlükler, demokrasi, hukuk, insan hakları boyutlarında sorunları olan ülkeler bu çağın toplumu olamayacaktır. Bu alanlardaki eksikliklerimizi gidermek zorundayız.

Son söz: Borçlanarak ürettiğinden çok tüketen toplumlar, er ya da geç bir gün ürettiklerinden daha azını tüketerek borçlarını ödemek zorunda kalırlar.

Mesele tüketerek değil, üreterek çağdaş olmaktır.

Yaşar UYSAL – durum

Okumaya devam et

EKONOMİ

TİM, Global Ekonomideki Talep ve Riskleri Takip Edecek

Türkiye’de bir ilk olan İhracat Pazar Monitörü içinde iki endeksin yer aldığını bildiren TİM Başkanı Mustafa Gültepe, İhracat Talep Endeksi ile pazarlardaki talebi, Pazar Dayanıklılık Endeksi ile de riskleri önceden görme imkânı bulacaklarını söyledi.

Yayınlanma:

|

Yazan:

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM), önemli pazarlarda talebi yaratan koşulları ve riskleri artık İhracat Pazar Monitörü’nden (İPM) takip edecek. İlk sayısı yayımlanan İPM’ye göre ocak ayında İhracat Talep Endeksi yüzde bir artışla 101 puana yükseldi.

TİM Başkanı Mustafa Gültepe, yaptığı açıklamada Türkiye ekonomisinin itici gücü olan ihracatın seyrini belirleyebilme noktasında TİM’in hayata geçirdiği İhracat Pazar Monitörü’nün çok önemli bir misyon üstleneceğini vurguladı. Cumhuriyetin ikinci yüz yılına Türkiye’yi ihracatta ilk 10 ülke arasına çıkarma hedefi ile başladıklarını ve stratejilerini bu hedefe göre kurguladıklarını belirten Gültepe, şöyle devam etti:

“27 sektörümüzde, 61 birliğimizle ve 150 bine yakın ihracatçımızla dünyada adım atmadığımız ülke ya da bölge bulunmuyor. Türkiye’nin üretim gücünü, ürünlerimizin kalitesini tanıtmak için küresel ölçekteki sektörel fuarları, ticaret ve alım heyetlerini fırsata dönüştürüyoruz. Bütün bu çalışmaların yanı sıra pazarlarımızdaki tüm gelişmeleri hesaba katmamız gerekiyor.

TİM-İPM ALANINDA İLK VE TEK ENDEKS

İlkini  yayımladığımız TİM-İPM ile artık pazarlarımızdaki talep koşullarını ve siyasi-iktisadi risk konjonktürünü kolayca takip edebileceğiz. TİM-İPM, ülkemizde sektörel bazda talep ve risk koşullarını ölçen ilk ve tek endeks olma özelliğini taşıyor. Aylık olarak kamuoyu ile paylaşacağımız TİM-İPM içinde İhracat Talep Endeksi ve Pazar Dayanıklılık Endeksi yer alıyor. İhracat Talep Endeksi ile pazarlarımızdaki talebin hem genel durumunu hem de sektör ve ülke özelinde tabloyu görebileceğiz.

Pazar Dayanıklılık Endeksi ile de pazarlarımızda risklerin genel durumunun yanında sektör ve ülke bazında gidişatı takip edebileceğiz. Ocak ayı rakamlarına baktığımızda İhracat Talep Endeksi önceki aya göre yüzde 1 artış, önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0,4 düşüşle 101 oldu. Bu rakam bize ihracat pazarlarımızdaki talep koşullarının iyileşmeye devam ettiğini gösteriyor. Pazar Dayanıklılık Endeksi ise Ocak ayında bir önceki aya göre yüzde 0,6 artarken bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0,7 düşüşle 99,7 seviyesinde gerçekleşti. Bu verilerin ışığında pazarlarımızdaki risk koşullarının da iyileşme eğiliminde olduğunu söyleyebiliriz.”

Mustafa Gültepe, TİM-İPM kapsamındaki iki endeks sayesinde ihracatçı firmaların pazarlardaki riskleri ve talepleri çok daha daha kolay anlamlandırarak önceden pozisyon alma imkânı bulacaklarını sözlerine ekledi.

