Connect with us

GÜNCEL

İbrahim TURAHN yazdı: Temel İçgüdü

Önümüzde kalan süre iyi değerlendirilebilirse yeniden orta sınıf rasyonelliğine dayalı modern toplum olma umutları yeşertilebilir. Tabii bunlar, iflah olmaz bir iyimserin temennileri. Yoksa değil mi? Eski Merkez Bankası Başkan Yardımcısı İbrahim Turhan Türkiye’nin ekonomik panoramasını yazdı.

Yayınlanma:

|

Türkiye 2018 yılından beri, yoğunluğu zaman zaman değişse de süreğen hale gelmiş bir ekonomik kriz yaşıyor. “Siz iktisatçılar yıllardır ‘batarız’ diyorsunuz ama bakın hâlâ batmadık” diye itiraz edenler olabilir. Onlara, ülkelerin gemiler gibi ‘batmayacağını’ anlatmak kolay değil. Bir ülke yerin dibine ‘batmaz’ tabii ki. Dünyada en derin ekonomik krizlerde bile iktisadi faaliyet tamamen durmaz. O zaman ‘batmak’tan kastedilen nedir? Türkiye’nin gayrisafi yurt içi hasılası 2022 yılında 800 milyar dolar civarında olacak. Bu da demektir ki küresel hasıla içindeki, bir başka deyişle küresel refah içindeki payımız yüzde 0,8’in altında olacak. Bu ise bu oranın 1976’daki ya da 1999’daki düzeyine eşit. Küresel refahtan aldığı, küresel hasıla içindeki payı bu düzeylere gerilemiş olan bir ekonomi için hangi nitelendirmeyi kullanırsanız kullanın.

Şu anda zincir marketlerdeki ürün fiyatlarından, bankaların kredilere ve mevduata uygulayacakları faiz oranlarına kadar birçok fiyata devlet karar veriyor ve yazılı bir kurala dayanmayan bu kararlarını ilgili taraflara dayatıyor. Dövizle işlem yapmak, döviz bulundurmak 1970’lerdeki gibi hapisle cezalandırılmıyorsa da Merkez Bankası’nın bu konudaki ‘telkinlerine ve tavsiyelerine’ gönüllü(!) olarak uymayanların başına, kredi kullanamamak da dâhil bir hayli dert açılabiliyor. Hazinenin ihraç ettiği uzun vadeli Türk lirası cinsinden tahvillerin getirisi, mucizevî bir biçimde benzer vadedeki ABD doları cinsinden tahvillerin getirisinin altında. Bu listeyi uzatmak mümkün ama sözün özü; 1980’lerin ortasından beri en zor koşullarda bile dışa açık bir serbest piyasa ekonomisi olmayı sürdürebilmiş Türkiye, bundan beş yıl önce kötü bir şaka ya da korkulu bir kabus olarak yorumlanabilecek bir modele yakınsamış durumda.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız gelişmeler adım adım, kademe kademe gerçekleştiğinden, “içinde bulundukları kaptaki su yavaş yavaş ısıtıldığı için farkına varamadan haşlanan kurbağalar” hikâyesindekine benzer bir algı sorunu yaşanıyor. Buna toplumsal/kitlesel duygu durum bozukluğu tanısı konsa yeridir. ‘Batma’ tartışmasını daha fazla uzatmak istemiyorum. Bu yüzden son bir veriyle bu parantezi kapatalım. Bu yıldan sonra ekonomi yönetimi düzelse, politikalar öngörülebilir olsa, güven yeniden sağlansa; kısacası her şey yolunda gitse ve bu arada küresel ekonomiden kaynaklanacak olumsuz bir dışsal şok da yaşanmasa bile Türkiye’nin ABD doları cinsinden reel olarak 2013 yılındaki kişi başına milli gelir düzeyine ulaşması beş yıl alır. Bir başka deyişle, on beş yıl sonra aynı gelir düzeyine gelmiş oluruz. Ülkenin, daha doğrusu ülkede yaşayan 80 milyon insanın yaşamından kaybedilen on beş yıl!… Artık siz nasıl adlandırırsanız…

Böyle bir ekonomik tablo dünyanın bütün demokratik ülkelerinde iktidar açısından ciddi sıkıntıya yol açar. Süleyman Demirel’in siyaset literatürümüze geçen; “boş tencerenin deviremeyeceği iktidar yoktur” sözü bu siyasal gerçeğin tespitidir.

Enflasyon liginde Zimbabve, Venezuela, Suriye, Lübnan, Arjantin ve Sudan’ın arkasından geliyoruz. Hükümetin “enflasyon düşecek” diye müjdelediği düzey yüzde 40’lı düzeyler. Gelir dağılımı bozulmuş, yoksulluk artmış. “Çamaşır makinesi, renkli televizyon, telefon ve otomobil sahipliği ile ekonomik olarak beklenmedik harcamaları yapabilme, evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayabilme, kira, konut kredisi ve faizli borçları ödeyebilme, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek yiyebilme ve evin ısınma ihtiyacını karşılayabilme durumu ile ilgili durumu” yansıtan maddi yoksunluk göstergelerinden en az dördünü yaşayan hane sayısı, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan resmi verilere göre yüzde 27. Yani her dört haneden biri ciddi maddi yoksunluk içinde. İki kişinin asgari ücretle çalıştığı dört kişilik bir ailede gelir düzeyi, Dünya Bankası tarafından Türkiye’nin içinde bulunduğu ülkeler kategorisindeki yoksulluk sınırının sadece yüzde 9 üzerinde, o da bugünkü bastırılmış döviz kuru ile.

Böyle bir ekonomik tablo dünyanın bütün demokratik ülkelerinde iktidar açısından ciddi sıkıntıya yol açar. Süleyman Demirel’in siyaset literatürümüze geçen; “boş tencerenin deviremeyeceği iktidar yoktur” sözü bu siyasal gerçeğin tespitidir. Ekonomide yaşanan ağır tabloya karşın son dönemde iktidarın büyük ortağı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oylarında bir artış eğilimi olduğu nerdeyse bütün seçim anketlerinde gözleniyor. Aynı şekilde Haziran ayından beri Cumhurbaşkanı Erdoğan’a olan seçmen desteği sosyal bilimlere meydan okurcasına artıyor. Hayat pahalılığının can yakacak ölçüde hissedildiği bir ortamda iktidar partisinin hâlâ en fazla oyu alacağına işaret eden bulgular siyaset sosyolojisi açısından büyük bir muamma mı acaba?

