Connect with us

GÜNCEL

İbrahim TURAHN yazdı: Temel İçgüdü

Önümüzde kalan süre iyi değerlendirilebilirse yeniden orta sınıf rasyonelliğine dayalı modern toplum olma umutları yeşertilebilir. Tabii bunlar, iflah olmaz bir iyimserin temennileri. Yoksa değil mi? Eski Merkez Bankası Başkan Yardımcısı İbrahim Turhan Türkiye’nin ekonomik panoramasını yazdı.

Yayınlanma:

|

Türkiye 2018 yılından beri, yoğunluğu zaman zaman değişse de süreğen hale gelmiş bir ekonomik kriz yaşıyor. “Siz iktisatçılar yıllardır ‘batarız’ diyorsunuz ama bakın hâlâ batmadık” diye itiraz edenler olabilir. Onlara, ülkelerin gemiler gibi ‘batmayacağını’ anlatmak kolay değil. Bir ülke yerin dibine ‘batmaz’ tabii ki. Dünyada en derin ekonomik krizlerde bile iktisadi faaliyet tamamen durmaz. O zaman ‘batmak’tan kastedilen nedir? Türkiye’nin gayrisafi yurt içi hasılası 2022 yılında 800 milyar dolar civarında olacak. Bu da demektir ki küresel hasıla içindeki, bir başka deyişle küresel refah içindeki payımız yüzde 0,8’in altında olacak. Bu ise bu oranın 1976’daki ya da 1999’daki düzeyine eşit. Küresel refahtan aldığı, küresel hasıla içindeki payı bu düzeylere gerilemiş olan bir ekonomi için hangi nitelendirmeyi kullanırsanız kullanın.

Şu anda zincir marketlerdeki ürün fiyatlarından, bankaların kredilere ve mevduata uygulayacakları faiz oranlarına kadar birçok fiyata devlet karar veriyor ve yazılı bir kurala dayanmayan bu kararlarını ilgili taraflara dayatıyor. Dövizle işlem yapmak, döviz bulundurmak 1970’lerdeki gibi hapisle cezalandırılmıyorsa da Merkez Bankası’nın bu konudaki ‘telkinlerine ve tavsiyelerine’ gönüllü(!) olarak uymayanların başına, kredi kullanamamak da dâhil bir hayli dert açılabiliyor. Hazinenin ihraç ettiği uzun vadeli Türk lirası cinsinden tahvillerin getirisi, mucizevî bir biçimde benzer vadedeki ABD doları cinsinden tahvillerin getirisinin altında. Bu listeyi uzatmak mümkün ama sözün özü; 1980’lerin ortasından beri en zor koşullarda bile dışa açık bir serbest piyasa ekonomisi olmayı sürdürebilmiş Türkiye, bundan beş yıl önce kötü bir şaka ya da korkulu bir kabus olarak yorumlanabilecek bir modele yakınsamış durumda.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız gelişmeler adım adım, kademe kademe gerçekleştiğinden, “içinde bulundukları kaptaki su yavaş yavaş ısıtıldığı için farkına varamadan haşlanan kurbağalar” hikâyesindekine benzer bir algı sorunu yaşanıyor. Buna toplumsal/kitlesel duygu durum bozukluğu tanısı konsa yeridir. ‘Batma’ tartışmasını daha fazla uzatmak istemiyorum. Bu yüzden son bir veriyle bu parantezi kapatalım. Bu yıldan sonra ekonomi yönetimi düzelse, politikalar öngörülebilir olsa, güven yeniden sağlansa; kısacası her şey yolunda gitse ve bu arada küresel ekonomiden kaynaklanacak olumsuz bir dışsal şok da yaşanmasa bile Türkiye’nin ABD doları cinsinden reel olarak 2013 yılındaki kişi başına milli gelir düzeyine ulaşması beş yıl alır. Bir başka deyişle, on beş yıl sonra aynı gelir düzeyine gelmiş oluruz. Ülkenin, daha doğrusu ülkede yaşayan 80 milyon insanın yaşamından kaybedilen on beş yıl!… Artık siz nasıl adlandırırsanız…

Böyle bir ekonomik tablo dünyanın bütün demokratik ülkelerinde iktidar açısından ciddi sıkıntıya yol açar. Süleyman Demirel’in siyaset literatürümüze geçen; “boş tencerenin deviremeyeceği iktidar yoktur” sözü bu siyasal gerçeğin tespitidir.

