EKONOMİ
Dönemin trendleri (1): Uzatılmış bölgesel hegemonya savaşları

Yayınlanma:
3 yıl önce|
Yazan:
BankaVitrini
Bugünkü durum, iki dünya savaşındaki durumdan çok daha karmaşıktır ve ezberciliğe asla gelmez.
Birinci Dünya Savaşı (1914), o zaman konan adıyla bir emperyalist dünya paylaşım savaşı’ydı. İki emperyalist blok dünyanın yeniden paylaşımı için birbirine girmişti. Bu savaşta, doğal olarak, devrimciler, anarşistler, sosyalistlerin radikal kesimi (daha sonra komünist adını aldılar) bu savaşta herhangi bir emperyalist blokun yanında yer almayı reddetti. Yenilgiciliği ve emekçilerin, silahları, yurtseverlik adına paylaşım savaşına katılan kendi burjuvazilerine çevirmesini savundular. Tarihte örnek alınacak doğru bir devrimci bir tutumdu bu.
25 yıl sonra çıkan İkinci Dünya Savaşı (1939) Birincisinden epeyce farklıydı. Bu, emperyalist bir paylaşım savaşı değil, Nazi Almanyası’nın başını çektiği Mihver devletlerinin (Almanya, İtalya, Japonya vb.) dünyayı ele geçirmek için çıkarttığı bir saldırı savaşıydı. Savaşı dayatan, yeniden paylaşım isteyen Mihver Devletleriydi. Bu durumda, başlangıçta Almanya ile geçici bir ittifaka girişse de Sovyetler Birliği’nin, diğer Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin Mihver Devletlerine karşı verdiği savaş, bir emperyalist paylaşım savaşı değil, savunma savaşıydı. Dolayısıyla, bu ülkelerdeki devrimci güçler, I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgicilikten ve silahı kendi burjuvazisine çevirmekten farklı olarak anti-faşist bir savunma savaşına omuz verdiler. Bu, onları kendi burjuvazileriyle ya da Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi kendi diktatörleriyle aynı safa düşürdü ama böyle bir yan yana geliş o sırada kaçınılmazdı. I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, silahın kendi burjuvazilerine ve diktatörlerine çevrilmesini savunanlar da oldu ama bu çağrı o günün koşullarında mantıki olmadığı için tutmadı.
Bugün ise, I. Dünya Savaşı’nın emperyalist paylaşım; II. Dünya Savaşı’nın anti-faşist savunma savaşlarından farklı bir durum var. Emperyalist ya da hegemonyacı veya bölgesel hegemonyacı devletler, önceki iki savaşta olduğu gibi toplu bir dünya savaşına girmeyi göze alamıyorlar. Bunun en önemli nedenlerinden biri, ağır nükleer silahların karşılıklı yarattığı “dehşet dengesi”dir. Artık böyle topyekûn bir savaşın siperlerde sürmeyeceğini ve dünyayla birlikte savaşın taraflarını da yok edeceğini aklı olan herkes bilmektedir. İşte dönemimizin temel trendi olan bölgesel hegemonya savaşlarının belirleyici hale gelmesinin en önemli nedeni budur. Bugün de, devrimci tutumun I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi yenilgicilik ve savaşa karşı iç savaş olduğunu ya da II. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi (örneğin ABD emperyalizmine karşı) bir savunma savaşı olduğunu ileri süren görüşler var ama bence bu görüşler, içinde bulunduğumuz koşulların doğru bir tahliline dayanmıyor ve insanlığın onulmaz bir hatalı eğilimi olan, “geçmişi tekrarlama” eğiliminden kaynaklanıyor.