Modern iktisat bilimi politik iktisat olarak başladı. Klasik İktisat okulunun kurucu isimlerinden Ricardo’nun 1817’de, liberalizmin en önemli isimlerinden Mill’in 1848’de yayımlanan kitaplarında iktisat bilimi “politik iktisat” olarak adlandırılmıştır. İktisat tarihçisi ve Karl Polanyi’nin çalışmalarından esinlenen bir grup akademisyen tarafından 1970’li yıllarda bağımsız bir disiplin haline gelen uluslararası siyasal iktisat, iktisadi analizde “ne üretelim, nasıl üretelim, kimin için üretelim” soruları kadar iktidar ve ekonomi arasındaki ilişkiler bağlamındaki temel sorularına da vurgu yapar. Bu yaklaşıma göre; iktidarın ekonomiyi şekillendirmek için nasıl kullanıldığına ve siyasal gücün faydayı-maliyeti, fırsatları-riskleri sistem içindeki sosyal gruplar, işletmeler ve kuruluşlar arasında nasıl dağıttığına dair temel sorulara açık ya da örtük cevaplar vermeden iktisadî analizin nihai sonucuna ulaşılamaz. Söz konusu akımın simge ismi Susan Strange bunu “cui bono” (kimin yararına) sorusuyla formülleştirmiştir. Bu bağlamda güç (siyaset) faydanın-maliyetin farklı kesimler arasında nasıl dağıtılacağını belirlerken ortaya çıkan ekonomik sonuç da bir sonraki aşamada siyasal gücün nasıl dağıtılacağını belirlemektedir. Siyaset güç, ekonomi enerjidir. Böylece siyaset ile ekonomi arasında sürekli ve karşılıklı bir etkileşim söz konusudur.

Türkiye siyasetini bu okuma üzerinden analiz etmek yakın zamana kadar mümkündü. 1990’lı yıllarda kamu açıkları vererek Türk lirası faizleri yüksek tutmaya, böylece iki, hatta bazen üç haneli enflasyona rağmen döviz cinsinden reel getiri sunarak sıcak para çekmeye, o dönemde büyümenin neredeyse zorunlu koşulu olan yurt içindeki tasarruf-yatırım açığını bu yolla finanse etmeye dayalı ekonomi politik model arka arkaya ciddi krizlere yol açmıştı. 2001 yılında Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 1990 yılındaki düzeyinin altına gerilemiş, finansal sistem ağır darbe almış, bütün toplum kesimleri sıkıntıya düşmüştü. Böyle bir dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi hem siyasal hem ekonomik olarak reformcu bir vizyonla ortaya çıktı.

Türkiye toplumu 12 Eylül 1980 Darbesi’nin ardından yirmi yıl boyunca rahatlıkla şoven diye nitelendirilebilecek yoğun bir propagandaya, hatta indoktrinasyona maruz kamıştı. Muhalefetin bütün eleştirilerine karşın böyle bir topluma “özgürlük-güvenlik dengesi” çerçevesinde Avrupa Birliği hedefini, Kıbrıs’ta federal çözümü, küresel ekonomi ile bütünleşmeyi, demokrasi ve yargı reformlarını, Kürt açılımını vizyon olarak sunan Adalet ve Kalkınma Partisi ilk on iki yıllık dönemde her seçimde oyunu artırarak iktidarını korudu. Farklı kesimlerden muarızları, her biri kendi meşrebine göre; Avrupa Birliği’nin Hristiyan kulübü olduğunu ve Kıbrıs’ta şehit kanlarıyla kurtarılan vatan toprağının satıldığını öne sürdü, Kürt açılımının bölücülük olduğunu savundu, demokratikleşmeyi irticanın paravanı olarak yaftaladı ve küresel ekonomi ile bütünleşme yolunda atılan adımları mandacılık olarak mahkum etmeye çalıştı Üstelik o dönemde oldukça disiplinli bir maliye politikası izleyen Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetlerini gözden düşürmek için “çiftçiye 1 liraya mazot”tan herkese vatandaşlık maaşı bağlamaya kadar bir dizi popülist vaatte de bulundu. Bütün bu kimlik temelli eleştirilere ve popülist vaatlere karşın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin giderek güçlenmesinin arkasında yatan dinamik ekonomi politik vizyonunun toplum tarafından benimsenmesiydi. Küresel nüfus içindeki payı yüzde 1 olan Türkiye’nin küresel refahtan aldığı pay ilk kez yüzde 1,25’e yükselmişti. Bu, Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelirin dünya ortalamasının üzerine çıkması anlamı taşıyordu.

Sonra tılsım bozuldu… Sebebi ister güç zehirlenmesi ister iktidarın sahip olduğu dünya görüşünün yapısal açmazları ister küresel ölçekte “zamanın ruhunun” değişmesi olsun, büyük ve korkunç bir siyasal metamorfoz yaşandı

Türkiye’deki kişi başına düşen milli gelirin ABD’deki kişi başına düşen milli gelire oranı 1961-2001 arasındaki kırk yıllık dönemde ortalama yüzde 10 olmuştu. Bir başka deyişle on Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının geliri, ancak bir ABD vatandaşının geliri kadar ediyordu. 2013’te bu oran yüzde 24’e, yani bire karşı dörde kadar yükseldi. Aynı zamanda kişi başına düşen gelir de milenyumun başındaki düzeyinin dört katından fazlasına ulaşmıştı. Türkiye’de bir “orta sınıflaşma” yaşanıyordu. El ya da beyin emeği ile çalışanlar, uzun vadeli ipotek kredileri ile ev sahibi olabiliyor, tüketici kredisiyle otomobil alabiliyor, çocuklarını özel okullara gönderebiliyor, yılda birkaç kez ailece tatile gidebiliyordu. Hatta yurt dışı tatil bile toplumun üçte biri için ulaşılabilir bir hedef haline gelmişti. Bu ekonomi politik gerçeklik karşısında ulusalcı hamaset ve kimlik temelli siyaset retoriği de bölünme ve irtica fobileri de rağbet görmüyordu.