NOT: Şubat 2024 sayısı itibari ile TİM İhracat Pazar Monitörü her ayın son pazartesi günü yayınlanacaktır.

TİM İhracat Pazar Monitörü’ne buradan ulaşabilirsiniz.

 

TİM – Türkiye İhracatçılar Meclisi – TİM İhracat Pazar Monitörü (tim.org.tr)

tim_ihracat_pazar_monitörü_2024_subat TİMREPORT_229

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. YILMAZ: Serveti vergile(yeme)mek

Dev çok uluslu şirketlerin vergilendirilmesiyle ilgili bir yazı dizisi hazırlamıştım. Uluslararası sermayenin daha fazla vergi dışı kalmasına göz yumulmaması için küresel asgari kurumlar vergisi çalışmaları hızlanmış durumda. Bir yandan da toplum vicdanında sermayenin vergilendirilerek aklanması gerek.

Yayınlanma:

|

Tüm dünyada mali, ekonomik ve çevresel adaletsizlikler artarak devam ediyor. Küreselde pandemi sonrasındaki yeni servetin yaklaşık üçte ikisini en zengin yüzde 1’lik kesim elinde tutmaya başladı. Yoksulluk sona ermiyor, artıyor. Emek enflasyon altında ezilirken büyümeden aldığı pay sınırlı. Oxfam’ın araştırmasına göre dünyadaki en büyük şirketlerin sadece yüzde 1’inden daha azı çalışanlarına “yaşanabilir” bir ücret ödüyor. Diğer yüzde 99’unun böyle bir kaygısı var mı acaba?

Ama küreselde vergi reformları sermayeyle, dev çok uluslu şirketlerle ilgili yapılmaya çalışılıyor. Madem süreç başladı, bundan sonra zenginler için de devamı gelse iyi olur. Zaten en zenginlerin arkasında, kârın ortaklarına aktarıldığı ve genellikle beklenti üstü (!) kâr elde eden bu dev şirketler var. Üstüne vergi teşvikleri, indirimleri ile önemli bir kazanç alanına sahipler.

Sonra bu zenginler çeşitli yollarla nüfuz da elde edebiliyor. Bu nüfuz arttıkça ihalelerden medyaya kadar pek çok köşe başı tutulabiliyor.

Çünkü sadece servet değil, nüfuz da birikir. Servet, sahibine gelir sağlarken ve gelecekteki işsizlik, hastalık risklerine karşı güven verirken, sosyal mevki, ün, kudret, ekonomik bağımsızlık sağlayarak özel bir ödeme gücünü temsil eder.

Vergide adaleti sağlamak için ödeme gücüne göre vergileme gerekli, servet de ödeme gücünün göstergesi olduğuna göre vergilendirilmesi doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.

Zaten servet vergilerinin amacı, fırsat eşitsizlikleri dolayısıyla toplumdaki bireyler arasında oluşan gelir ve servet dağılımındaki dengesizlikleri en aza indirmek değil mi? O nedenle serveti olan ile olmayanı bu vergiyle birbirinden ayırmak gerekiyor. Emlak vergisi bir emlaka sahip olan ile olmayanı, ya da motorlu taşıtlar vergisi ona sahip olan (sahip olabilme gücüne sahip olan) ile olmayanı birbirinden ayırabiliyor örneğin. Ancak gelir ve servet dağılımında adaletsizliği en az indirecek servet vergisinde servetin tanımında sorun yaşıyoruz. Çünkü ülkemizde devlet hâlâ somut, gözle görülen servet unsurlarını vergilemeye çalışıyor.

Türkiye’de servet vergileri dört adet; Emlak Vergisi (EV), Değerli Konut Vergisi (DKV), Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) ve Veraset ve İntikal Vergisi (VİV). Bu vergilerin konuları gayrimenkul (EV ve DKV), motorlu taşıt (MTV) ve servetin ölüm ya da yaşayanlar arası karşılıksız intikaline (VİV) dayanıyor.

