Connect with us

EKONOMİ

Prof. Dr. ÖNDER : Faiz mi, kur mu?

Bu süreç, görece esnek para politikası nedeniyle oluşabilecek talep etkisiyle de birleşerek genel fiyat artışına sebep olabilir. İç dengeyi özetleyen bu genel çerçevenin dış denge ile, yani cari denge koşulları ile de tamamlanması gerekir. Merkez Bankası’nın faiz politikası yoluyla etkilenen dış kaynaklar, dış ticarette olduğu gibi ödemeler dengesinde nihai giriş ya da çıkış niteliği taşımayıp, borç alımı ya da ödentisi olarak geçici niteliktedir.

Yayınlanma:

|

Faizi mi, yoksa kuru mu tercih etmeli şeklinde formüle edilebilecek günümüzün başat konusu ilginç olduğu kadar, sosyo-ekonomik görüşünüze göre de üzerinde karar verilmesi güç bir konudur. Konunun güçlüğü şuradan gelmektedir. Bir kere içinden geçtiğimiz mesele bugünün meselesi olmayıp, geçmişten günümüze birikimli olarak aktarılmış sorunların bir anda patlamasıdır. İkincisi, zorluk siyasi görüşten kaynaklanmaktadır, şöyle ki, böylesi uzun erimde birikimli olarak oluşan bir konu kısa sürede çözülemeyeceği halde, siyasi ekip, hiçbir koruyucu önlemi almadan, inatla meseleyi bir merciye sürüklemektedir. Üçüncüsü, yine siyasi cepheden kaynaklanmaktadır; iktidarın hâkim olmaya çalıştığı mesele, uzun sürede bozulmuş piyasanın organik müdahale alanındadır ve konuya hâkimiyette, maalesef, piyasa siyasilerin elindeki araçlardan daha güçlüdür. Hal böyle olunca, piyasa hâkimiyeti atlandığı zaman oluşacak sosyo-ekonomik sorunlar halkı ve ülkeyi perişan edebileceği gibi siyasileri de canından bezdirebilir.

Önce meselenin nasıl oluştuğuna kısaca göz atalım. Tasarruf kıtlığının yaşandığı çevresel konumlu Türkiye devamlı cari açık ve döviz sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’nin dış açık sorunu, 1930’lar Devletçilik dönemi hariç, tüm dönemlerde yaşanmış olduğu halde, zaman içinde giderek bağımlılık oluştururcasına yükselmeye başlaması, Özal döneminde başlatılan sıcak para bağımlılığı, ünlü 32 sayılı kararname ile yabancı finans kuruluşlarına ülkeye serbest giriş vizesinin verilmesiyle de aşılamaz konuma sürüklenmiştir. Böylece yüksek faize sökün ederek iç ve dış kaynaklardan gelen döviz ödemeler dengesi açığını geçici olarak rahatlatırken, adeta dış kaynağa dayalı bir tür Keynesgil politikayı andıran uygulamayı ekonomiye yapıştırmıştır. Sıcak para politikasının, ekonomide madde bağımlılığı benzeri alışkanlık yaratacağı tehdidi açık olmakla beraber, politik gayelerle, hemen hiçbir iktidar bu konuda bir önlem almadığı, hatta sorunu tedrici geriletme politikasına dahi gitmediği gibi, AKP de “dava”sını gerçekleştirmek ve bu amaçla iktidar süresini uzatmak çabasıyla bu süreci bugünlere taşımıştır. Bunun da ötesinde, döviz kazancı sağlamayan özel şirketlere de dövizle borçlanma yetkisi tanınması işin tuzu biberi olmuştur. Şöyle ki, üretimiyle firmaya döviz kazancı sağlamayan işletmeler de dövizle borçlanmaya başlayınca, ödeme döneminde işler sıkıştı. Bu duruma bir de ünlü taahhütlerle girişilen yap-işlet-devret uygulamalarının taahhütleri eklenince döviz ihtiyacı aşırı boyutlara yükseldi. Bir yandan ekonominin aşırı borca sürüklenmesi, diğer yandan da iç ve dış politikaların reel yatırımcılarda kuşku yaratması ülkenin “risk primi”ni (CDR) yükselterek, faizleri zorladı. Ülkenin risk priminin yükselmesi giderek daha yüksek faizlerle borç bulabilme koşulunu politikacıların önüne koydu. İşte tam da bu dönemde faizin enflasyonu tetiklediği politik görüşünün dayatılması ve MB başkanlarının kısa sürelerde değiştirilmesi yatırımcılara olumsuz sinyal olarak yansıyınca, doğal olarak döviz kuru yükselişe geçti.
Ekonominin işleyişinin döviz ihtiyacını yükseltmesi, aynı zamanda piyasaların da söz konusu ihtiyaca göre tetiklendiği anlamına gelir, zira ihtiyaç, şekillendirilen piyasaların tetiklediği taleptir. AKP iktidarı şimdilere dek önceki iktidarlarda görülmedik boyutta faiz ekonomisini pompaladığı halde, son kertede “halk faize ezdirilmeyecek” söylemiyle faiz yükselişine karşı çıkılarak Merkez Bankasını bu yönde örtülü olarak yönlendirilmesi yoluna gidildi. Sorgulanması gereken mesele, şimdiye dek sürdürülen politikaların neden faiz aleyhine, kur lehine dönüştürülmesidir?