Enflasyon liginde Zimbabve, Venezuela, Suriye, Lübnan, Arjantin ve Sudan’ın arkasından geliyoruz. Hükümetin “enflasyon düşecek” diye müjdelediği düzey yüzde 40’lı düzeyler. Gelir dağılımı bozulmuş, yoksulluk artmış. “Çamaşır makinesi, renkli televizyon, telefon ve otomobil sahipliği ile ekonomik olarak beklenmedik harcamaları yapabilme, evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayabilme, kira, konut kredisi ve faizli borçları ödeyebilme, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek yiyebilme ve evin ısınma ihtiyacını karşılayabilme durumu ile ilgili durumu” yansıtan maddi yoksunluk göstergelerinden en az dördünü yaşayan hane sayısı, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan resmi verilere göre yüzde 27. Yani her dört haneden biri ciddi maddi yoksunluk içinde. İki kişinin asgari ücretle çalıştığı dört kişilik bir ailede gelir düzeyi, Dünya Bankası tarafından Türkiye’nin içinde bulunduğu ülkeler kategorisindeki yoksulluk sınırının sadece yüzde 9 üzerinde, o da bugünkü bastırılmış döviz kuru ile.

Böyle bir ekonomik tablo dünyanın bütün demokratik ülkelerinde iktidar açısından ciddi sıkıntıya yol açar. Süleyman Demirel’in siyaset literatürümüze geçen; “boş tencerenin deviremeyeceği iktidar yoktur” sözü bu siyasal gerçeğin tespitidir. Ekonomide yaşanan ağır tabloya karşın son dönemde iktidarın büyük ortağı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oylarında bir artış eğilimi olduğu nerdeyse bütün seçim anketlerinde gözleniyor. Aynı şekilde Haziran ayından beri Cumhurbaşkanı Erdoğan’a olan seçmen desteği sosyal bilimlere meydan okurcasına artıyor. Hayat pahalılığının can yakacak ölçüde hissedildiği bir ortamda iktidar partisinin hâlâ en fazla oyu alacağına işaret eden bulgular siyaset sosyolojisi açısından büyük bir muamma mı acaba?

Modern iktisat bilimi politik iktisat olarak başladı. Klasik İktisat okulunun kurucu isimlerinden Ricardo’nun 1817’de, liberalizmin en önemli isimlerinden Mill’in 1848’de yayımlanan kitaplarında iktisat bilimi “politik iktisat” olarak adlandırılmıştır. İktisat tarihçisi ve Karl Polanyi’nin çalışmalarından esinlenen bir grup akademisyen tarafından 1970’li yıllarda bağımsız bir disiplin haline gelen uluslararası siyasal iktisat, iktisadi analizde “ne üretelim, nasıl üretelim, kimin için üretelim” soruları kadar iktidar ve ekonomi arasındaki ilişkiler bağlamındaki temel sorularına da vurgu yapar. Bu yaklaşıma göre; iktidarın ekonomiyi şekillendirmek için nasıl kullanıldığına ve siyasal gücün faydayı-maliyeti, fırsatları-riskleri sistem içindeki sosyal gruplar, işletmeler ve kuruluşlar arasında nasıl dağıttığına dair temel sorulara açık ya da örtük cevaplar vermeden iktisadî analizin nihai sonucuna ulaşılamaz. Söz konusu akımın simge ismi Susan Strange bunu “cui bono” (kimin yararına) sorusuyla formülleştirmiştir. Bu bağlamda güç (siyaset) faydanın-maliyetin farklı kesimler arasında nasıl dağıtılacağını belirlerken ortaya çıkan ekonomik sonuç da bir sonraki aşamada siyasal gücün nasıl dağıtılacağını belirlemektedir. Siyaset güç, ekonomi enerjidir. Böylece siyaset ile ekonomi arasında sürekli ve karşılıklı bir etkileşim söz konusudur.

Türkiye siyasetini bu okuma üzerinden analiz etmek yakın zamana kadar mümkündü. 1990’lı yıllarda kamu açıkları vererek Türk lirası faizleri yüksek tutmaya, böylece iki, hatta bazen üç haneli enflasyona rağmen döviz cinsinden reel getiri sunarak sıcak para çekmeye, o dönemde büyümenin neredeyse zorunlu koşulu olan yurt içindeki tasarruf-yatırım açığını bu yolla finanse etmeye dayalı ekonomi politik model arka arkaya ciddi krizlere yol açmıştı. 2001 yılında Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 1990 yılındaki düzeyinin altına gerilemiş, finansal sistem ağır darbe almış, bütün toplum kesimleri sıkıntıya düşmüştü. Böyle bir dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi hem siyasal hem ekonomik olarak reformcu bir vizyonla ortaya çıktı.