Sonra tılsım bozuldu… Sebebi ister güç zehirlenmesi ister iktidarın sahip olduğu dünya görüşünün yapısal açmazları ister küresel ölçekte “zamanın ruhunun” değişmesi olsun, büyük ve korkunç bir siyasal metamorfoz yaşandı (Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı ve uzun bir analizi Perspektif’te yayımlanan “Neden Olmadı” makalemde paylaştım). İktidar, 1990’lı yılların adlandırmasıyla “derin devlet” güçleri ile ittifak kurarak geçmişte simgesi olduğu siyasetin -matematikteki deyimiyle- adeta “değili” konumunu aldı. Adalet ve Kalkınma Partisi topluma umut vadeden reformcu bir gelecek vizyonu sunmak yerine varoluşsal korkuları gerekçe göstererek oy isteyen bir statüko muhafızına dönüştü. Bunun sonucu olarak seçmenden oy isterken artık -dikiz aynasına bakarak otomobil süren bir şoför gibi- sadece geçmişte gerçekleştirdiklerini öne sürebiliyordu. Gelecek vizyonu diye sunduğu programların adlandırması bile 2053 ve 2071 hedefleri gibi, rasyonel ve çağdaş bir orta vadeli plana değil geçmişin altın çağını çağrıştıran simgesel tarihlere referans veren romantik hülyalardan ibaretti.

İktidardan ilkesel gerekçelerle ayrılan unsurları da içine alarak güçlenen muhalefet cephesi, yakın dönemin en ağır ekonomik kriziyle sarsılan topluma bir alternatif sunmaya çalışıyor. Anket sonuçlarından anlaşıldığı kadarıyla en azından bugün itibarıyla toplum, muhalefetin hak-hukuk-adalet, özgürlük ve demokrasi gibi değer temelli siyasal mesajlarını da vaatlerini de yeterince samimi ve inandırıcı bir seçenek olarak görmüyor. Bunun yerine, vizyonsuzluğa düşen iktidar cephesiyle birlikte sanki toplum da ekonomi politik duyarlılıklarını yitirmiş gibi. Cumhur İttifakının seslendiği ilkel dürtüler yirmi yıllık bir geri sıçrama ile temel içgüdüyü harekete geçirmiş görünüyor. Batı toplumunun geçirdiği tarihsel süreci deneyimlememiş olan Türkiye’nin, modern toplum davranışı sergilemekte zorlanması anlaşılabilir olsa da tarım toplumlarının modernleşmeye verdiği tepkilere bu kadar çabuk geri dönülmüş olması dikkat çekici. Bunu, tarihsel sebeplerle Türkiye’de çağdaş anlamda bir toplumsal yapı kurulamamış olmasıyla açıklamak mümkün. Kimlik ve aidiyet kamusal alanda hâlâ çok belirleyici. Bu, bir ölçüde bireyleşmenin gerçekleşememesi ile ilgili. Bireyleşemeyen, bireysel değer bulamayan topluluklar, değişim travmasına sağlıksız tepkilerle karşılık verir. Kısacası birey olmayınca modern toplum da olmuyor. Bu ise modern ekonomik ve siyasal yapıya uygun olmayan “kabile toplumu” kurgusunu kamusal alanda belirleyici hale getiriyor.

Yazının girişinde çizdiğimiz ağır ekonomik tabloya karşın iktidarın gücünü hâlâ şaşırtıcı bir ölçekte koruyor olması muhalefetin vizyonunun da toplumsal beklentileri harekete geçirecek nitelikte olmamasıyla ilgisi olabilir mi?

Bireyin siyasal karşılığı ‘eşit ve özgür yurttaşlık bilinci’ olduğu gibi kendi kendine yeten, ekonomik değer üretebilen rasyonel bireylerin siyasal kurgusu da anayasal kamu düzenidir. Evrensel insan hakları, devleti hesap vermeye zorlayan vergi bilinci, hukuk devleti gibi kavramlar bu ortamda yeşerir. Değer temelli siyaset, ve bunun bir yansıması olarak yurttaşların ekonomi politik güdüyle siyasal tercihte bulunması böyle toplumlarda doğal durumdur. Evrensel değerleri özümseyerek özgüven kazanamayan, yetişkinliğe geçemeyen topluluklar ise, bilimin ve teknolojinin getirdiği altyapı değişiminden korkar, kendini içinde güvende hissedeceği kimlik temelli informel gruplara sığınır. Modern dönemde de olsa bunlar kabile yapılarıdır. Bu sosyolojik hastalığın, kentleşmeyle birlikte kendisini gösteren semptomuna “mahalle taassubu/bağnazlığı” adı verilir. Modern toplum davranışı yerine kabilelerden oluşan topluluk şeklinde davranan toplumlar kimlik temelli ve aidiyete dayalı siyasal tercihlere yönelir. Bir başka deyişle siyasal tercihte bulunurken ekonomi politik güdüyle değil temel içgüdüyle davranmaya başlar.

Kabile toplumu kendisi gibi olmayandan korkar. Bu korku hızla önce öfkeye, sonra nefrete ve düşmanlığa dönüşür. Çünkü her farklılık kendi kapalı toplumlarının varoluşunu tehdit eden bir saldırı olarak tanımlanır. Aslında zenofobi (kendisi gibi olmayandan korkma) bütün canlılarda görünebilen, korunmaya yönelik içgüdüsel bir tepkidir ama modern toplumlarda siyasal tercihlerin içgüdülerle belirlenmesi faşizm ve yabancı düşmanlığı gibi büyük felaketleri doğurur. Kabileci zihin; dünyayı ve kendi dışındaki gerçekliği kavrayamadığı için hırçındır ve içe kapanmacıdır. Dünyanın büyüklüğü, yaşamın çeşitliliği fobilerini tetikler. Bu zihniyet, kendi kafa konforunu sağlayan kurgu ile çelişen her şeyi komplolarla açıklar, açık gerçekleri bile reddeder. Kendi içlerindeki mensuplarını kabilenin mutlak doğruları istikametinde biçimlendirmek yaşamsal önem taşır. Eğitimden anladıkları, gençlere evrensel değerler doğrultusunda çağdaş toplumun kendi kendine yeten ve katma değer üretebilen eşit ve özgür bireyleri haline gelmek için gereksinim duyacakları donanımı sunmak değil kolektif indoktrinasyondur. İmkanını bulduklarında kendi yaşam tarzlarını ve bunu meşrulaştıran dogmalarını dışlarındaki insanlara dayatmaya çalışırlar. Şablonlar ile düşünür, kalıplar ile yaşarlar. Amaçları eskinin güzel günlerine, altın çağa dönmek olduğundan termodinamiğin entropi yasası ile kavga edip dururlar. Varoluş gerçekliğini keşfetmeye çalışmak yerine bambaşka bir gerçekliği, adeta bir deli gömleği gibi bugüne giydirmek için zorlarlar. Sorgulamaktan korkarlar, birçok tabuları vardır. Acı olan ise mahalle taassubunun, kabileciliğin Türkiye’de sadece bir kesime mahsus olmamasıdır.

