Siyasal iktidarlar bu uçuruma doğanın harikası gibi bakar
Yaşadığımız hayatın aslında kabul edilmesi olanaksız yanlarının sanki bizimle birlikte doğmuş ya da dünyanın kaçınılmaz haliymiş gibi algılanması tuhaftır. Düşünülmez. İnsanlar arasındaki eşitsizliğe karşı çıkıyoruz, dünyanın her yerinde, oysa bir ailenin servetinin ülkede yaşayan milyonlarca kişinin toplam servetinden daha büyük oluşundan pekâlâ olağan bir durummuş gibi söz edilir. “Wal-Mart’ı kuran ailenin serveti, Birleşik Devletler nüfusunun en alt gelir grubunu oluşturan yüzde 40’lık bölümün (yani 120 milyon insanın) kazancıyla aynıdır (90 milyar dolar),” diyor Tony Judt. Bu veri biraz eskimiş olabilir, sorun değil, onun yerine Jeff Bezos’u koyarsanız, aradaki fark daha da açılacaktır. Türkiye’de de en tepedeki ailenin serveti, nüfusun en alt gelir grubunun herhalde yüzde 30’unun kazancıyla aynıdır.
Demek ki öteden beri içinde yaşamak zorunda kaldığımız kapitalizmin seçeneksiz olduğu içselleştirilmiştir. Yeni zamanların düşüncesi bu. Daha otuz yıl önce böyle değildi. Sosyalizm deneyiminin olumsuz sonuçları, kapitalizmin, art arda gelen küresel krizlerin içinde bir duvardan ötekine savrulurken bile bir başka seçeneği olup olmadığı tartışmasına yol açmadı. Oysa kapitalizmin çaresizliği de görülüyor.
Tek bir insanın ömrünün yarısı bile etmeyecek kadar kısa bir zaman önce, herkesin önünde, ideallerle, derin düşüncelerle beslenen parlak bir seçenek vardı. Gerçekliği olsa da olmasa da. Neden sonra gelen genç kuşaklar, bazen o düşüncelere uzak düştükleri için eleştirilirken, bazen de o tanımadıkları geçmişten gıptayla söz ettiler. (“Kayıp kuşak” sendromu.)
“Öğrencilerim pek çok açıdan haklı,” diyor Tony Judt. “En azından bu anlamda bizden öncekiler için olduğu gibi, bizim için işler daha kolaydı.” Gerçeklikle idealleştirilmiş düşünceler arasındaki bağlar zayıflayınca, işler hep kolaylaşır. Sosyalizm ideali böyle miydi peki? “1960’lı yılların karakteristik özelliği mağrur bir kendine güven hissiydi: Dünyanın nasıl düzeltileceğini biz biliyorduk.” Bu vardı elbette. Gelgelelim bunu edilgin biçimde yaşamanın kolaylığını hiçbir zaman görmedi o kuşaklar. Tersine, bir yandan gerçekliğin idealleştirilmiş sosyalizm düşünceleriyle aşılabileceği düşünülürken öbür yandan onu kazanmak için sert ve acı sonuçlar veren bir mücadele de göze alınmıştı.
Zaman bugün kötü mü? Her zamanki kadar kötü. Belki her zamankinden kötü. İnsanın toplumsallaştıktan sonraki ilk tutkusu yönetme ve iktidar. Korkunç bir güdü. Hasımları iktidarı nasıl gördüyse, ne yazık ki sosyalizm deneyimi de öyle gördü. Üstelik iktidarı bu kez olumlu idealler uğruna korumaya kalkışınca, sonuçları trajik de oldu. Bu fırsatla sosyalizmin reel biçimini bir daha denenmemek üzere tarihe gömeceğini düşünen kapitalizm, gerekçelerini ideolojik soslarıyla insanların önüne sürdü. Böylece kendini mutlu etti. Madalyonun bir yüzünü gösterdi, haklıydı, diyelim. Peki madalyonun öbür yüzü? Dünyanın herkesin gözleri önünde duran, ama bir türlü görülemeyen acıklı hali?
Tony Judt’un deyişiyle toplu yoksullaşma, zamanımızın fotoğrafı. Bozuk yollar, iflas etmiş şehirler, çöken köprüler, her zaman doğaya yüklenen doğal afet suçunun altından çıkan devlet başıbozukluğu, yıkıcı ekolojik sorunlar, iklim yıkımı, berbat okul eğitimi, işsizlik, düşük ücretler, korkunç sağlık hizmeti, hiper enflasyon, parasız olanın ancak ölümünü bekleyebileceği koşullar, devlet terörü, rüşvet ve hukukdışılık ve benzeri büyük sorunlar.
Dünyanın halinin herkes için iyi olduğunu ancak siyaset adamları söyler. Bu aptalca sözlere kanan yoksullar da gider onlara oylarını verir. Ama parlamenter düzen de böyle bir büyük aldatmaca işte. Denir ya: Seçimler demokrasi için iyi bir şey olsaydı, yapılmazdı zaten.