Faiz, üretime giren bir üretim faktörünün, sermayenin payı olduğu için, bu payda oluşan her yükseliş, doğal olarak, genel fiyat yükselişine yol açar. Kur ise, ithal ürünlerin fiyatını yükselterek, özellikle ithalata dayalı yaygın üretim koşulunda fiyat artışına yol açar. Görülüyor ki, her iki kanaldan da fiyat artışı yaşanabilir, şu farkla ki, faiz daha çok kar payını yerken, kur daha çok tüketici harcamaları üzerine yansır. Çok karmaşık olan bu sorunda piyasa koşulları da hangi etmenin hangi kesime yansıyacağında etkili olur. Üretimde kullanılan sermayenin bir finans kurumundan alınıyor olmasının bu bağlamda hiçbir önemi yoktur, zira sermaye şahsi servetten de koyulmuş olsa, onun alternatif maliyeti faizdir ve bu maliyet her yatırımcının hesabına bu anlayışla dahil olur. Şu halde, hangi etmene ağırlık verilirse verilsin, her koşulda fiyatlar yükselir, çünkü dönem izlenen yanlış politikaların hesabının görüldüğü dönemdir. Kısacası mesele, yük sermayeye mi, yoksa halk yığınlarına mı yıkılacaktır sorunu etrafında şekillenmektedir! Son operasyonu bu bağlamda okumalıyız. Operasyon Merkez Bankası üzerinden yürütüldüğü için kısaca bu konuya da eğilmeliyiz.

Fiyat istikrarı ve faiz konusunda yetkili kurum Merkez Bankası’dır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, yasal olarak fiyat istikrarını sağlama işlevi yanında, ülkenin altın ve döviz rezervlerini yönetme ve istikrarı sağlama amacıyla para ve döviz piyasalarında düzenleyici rol alma göreviyle de yükümlüdür. Merkez Bankası, bu yükümlülüklerle, içte fiyat istikrarı kadar, döviz kuru üzerinde de belirleyici olabilmektedir. Merkez Bankası politika faiz haddinin yükseltilmesi sonucunda, dövizin göreli ucuzlaması ya da istikrarını korumasıyla ithalat ürünlerinde fiyat artışlarının, dolayısıyla maliyet fonksiyonun frenlenmesi söz konusu olabilir. Bu politika neticesinde, piyasanın talep fonksiyonun da frenlenerek fiyatlar üzerinde istikrar sağlanması, hatta arz ve talep fonksiyonlarının karşılıklı durumlarına bağlı olarak, geriletici etki oluşturulması dahi sağlanabilir. Aksi yönde, Merkez Bankası politika faiz haddinin indirilmesi ise, dövizin pahalılaşmasıyla ithal malları fiyatlarının yükselmesine yol açar. Bu süreç, görece esnek para politikası nedeniyle oluşabilecek talep etkisiyle de birleşerek genel fiyat artışına sebep olabilir. İç dengeyi özetleyen bu genel çerçevenin dış denge ile, yani cari denge koşulları ile de tamamlanması gerekir. Merkez Bankası’nın faiz politikası yoluyla etkilenen dış kaynaklar, dış ticarette olduğu gibi ödemeler dengesinde nihai giriş ya da çıkış niteliği taşımayıp, borç alımı ya da ödentisi olarak geçici niteliktedir. Tasarruf yetersizliği sorunu olan gelişmekte olan bir ekonomiyi iç ve dış dengeleriyle ele aldığımızda, iç denge ile dış denge koşularının birbiri ile karşıtlık içinde olduğunu görürüz. Şöyle ki, içte göreli fiyat istikrarı ve istihdamın sağlandığı koşullarda dış açık büyür; tersi olarak, dış dengeye yönlendiğinde ise, içeride fiyat yükselişi ve işsizlik artışı baş gösterebilir. Kapitalist sistemde kalkınmakta olan çevre ekonomilerin temel sorunları bu açmazda düğümlenir. Gelişmekte olan ekonomilerde dış denge ile içte fiyat ve istihdam istikrarının sağlanması dengeli ve planlı ekonomi koşullarını, yani sosyalizmi gerektirir. Türkiye koşullarında da ekonominin düğümlendiği yer burasıdır. Yaşanan üretim yetersizliği ve tasarruf yetersizliğinin neden olduğu müzmin cari açık koşullarında yüksek faiz politikası, iç ekonomiyi geçici olarak rahatlatırken, dış borç stokunu yükseltir. Tersi durumda ise, düşük faiz haddi iç ekonomide fiyat ve işsizlik artışına yol açarak krizi ve yoksulluğu derinleştirirken, dış borç stokunun yükseltmesini frenleyebilir. Kısacası sorun, iç ve dış ekonomik dengelerin optimum düzeyde tutulması gibi zor bir noktada yoğunlaşır.