Acaba yazının girişinde çizdiğimiz ağır ekonomik tabloya karşın iktidarın gücünü hâlâ şaşırtıcı bir ölçekte koruyor olması muhalefetin vizyonunun da toplumsal beklentileri harekete geçirecek nitelikte olmamasıyla ilgisi olabilir mi? Adalet ve Kalkınma Partisi’ne alternatif olabilmek için çaba harcayan siyasal partiler, onu yirmi yıl iktidarda tutan 2002’deki ekonomi politik vizyonuna benzer ama onu da aşacak, yirmi yıl sonrasına seslenebilecek kapsayıcı ve reformcu bir vizyon sunmak yerine metamorfoz geçirmiş Adalet ve Kalkınma Partisi’nin mevcut sorunlu sürümünün sınırlarını çizdiği sahada ve onun kurallarıyla oynama yanılgısına düşmüş olabilir mi? Türkiye’ye ilişkin toplumsal araştırmalar halkın önemli bir kısmının kendisinden farklı olan kesimlerin özgürlüklerine karşı çıktığına, hatta farklılıklara tahammülü olmadığına dair bulgular sunuyor. Bir başka deyişle aslında öyle tabandan gelen güçlü bir özgürlük talebinin varlığı kuşkulu. Zaman zaman tanık olduğumuz gibi serbest piyasa ekonomisi ve küresel ekonomik bütünleşme de halk açısından olmazsa olmaz görülmüyor. Yani aslında Türkiye’nin fabrika ayarlarının özgürlükleri ve özgürlükçülüğü (liberalizm) ne ölçüde içerdiği tartışmaya açık. Toplumun kendiliğinden özgürlükçü olmasını beklemek hayalcilik olabilir ama en azından siyasal ve entelektüel liderliğin toplumun önüne ekonomi politik vizyon koyarak toplumu modernleştirmeyi amaçlaması önemlidir. Bu başarılamazsa, birbirinden kuşku duyan, geçmişin korkularına esir olmuş ve toplum olmayı beceremeyen bir kabileler topluluğu olarak mahallelerimizin sınırları elverdiğince bir o yana bir bu yana savrulup dururken siyasal elitin de siyaset yarışını “hangimiz temel içgüdüye daha iyi seslenebileceğiz” çerçevesine sıkıştırması riskiyle karşı karşıya kalacağız. Üstelik daha önce Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk yıllarıyla ilgili analizde değindiğim gibi siyasal elitin topluma öncülük etmesi ve toplumsal dinamikleri harekete geçirecek reformcu ama aynı zamanda gerçekçi bir vizyon çizmesi durumunda sonuç da alınabiliyor. Benzer biçimde 1965’te Süleyman Demirel’in “özgürlük içinde kalkınma”, “büyük Türkiye”, “mamur ve müreffeh Türkiye”, “şehirde ne varsa köyde de o olacaktır” sloganlarıyla örülen vizyonu da örnek verilebilir. Yine Bülent Ecevit’in 1970’li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi’ni “devlet partisi”nden “emekçi partisi”ne dönüştürmek için koşulları zorladığı dönemde kullandığı “sanayiin ve tarımın bütün yurtta hızla geliştiği ve gelişme nimetlerinin tüm halkımıza hakça dağıtıldığı, tüm çalışanları refaha kavuşturan hakça düzen” vizyonu Cumhuriyet Halk Partisi’ni serbest bir seçimde aldığı en yüksek oy oranına ulaştırmıştır.

Hâlâ çok geç değil. Önümüzde kalan süre iyi değerlendirilebilirse yeniden orta sınıf rasyonelliğine dayalı modern toplum olma umutları yeşertilebilir. Tabii bunlar, iflah olmaz bir iyimserin temennileri. Yoksa değil mi?

İbrahim TUHAN

Okumaya devam et

GÜNCEL

2024 Ramazan Ayında Tüketiciler Neler Yapmayı Planlıyor?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Her yıl 1.8 milyar Müslüman’ın kutladığı Ramazan ayı geldi çattı. Bu sene 11 Mart-9 Nisan tarihleri arasında 30 gün devam edecek oruç tutma döneminin ardından gelecek Ramazan Bayramı ile güzel bir bahar dönemine giriş yapıyoruz. Ramazan’ın en önemli niteliklerinden olan sevdiklerimizle neşe, mutluluk ve manevi coşkuyu paylaşmanın yanı sıra, en güzel hediyeleri almak ve en lezzetli yemekleri hazırlamak için dijital platformların kullanım beklentileri de artmaya başladı diyebiliriz.

Sevdiklerimizle birlikte bu kutsal dönemde Ramazan sevincini paylaşmaya ve bu manevi hazzı yaşamaya hazırlanırken, reklamverenlerin ve markaların akıllarında “Bu yıl Ramazan ayında tüketicilerin alışveriş konusundaki tercihleri ​​ne olacak?”, “Hangi cihazlar veya dijital platformlar tercih edilecek?”, “Hedef kitleme ulaşabilmem için en doğru platform hangisi?” gibi pek çok önemli soru beliriyor.

Digital Turbine’ın her yıl hazırladığı “Ramazan Dönemi Alışveriş Alışkanlıkları” araştırması ise Türkiye’deki kullanıcıların Ramazan ayında mobil cihaz kullanımlarını, dijital platformlardaki alışveriş tercihlerini, mobil cihazlarda geçirdikleri zamanı ve mobil reklamların kullanıcılar üzerindeki etkilerini analiz ederek bu soruların cevaplarını gün yüzüne çıkarıyor.

Mobil oyunların özellikle pandemiden sonra zirve yapan ilgisi hiç hız kaybetmeden devam ediyor. Ankete katılanların %32’si mobil oyunların en büyük ilgi alanlarından bri tanesi olduğunu belirtmesi ise bunu kanıtlar nitelikte. Ayrıca ankete katılanların %31’i Ramazan döneminde mobil oyunlarda 30-60 dakika zaman geçireceğini belirtiyor. Gün içinde keyifli vakit geçirmek de ankete katılanlar için fazlasıyla önem arz ediyor. Ramazan ayını kutlayacakların %58’i mobil oyunları keyifli ve eğlenceli vakit geçirmek için tercih edeceklerini bildiriyor.