Oysa servet tanımına, her türlü taşınır taşınmaz mallar ile para ve alacaklar dahildir ve zaten servet kişinin beli bir anda sahip olduğu ekonomik değerlerin tümüdür. Her birinin fiyatı vardır ve mübadeleye de elverişlidir.

Ancak Türkiye’de servetin tanımı oldukça dar. Bir çok ülkede mevduat vb de servet olarak tanımlanıyor. Bizdeki tanım eksikliği vergide adalet arayışını tetikleyen ana unsurlardan biri. Servet vergilerinin sık sık gündeme gelmesi, yeni bir servet vergisine umut bağlanması hem mevcut kamu giderlerinin dağılımından ve israfından, hem de vergilerin gelir/servetin adil dağılımındaki rolünden hoşnut olunmadığını gösteriyor.

Uygulamadaki servet vergilerinin gelir ve servet dağılımı üzerindeki etkisi, tüm servet unsurlarının hangi gelir grupları arasında dağıldığı ile ilgili. İşte aslında toplum vicdanını rahatsız eden nokta da burası.

Servet edinimiyle artan nüfuz, üretim faktörü sahipliklerinde giderek derinleşen adaletsizlikler ekonomi politikalarının etkisiyle de büyüdü. Düşük faiz politikasıyla uygulanırken kredi çekerek döviz ve altına yönelenler tasarruf ve servet sahibi oldular. Aynı dönemde düşük gelir düzeyindekiler, yoksullar bu politikanın sonucunda ortaya çıkan enflasyonun altında ezildi. Üstelik yaşanan dolarizasyon sonucu kur yükselişinin önüne geçilmesi için yaratılan KKM’nin getirisinden bile gelir vergisi alınmadı. O nedenle hem vergide adaletsizliğin göstergesi dolaylı vergilerin vergi sistemindeki hakimiyeti, hem de böyle bir zenginleşme ve kâr akımının da tetiklediği enflasyonla devam ediyoruz.

Mevcut servet vergilerine ek yeni bir servet vergisi ihdas edilmesi kıymetli meslektaşım Prof.Dr. Murat Batı’nın dünkü yazısında açıkladığı gibi Anayasa’nın 2. (sosyal hukuk devleti), 10. (eşitlik), 13. (ölçülülük) ve 35. (mülkiyet hakkının ihlali) maddelerine aykırılık teşkil edecek. Ayrıca yeni servet vergisi vergi sistemine dahil olsa da bu vergilerin gelirlerinin örneğin deprem harcamalarına, sosyal transferlere vb tahsis edilmesi 5018 sayılı KMYKK m.13/g’ye göre mümkün değil. Bu durumda gerçekleşmeyecek olan; bir Robin Hood vergisi gibi zenginden alıp yoksula vermek.

Yeni servet vergisine kadar öncelikle gelir ve kurumlar vergisinde reform ile işe başlanmalı. Gelir-Kurumlar Vergisi beyannamelerinde görülmeyen ve servetin oluşumuna katkı sağlayan gelir kayıt ve kontrol altına alınabilir. Servet vergisi ile gelir getirmediğinden dolayı Gelir-Kurumlar vergisiyle kavranamayan servet unsurları kavranabilir.

Aslında Veraset ve İntikal Vergisi uygulaması, karar alıcılara yol gösterici niteliğe sahip. Bu vergiler “birbirini telafi eden”, “takip ve kontrol eden vergiler“dir. Şöyle ki Veraset ve İntikal Vergisi, içinde iki vergiyi barındırıyor. İlki veraset sonucu ortaya çıkan ikincisi yaşayanlar arası gerçekleştirilen servetin karşılıksız intikali, vergilendirmeye yönelik. Veraset vergileri yalnız başına uygulandığı durumda servetin intikali yaşayanlar arasında bağış yoluyla gerçekleştirilebilir. Bunun için yaşayanlar arası bağış yoluyla gerçekleştirilen karşılıksız intikaller de bu vergi kapsamındadır.