Türkiye toplumu 12 Eylül 1980 Darbesi’nin ardından yirmi yıl boyunca rahatlıkla şoven diye nitelendirilebilecek yoğun bir propagandaya, hatta indoktrinasyona maruz kamıştı. Muhalefetin bütün eleştirilerine karşın böyle bir topluma “özgürlük-güvenlik dengesi” çerçevesinde Avrupa Birliği hedefini, Kıbrıs’ta federal çözümü, küresel ekonomi ile bütünleşmeyi, demokrasi ve yargı reformlarını, Kürt açılımını vizyon olarak sunan Adalet ve Kalkınma Partisi ilk on iki yıllık dönemde her seçimde oyunu artırarak iktidarını korudu. Farklı kesimlerden muarızları, her biri kendi meşrebine göre; Avrupa Birliği’nin Hristiyan kulübü olduğunu ve Kıbrıs’ta şehit kanlarıyla kurtarılan vatan toprağının satıldığını öne sürdü, Kürt açılımının bölücülük olduğunu savundu, demokratikleşmeyi irticanın paravanı olarak yaftaladı ve küresel ekonomi ile bütünleşme yolunda atılan adımları mandacılık olarak mahkum etmeye çalıştı Üstelik o dönemde oldukça disiplinli bir maliye politikası izleyen Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetlerini gözden düşürmek için “çiftçiye 1 liraya mazot”tan herkese vatandaşlık maaşı bağlamaya kadar bir dizi popülist vaatte de bulundu. Bütün bu kimlik temelli eleştirilere ve popülist vaatlere karşın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin giderek güçlenmesinin arkasında yatan dinamik ekonomi politik vizyonunun toplum tarafından benimsenmesiydi. Küresel nüfus içindeki payı yüzde 1 olan Türkiye’nin küresel refahtan aldığı pay ilk kez yüzde 1,25’e yükselmişti. Bu, Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelirin dünya ortalamasının üzerine çıkması anlamı taşıyordu.

Sonra tılsım bozuldu… Sebebi ister güç zehirlenmesi ister iktidarın sahip olduğu dünya görüşünün yapısal açmazları ister küresel ölçekte “zamanın ruhunun” değişmesi olsun, büyük ve korkunç bir siyasal metamorfoz yaşandı

Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelirin ABD’deki kişi başına düşen milli gelire oranı 1961-2001 arasındaki kırk yıllık dönemde ortalama yüzde 10 olmuştu. Bir başka deyişle on Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının geliri, ancak bir ABD vatandaşının geliri kadar ediyordu. 2013’te bu oran yüzde 24’e, yani bire karşı dörde kadar yükseldi. Aynı zamanda kişi başına düşen gelir de milenyumun başındaki düzeyinin dört katından fazlasına ulaşmıştı. Türkiye’de bir “orta sınıflaşma” yaşanıyordu. El ya da beyin emeği ile çalışanlar, uzun vadeli ipotek kredileri ile ev sahibi olabiliyor, tüketici kredisiyle otomobil alabiliyor, çocuklarını özel okullara gönderebiliyor, yılda birkaç kez ailece tatile gidebiliyordu. Hatta yurt dışı tatil bile toplumun üçte biri için ulaşılabilir bir hedef haline gelmişti. Bu ekonomi politik gerçeklik karşısında ulusalcı hamaset ve kimlik temelli siyaset retoriği de bölünme ve irtica fobileri de rağbet görmüyordu.

Sonra tılsım bozuldu… Sebebi ister güç zehirlenmesi ister iktidarın sahip olduğu dünya görüşünün yapısal açmazları ister küresel ölçekte “zamanın ruhunun” değişmesi olsun, büyük ve korkunç bir siyasal metamorfoz yaşandı (Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı ve uzun bir analizi Perspektif’te yayımlanan “Neden Olmadı” makalemde paylaştım). İktidar, 1990’lı yılların adlandırmasıyla “derin devlet” güçleri ile ittifak kurarak geçmişte simgesi olduğu siyasetin -matematikteki deyimiyle- adeta “değili” konumunu aldı. Adalet ve Kalkınma Partisi topluma umut vadeden reformcu bir gelecek vizyonu sunmak yerine varoluşsal korkuları gerekçe göstererek oy isteyen bir statüko muhafızına dönüştü. Bunun sonucu olarak seçmenden oy isterken artık -dikiz aynasına bakarak otomobil süren bir şoför gibi- sadece geçmişte gerçekleştirdiklerini öne sürebiliyordu. Gelecek vizyonu diye sunduğu programların adlandırması bile 2053 ve 2071 hedefleri gibi, rasyonel ve çağdaş bir orta vadeli plana değil geçmişin altın çağını çağrıştıran simgesel tarihlere referans veren romantik hülyalardan ibaretti.