Peki, nedir bugünkü durum? Ya da daha doğrusu, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve bugün de sürmekte olan yeni durum. Kısaca şöyle söyleyebiliriz: En büyük emperyalist devletler de dahil (diyelim ABD) bütün devletler, topyekûn bir dünya savaşına girmek yerine, uzatılmış bölgesel hegemonya savaşlarına girmeyi tercih etmektedirler. Böylece, hem kendi yıkımlarına da yol açacak topyekûn bir savaştan kaçınmakta, hem savaş ekonomisine dayalı varlıklarını sürdürebilmekte, hem de hegemonya alanlarını adım adım geliştirmenin yollarını aramaktadırlar. Fakat bölgesel hegemonya savaşlarını ön plana çıkartan, her şeyden önce, eski emperyalist hegemonyanın sarsılması, böylece bu hegemonyanın altında yıllarca yaşamış güçlerin ve devletlerin artık başlarına buyruk hareket etme olanağına kavuşmuş olmalarıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasına baktığımızda, Uzak Asya’da, ABD’nin, Hindiçini ülkelerine ve halklarına karşı bir hegemonya savaşı verdiğini görüyoruz. Bundan sonraki en büyük bölgesel hegemonya savaşı, yine ABD’nin öncülüğünde NATO ülkelerinin Irak’ta ve genel olarak Ortadoğu’da verdikleri hegemonya savaşıdır.
Daha yakın tarihlere gelecek olursak, bugün de devam etmekte olan, Suriye üzerinde cereyan etmekte olan, Rusya ile ABD’yi, bu arada bölgesel hegemonyacı Türkiye ile Kürtleri ve diğer bölge halklarını karşı karşıya getiren bölgesel savaşı görüyoruz. Daha kuzeyde, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimiyle başlayan, Baltık ve Kuzey Avrupa ülkelerini de içine alan bölgesel hegemonya savaşı söz konusu. Bunlara ek olarak, Azerbeycan-Ermenistan savaşı; yakın zamanda bir savaşa dönüşme potansiyeli taşıyan Türkiye ile Yunanistan arasındaki Ege ve Akdeniz üzerinde cereyan eden hegemonya çekişmesini gözden kaçırmamak gerekir.
Durumun I. ve II. Dünya savaşlarından çok daha karmaşık olduğunu, bu bölgesel savaşlarda (en tipiği Suriye’de sürmekte olan hegemonya savaşıdır) tutum belirlemenin bir hayli karmaşık süreçleri çözmeyi, her somut durumu tahlil edip ona göre tavır almayı gerektiğini görüyoruz.
Bu tür karmaşık durumlarda geçmişin deneylerini tekrarlamak hiç de ufuk açıcı değil. Örneğin, Ukrayna halkına, I. Dünya Savaşı’ndaki gibi “silahı kendi burjuvazine” çevir derseniz, en büyük bölgesel hegemonyacı Rusya’nın yedek gücü olursunuz; ya da Azerbaycan halkına, II. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, “yurt savunması”ndan söz ederseniz, bölgesel hegemonyacı bir gücün yanına düşersiniz; veya Yunanistan bölgesel hegemonyacılığına karşı Türkiye bölgesel hegemonyacılığını desteklerseniz, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi kendi burjuvazinizin yedeğinde bir sosyal-şoveniste dönüşürsünüz. Veya Körfez Savaşı’nda, Saddam diktatörlüğüne karşı ABD ve NATO’nun müdahaleciliğinin yanında yer alırsanız bir emperyalist blokun destekçisi durumuna düşersiniz.
Dolayısıyla bugünkü durum, iki dünya savaşındaki durumdan çok daha karmaşıktır ve ezberciliğe asla gelmez. Perspektif, elbette kim olursa olsun, bütün bölgesel hegemonyacı ve emperyalist müdahaleci güçlerin karşısında yer almak ve bu tür güçlere karşı, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi halkların kardeşleşmesini savunmaktır.
Bütün emperyalist ve hegemonyacı girişimlerden ve hükümetlerden uzak durmak ve hegemonya mücadelesinin hedefi olan halklarla dayanışmak!
Dönemin trendleri (2): Bölgesel hegemonya savaşlarının faili otoriter rejimler