Mobil reklamcılığın yadsınamaz erişimi, tüketicilerin satın alma eğilimlerinde en önemli faktör olarak öne çıkmaya devam ediyor. Reklamverenler için ana akım medya haline gelmeye başlayan mobil oyunlar Ramazan ayında da önemli bir platform olarak karşımıza çıkıyor. Ankete katılanların %65’i mobil oyunlarda para ödemek yerine ödüllü reklamları izlemeyi tercih edeceğini söylemesi reklamverenlerin dikkat etmesi geren bir bilgi olarak karşımıza çıkıyor.

Mobil oyuncuların %95’i Ramazan döneminde minimum 30 dakikasını akıllı telefonlarında geçirirken, yalnızca sosyal medya kullananların oranı ise %77 olarak karşımıza çıkıyor. Digital Turbine’ın mükemmel hedefleme seçenekleri ile doğru hedef kitleye, en doğru zamanda ulaşmak ise reklamverenler için önem arz ediyor. 2023 Ramazan ayında, Türkiye’de yalnızca Ramazan özelindeki mobil kampanyalarla toplamda 108 milyon video tamamlanma sayısına, %82 video tamamlanma oranına, ve 131 milyondan fazla etkileşim elde eden Digital Turbine kampanyaları bu sene de Türkiye’deki reklamverenler için en önemli platformlardan biri olacak.

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

Merkez bankaları toplantıları öncesinde piyasalar ‘mayın’ tarlasında geziyor

Yayınlanma:

|

Yazan:

  • Geride bıraktığımız hafta, TCMB rezervlerinde yaşanan erimenin tetiklediği endişe ve yurtiçi yerleşiklerin enflasyonla savaşa yönelik yaşadıkları güven erozyonu nedeniyle artan türbülans, döviz piyasasında TL’nin değer kaybını hızlandırmış, otorite, tabir caizse piyasa faizlerini artıracak düzeyde başta da ticari kredi maliyetlerini ve mevduat faizlerini bir arada yukarı taşıyan adımlar atmıştı. Kredi faizleri süratle yükselirken, krediye ulaşımın da ciddi mânâda zorlaştığını görüyoruz.
  • TCMB’nin tabir caizse sert bir fren yapması bunu da zamanlama olarak seçimlere günler kala yapmasını ‘kararlılık’ olarak okusak da, piyasa gözlüğünden baktığımızda fiyatlama davranışın bambaşka bir senaryoya işaret ettiğini de itiraf etmek gerekiyor. Artan kredi faizleri (şirketlerin krediye erişiminin zorlaşması ve de bireysel cephede talebin azalmaya başlaması ile) hisse senetleri olumsuz bir eğilim kaydederken, USDTRY kurunun yükselişini veya Kapalıçarşı ile arasındaki makaz azalsa da, hâlen daha piyasada taşların yerli yerine oturduğunu söylemek pek de kolay değil. Borsa İstanbul ana endeksi zirveden %7; sadece geçen hafta ise %3,5 geriledi. Artan piyasa faizlerinin gölgesinde bankacılık endeksinin de haftayı %4,7 düşüşle tamamladığını not edelim.
  • Fitch’in 12 yıl aradan sonra Türkiye’nin notunu artırması veya Türkiye’nin eurobond ihraçlarına gelen abartılı talebe rağmen, TCMB’nin net döviz pozisyonunda erime keyifleri kaçırıyor. Sayıların dili ile konuşursak, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Kasım – Aralık döneminde 20 milyar dolar biriktiren TCMB’nin (iyileşme) net döviz pozisyonu, 2024 yılında 23 milyar dolar bozuldu (kötüleşti). Bu bozulmanın da ~ 11 milyar dolarlık kısmı Mart ayının ilk yarısında gerçekleşti. Yabancı yatırımcıların suskunluğu, menkul kıymet istatistiklerine de yansıdı. Cuma gün belirttiğimiz üzere, son 3 hafta hisse ve tahvilden 750 milyon dolar para çıktı.
  • Fitch’in not artırımı ve sonrasında yapılan telekonferansta, mevcut politikaların devamı ve sene sonu için ön plana çıkan 38,00 USDTRY kur beklentisinin yurtiçi yerleşikler tarafından -kuvvetle muhtemel enflasyonla yeteri kadar savaşılmadı endişesi ile- pek de satın alınmadığını görüyoruz. Geçen hafta açıklanan DTH rakamlarına göre yurtiçi yerleşiklerin döviz mevduatları radikal bir şekilde 5,7 milyar dolar arttığını hatırlatalım. Daha basit bir yaklaşımla, piyasa fiyatlaması ile yabancı kurumların raporları arasında bariz bir uçurumun olduğunun altının kalın bir şekilde çizmek gerekiyor. VIOP piyasasında sene sonu USDTRY kurunun 44,50 seviyesinde işlem görmesi de belki de bunun en büyük göstergesi olarak not edilebilir. Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, tek seferlik etkiler, deprem ve seçim etkisinin devreden çıkması hâlinde Haziran ayı enflasyonu ile birlikte enflasyonun düşeceğini söylerken, enflasyonu artıran bir vergi olmayacağının da altını bir kez daha çizdi.
  • Elbette, Şubat enflasyonunun beklentiyi aşması ardından son haftalarda kaleme alınan yabancı menşeli raporlar da TCMB’den faiz artırımı beklemeye başladılar. Montan olarak da 500 baz puanın ön plana çıktığını görüyoruz. TCMB’nin geçen hafta yapmış olduğu miktarsal sıkılaştırma adımları sonrası zaten piyasa faiz hadlerinde gözlü görülür bir yükselişin yaşadığını bu nedenle de Perşembe günü sonuçlanacak olağan PPK toplantısında faiz oranlarının %45 seviyesinde sabit tutulup atılan adımların etkilerinin gözlemleneceği düşünüyoruz. USDTRY kurunun bankalararası piyasada yeni haftaya 32,30 seviyesinden başladığını, 5 yıl vadeli CDS risk priminin ise 312 baz puanda olduğunu not edelim.
  • Küresel mali piyasalar açısından da mevzuu üç aşağı beş yukarı aynı. ABD’de geride bıraktığımız hafta açıklanan ve beklentilerin üzerinde sonuçlanan enflasyon verileri ardından FED’in Çarşamba gecesi sonuçlanacak olağan FOMC toplantısında faiz oranlarının sabit tutulacağına kesin gözüyle bakılsa da, Başkan Powell’ın mikrofon karşısında kullanacağı üslup ve beraberinde satır aralarında vereceği mesajlar kadar üyelerin tahminleri de önem arz edecektir. Bu sabah itibariyle, vadeli kontratlar FED’in bu yıl 74 baz puan faiz indirimine gideceğini, ilk faiz indiriminin ise %53 ihtimalle Haziran ayında gerçekleşeceğine imkân tanıyor. Benzer bir şekilde, Avrupa’dan da ilk faiz indirimi için oklar Haziran ayına işaret ederken (%64 ihtimal), 2024 yılında toplam faiz indirim beklentisi 85 baz puan.
  • A︎BD enflasyon verileri ardından morali bozulan küresel piyasaların geçen haftayı keyifsiz bir şekilde tamamladıklarını not edelim. FED’in faiz indirme hatta bilanço daraltma ihtimaline sıkı sıkı sarılan faiz getirisi olmayan altın ve bitcoin gibi enstrümanlar sırası ile 2,195 ve 73,600 dolar seviyesine kadar ilerlemesi ardından 2,146 ve 68,500 dolar seviyelerine kadar geri çekildiler. Altın için 2,070 dolar seviyesinin altında haftalık kapanış görmememiz kaydı ile 2,550 dolar hedefimizde şimdilik bir değişiklik bulunmuyor. Bitcoin’de ise yükseliş potansiyeline hâlen daha inanmaya devam ediyoruz.
  • Risk iştahı denince akla gelen ve teknoloji hisselerinin işlem gördüğü ABD’nin Nasdaq endeksi son 2 haftayı düşüşle tamamlarken, yeni gün ve hafta başlangıcında, Asya piyasalarında daha ılımlı bir başlangıç görüyoruz. Asya hisseleri, Çin’de açıklanan sanayi üretimi ve perakende satışlarının sürpriz bir şekilde arttığını göstermesi ardından güçlenirken, ABD, Japonya, İngiltere, İsviçre, Norveç, Avustralya, Endonezya, Tayvan, Türkiye, Brezilya ve Meksika merkez bankalarının tümü bu hafta toplanıyor. Her ne kadar birçoğunun istikrarlı kalması beklense de, sürprizler için de pek çok alanın var olduğunu not edelim. Mesela, Japonya Merkez Bankası’nın sekiz yıllık negatif faiz oranlarını sona erdirmesi beklenirken, ABD’deki faiz indirimlerinin daha yavaş bir seyir izleyeceği endişesi hâkim. TCMB’den faiz artırımı bekleyenlerin de sayısı pek de az değil. Yatırımcılar, bu kadar değişik kombinasyonların içinde adeta mayın tarlasında gezinmeye çalışır bir şekilde haftaya başlıyorlar.
  • Dolar bir nebze de olsun bu karmaşıklıkta güçlü kalmayı denerken, erken sonuçlara göre seçimleri büyük bir farkla kazanan Putin, 5. kez devlet başkanı seçildi. Zafer konuşmasında Rusya’nın hedeflerine ulaşmada durdurulamayacağını belirtirken, 3. Dünya Savaşı uyarısı da yaptı! 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü kutlu olsun diyerek bugün de bültenimizi tamamlayalım.