İktidardan ilkesel gerekçelerle ayrılan unsurları da içine alarak güçlenen muhalefet cephesi, yakın dönemin en ağır ekonomik kriziyle sarsılan topluma bir alternatif sunmaya çalışıyor. Anket sonuçlarından anlaşıldığı kadarıyla en azından bugün itibarıyla toplum, muhalefetin hak-hukuk-adalet, özgürlük ve demokrasi gibi değer temelli siyasal mesajlarını da vaatlerini de yeterince samimi ve inandırıcı bir seçenek olarak görmüyor. Bunun yerine, vizyonsuzluğa düşen iktidar cephesiyle birlikte sanki toplum da ekonomi politik duyarlılıklarını yitirmiş gibi. Cumhur İttifakının seslendiği ilkel dürtüler yirmi yıllık bir geri sıçrama ile temel içgüdüyü harekete geçirmiş görünüyor. Batı toplumunun geçirdiği tarihsel süreci deneyimlememiş olan Türkiye’nin, modern toplum davranışı sergilemekte zorlanması anlaşılabilir olsa da tarım toplumlarının modernleşmeye verdiği tepkilere bu kadar çabuk geri dönülmüş olması dikkat çekici. Bunu, tarihsel sebeplerle Türkiye’de çağdaş anlamda bir toplumsal yapı kurulamamış olmasıyla açıklamak mümkün. Kimlik ve aidiyet kamusal alanda hâlâ çok belirleyici. Bu, bir ölçüde bireyleşmenin gerçekleşememesi ile ilgili. Bireyleşemeyen, bireysel değer bulamayan topluluklar, değişim travmasına sağlıksız tepkilerle karşılık verir. Kısacası birey olmayınca modern toplum da olmuyor. Bu ise modern ekonomik ve siyasal yapıya uygun olmayan “kabile toplumu” kurgusunu kamusal alanda belirleyici hale getiriyor.

Yazının girişinde çizdiğimiz ağır ekonomik tabloya karşın iktidarın gücünü hâlâ şaşırtıcı bir ölçekte koruyor olması muhalefetin vizyonunun da toplumsal beklentileri harekete geçirecek nitelikte olmamasıyla ilgisi olabilir mi?

Bireyin siyasal karşılığı ‘eşit ve özgür yurttaşlık bilinci’ olduğu gibi kendi kendine yeten, ekonomik değer üretebilen rasyonel bireylerin siyasal kurgusu da anayasal kamu düzenidir. Evrensel insan hakları, devleti hesap vermeye zorlayan vergi bilinci, hukuk devleti gibi kavramlar bu ortamda yeşerir. Değer temelli siyaset, ve bunun bir yansıması olarak yurttaşların ekonomi politik güdüyle siyasal tercihte bulunması böyle toplumlarda doğal durumdur. Evrensel değerleri özümseyerek özgüven kazanamayan, yetişkinliğe geçemeyen topluluklar ise, bilimin ve teknolojinin getirdiği altyapı değişiminden korkar, kendini içinde güvende hissedeceği kimlik temelli informel gruplara sığınır. Modern dönemde de olsa bunlar kabile yapılarıdır. Bu sosyolojik hastalığın, kentleşmeyle birlikte kendisini gösteren semptomuna “mahalle taassubu/bağnazlığı” adı verilir. Modern toplum davranışı yerine kabilelerden oluşan topluluk şeklinde davranan toplumlar kimlik temelli ve aidiyete dayalı siyasal tercihlere yönelir. Bir başka deyişle siyasal tercihte bulunurken ekonomi politik güdüyle değil temel içgüdüyle davranmaya başlar.

Kabile toplumu kendisi gibi olmayandan korkar. Bu korku hızla önce öfkeye, sonra nefrete ve düşmanlığa dönüşür. Çünkü her farklılık kendi kapalı toplumlarının varoluşunu tehdit eden bir saldırı olarak tanımlanır. Aslında zenofobi (kendisi gibi olmayandan korkma) bütün canlılarda görünebilen, korunmaya yönelik içgüdüsel bir tepkidir ama modern toplumlarda siyasal tercihlerin içgüdülerle belirlenmesi faşizm ve yabancı düşmanlığı gibi büyük felaketleri doğurur. Kabileci zihin; dünyayı ve kendi dışındaki gerçekliği kavrayamadığı için hırçındır ve içe kapanmacıdır. Dünyanın büyüklüğü, yaşamın çeşitliliği fobilerini tetikler. Bu zihniyet, kendi kafa konforunu sağlayan kurgu ile çelişen her şeyi komplolarla açıklar, açık gerçekleri bile reddeder. Kendi içlerindeki mensuplarını kabilenin mutlak doğruları istikametinde biçimlendirmek yaşamsal önem taşır. Eğitimden anladıkları, gençlere evrensel değerler doğrultusunda çağdaş toplumun kendi kendine yeten ve katma değer üretebilen eşit ve özgür bireyleri haline gelmek için gereksinim duyacakları donanımı sunmak değil kolektif indoktrinasyondur. İmkanını bulduklarında kendi yaşam tarzlarını ve bunu meşrulaştıran dogmalarını dışlarındaki insanlara dayatmaya çalışırlar. Şablonlar ile düşünür, kalıplar ile yaşarlar. Amaçları eskinin güzel günlerine, altın çağa dönmek olduğundan termodinamiğin entropi yasası ile kavga edip dururlar. Varoluş gerçekliğini keşfetmeye çalışmak yerine bambaşka bir gerçekliği, adeta bir deli gömleği gibi bugüne giydirmek için zorlarlar. Sorgulamaktan korkarlar, birçok tabuları vardır. Acı olan ise mahalle taassubunun, kabileciliğin Türkiye’de sadece bir kesime mahsus olmamasıdır.