Sözünü ettiğim bölgesel hegemonyacı devletlerin iç rejimlerinin bazı benzer özellikleri var. Bu özellikler, bu rejimleri otoriter rejimler olarak adlandırmamıza olanak sağlıyor.
Sovyetler Birliği’nin 1990’da çökmesiyle birlikte dünya, çift kutupluluktan çok kutupluluğa evrildi. Bunun nedeni, ABD’nin de güç kaybettiği koşullarda, çift kutupluluğun geriliminden ve zorunluluklarından kurtulan, kendilerinin yeterince güçlü olduğunu düşünen kimi devletlerin çevrelerine doğru daha rahat yayılma olanağı bulmaları, yani bölgesel hegemonyacılığa girişmeleriydi.
Bu devletler, Sovyetler Birliği mirasını devralan Rusya Federasyonu, yine Sovyetler Birliği’nden bağımsızlaşan ama Rusya’yla geleneksel ilişkisini bir yana atmayan Azerbaycan, Batı blokunda yer aldığı halde bu bloktan uzaklaşma eğilimine giren Türkiye, iki kutuplu dünya zamanında bile bağımsız hareket etmeye başlayan İran ve Filistin topraklarının işgali üzerine kurulmuş, Batı destekli İsrail’dir. Bir de Çin var ama, bu devasa ülkeyi bölgesel hegemonyacı olmaktan çok, ABD ve Batı ile küresel ölçekte rekabet eden büyük bir emperyal ya da hegemonik güç olarak değerlendirmek daha doğru olur.
Sözünü ettiğim bölgesel hegemonyacı devletlerin iç rejimlerinin bazı benzer özellikleri var. Bu özellikler, bu rejimleri otoriter rejimler olarak adlandırmamıza olanak sağlıyor.
Totaliter tek parti rejimi özellikleri gösteren Çin ve Kuzey Kore’nin yanı sıra, bu rejimler, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü vb. gibi demokratik teamülleri büyük ölçüde askıya almış ya da kısıtlamış, parlamentolu ve seçimli tek parti rejimleridir. Evet, arada bir seçimler yapılmaktadır, bir parlamentoları vardır ama rejim öyle ayarlanmıştır ki, seçim ve parlamento sadece hâlihazır otoriter rejime meşruiyet sağlamanın bir aracıdır. Yönetici tek parti, seçimleri, olağanüstü bir durum olmadıkça her zaman kazanır, parlamentoya hâkim olur, o zaman da parlamentodan istediği yasayı geçirir, istediği kısıtlamayı yapar.
Her rejimin meşruiyet dayanakları vardır. Örneğin Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa rejimlerinin meşruiyet dayanağı, bu tek parti diktatörlüklerinin uzun vadeli bir “sosyalizm inşası”nın öncüsü oldukları iddiasıydı. Keza, Ortadoğu’daki tek partili ya da diktatörlü BAAS rejimlerinin meşruiyet gerekçesi, BAAS partisi iktidarının ya da liderin ülkenin bağımsızlığını sağlaması, devleti güçlendirmesi ve modernleştirmesiydi. 1923’ten 1950’ye kadar süren CHP tek parti iktidarının gerekçesi de, bu rejimin modernleşmeyi sağlamasıydı.
Bugün bölgesel hegemonyacı ülkelerdeki otoriter rejimlerin meşruiyet gerekçesi ise, örneğin Rusya Federasyonu’nda, “düşman emperyalist kamp” tarafından kuşatılmaya ve çökertilmeye çalışılan Rusya’nın ayakta tutulması, toparlanması ve Federasyon’un güçlü kılınmasıdır. Bu amaçlar, rejimin sahiplerine göre, ancak otoriter bir liderle (Putin) ve otoriter bir rejimle sağlanabilir. Keza, birbirlerini “kardeş”, hatta “iki devlet, tek ulus” ilan eden Azerbaycan’la Türkiye’nin bir hayli benzeyen otoriter rejimlerinin (gerçi Azerbaycan tek parti diktatörlüğüne daha yakın gözüküyor) gerekçesi de, devletin bölgesel hâkimiyet mücadelesinde güçlü kılınmasıdır. İran da pek farklı değildir. Mollalar diktatörlüğü, sonuç olarak otoriter bir diktatörlüktür.