Zengin Batı’daki yanılsamanın bir benzeri bu ülkenin son döneminde de aynıyla yaşanıyor: “Toplam servetteki genel artış paylaşımdaki dengesizlikleri örtbas eder.” Ekonomik büyüme toplumun bütününe katkıda bulunabilir –belki ve bazen–, bu arada kişi başına düşen gelir artarken aslında üretim araçlarının sahibi olan küçük bir azınlık bundan orantısız biçimde yararlanır. Türkiye’de olduğu gibi. Üstelik bu ülkede kişi başına düşen gelir artık artmıyor, azaldıkça azalıyor. On yıllardır ekonomik başarı hikâyeleri dinleyerek yaşanıyor ama tümünün de popülizmin en rezil hali olduğu artık saklanamıyor.
Aşağıdakilerin kişisel gelir ve alım gücü büyük bir çöküntü içinde, rakamların cilası bunu örtemiyor. Bu ülkenin tarihinde hiçbir zaman zenginler bu kadar zengin, yoksullar bu kadar yoksul olmadı. Siyasal iktidarlar bu uçuruma doğanın harikası gibi bakar. Gene de durumu dünden daha kötü olan aşağıdakilerin üçte biri, siyasetin, gerçekliği olduğundan başka gösterdiğinin farkında değilmiş gibi duruyor.
Adam Smith’in ta 18. yüzyılda yaptığı saptama, bugün bin kere daha geçerli olmalı: “İnsan yığınlarının çoğu hayranlar ile tapınanlardan meydana gelir ve daha da ilginci, bu hayranlarla tapınanlar servet ve mevkiden çoğunlukla hiçbir menfaat elde etmezler.”
Devleti ve iktidarı seçim yoluyla ya da antidemoratik yollarla ele geçiren yönetenlere ve liderlere hayranlık ve tapınma duyan yığınlar, bugün bu ülkede de olduğu gibi, kendisini hep aynı konumda kalmaya mahkûm ederken yukarıdakileri hep mutlu eder.
Sokaktaki sefaletle karşı karşıyayız, peki bu arada eviçlerinde insanların duygularının fotoğrafını çeken oluyor mu? Onurların hangi yaraları aldığının? Bu ülkede milyonlarca yurttaş şeker patates, peynir zeytin alamayacak durumda, bunun sözü edilmez de, arada yapılan çirkin yardımlar marifetmiş gibi sunulur. Dün Türkiye’de en az on milyon yoksul vardı,sanırım artık kırk milyondan söz etmek gerekiyor.
Yönetenler her yerde ortak değerlere bu yüzden çok önem verir: ortak kimlik, ortak tavır, ortak kültür vb. Popülizm aşağılıktır. Üstelik iktidarlar kadar muhalefet de düşer onun içine. Devletin doğasında taşıdığı otoriter anlayışın zoru, farklılıkları yok edip ortak olanları öne çıkarmaya koşullanmıştır. Bunu adı da her ülkede milli birlik ve beraberlik. Sokaktaki insanı hiç ilgilendirmeyen milli birlik ve beraberlik, yönetenlerin her yerde en önemli silahı.
Kapitalizmin Batı’daki büyük kaleleri, 1990’lardan sonra sosyalizmin yıkılışını kutlarken, tarihin sonunun da böylece geldiğini ilan etti. Kötülük Kol Gezerken’de bu anlayışı da irdeliyor Tony Judt. Dünyanın liberal kapitalizme kaldığına, başka seçenek olmadığına inanıldı. Bu tablonun üstünden otuz yıl geçti ve kendi küresel krizinden yeniden doğduğu düşünülen kapitalizm, temellerinin sağlamlığından kendisi de kuşku duymaya başladı. Sosyalizm bir seçenek değilse kapitalizm son seçenek mi? Seçenek kapitalizmse o da bu mu?
İlginç olan şu ki, 1990’larda reel sosyalizmin uğradığı yıkım, sosyal demokrat partileri de dumura uğrattı. Kendisini bu kez kendi soluna bakarak açıklamaya, öbürleri gibi olmadığını anlatmaya, sağındakilere göz kırparak yaşamaya çalışırken kendi varlığını da eritmeye başlayan sosyal demokrasinin çarpıcı bir örneği de bu ülkede. Ne olduğu belirsiz bir siyasal hareket, arada gönül okşuyor, sonunda ne içinde bulunduğu siyasal kaosu anlayabiliyor ne de anlamlı bir gelecek öngörüsü ortaya koyabiliyor. Özgürlüklerin yok edildiği yerde hâlâ iyimser olmaya çalışıyoruz, kendimizi mi aldatıyoruz. İnsanlar ezildikçe ezilirken yalnızca aç kalmıyor, onurları yaralanıyor.
Semih Gümüş – oggito