Acaba yazının girişinde çizdiğimiz ağır ekonomik tabloya karşın iktidarın gücünü hâlâ şaşırtıcı bir ölçekte koruyor olması muhalefetin vizyonunun da toplumsal beklentileri harekete geçirecek nitelikte olmamasıyla ilgisi olabilir mi? Adalet ve Kalkınma Partisi’ne alternatif olabilmek için çaba harcayan siyasal partiler, onu yirmi yıl iktidarda tutan 2002’deki ekonomi politik vizyonuna benzer ama onu da aşacak, yirmi yıl sonrasına seslenebilecek kapsayıcı ve reformcu bir vizyon sunmak yerine metamorfoz geçirmiş Adalet ve Kalkınma Partisi’nin mevcut sorunlu sürümünün sınırlarını çizdiği sahada ve onun kurallarıyla oynama yanılgısına düşmüş olabilir mi? Türkiye’ye ilişkin toplumsal araştırmalar halkın önemli bir kısmının kendisinden farklı olan kesimlerin özgürlüklerine karşı çıktığına, hatta farklılıklara tahammülü olmadığına dair bulgular sunuyor. Bir başka deyişle aslında öyle tabandan gelen güçlü bir özgürlük talebinin varlığı kuşkulu. Zaman zaman tanık olduğumuz gibi serbest piyasa ekonomisi ve küresel ekonomik bütünleşme de halk açısından olmazsa olmaz görülmüyor. Yani aslında Türkiye’nin fabrika ayarlarının özgürlükleri ve özgürlükçülüğü (liberalizm) ne ölçüde içerdiği tartışmaya açık. Toplumun kendiliğinden özgürlükçü olmasını beklemek hayalcilik olabilir ama en azından siyasal ve entelektüel liderliğin toplumun önüne ekonomi politik vizyon koyarak toplumu modernleştirmeyi amaçlaması önemlidir. Bu başarılamazsa, birbirinden kuşku duyan, geçmişin korkularına esir olmuş ve toplum olmayı beceremeyen bir kabileler topluluğu olarak mahallelerimizin sınırları elverdiğince bir o yana bir bu yana savrulup dururken siyasal elitin de siyaset yarışını “hangimiz temel içgüdüye daha iyi seslenebileceğiz” çerçevesine sıkıştırması riskiyle karşı karşıya kalacağız. Üstelik daha önce Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk yıllarıyla ilgili analizde değindiğim gibi siyasal elitin topluma öncülük etmesi ve toplumsal dinamikleri harekete geçirecek reformcu ama aynı zamanda gerçekçi bir vizyon çizmesi durumunda sonuç da alınabiliyor. Benzer biçimde 1965’te Süleyman Demirel’in “özgürlük içinde kalkınma”, “büyük Türkiye”, “mamur ve müreffeh Türkiye”, “şehirde ne varsa köyde de o olacaktır” sloganlarıyla örülen vizyonu da örnek verilebilir. Yine Bülent Ecevit’in 1970’li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi’ni “devlet partisi”nden “emekçi partisi”ne dönüştürmek için koşulları zorladığı dönemde kullandığı “sanayiin ve tarımın bütün yurtta hızla geliştiği ve gelişme nimetlerinin tüm halkımıza hakça dağıtıldığı, tüm çalışanları refaha kavuşturan hakça düzen” vizyonu Cumhuriyet Halk Partisi’ni serbest bir seçimde aldığı en yüksek oy oranına ulaştırmıştır.

Hâlâ çok geç değil. Önümüzde kalan süre iyi değerlendirilebilirse yeniden orta sınıf rasyonelliğine dayalı modern toplum olma umutları yeşertilebilir. Tabii bunlar, iflah olmaz bir iyimserin temennileri. Yoksa değil mi?

İbrahim TUHAN

Okumaya devam et

GÜNCEL

TÜRKİYE’NİN KADIN GİRİŞİMCİLERİ, İSTİŞARE TOPLANTISINDA BİR ARAYA GELDİ

Kadın girişimcilerin desteklenmesi için politika ve stratejiler geliştirilmesi şart”

Yayınlanma:

|

Yazan:

Türkiye’deki kadın girişimcilik ekosisteminin temsilcileri, kadın girişimciliğinin politika ve mevzuatlarla desteklenmesi için Antalya’da bir araya geldi. KAGİDER ve UN WOMEN Türkiye iş birliğiyle düzenlenen “Kadın Girişimci Dernekleri İstişare Toplantısı“nda ortak talepler, deneyimler ve çözüm önerileri masaya yatırıldı. Toplantı sonrasında, “Türkiye’nin Kadın Girişimci Dernekleri Bildirgesi” hazırlanacak.

Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER) ve UN Women Türkiye iş birliğiyle düzenlenen “Kadın Girişimci Dernekleri İstişare Toplantısı’’nda, Türkiye’deki kadın girişimci dernekleri bir araya geldi. İş dünyasından ve sivil toplum kuruluşlarından temsilciler ile KAGİDER ve UN Women Türkiye yönetici ve üyelerinin katılımıyla 18-19 Nisan tarihlerinde Antalya Akra Otel ev sahipliğinde gerçekleştirilen toplantı, kadın girişimcilerin karşılaştığı zorlukları ve çözüm yollarını ele almaya odaklandı. Katılımcılar, kadın girişimciliğini destekleyen politikaların ve stratejilerin nasıl geliştirilebileceği konusunda fikir alışverişinde bulundu, somut çözüm önerileri üzerinde çalıştı.

ESRA BEZİRCİOĞLU: KADIN GİRİŞİMCİLERİN GELECEĞİ İÇİN ÖNEMLİ BİR DÖNÜM NOKTASINDAYIZ

Toplantının açılış konuşmasını yapan KAGİDER Yönetim Kurulu Başkanı Esra Bezircioğlu; kadın girişimciliğinin ekonomik kalkınma ve toplumsal cinsiyet eşitliği açısından önemine vurgu yaparak, “Kadın girişimcilerin potansiyelini tam anlamıyla ortaya çıkarmak için güçlü politika ve destek mekanizmalarına ihtiyaç var. Bu toplantı, girişimcilik alanında atılacak adımları belirlemek ve birlikte hareket etmek için bir fırsat sunuyor. Alacağımız kararlar, kadın girişimcilerin geleceği için önemli bir dönüm noktası olacaktır” dedi. Kadına yatırım yapmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatan Bezircioğlu şöyle ekledi: “Bugün Türkiye’deki kadın girişimcilerin güçlenmesi ve desteklenmesi için önemli bir adım atıyoruz. Burada aldığımız ortak kararlar ve çabaların, Türkiye’deki kadın girişimcilerin güçlenmesine ve ülkemizin ekonomik kalkınmasına önemli bir katkı sağlayacağına inanıyorum. Hep birlikte, kadınların ekonomik olarak güçlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için çalışmalarımızı sürdüreceğiz.”

DUYGU ARIĞ: EKONOMİDE SÜRDÜRÜLEBİLİR BÜYÜME SAĞLAMAK İÇİN KADIN EMEĞİ ŞART

UN Women Türkiye Program Yöneticisi Duygu Arığ; “Kadınların pazara anlamlı katılımı, kadın girişimciliğinin desteklenmesi ve büyük şirketlerin tedarik zincirlerinde temsil edilmeleri, kadınların ekonomik olarak güçlenmesi yönünde atılacak kilit adımlardan birkaçıdır. Bu kilit adımlar toplumsal cinsiyete duyarlı satın alma yoluyla ilerletilebilir. Kadın girişimciliği, ekonomik büyüme ve toplumsal kalkınma için kritik öneme sahiptir. Kadın girişimciler, yenilikçi fikirleri ve işletme becerileriyle ekonomik canlılık sağlarken, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliğinin güçlenmesine de katkıda bulunur. Toplumsal cinsiyete duyarlı satın alma ise, kadın girişimcilerin desteklenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği ilkelerine dayanan ürün ve hizmetlerin tercih edilmesi olarak tanımlanabilir. Bu şekilde, kadın girişimciliği desteklenerek toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması yönünde önemli bir adım atılabilir. Ekonomik kalkınma, kadınların katılımıyla daha kapsayıcı şekilde kalite ve standartların yükseltildiği, eşitlikçi ve sürdürülebilir büyüme ile mümkün olabilir.”

“TÜRKİYE’NİN KADIN GİRİŞİMCİ DERNEKLERİ BİLDİRGESİ” HAZIRLANACAK

Toplantı boyunca, katılımcılar kadın girişimcilerin karşılaştığı engelleri, finansman ihtiyaçlarını ve eğitim gereksinimlerini tartıştılar. Pazara erişim, toplumsal cinsiyete duyarlı satın alma, özel sektör, kamu ve belediyelerde kadın tedarikçiden alım, sorunlar, çözüm önerileri ve hedefler ile finansa erişim ve teşvikler görüşülerek, kamu inisiyatifleri, karma finansman modelleri vb. konular üzerinde fikir birliğine varıldı.

Ülkemizde kadın girişimcilerin, kadın girişimciliğinin politika ve mevzuatlarla desteklenmesi için üç ana başlık üzerinde çalışılan toplatıda; karar vericilere sunulmak üzere “Türkiye’nin Kadın Girişimci Dernekleri Bildirgesi” hazırlanacak. Bu bildirinin, ilgili kurum ve kuruluşlara iletilerek kadın girişimcilerin desteklenmesi konusunda somut adımlar atılması hedefleniyor.