Hegemonyacı rejimlerin ortak özelliği, içte baskıcı (aynı zamanda ulusal baskıcı), dışta yayılmacı ve saldırgan olmalarıdır. 1950’lerde dünya jandarmalığına soyunan ABD’nin ülke içinde Rosenbergleri “Sovyet casusluğu” suçlamasıyla idam etmesi ve entelektüellere karşı McCarthyci “haçlı seferi”ne girişmesi tesadüf değildir. Azerbaycan, örneğin dişine göre bulduğu Ermenistan’a savaş açıp topraklarını genişletirken Sovyetler Birliği’nden tevarüs ettiği rejime ve liderinin (Sovyetler Birliği zamanında Azerbeycan’ın diktatörü olan Haydar Aliyev’in oğlu İlham Aliyev) inayetine dayanmaktadır. Bu otoriter rejimin seçimle vb. değişme şansı neredeyse sıfırdır. Rus Federasyonu da bir hayli otoriter bir rejimdir. Tek lider Putin ülkeyi yıllardır yönetmekte, muhalifler ve muhalif gazeteciler, Sovyetler Birliği’nden devraldığı geleneği sürdüren rejim tarafından cinayet vb. yollarla tasfiye edilmektedir. Bildiğimiz gibi, bu ülkenin bölgesel hegemonyacılığının son hedefi Ukrayna’dır. İşgal ve savaş halen acımasızca sürüyor.
İran, 1979’daki meşhur “İran Devrimi’nden” bu yana mollaların otoriter rejimi altında. Rejim şii ideolojisine dayanıyor ve bölgesel hegemonyacılığını, komşu Irak’daki ya da Yemen’deki Şii nüfus aracılığıyla yaymaya çalışıyor. Aynı zamanda teokratik bir rejim de olan İran, bütün bölgesel hegemonyacı devletler içinde dinsel ideolojiyi en fazla ön plana çıkaran bir rejim. İçerde despotik bir molla otarşisi hüküm sürüyor.
Türkiye, 20 yıldır tek parti ve tek lider rejimi altında. Parlamento ve seçim var ama bu, “Başkanlık Sistemi”ne dayanan rejimin otokratik karakterini ortadan kaldırmıyor. Bu otokratik rejim, Sünni hegemonyanın aleti Diyanet İşleri aracılığıyla, İran gibi bir teokratik rejim olma yolunda aynı zamanda. Sınırları içinde ulusal baskıcı olan Türkiye, hegemonyasını, işgal yoluyla Ortadoğu’da Suriye’nin içlerine kadar yaymış durumda. “Güvenlik alanı” yaratmak, bildiğimiz gibi, Hitler zamanından beri (“Hayat Alanı”) bütün hegemonyacıların meşruiyet gerekçesidir. Öte yandan, Ortadoğu (Suriye’nin bir kısmı işgal edilmiştir), Doğu Akdeniz, Kıbrıs (bir kısmı yıllar önce zaten işgal edilmiştir), Kuzey Afrika (Libya vb.), Ege adaları, Türkiye’nin yayılma alanı içinde yer almaktadır. Son zamanlarda Yunanistan’a karşı yürütülen savaş hazırlıklarının (elbette Türkiye’nin saldırısından korkan Yunanistan da bu hazırlıklardan geri kalmamaktadır) anlamı budur.
Hegemonyacı ve yayılmacı devletler genellikle otoriter rejimlere ihtiyaç duyarlar. İçerde özgürlüklerin bastırılmasıyla dışarda halkların ya da ülkelerin saldırıya uğraması arasında kopmaz bir bağ vardır. Aynı geçmişteki faşizm gibi. Bununla birlikte, II. Dünya Savaşı’nda saldırgan devletlerin ihtiyacı olan totaliter faşizmlerin bugün söz konusu olmadığını belirtmeliyim. Tarihte hiçbir şey aynen tekrarlanmaz. Dolayısıyla bugün, Ergin Yıldızoğlu’nun Yeni Faşizm (Cumhuriyet Kitapları, 2020) kitabında ileri sürdüğü gibi, “tırmanan faşizm” ya da “süreç içindeki faşizm” veya “yeni faşizm”den söz edilemez. Faşizm, II. Dünya Savaşı’yla bir daha dirilmemek üzere tarihe gömülmüştür. Bugünün trendi, faşizmden farklı olarak (benzerlikler vardır elbette), tamamen monolitik olmayan, parlamento ve seçimlerden meşruiyet alan otoriter rejimlerdir.
Gün ZİLELİ – artıgerçek
İlginizi Çekebilir