Emre Değirmencioğlu

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

Mehmet Şimşek gündemi değerlendirdi: Kur, Vergi, Seçim sonu beklentiler

Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, doların 40 lira olacağı iddialarını yalanlayarak, “Belli kesimler bu yalanları üretmekten hala yorulmadılar. Bu seçim döneminde de bunun dozu arttı. Çünkü amaç seçim öncesi güvensizlik, belirsizlik yaratmak.” dedi. Enflasyonist yeni vergi getirilmeyeceğini, katma değer vergisi genel oranını, kurumlar vergisini ve gelir vergisini artırmayacaklarını vurgulayan Şimşek, “Bu konuda çok netiz. Ama istisnaları, muafiyetleri, indirim oranlarını gözden geçireceğiz.” dedi.

Yayınlanma:

|

Yazan:

Mehmet Şimşek, Kanal 7’de gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Enflasyonun yılın ikinci yarısından itibaren yıllık bazda düşmeye başlayacağına işaret eden Şimşek, “Bir program var. Sabırla ve kararlılıkla uygulayacağız ve bu program sonuç verecektir.” diye konuştu.

Şimşek, “Dolar 15 gün sonra 40 lira olacak” ve “Merkez Bankasının raporu sızdı” iddialarına ilişkin soru üzerine, haberler ve sosyal medyadan yapılan paylaşımlarla karamsarlık pompalandığını söyledi.

Muhalefetin, projeleriyle seçim yarışını sürdürmek yerine toplumun geleceğine ilişkin ümitlerini olumsuz etkileyecek yaklaşımlarla seçimi götürmeye çalıştığına işaret eden Şimşek, “Eylül ayında açıklanan program çalışıyor. Mart ayının ortasındayız. Dolayısıyla kötümser zemin yok. Dedik ki ‘Bu program uygulamaya geçtikten sonra büyümede bir dengelenme olacak’. Yani enflasyonu, cari açığı bir şekilde kontrol altına alacak yeni bir kompozisyon çıkacak. Yani büyümenin yapısı değişecek.” ifadelerini kullandı.

Şimşek, başından beri kur hedeflerinin olmadığını aktararak, “Ama kur hedefimizin olmaması, spekülatif amaçlı piyasadaki dalgalanmalara Merkez Bankasının kayıtsız kalacağı anlamına gelmiyor.” değerlendirmesinde bulundu.

Dünyanın hiçbir ülkesinde düşük taleple kurlarda yüksek oynamaya izin verilmeyeceğini bildiren Şimşek, Merkez Bankasının fiyat istikrarını tehlikeye atacak bir dalgalanmayı engelleyeceğini söyledi.

Kur iddiaları

Şimşek, kura ilişkin iddiaları anımsatarak, “Geçen hazirandan bu yana benim söylemediğim ama bana atfen ‘Söyledi’ dedikleri en az 40 haberi yalanladık. Bu spekülatif tarzı masa başında uydurulan haberleri biz yalanlamaktan yorulduk. Belli kesimler bu yalanları üretmekten hala yorulmadılar. Bu seçim döneminde de bunun dozu arttı. Çünkü amaç seçim öncesi güvensizlik, belirsizlik yaratmak.” dedi.