Faiz ve kur ilişkisi ve buna bağlı oluşan sorun piyasa koşulları ve işleyişinden kaynaklandığı için piyasa koşulları doğrultusunda alınabilecek makul önlemlerle ve zamana yayılı olarak çözülmesi gerekirken, politikacıların iradi yönlendirmesi ile Merkez Bankası müdahalesi çatışmalı bir durum yaratmıştır. Piyasa karşısında iradi müdahale çatışması, bir başka açıdan uzun vadeli soruna kısa vadeli çözüm sağlanma çabası çatışması olarak görülmelidir. Ekonomi, tasarruf açığı ve ona yol açan verimsiz sanayi yapısının sonucu olarak karşımıza çıktığına ve bu nedenle de kısa sürede çözümü olanaklı olmadığına göre, sorunu uzun vadeli, istihdamı sağlayıcı planlı kalkınma modeli çerçevesinde ele almak gerekmektedir. Bunun tersi yaklaşımla meseleye kısa vadeli ve politik amaçlı bakışla, borç stokunu ve faiz ödentilerini frenlemek amacıyla faiz indirimine gitmenin, yükselen kur yoluyla ithalata dayalı ekonomide fiyatları yükselteceği ve toplumun büyük kesimini yoksulluğa itmenin ötesinde, ihracatı da frenleyeceği açıktır. Fiyat yükselişlerinin asgari ücretten düşük gelirlilere ve işsizlere varana dek geniş bir açılımda halkı olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır.

Faiz dayatması politikasını kısaca iki yönü ile ele alırsak, şöyle bir durum olduğunu görürüz. Ekonomiyi rahatlatıcı yüksek faiz politikası, borç stokunu ve faiz yükünü kabartacağından, ülke “faiz lobisi”nin baskısı altına girmiş olur. Diğer yandan, düşük faiz politikası ise, kısa sürede borç stokunu ve faiz yükünü görece frenleyebilirken, faiz lobisinin ülke üzerindeki etkisini de kısmen zayıflatılabilir, ancak ithalata dayalı sanayileşme politikası gütmüş ekonomilerde derin kriz baş gösterir ve dış kaynak tekrar devreye girebilir. Görülüyor ki, meselenin iki yanı da net nihaî çıkış sağlamıyor ekonomiye. Konuya biraz daha yakından bakarsak, küreselleşme koşullarında önümüzde iki yol bulunmaktadır. Birinci yolda, faiz lobisini giderek eriyen iç kaynaklar aleyhine besleyerek, geçici yapay bolluk yaşanması; ikinci yolda ise, belirli dönem sıkışıklık yaşanarak, uzun vadede ülke kalkınması umudu ile, borç sarmalından kurtulunması söz konusudur. İkinci koşulda daha yoğun olarak, her iki koşulda da toplumsal yük dağılımında kapitalist sistem ve bu bağlamda hükümet politikalarının tutumu önemlidir. Görüldüğü üzere, her iki yol da küreselleşen ve finanslaşan kapitalizmin çevresel ekonomileri sömürme yoludur. Ancak, kurtuluş olan ikinci yol, sosyalizm kurallarıyla toplumda eşit ve adil yük dağılımının sağlandığı uzun dönem politikalarıyla yürünebilecek yoldur.