Dünya enerji güvenliğinin kalbinde yer alan Hürmüz Boğazı, küresel ticaretin ve petrol taşımacılığının en kritik geçitlerinden biridir. Ancak bu boğazın geçici dahi olsa kapanması, sadece bölgeyi değil, tüm dünya ekonomisini derinden etkileyebilecek bir kriz senaryosudur. Bu yazıda, Hürmüz Boğazı’nın önemi ve kapanmasının olası sonuçları detaylı bir şekilde incelenmektedir.
HÜRMÜZ BOĞAZI’NIN STRATEJİK ÖNEMİ
Hürmüz Boğazı, İran ile Umman arasında yer alır ve Basra Körfezi’ni Umman Denizi’ne bağlar.
Bu dar geçit, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden olan Suudi Arabistan, Irak, Kuveyt, İran, BAE ve Katar’ın deniz yoluyla petrol ve doğalgaz ihracatında tek çıkış kapısı niteliğindedir.
-
Günlük yaklaşık 17-20 milyon varil petrol bu boğazdan taşınmaktadır.
-
Bu miktar, küresel petrol ticaretinin yaklaşık %20’sine denk gelir.
-
Ayrıca Katar’ın sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ihracatının da büyük bölümü bu yoldan geçer.
ENERJİ VE EKONOMİK SONUÇLARI
1. Petrol Fiyatlarında Şok Artış
Hürmüz Boğazı’nın kapanması, arz şokuna yol açar.
-
Petrol fiyatları birkaç gün içinde 150-200 dolar/varil seviyelerine çıkabilir.
-
Enerji ithalatçısı ülkelerde enflasyonist baskılar oluşur.
-
Üretim maliyetleri artar, ekonomiler yavaşlar, stagflasyon riski doğar.
2. Küresel Tedarik Zincirinin Bozulması
-
Asya, Avrupa ve ABD’ye enerji taşıyan petrol tankerleri seferlerini durdurmak zorunda kalır.
-
Enerjiye bağımlı endüstriler (otomotiv, plastik, gübre vb.) ağır darbe alır.
-
Alternatif boru hatları kapasite olarak yetersizdir.
JEOPOLİTİK VE ASKERİ SONUÇLARI
1. ABD-İran Gerilimi Zirveye Çıkar
İran’ın boğazı kapatma tehdidi veya fiilî kapatma girişimi, ABD ve müttefiklerinin askerî karşılık verme ihtimalini doğurur.
Bölgedeki ABD Donanması’nın varlığı bu senaryo için hazırdır.
2. İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri Tetikte Olur
İran’ın bu hamlesi bölge ülkeleri tarafından ulusal güvenlik tehdidi olarak değerlendirilir.
Silahlanma hızlanır, bölgesel çatışma riski artar.
3. Askerî Müdahale ve Savaş Riski
Deniz yolunun açık tutulması için ABD önderliğinde çok uluslu bir askerî müdahale gündeme gelebilir.
Bu durum petrol bölgelerinde bombalamalara, deniz trafiğinin askıya alınmasına neden olabilir.
ALTERNATİF ENERJİ ROTALARI VAR MI?
-
Suudi Arabistan ve BAE, bazı petrolünü Hürmüz dışındaki boru hatlarıyla taşıyabilir.
Ancak bu yolların kapasitesi sınırlı ve tüm ihracatı karşılamaktan uzaktır. -
Katar LNG’si içinse alternatif güzergâh neredeyse yoktur.
TÜRKİYE’YE ETKİSİ NE OLUR?
-
Türkiye enerji ithalatının büyük kısmını bu bölgelerden sağlamaktadır.
-
Fiyatlar arttığında Türkiye’nin enerji faturası büyür → cari açık artar.
-
Bu durum TL üzerinde baskı oluşturur, enflasyon hızlanır.
Hürmüz Boğazı’nın kapanması, sadece bölgesel değil, küresel bir kriz anlamına gelir. Petrol ve gaz piyasasında arz şoku yaratır, küresel ekonomiyi durma noktasına getirebilir. Jeopolitik gerilimlerin zirveye çıktığı bir ortamda bu boğazın güvenliği, dünya düzeni açısından kırılma noktasıdır.
BANKA HABERLERİ
Limonlar Kredi Aldığında: Asimetrik Bilginin Finansal Sistemdeki Yankısı