Türkiye’nin, ihtiyacı olan dış kaynağı bulmada iyi noktada olduğuna işaret eden Şimşek, geçen yılın ikinci yarısından itibaren uzun vadeli ve uygun koşullarda gelen kaynağın, bu yıl artacağını söyledi. Hazine’nin de dış kaynak bulmada sorunu olmadığını bildiren Şimşek, Hazine’nin avro cinsinden 2017’den bu yana en düşük spread (faiz farkıyla) ile borçlandığını anımsattı.

“İlave döviz talebinin ekonomik temeli yok”

“Hazine yüksek faizle mi borçlanıyor?” iddialarına da cevap veren Şimşek, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Faiz neye göre yüksek? Neye göre düşük? Nominal faiz tabii ki bundan 10-15 yıl öncesine göre yüksek. Fakat şu anda bütün dünyada faizler yüksek. ABD hazinesinin 10 yıllık kağıtları yüzde 4-5 arasında işlem gördü son bir yıl içerisinde. Yani şu anda yüzde 4’ün üzerinde. ABD hazinesi yüzde 4’ün üzerinde borçlanıyor. Genelde sizin risk priminizi (CDS) buna ekiyorlar ve o sizin spreadiniz oluyor.”

Şimşek, seçime 2 hafta kaldığına işaret ederek, “Seçime kadar bu spekülatif amaçlı pozisyon alma, bunu teşvik etme, bunu telkin etme çabaları devam edecek. Şu anda ilave döviz talebinin ekonomik temeli yok. Ama ‘seçim sonrası geçen sene olduğu gibi kur yükselir, para kazanırım’ beklentisiyle yönlendirilen bir kesim var. İhracatçı bizim ucuz verdiğimiz reeskont kredisi ile gidip döviz alıyor ve bekliyor. İhracat gelirinin yüzde 40’ını bozdurması kuralı var. Onu da şu anda geciktiriyor. Çünkü ‘ben seçim sonrası biraz daha fazla kazanabilir miyim’ diye. Biz kuru tutmuyoruz ki kazanasın.” diye konuştu.

“İlave tedbir alırız”

Kur iddialarının doğru olmadığını vurgulayan Şimşek, şunları kaydetti:

“Geçen sene mayısta Türk lirası mevduat faizleri yüzde 30’lar civarında. Şu andan yüzde 53-54 civarı. O gün itibariyle beklenen enflasyona göre eksi reel faiz var. Politika faizi zaten yüzde 8,5’tu. Şu anda piyasa diyor ki ’12 ay sonra enflasyon yüzde 36,7 olacak.’ Bunu ben söylemiyorum. 70 reel ve finans sektörü uzmanı söylüyor. Bunu dün bir gazete istismar etmiş: ‘Gizli rapor ifşa oldu. İşte kur şuraya çıkacak.’ Yalanlardan biri bu. Halbuki ‘gizli raporlardan ifşa oldu’ yalanı Merkez Bankasının 70 finans ve reel sektörü uzmanına ‘Siz 2024’ün sonunda veya bir yıl sonra kuru nerede bekliyorsunuz?’ sorusuna cevabı, sanki seçim sonrası olacakmış gibi paketlenmiş. Bakın bunlar iyi niyetli olamaz.

Lira şu anda cazip. Niye? Eğer yüzde 50’nin üzerinde faiz alıyorsanız, eğer piyasa önümüzdeki 12 ay enflasyonu yüzde 40’ın altında görüyorsa bu ‘reel getiri var’ demektir. Enflasyon konusunda kafalar karışık. Mart ayında Enflasyon Raporu açıklanacak, mayısa kadar yükselmeye devam edecek. Yükselen yıllık enflasyon, düşen aylık enflasyon. Peki önemli önemli olan 12 aylık enflasyon değil mi? Geçmiş 12 aylık enflasyonun yatırım kararlarında bir anlamı yok. Önemli olan gelecek 12 ay. Şimdi gelecek 12 ay piyasa yüzde 36,7 görüyor. Gelecek 24 ayda ise yüzde 20’li rakamları konuşuyoruz. Piyasadan bahsediyorum. İlave maliye politikasıyla birlikte belirsizlik bandı içerisinde olacağımıza inanıyorum. Olmayacağımıza inanırsak ilave tedbirler alırız. Bu da Merkez Bankasının uhdesinde olan bir konu.”

“Güçlü siyasi temeli olan bir ekonomik program inşa ettik”

Güçlü siyasi temeli olan bir ekonomik program inşa ettiklerini ve öngörülebilirliği arttırmayı amaçladıklarını bildiren Şimşek, “Orta Vadeli Program’ın (OVP) özü dezenflasyon. Yani enflasyonu tek haneye düşürmek, milletimizi hayat pahalılığından kurtarmak.” diye konuştu.

Şimşek, programla 3 yıllık perspektif sunduklarına ve bir yıllık geçiş süreci öngördüklerine işaret ederek, “Türkiye’nin kendine özgü şartları var. Geçen yıl mayısa kadar para politikası çok fonksiyonel değildi. Bunu işlevsel hale getirecek bir süreç öngördük. Ani şok tedavilerin yan etkileri büyük olabiliyor. Bankacılık sektörünün yapısını, reel sektörün bilançolarını dikkate aldık. Çalışmaların tamamı hassasiyetle götürüldü. Bu programı okumayanlar ahkam kesiyor.” ifadelerini kullandı.

Enflasyonu tekrar tek haneye, daha sonra da düşük tek haneye indirmek için hesaplar yaptıklarını anlatan Şimşek, “Programın özünde para politikasında normalleşme var. Türk lirasını güçlendirecek, destekleyecek, pozitif getiri sağlayacak, kredi genişlemesini yavaşlatacak, enflasyon beklentilerini çıpalayacak para politikası uygulamaya başladık. Merkez Bankasında birikimiyle, tecrübesiyle çok değerli arkadaşlarımız var. Karamsarlık pompalayanlar, piyasada belirsizlik, tedirginlik yaratmaya çalışanlar, bu arkadaşların çalıştıkları kurumların kapısından geçemezler.” değerlendirmesinde bulundu.