Türkiye de servet vergileri, servet üzerinden ve servet transferinden alınıyor. Ayrıca servet vergileri servet artışından da alınır. Serveti oluşturan unsurda sahibinin hiçbir kişisel emeği olmadan meydana gelen artışlar vergilendirilir. Almanya’da Birinci Dünya Savaşı’ndaki servet artış vergisi uygulaması var, hatta olağanüstü servet vergisi olarak da bilinir. Oysa Türkiye’de bu kapsamda Gayrimenkul Kıymet Artışı Vergisi uygunladı. Servet unsurlarından sadece biri olan gayrimenkulün değerindeki artışı vergilemek için yürürlükteydi. Hatta uygulanırken olağanüstü bir durum da yoktu. Ancak o vergi neoklasik ekonomi politikalarının vergi sistemini değiştiren, sermayeyi daha hafif vergileyen özelliği sonucu 1985 yılında kaldırıldı.

Dostoyevski’nin dediği gibi; “parasız düşünür, ama paralı iki misli düşünür”.

Prof. Dr. Binhan Elif YILMAZ-T24

Okumaya devam et

EKONOMİ

Türkiye’nin sınai haklar haritası çıktı!

Türk Patent ve Marka Kurumu 2023 yılına ait sınai haklar verilerini açıkladı. Verileri değerlendiren Destek Patent Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Yamankaradeniz; “Yabancı başvuru ve tescil sayılarındaki yükseliş dikkate değer. İller bazında her zamanki gibi şampiyon İstanbul olurken; Bayburt, Ardahan, Erzincan ve Bitlis illerimize ilişkin veriler, Sınai Haklar hakkındaki bilinçlendirilme çalışmalarının arttırılması gerektiğini gösteriyor. Bu veriler ışığında, ülkemizdeki bazı bölgelerin sınai haklar yönünden gelişmesi için yerel yönetimlerin ve kamu idarecilerinin daha fazla katkı koyması gerektiği görülmektedir” dedi.

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yerli yabancı toplam patent başvurularında %3,64’ lük artış!

2023 yılında Türk Patent ve Marka Kurumuna yerli ve yabancı 16.433 patent, 3.400 faydalı model, 183.149 marka ve 58.076 tasarım olmak üzere üzere toplam 261.058 başvuru yapıldı. Destek Patent Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Yamankaradeniz; “Ülke ekonomisindeki ticari aktörlerimiz artık marka, patent, tasarım, faydalı model tescili gibi kavramların önemini daha iyi kavradı ve buna göre hareket ediyor. Vekil firma olarak yıllar içinde gösterdiğimiz çaba neticesinde bu farkındalığı oluşturmayı başardığımızı görüyoruz. TÜRKPATENT verilerine göre 2023 yılında yerli yabancı toplam patent başvurularında %3,64’ lük yaşandı. Dünya genelinde her geçen gün ihracat fırsatlarının, markalara, AR-GE’ye yapılan yatırımların artması şirketlerin daha inovatif ve öncü olmalarını zorunlu kılıyor. Bu da aslında hem ülkemizde hem dünyada sektörümüzdeki pazarın büyüdüğünü kanıtlıyor” dedi.

Uluslararası patent başvurularında %25 artış!

“TÜRKPATENT’in açıkladığı güncel verilere göre Türkiye’de faaliyet gösteren yerli firmalar 2023 yılında 155’i PCT (uluslararası patent başvurusu), 234’ü EPC (Avrupa patent başvurusu) olmak üzere toplam 389 uluslararası patent başvurusu yaptı. 2022 yılında başvuru sayısı toplam 312 idi. Buna göre 2023 yılı başvuruları yaklaşık yüzde 25 (dörtte bir) oranında bir artış gösterdi. Bu da Türkiye’de yükselen fikri ve sınai haklar bilincinin küresel ölçekte yansımasını gösteriyor.”

Patent başvurularının zirvesinde yine İstanbul yer alıyor

TÜRKPATENT’ e göre geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi İstanbul tüm başvurularda ilk sırada. Patent başvurularında 3.526, başvuru ile ilk sırada yer alan İstanbul’u yine büyükşehirler takip ediyor. Patent başvurularında ikinci sırada 1.327 başvuru ile Ankara, üçüncü sırada 509 başvuru ile Bursa, dördüncü sırada 429 başvuru ile İzmir ve beşinci sırada 415 başvuru ile Kocaeli yer alırken; Hakkari, Sinop ve Kilis, sadece 1’er patent başvurusuyla listenin en sonlarında yer alan illerimiz oldu. Bayburt ise 2023 yılında hiç patent başvurusu yapılmayan tek il olarak dikkat çekiyor.