Yayınlanma:
4 gün önce|
21/06/2025Yazan:
Serhat Can
Bankaların kredi sistemlerinde giderek daha sık karşılaştığımız bir tablo var: Gerçek kredi değerliliği taşımayan birey veya işletmelere, sistemsel boşluklar nedeniyle kredi limitleri açılıyor. Kredi puanı iyi görünüyor, limit mevcut—ama geri ödeme kabiliyeti yok. Neye benziyor, biliyor musunuz? George Akerlof’un 1970’te yazdığı kendisine Nobel iktisat ödülü aldıran “limon piyasası”na.
Asimetrik Bilgi Sorunu:
Akerlof’un teorisinde, alıcı ve satıcı arasındaki bilgi dengesizliği nedeniyle kaliteli ürünler (iyi arabalar) piyasadan çekilir, yerine “limonlar” (kötü arabalar) kalır. Bugünün kredi sisteminde ise:
- Banka, müşterinin gerçek riskini göremiyor (ya da görmek istemiyor).
- Müşteri, sistemin sunduğu limitlere ulaşıyor, kredi kullanıyor.
- Böylece finansal piyasada “limon” krediler çoğalıyor: riskli, sürdürülemez, görünürde aktif.
Sonuç Ne Olur?
- Gerçek değerliliğe sahip kullanıcılar daha pahalı krediye ulaşır.
- Sistem, kendi içindeki çürüklüğü fark edemez.
- Uzun vadede bu asimetrik bilgi, toplu bir güven krizine dönüşür. Tıpkı Akerlof’un uyardığı gibi…
- Finansal sistemler gelişiyor, algoritmalar daha sofistike hale geliyor—ama hâlâ “insanı” göremeyen modellerle çalışıyoruz. Kredi vermek sadece matematik değil; güvenin, bağlamın ve davranışsal içgörünün birleşimidir.
- “Kredi sadece bir limit değil, bir güven oyudur.”
Kredi sistemleri giderek daha sofistike hale geliyor. Algoritmalar, puanlama sistemleri, dijitalleştirilmiş değerlendirme modelleri… Peki ama hâlâ “insanı” göremeyen bu sistemler gerçekten güvenli mi?
George Akerlof, 1970’te “limon piyasası” teorisini ortaya attığında otomobil piyasasını örnek gösteriyordu. Bugün ise aynı teoriyi bizzat kredi piyasasının içinde yaşıyoruz: asimetrik bilgi, yani tarafların eşit derecede bilgi sahibi olmaması, sistemi yavaş yavaş çürütüyor.
Gözlemlerimden İki Sessiz Hikâye
Firma kârlı göründü, konkordatoya girdi. Bir yıl önce denetimini yaptığım bir firmayla denetim sırasında yaşadığımız bir anlaşmazlık yüzünden yollarımız ayrılmıştı. Geçtiğimiz günlerde konkordato ilan ettiklerini öğrendim. İlginçtir: Banka kredileri denetim sonrası son bir yılda ciddi oranda artmıştı. Bilanço ise temizdi—görünürde. Ama içini bilen biri olarak şunu söylemeliyim: stoklar şişirilmişti. Sayım tutanakları arasındaki fark 3 milyon dolar kadardı.
Stoklar yalansa, bilanço da yalandır. En kolay oynanan kalem de budur çünkü. “Stoklarda 3 milyon dolarlık yapay bir değerleme vardı—bu, bilanço üzerinde kar gibi görünse de gerçekte zarardı.” Bankalar ne yaptı? Kağıt üstündeki görüntüye bakıp kredi verdiler. Mali analizlerin yapamadığı tek şey stok denetimidir, stoklarda ne yazıyorsa kabul edilir. Şu sorularla meşgul olduklarını da hiç zannetmiyorum: Stok sayım tutanak raporu mevcut stoklarla karşılaştırıldı mı? Stok sayım tutanağını kim hazırlamış? Bağımsız denetim mi yoksa şirket personeli mi? Firma son yıllarda matrah artırmış mı? Tedarikçi bakiye hareketleri stok değer hareketleriyle uyumlu mu? Stoklarda dikkat çekici bir durum var mı? Hammadde stoğu mamül stoğundan fazla mı? Şirket ERP sisteminden stok değerleme raporu alındı mı? Sorular çoğaltılabilir.
Çalışanlarına maaşlarını ödemeyen firma, kredi kullanıyor.
Geçenlerde eski bir öğrencim aradı: Çalıştığı firma 3 aydır maaş ödemiyormuş ama aynı zamanda bankalardan kredi kullanmaya devam ediyormuş. Hatta patronunun yeni bir konut satın aldığını duymuş. Bana sorduğu soruya gelirsek: “İş davası açarsam banka hesaplarına bloke konulur mu?
Banka sistemleri SGK kayıtlarını kontrol etse, firmanın 3 aydır sigorta ödemediğini görecekti. Ama görmedi. Çünkü sistem, sadece rakama ve geçmiş skora bakıyor—insan hikâyesine değil.
Sonuç: Algoritmalar Belki Zekidir, Ama Kördür
Bugünün kredi algoritmaları geçmiş veriye dayanır, davranışı anlamaz, öyküyü okumaz. Böylece sistem, Akerlof’un tarif ettiği gibi, limonlarla doluyor: Gerçekte riskli olan ama kâğıt üstünde sorunsuz gözüken kredilerle. Sonuç? Gerçekten sağlıklı, krediye erişimi hak eden işletmeler bu gölgelerin altında kalıyor.
Serhat CAN
EKONOMİ
Prof. Dr. YILMAZ: Bütçe açıkları dizginlenebilir mi?
Bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak

Yayınlanma:
6 gün önce|
19/06/2025Yazan:
Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz
Mayıs ayına ait merkezi yönetim bütçe gerçekleşmelerine göre bütçe fazlası 235,2 milyar TL, kümülatif (Ocak-Mayıs) bütçe açığı da 650,3 milyar TL oldu. Mayıs ayı bütçe fazlası, giderlerdeki önemli bir azalış kaynaklı değil, tersine kurumlar vergisi hasılatının beklendiği gibi mayıs ayında vergi gelirlerini beslemesiyle gerçekleşti.
Rakamla ifade etmek gerekirse; nisan ayına göre mayıs ayında bütçe giderlerinde 43 milyar TL’lik azalışa karşılık bütçe gelirleri 368 milyar TL arttı. Bu artışın hemen hemen tamamı kurumlar vergisi hasılatı kaynaklı.
Önce vergi hasılatındaki değişime bakalım, ardından bütçe giderlerinde azalış olmuş mu, ona bakarız:
Kurumlar vergisi yıllık beyana tabi bir vergi. Aynı zamanda cari vergilendirme döneminin kurumlar vergisine mahsup edilmek üzere, GVK’da belirtilen esaslara göre ve cari dönemin kurumlar vergisi oranında geçici vergi ödenir. Ocak – Şubat – Mart geçici vergi dönemi beyanname verilme ve ödeme günü 17 mayıs’tı. Ayrıca Gelir İdaresi Başkanlığı, 30 Nisan’a kadar verilecek kurumlar vergisi beyannameleri ve bunlara tahakkuk eden vergilerin ödeme sürelerini 5 Mayıs’a kadar uzattı.
Böylelikle nisan ayında 29,7 milyar olan kurumlar vergisi tahsilatı da mayıs ayında 470,1 milyar TL’ye yükseldi. Hatta mayıs ayında kurumlar vergisi hasılatı vergi gelirleri içindeki payı yüzde 39,4’e ulaştı ki bu oran KDV gibi dolaylı bir verginin payından da yüksekti. Sonuçta bu hasılat bütçede bir rahatlama yarattı.
Mayıs ayında kurumlar vergisi tahsilatı bütçenin imdadına yetişmiş oldu ama yukarıda anlattığım gibi “geçici vergi dönemiydi, geldi ve geçti”.
Bütçenin gelir tarafını temmuz ayında gelir vergisi ikinci taksiti ile ağustos ve kasım aylarında geçici vergi taksitleri bir miktar rahatlatabilir. Ancak aylık olarak artmaya devam eden enflasyon, sıkı para politikasıyla kredi imkanları kısıtlanan firmalar ve artan konkordatolar, hedeflenen vergi gelirlerinden uzaklaşılmasına neden olacak ana faktörler. Ayrıca bütçenin gelir tarafının, borç faizleriyle büyüyen bütçenin gider tarafını telafi etmesi zor görünüyor. O nedenle bütçe açığını dizginlemek hiç de kolay olmayacak.
Bütçe giderlerine şimdi kamuda tasarruf üzerinden bakalım:
Tüm kamu kurumlarının kendi bütçelerindeki kaynaklardan yapacakları harcamalar için tasarruf tedbirlerine uymaları uzun zamandır merakla bekleniyor.
Aşağıdaki hazırladığım tablo, geçen yıl ve bu yılın mayıs aylarında tasarruf tedbirleri kapsamında yapılan harcamaları karşılaştırıyor:
Tabloda görüldüğü gibi bir yıl içinde taşıt alım giderleri yaklaşık 2 katına çıkmış. Haberleşme ve enerji giderleri de enflasyon oranına yakın bir artış göstermiş. Kırtasiye-baskı giderleri ile temsil-tanıtma giderlerinde ise bir yılda kısmen frene basılmış gibi.
Ancak temsil-tanıtma giderleri bu yılın ilk dört ayında ortalama 65 milyon TL civarındayken, mayıs ayında birden yaklaşık beş katına (316 milyon TL) çıkmış. Yine de bu haliyle geçen yılın mayıs ayındaki 418 milyon TL’nin oldukça altında kalıyor. Umarım ülkemiz en iyi şekilde temsil ediliyordur. 2024’te bu alanda daha fazla gider yapılıyordu, yoksa geçen yıl daha mı iyi temsil ediliyordu?
Bütçe giderlerinde sorunlu kalem: borç faiz giderleri:
Borç faiz giderleri bütçede büyümeye devam ediyor. Özellikle iç borçlanmanın maliyeti bütçeye yansıyor.
Mayıs ayında borç faiz giderleri 111,2 milyar TL, kümülatif olarak 835,8 milyar TL’ye ulaştı. Dahası Haziran ayında yaklaşık 240 milyar TL’lik borç faiz gideri gerçekleştirilecek.
2025 yılı bütçesi için borç faiz giderlerinin bütçe giderlerine oranının yüzde 13,2 ve vergi gelirlerine oranının da yüzde 17,5 olması hedeflenmişti. Bugünkü görünümde borç faiz giderleri/bütçe giderleri oranı yüzde 15,7 ve borç faiz giderleri/vergi gelirleri oranı da yüzde 20,9’a yükselmiş durumda. Bu göstergeler ile bütçe hedeflerinden uzaklaşıldığı anlaşılıyor.
Bütçe açıklarını kontrol altında tutmak, pek çok alanda katkı sağlayacak. Öncelikle devletten beklenen görevlerin ve kamu hizmetlerinin hem kalitesinin artmasına hem de zamanında sunulmasına katkı sağlayacak.
Aksine bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak.
Prof. Dr. Binhan Elif YILMAZ – T24
FARK YARATANLAR
FARK YARATANLAR
KATEGORİ
- ALTIN – DÖVİZ – KRIPTO PARA (845)
- BANKA ANALİZLERİ (139)
- BANKA HABERLERİ (3.144)
- BASINDA BİZ (60)
- BORSA (451)
- CEO PERFORMANSLARI (36)
- EKONOMİ (2.852)
- GÜNCEL (3.227)
- GÜNDEM (3.198)
- RÖPORTAJLAR (48)
- SİGORTA (133)
- ŞİRKETLER (2.249)
- SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK (475)
- VİDEO Vitrini (19)
- YAZARLAR (1.057)
- Ali Coşkun (24)
- Arif Öztan (7)
- Ayşe Muzaffer Sunguroğlu (7)
- ChatGPT (26)
- Dr. Abbas Karakaya (64)
- Erden Armağan Er (45)
- Erol Taşdelen (569)
- Gizem Taşdelen (7)
- Gülbeyaz Gergün (63)
- Kemal Emirhan Mendi (1)
- Murat Şenol (26)
- Mustafa Akpınar (41)
- Onur ÇELİK (35)
- Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz (80)
- Serhat Can (8)
- Süleyman Çembertaş (16)
- Tungay Dere (18)
- Uğur Durak (33)
- Zuhal KARABULUT (5)
YAZARLAR