Şimşek, Merkez Bankasının elinin son derece serbest olduğunu, enflasyonu düşürmek için ne gerekiyorsa onu yapacağını söyledi. Geçen sene meydana gelen depremlerin etkisinin devam ettiğini, inşaat girdilerinin ve işçilik maliyetlerinin arttığını, yapı stokunun azalmasıyla birlikte kiraların arttığını anlatan Şimşek, bu yıl enflasyonda deprem ve seçim etkisinin sistemden çıkacağına işaret etti. Şimşek, tek seferlik etkilerin çıkarılması durumunda bu yıl enflasyonun düşeceğini belirterek, “Enflasyon niye düşecek? Çünkü para politikası sıkılaştı, sıkılaşacak. Gelirler politikası bu paralelde belirlenecek. Enflasyon temmuzun 3’ünden itibaren düşmeye başlayacak. Çünkü çıktı açığı öngörümüze göre temmuzda eksiye dönüyor. Para politikası gecikmeli etkiye sahip olacak. Maliye politikası daha hızlı etkili.” diye konuştu.

“Vergileri artırmayacağız”

Enflasyonist yeni vergi getirilmeyeceğini, katma değer vergisi genel oranını, kurumlar vergisini ve gelir vergisini artırmayacaklarını vurgulayan Şimşek, “Bu konuda çok netiz. Ama istisnaları, muafiyetleri, indirim oranlarını gözden geçireceğiz.” ifadelerini kullandı. Şimşek, maliye politikasıyla enflasyonun düşüşü için ne gerekiyorsa yapacaklarını aktardı.

Şimşek, muhalefetin ekonomi programına ilişkin eleştirilerine de yanıt vererek, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Program nerede diyenler, bir zahmet programı okusunlar. Önerileri varsa getirsinler. Muhalefetin sıkıntısı bu. Hiçbiri katkı vermiyor. OVP’de sıkı para, maliye ve gelirler politikası ile yapısal dönüşüm var. Dijital ve yeşil dönüşüm var. Yatırım ortamını iyileştirecek yüzlerce eylem var. Programımızın temeli sağlamdır. Temel siyasi istikrardır. Cumhurbaşkanımız programı sahiplenmiştir.”

Kredi politikasına yönelik de değerlendirmede bulunan Şimşek, “Kaynakları tüketime değil, üretken alanlara, yatırıma, istihdama ve ihracata yönlendireceğiz. Bunu kredi politikasıyla yapacağız. Müdahaleci olacağız. Biz kredi politikasında kaynağın tüketime değil, arz yönlü üretime gitmesini sağlayacağız. Bunun için ilave tedbirler gerekiyorsa alacağız.” dedi.

“Yönlendirmelere itibar edilmesin”

Şimşek, vatandaşın portföy tercihlerine saygılı olduklarını, bu tercihleri de makro ekonomik koşulların belirlediğini dile getirdi.

Türk lirasını cazip hale getireceklerini belirten Şimşek, “TL cazip hale geldikçe dezenflasyon programı uygulandıkça, kur korumalı mevduatta (KKM) ve dolar hesaplarında çözülme öngördüğümüzü söyledik. Bu, kademeli ve piyasa koşulları el verdiği ölçüde olacak. Geçen sene ağustosta KKM zirveyi bulmuş. Yaklaşık 3,4 trilyon lira, bugün 1,1 trilyon lira azalmış. 3’te 1 oranına yakın azalma var. KKM’de 29 haftadır kesintisiz azalma var. Şu anda TL mevduatın toplam mevduat içindeki payı yüzde 42’ye ulaştı. Dolar cinsinden KKM yaklaşık 141 milyar dolardan 75 milyar dolar civarına kadar indi. Bizim program çalışır.” değerlendirmesinde bulundu.

Şimşek, Türkiye’nin risk priminin düştüğüne işaret ederek, KKM’den çıkışın olduğunu, cari açığın daraldığını, büyümenin yeniden dengelendiğini ve ülkenin kredi notunun arttığını söyledi.

Son dönemde spekülatif amaçlı yönlendirmeler olduğuna dikkati çeken Şimşek, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Vatandaşların, spekülatif amaçlı yönlendirmelere itibar etmemesinin kendi menfaatlerine olacağını düşünüyorum. Şu anda oturup nerede iki kuruşu varsa gidip verimli olmayan alanlarda yatırıma yönlendiren bir kesim var. Bunu siyasi saiklerle ya da gerçekten de öyle düşünüp de yapan da var. Milletin düşüncelerine, değerlendirmelerine, yorumlarına, eleştirilerine saygı duyuyoruz. Fakat makro ekonomik temeli olmayan bir portföye doğru yönlendirmeyi biz çok net şekilde görüyoruz. Bunun seçim arifesinde yapılmasının siyasi amaçla olduğunu düşünüyoruz.”

“Sonuna kadar gideceğiz”

Şimşek, piyasanın, ABD ve Avrupa merkez bankalarının bu yılın ikinci yarısında 100’er baz puan faiz indireceğini beklediğini aktararak, “Bunlar da risk iştahını olumlu etkileyecek. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelere yılın ikinci yarısında daha çok kaynak getirecek. Seçim belirsizliği ortadan kalkacak. O kadar çok dedikodu üretiliyor ki. Sadece kurla ve Türk lirasıyla ilgili değil, benimle ilgili dedikodu üretiyorlar. Ben bu ülkeyi seviyorum. Makro ekonomik sorunların farkındayız. Programı kararlılıkla uygulayacağız, sonuna kadar gideceğiz.” dedi.

Türkiye’nin zayıf liradan bir kazancı olmadığına işaret eden Şimşek, “Biz sırf birileri istiyor diye spekülatif amaçlı pozisyon aldı diye, TL’nin, programı bozucu düzeylerde, aşırı değersizleşmesine izin vermeyiz. Buna nasıl izin vermeyiz? TL’yi cazip hale getirerek, para politikasını ve kredi politikasını daha sıkı tutarak. Çünkü TL’de likidite olması lazım ki döviz talebi olsun. Biz TL likiditesini de çok daha güçlü şekilde Hazine ve Merkez Bankası işbirliğinde yöneteceğiz.” ifadelerini kullandı.

Şimşek, Birleşik Arap Emirlikleri’yle yapılan 50 milyar dolarlık anlaşmanın 8,5 milyar dolarlık sukuk anlaşması kısmının askıya alınmasına ilişkin soru üzerine, “Askıya alınmış bir şey yok. Türkiye’nin ihtiyacı olursa 8,5 milyar dolarlık uzun vadeli borçlanma imkanı var. Şu anda piyasada elverişli koşullarda borçlanmada sıkıntımız yok. Hazine bu sene iki borçlanma yaptı. İkisi de Türkiye kredi notunun sanki iki kademe üzerindeymiş gibi fiyatlandı. Türkiye çok elverişli koşullarda yurt dışından kaynak bulabiliyor.” diye konuştu.

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKAVİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.