Marka başvurularında İstanbul liderliğini sürdürüyor

Marka başvurularının illere göre dağılımına baktığımızda ise; 71801 başvuru yapan İstanbul’u 14.368 marka başvurusuyla Ankara, 11.378 başvuruyla İzmir, 7.412 başvuruyla Bursa ve 6.179 başvuruyla Antalya izliyor. Ardahan ise 15 başvuruyla son sırada yer alıyor.

Tasarım başvurularında ise bir önceki yılın verilerine göre sıralamalarını ilerleten iller Kayseri ve Antep

Tasarım başvurularında ise 20623 başvuru ile İstanbul başı çekerken; Bursa 4.650 başvuru ile ikinci, Ankara 3.709 başvuru ile üçüncü, Kayseri 3.464 başvuru ile dördüncü, Gaziantep ise 2.754 başvuru ile beşinci sırada yer aldı. Erzincan ise 2023 yılında hiç tasarım başvurusu yapılmayan tek il oldu.

Faydalı modelin dikkat çekeni ise Konya

Faydalı model başvurularında 931 başvuru ile İstanbul başı çekiyor; 403 başvuruyla Ankara, 262 başvuruyla Bursa ve 246 başvuruyla İzmir izlerken, Konya’nın 174 başvuruyla beşinci sıraya yerleşmesi dikkate değer bir unsur oldu. Bitlis ve Ardahan ise 2023 yılında hiç faydalı model başvurusu yapılmayan iller olarak listenin son sıralarına yerleşti.

Yerli patent ve faydalı modelde en çok başvuru yapılan alan: Motorlu Kara Taşıtı

TÜRKPATENT NACE kodu verilerine göre 2023 yılında yerel patent ve faydalı model başvurularında motorlu kara taşıtı, römork ve yarı römork imalatı, büro makineleri ve bilgisayar imalatı, mobilya imalatı; başka yerde sınıflandırılmamış diğer imalatlar, tıbbi ve cerrahi teçhizat ile ortepedik araçların imalatı ve eczacılık ürünlerinin, tıbbi kimyasalların ve botanik ürünlerinin imalatı ilk beş sırada yer alıyor. Yurt dışından Türkiye’ye gelen yabancı patent ve faydalı model başvurularında ise; eczacılık ürünlerinin, tıbbi kimyasalların ve botanik ürünlerinin imalatı, diğer özel amaçlı makinelerin imalatı, ana kimyasal maddelerin imalatı, tıbbi ve cerrahi teçhizat ile ortepedik araçların imalatı ve genel amaçlı diğer makinelerin imalatı yer alıyor.

İhracatta yenilikçi atılımlar için katma değerli ürünlerle markalaşma şart!

Marka, patent ve tasarım sayılarının ülkemiz sanayisinin gelmiş olduğu gelişmişlik düzeyi ile doğru orantılı olmadığını belirten Yamankaradeniz; “daha fazla katma değerli ürün üretimi, daha yüksek teknolojili üretim anlamına gelmektedir. Bu nedenle, bu yenilikleri patentle veya faydalı model başvuruları ile koruma altına almak ve değer oluşturmak, ülkemizi ve firmalarımızı zenginleştirir. Böylece, ihracaattaki tonaj rakamları aynı kalsa bile birim fiyatı artacağından yapılan toplam ihracaat rakamımızda artış olacaktır. Bu da cari açığın daha az oluşması ve enflasyon rakamlarının aşağıya doğru gelmesine olumlu katkı sağlayacaktır. Dolayısıyla, bu yeni teknolojilerle dünya pazarlarına açılan markalarımızın Türk malı dolaşım miktarının artması, uluslararası markalaşmanın çok olumlu yansımaları olacaktır” dedi.

 

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKAVİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.