Ekonomi sorunları ve onlara yönelik yaklaşımlar kısa dalgalanmalarla değil, uzun dönem trendleri ile analiz edilir. Uygulanan politikaların çözümsüzlüğe sürüklediği ekonomi, son kararlarla, bir kez daha halk ve tüm ekonomi yoksullaştırılıyor.

Prof. Dr. İzzettin Önder – Gazete Manifesto

Okumaya devam et

EKONOMİ

HÜRMÜZ BOĞAZI KAPANIRSA NE OLUR?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Dünya enerji güvenliğinin kalbinde yer alan Hürmüz Boğazı, küresel ticaretin ve petrol taşımacılığının en kritik geçitlerinden biridir. Ancak bu boğazın geçici dahi olsa kapanması, sadece bölgeyi değil, tüm dünya ekonomisini derinden etkileyebilecek bir kriz senaryosudur. Bu yazıda, Hürmüz Boğazı’nın önemi ve kapanmasının olası sonuçları detaylı bir şekilde incelenmektedir.

HÜRMÜZ BOĞAZI’NIN STRATEJİK ÖNEMİ

Hürmüz Boğazı, İran ile Umman arasında yer alır ve Basra Körfezi’ni Umman Denizi’ne bağlar.
Bu dar geçit, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden olan Suudi Arabistan, Irak, Kuveyt, İran, BAE ve Katar’ın deniz yoluyla petrol ve doğalgaz ihracatında tek çıkış kapısı niteliğindedir.

  • Günlük yaklaşık 17-20 milyon varil petrol bu boğazdan taşınmaktadır.

  • Bu miktar, küresel petrol ticaretinin yaklaşık %20’sine denk gelir.

  • Ayrıca Katar’ın sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ihracatının da büyük bölümü bu yoldan geçer.

ENERJİ VE EKONOMİK SONUÇLARI

1. Petrol Fiyatlarında Şok Artış

Hürmüz Boğazı’nın kapanması, arz şokuna yol açar.

  • Petrol fiyatları birkaç gün içinde 150-200 dolar/varil seviyelerine çıkabilir.

  • Enerji ithalatçısı ülkelerde enflasyonist baskılar oluşur.

  • Üretim maliyetleri artar, ekonomiler yavaşlar, stagflasyon riski doğar.

2. Küresel Tedarik Zincirinin Bozulması

  • Asya, Avrupa ve ABD’ye enerji taşıyan petrol tankerleri seferlerini durdurmak zorunda kalır.

  • Enerjiye bağımlı endüstriler (otomotiv, plastik, gübre vb.) ağır darbe alır.

  • Alternatif boru hatları kapasite olarak yetersizdir.

JEOPOLİTİK VE ASKERİ SONUÇLARI

1. ABD-İran Gerilimi Zirveye Çıkar

İran’ın boğazı kapatma tehdidi veya fiilî kapatma girişimi, ABD ve müttefiklerinin askerî karşılık verme ihtimalini doğurur.
Bölgedeki ABD Donanması’nın varlığı bu senaryo için hazırdır.

2. İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri Tetikte Olur

İran’ın bu hamlesi bölge ülkeleri tarafından ulusal güvenlik tehdidi olarak değerlendirilir.
Silahlanma hızlanır, bölgesel çatışma riski artar.

3. Askerî Müdahale ve Savaş Riski

Deniz yolunun açık tutulması için ABD önderliğinde çok uluslu bir askerî müdahale gündeme gelebilir.
Bu durum petrol bölgelerinde bombalamalara, deniz trafiğinin askıya alınmasına neden olabilir.

Irak Dışişleri Bakanı'ndan “Hürmüz Boğazı kapanırsa küresel enerji  piyasasında kriz çıkar” uyarısı

ALTERNATİF ENERJİ ROTALARI VAR MI?

  • Suudi Arabistan ve BAE, bazı petrolünü Hürmüz dışındaki boru hatlarıyla taşıyabilir.
    Ancak bu yolların kapasitesi sınırlı ve tüm ihracatı karşılamaktan uzaktır.