 

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

ABC News: İsrail İran’da bir tesisi füzelerle vurdu

Yayınlanma:

|

Yazan:

  • Fenerbahçe’nin moral bozukluğu ile yatağa yatıp, jeopolitik risklerin tırmandığı endişesi ile yataktan fırladığımız bir Cuma sabahında öncelikle herkese günaydın diyerek kısa bir bülten kaleme almaya çalışalım. ABD’li bir yetkiliye dayandırdığı ABC News haberine göre -Reuters haberin teyide muhtaç olduğunu belirtmiş- gece geç saatlerde, İsrail füzeleri İran’daki bir bölgeyi vurdu; İran devlet medyası, İran’ın İsrail’e misilleme niteliğinde bir insansız hava aracı saldırısı başlatmasından birkaç gün sonra ülkenin merkezinde bir patlama olduğunu bildirdi.
  • İsrail’in İran’a ‘cevap’ verdiği endişesi ile sabah erken saatlerde Asya piyasalarında işlem gören ve jeopolitik risklere en hassas yatırım aracı olan Brent cinsi ham petrolün varil fiyatı, ilk tepki olarak %4 artışla 90 dolar seviyesini aşarken, altının ons fiyatı ise 2,415 dolar seviyesine kadar ani bir tepki yükselişi kaydetti. Hâliyle, güvenli limanlara sığınma isteği artarken, madalyonun diğer tarafında olan ve riski varlık sınıfına giren hisse senetleri satış baskısı ile karşı karşıya kaldı. Asya’nın gösterge endeksi Tokyo borsası %2,6 gerilerken, Tayvan borsasında düşüş %3,5 seviyesi ile ilk sırada yer aldı.  JPY satış baskısı ile bir kez daha karşı karşıya kalırken, Bitcoin’in 62-63bin dolar seviyelerindeki tatsız seyrini bu sabah da korumaya devam ettiğini not edelim.
  • Her ne kadar teyide muhtaç bilgi akışı sabah saatlerinde artan jeopolitik tansiyonun gölgesinde piyasaları endişeye sevk etse de, ABD’de son dönemde açıklanan güçlü makroekonomik verilerin törpülediği faiz indirim beklentisi ardından piyasaların kılavuz kargası konumunda ABD 10 yıllık tahvil faizlerinin de %4,6’lı seviyelere kadar yükselerek son 5-6 aylık dönemin en yükseğine gelmesi, piyasa oyuncularını ve beklentileri ‘yormaya’ başladı.
  • Dün de bültenimizde söz ettiğimiz üzere, bu kadar faiz artırımına rağmen bir türlü soğuyamayan ABD ekonomisinin gölgesine piyasalar yılın geriye kalan kısmında Eylül’de başlamak kaydı ile toplam 43 baz puan yani neredeyse 2 kere faiz indirimi fiyatlıyor. Hatırlanacağı üzere, neredeyse 3 aydan kısa bir süre önce FED bu yıl ne kadar faiz indirimi yapılacağından bahsederken, hatta yılın başında 6 kez faiz indirimi konuşulurken, gelinen noktada, FED yetkililerinin ağız değiştirerek daha şahin bir üsluba geçmesi, beklentileri de yeniden şekillendiriyor.
  • FED’in son günlerde 180 derece çark etmesi mali piyasaların canını acıtırken, işgücü piyasasından gelen zayıflama belirtilerini de göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyoruz. Şöyle ki bu hafta Tesla, işgücünün %10’unu yani 14bin çalışanını işten çıkaracağını duyururken, Amazon, maliyetleri düşürmek amacıyla bu yıl zaten işten çıkarmalar yaptığını da not edelim. ABD’de enflasyon her ne kadar yapışkanlık arz etse de, yüksek seyreden faizlerin banka finansallarına da olumsuz etkisini bu hafta sonuçlarını açıklayan BofA finansallarında görürken, yakın geçmişte, yüksek faizler nedeniyle başarısız olan 3 ABD bankasının batışı hafızamızda hâlen daha taze bir yer tuttuyor. Bu bağlamda, FED’in 1 Mayıs tarihine sonuçlanacak olağan FOMC toplantısının önemli bir gündem maddesi teşkil edeceğinin altını kalınca çizmek gerekiyor.
  • Türk mali piyasaları ise dünkü günü oldukça sakin bir seyirle tamamladı. USDTRY kuru gün boyu 32,50 seviyesinde salınırken, BIST100 cephesinde ise adeta yaprak kıpırdamadı. Her hafta Perşembe günü açıklanan TCMB haftalık verileri ise, uygulanan politikanın işe yaramaya başladığını teyit etti. Bu bağlamda, yurtiçi yerleşiklerin döviz mevduatlarında (DTH) son 2 haftada 5,4 milyar dolar azalış kaydetti. Daha basit bir anlatımla, geçen ay seçim öncesi yaşanan kur atağı ile yurtiçi yerleşiklerin DTH hacmi 10,4 milyar dolar artış göstermesi ardından, beklenilen gerçekleşmeyince -seçim sonrası kur kopacak / kaçacak endişesi- alınan dövizlerin satılmaya başlandığını görüyoruz. TCMB’nin brüt döviz ve altın rezervlerinde toparlanma başlarken, swap ve kamu dövizleri hariç net pozisyonda 12 milyar dolar iyileşerek eksi 62,9 milyar dolar seviyesine geldi. Piyasa faizlerinde 3 aya kadar vadeli mevduat faizinin ikna edici seviyelere (%67,48) yükseldiğini de not edelim.
  • İzlenen politikaların taviz verilmeden korunması ve sabredilmesi durumunda, Türkiye ekonomisinde var olan normalleşmenin ivme kazanarak devam edeceğini hatta not artırımları ile taçlandırılacağını da peşinen söyleyebiliriz. Bu görüşümüze yabancı yatırımcının da prim verdiğini düşünüyoruz keza 5 Nisan ile biten haftaya ait menkul kıymet istatistikleri göre, yabancı yatırımcı 363 milyon dolar hisse senedi, 86 milyon dolar ise tahvil aldığını görüyoruz.  Son 3 haftada hisse senedi ve tahvil piyasasına gelen sıcak paranın 1 milyar doları aştığını not edelim.
  • ABC News’de yer alan haberde İsrail’in dün geç saatlerde İran’da bir tesisi vurduğu ve İran devlet medyasında çıkan haberlere göre de ülkenin merkezinde bir patlama gerçekleştiği yönünde hâlen daha teyide muhtaç haberler ardından yeni gün başlangıcında havanın limoni olduğunu bir kez daha not edelim. Asya borsalarında var olan satıcı hava, ABD borsalarının vadeli işlemlerine de %1 düşüş yönünde yansımış. Hafta sonu riski almak istemeyen yatırımcıların güvenli limanlara sığınma ihtiyacını gün içinde takip edeceğiz.