Finans Koltuğundan CEO Masasına

Hazine’den Kripto Para ile Suç Gelirlerine Sıkı Denetim Geliyor

Garanti BBVA’dan 3,5 trilyon TL’lik sürdürülebilir finansman taahhüdü

BEYAZ YAKALININ GİZLİ PANDEMİSİ: TÜKENMİŞLİK

Ateşkes rüzgârı, petrolü devirdi, dolar geriledi, FED’e fırsat doğdu!

Tahvil Yerine Kredi: Türk Şirketlerinin Finansman Kaderi

Türkiye’nin Kafkaesk Manzarasında Genç Olmak

UŞAK’ın en köklü Market Zinciri EGEŞOK Konkordato aldı

Dolandırıcılık Davasında Şok Rapor: Banka Kusurlu!

Siyasi Gerginlik Ekonomiyi Geriyor: Reel Sektör Nefes Alamıyor!

DENİZBANK: Bir GMY istifası daha!

Yerel Halk Neden Maden İşletmeciliğine Karşı Çıkıyor?

İsrail İran’a Neden Saldırdı?

Onur Çelik yazdı: İFLAS RİSKİ
- SON DAKİKA | Borsa günü yükselişle tamamladı 24/06/2025
- ASGARİ ÜCRET ZAMMI SON DAKİKA: Asgari ücrete ara zam gelecek mi? Asgari ücret ara zammı ne kadar olacak? 24/06/2025
- ABD cari açığı ilk çeyrekte yüzde 44 arttı 24/06/2025
- SON DAKİKA | Kamu işçisine zam pazarlığı 24/06/2025
- MSB: Bedelli askerlik ücreti 1 Temmuz’da zamlanacak 24/06/2025
- Küresel ham çelik üretimi mayısta yüzde 3,8 azaldı 24/06/2025
- Meta ve OpenAI arasında yapay zeka savaşları! 100 milyon dolarlık teklif... 24/06/2025
- ABD'de tüketici güveni beklentilerin aksine düşüş gösterdi 24/06/2025
- ABD’de konut fiyatlarında yavaşlama sinyalleri 24/06/2025
- Şirketler arası Golf Turnuvası 24/06/2025
- Garanti BBVA’dan 3,5 trilyon TL’lik sürdürülebilir finansman taahhüdü 24/06/2025
- ABD Kongre çalışanlarına WhatsApp yasağı geldi 24/06/2025
- Fed Başkanı Powell: Nihai seviye tarifelerin etkilerini belirleyecek 24/06/2025
- Reel kesimin döviz açığı 6 yılın zirvesinde 24/06/2025
ALTIN – DÖVİZ
BORSA
KRIPTO PARA PİYASASI
Popüler
-
GÜNDEM4 yıl önce
Sedat Peker’in bahsettiği otel: Günlüğü 106 bin TL
-
GÜNCEL2 yıl önce
Zara Ve Mango’ya Üretim Yapın Tekstil Devi Konkordato Talep Etti
-
BANKA HABERLERİ2 yıl önce
TCMB Başkanı için ismi geçen GAYE ERKAN First Republic Bank’tan ayrılma süreci
-
BANKA HABERLERİ4 yıl önce
AKBANK çöktü : Dijital Bankacılık sorumlusu GMY CİVELEK ortada yok!
-
BANKA HABERLERİ4 yıl önce
HSBC terbiyesizliği : “Sabancı alana “AKBANK bedava”
-
BANKA ANALİZLERİ3 yıl önce
YILIN İLK YARISINDA İŞBANK RAKİPSİZ LİDER AKBANK SONUNCU SIRADAN KURTULAMIYOR
-
GÜNDEM2 yıl önce
Bankacılığı bırakıp eskortluk yapmaya başladı: Haftalık kazancı dudak uçuklattı