  • Katar LNG’si içinse alternatif güzergâh neredeyse yoktur.

TÜRKİYE’YE ETKİSİ NE OLUR?

  • Türkiye enerji ithalatının büyük kısmını bu bölgelerden sağlamaktadır.

  • Fiyatlar arttığında Türkiye’nin enerji faturası büyür → cari açık artar.

  • Bu durum TL üzerinde baskı oluşturur, enflasyon hızlanır.

Hürmüz Boğazı’nın kapanması, sadece bölgesel değil, küresel bir kriz anlamına gelir. Petrol ve gaz piyasasında arz şoku yaratır, küresel ekonomiyi durma noktasına getirebilir. Jeopolitik gerilimlerin zirveye çıktığı bir ortamda bu boğazın güvenliği, dünya düzeni açısından kırılma noktasıdır.

www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Limonlar Kredi Aldığında: Asimetrik Bilginin Finansal Sistemdeki Yankısı

Yayınlanma:

|

Yazan:

Bankaların kredi sistemlerinde giderek daha sık karşılaştığımız bir tablo var: Gerçek kredi değerliliği taşımayan birey veya işletmelere, sistemsel boşluklar nedeniyle kredi limitleri açılıyor. Kredi puanı iyi görünüyor, limit mevcut—ama geri ödeme kabiliyeti yok. Neye benziyor, biliyor musunuz? George Akerlof’un 1970’te yazdığı kendisine Nobel iktisat ödülü aldıran “limon piyasası”na.

Asimetrik Bilgi Sorunu:

Akerlof’un teorisinde, alıcı ve satıcı arasındaki bilgi dengesizliği nedeniyle kaliteli ürünler (iyi arabalar) piyasadan çekilir, yerine “limonlar” (kötü arabalar) kalır. Bugünün kredi sisteminde ise:

  • Banka, müşterinin gerçek riskini göremiyor (ya da görmek istemiyor).
  • Müşteri, sistemin sunduğu limitlere ulaşıyor, kredi kullanıyor.
  • Böylece finansal piyasada “limon” krediler çoğalıyor: riskli, sürdürülemez, görünürde aktif.

Sonuç Ne Olur?

  • Gerçek değerliliğe sahip kullanıcılar daha pahalı krediye ulaşır.
  • Sistem, kendi içindeki çürüklüğü fark edemez.
  • Uzun vadede bu asimetrik bilgi, toplu bir güven krizine dönüşür. Tıpkı Akerlof’un uyardığı gibi…
  • Finansal sistemler gelişiyor, algoritmalar daha sofistike hale geliyor—ama hâlâ “insanı” göremeyen modellerle çalışıyoruz. Kredi vermek sadece matematik değil; güvenin, bağlamın ve davranışsal içgörünün birleşimidir.
  • “Kredi sadece bir limit değil, bir güven oyudur.”

Kredi sistemleri giderek daha sofistike hale geliyor. Algoritmalar, puanlama sistemleri, dijitalleştirilmiş değerlendirme modelleri… Peki ama hâlâ “insanı” göremeyen bu sistemler gerçekten güvenli mi?

George Akerlof, 1970’te “limon piyasası” teorisini ortaya attığında otomobil piyasasını örnek gösteriyordu. Bugün ise aynı teoriyi bizzat kredi piyasasının içinde yaşıyoruz: asimetrik bilgi, yani tarafların eşit derecede bilgi sahibi olmaması, sistemi yavaş yavaş çürütüyor.

Gözlemlerimden İki Sessiz Hikâye

Firma kârlı göründü, konkordatoya girdi. Bir yıl önce denetimini yaptığım bir firmayla denetim sırasında yaşadığımız bir anlaşmazlık yüzünden yollarımız ayrılmıştı. Geçtiğimiz günlerde konkordato ilan ettiklerini öğrendim. İlginçtir: Banka kredileri denetim sonrası son bir yılda ciddi oranda artmıştı. Bilanço ise temizdi—görünürde. Ama içini bilen biri olarak şunu söylemeliyim: stoklar şişirilmişti. Sayım tutanakları arasındaki fark 3 milyon dolar kadardı.