>TCMB net döviz rezervleri

Swap ve kamu dövizleri hariç net pozisyonda 12 milyar dolar iyileşme görülüyor. Net rezervler eksi 62,9 milyar dolar seviyesine geldi.
1713502778d06accb1db4a9fe083b2494546f875f9_1_1200.jpg

>DTH

Yurtiçi yerleşiklerin döviz mevduatlarında (DTH) son 2 haftada 5,4 milyar dolar azalış kaydetti. Seçim öncesi yaşanan kur atağı ile yurtiçi yerleşiklerin DTH hacmi 10,4 milyar dolar artış göstermesi ardından, beklenilen gerçekleşmeyince -seçim sonrası kur kopacak / kaçacak endişesi- alınan dövizler satılmaya başlanmış.

171350277971bb6429339ef06539b29115034ebd54_2_1200.jpg

>Fiili faiz oranları

TCMB verilerine göre, 3 aya kadar vadeli mevduat faiz, geçen hafta %67 seviyesini aştı. KKM dönüşlerine uygulanan çok yüksek oranlar ortalamaları yukarıya çektiğini not edelim.

1713502779014c14d0228bf13764df781393b4373b_3_1200.jpg

Emre Değirmencioğlu

Okumaya devam et

Erol Taşdelen

GÖNÜLLÜ BANKACILARIN DERNEĞİ YÜREKLERİ ISITTI

Yayınlanma:

|

Ramazan ayında Bankacılardan oluşan gönüllülerin  kurduğu ve yine aynı mübarek ay içerisinde faaliyete geçtiğimiz AYNA ULUSLARARASI İNSANİ YARDIM DERNEĞİ aracılığıyla Afrika’da Uganda’da 10.000 kişilik iftar yemeği verildi. Özellikle İstanbul Beykoz genelinde temel gıda yardımlarının yanı sıra zekat/fitre dağıtımı ve bayramlık destekleriyle 350 aileye ulaşıldı, 60 evladımızın yüzü güldürüldü

Ayna Uluslararası İnsani Yardım Derneği Adına açıklama yapan Remzi ÇIRA “Ekibimizde QNB Finansbank’ta halen aktif biçimde görev alan H.İzzet Ünlü, Kadir Dursun, yine Finansbank’tan emekli olan olan T.Dede ve C.Erdin gibi isimlerle mazlumların yanında olmaya devam ediyor” ifadelerini kullandı.

Remzi ÇIRA, “bu bağlamda maddi manevi desteklerini bizden hiç esirgemeyen değerli QNB Finansbank çalışanlarına bir kez daha teşekkür ederken bankacılığın sadece masa başında çalışmaktan ibaret olmadığını, adını koyduğumuz gibi ‘vicdanımızın Aynası‘ olduğunu gösterebilmek adına derneğimize tüm bankacı arkadaşlarımızı bekliyoruz” şeklinde destek verilmesi için çağrıda da bulundu.

Bankacılardan bir iyilik Projesi: AYNA

QNB Finansbank gönüllüleri Deprem Bölgesinde “Eğitime Katkı” yaptı

QNB Finansbank gönüllülerinden Deprem Bölgesinde örnek çalışmalar

 

 

 

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKAVİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.