Stoklar yalansa, bilanço da yalandır. En kolay oynanan kalem de budur çünkü. “Stoklarda 3 milyon dolarlık yapay bir değerleme vardı—bu, bilanço üzerinde kar gibi görünse de gerçekte zarardı.” Bankalar ne yaptı? Kağıt üstündeki görüntüye bakıp kredi verdiler. Mali analizlerin yapamadığı tek şey stok denetimidir, stoklarda ne yazıyorsa kabul edilir. Şu sorularla meşgul olduklarını da hiç zannetmiyorum: Stok sayım tutanak raporu mevcut stoklarla karşılaştırıldı mı? Stok sayım tutanağını kim hazırlamış? Bağımsız denetim mi yoksa şirket personeli mi? Firma son yıllarda matrah artırmış mı? Tedarikçi bakiye hareketleri stok değer hareketleriyle uyumlu mu? Stoklarda dikkat çekici bir durum var mı? Hammadde stoğu mamül stoğundan fazla mı? Şirket ERP sisteminden stok değerleme raporu alındı mı? Sorular çoğaltılabilir.

Çalışanlarına maaşlarını ödemeyen firma, kredi kullanıyor.

Geçenlerde eski bir öğrencim aradı: Çalıştığı firma 3 aydır maaş ödemiyormuş ama aynı zamanda bankalardan kredi kullanmaya devam ediyormuş. Hatta patronunun yeni bir konut satın aldığını duymuş. Bana sorduğu soruya gelirsek: “İş davası açarsam banka hesaplarına bloke konulur mu?

Banka sistemleri SGK kayıtlarını kontrol etse, firmanın 3 aydır sigorta ödemediğini görecekti. Ama görmedi. Çünkü sistem, sadece rakama ve geçmiş skora bakıyor—insan hikâyesine değil.

Sonuç: Algoritmalar Belki Zekidir, Ama Kördür

Bugünün kredi algoritmaları geçmiş veriye dayanır, davranışı anlamaz, öyküyü okumaz. Böylece sistem, Akerlof’un tarif ettiği gibi, limonlarla doluyor: Gerçekte riskli olan ama kâğıt üstünde sorunsuz gözüken kredilerle. Sonuç? Gerçekten sağlıklı, krediye erişimi hak eden işletmeler bu gölgelerin altında kalıyor.

Serhat CAN

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. YILMAZ: Bütçe açıkları dizginlenebilir mi?

Bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak

Yayınlanma:

|

Mayıs ayına ait merkezi yönetim bütçe gerçekleşmelerine göre bütçe fazlası 235,2 milyar TL, kümülatif (Ocak-Mayıs) bütçe açığı da 650,3 milyar TL oldu. Mayıs ayı bütçe fazlası, giderlerdeki önemli bir azalış kaynaklı değil, tersine kurumlar vergisi hasılatının beklendiği gibi mayıs ayında vergi gelirlerini beslemesiyle gerçekleşti.

Rakamla ifade etmek gerekirse; nisan ayına göre mayıs ayında bütçe giderlerinde 43 milyar TL’lik azalışa karşılık bütçe gelirleri 368 milyar TL arttı. Bu artışın hemen hemen tamamı kurumlar vergisi hasılatı kaynaklı.

Önce vergi hasılatındaki değişime bakalım, ardından bütçe giderlerinde azalış olmuş mu, ona bakarız:

Kurumlar vergisi yıllık beyana tabi bir vergi. Aynı zamanda cari vergilendirme döneminin kurumlar vergisine mahsup edilmek üzere, GVK’da belirtilen esaslara göre ve cari dönemin kurumlar vergisi oranında geçici vergi ödenir. Ocak – Şubat – Mart geçici vergi dönemi beyanname verilme ve ödeme günü 17 mayıs’tı. Ayrıca Gelir İdaresi Başkanlığı, 30 Nisan’a kadar verilecek kurumlar vergisi beyannameleri ve bunlara tahakkuk eden vergilerin ödeme sürelerini 5 Mayıs’a kadar uzattı.

Böylelikle nisan ayında 29,7 milyar olan kurumlar vergisi tahsilatı da mayıs ayında 470,1 milyar TL’ye yükseldi. Hatta mayıs ayında kurumlar vergisi hasılatı vergi gelirleri içindeki payı yüzde 39,4’e ulaştı ki bu oran KDV gibi dolaylı bir verginin payından da yüksekti. Sonuçta bu hasılat bütçede bir rahatlama yarattı.

Mayıs ayında kurumlar vergisi tahsilatı bütçenin imdadına yetişmiş oldu ama yukarıda anlattığım gibi “geçici vergi dönemiydi, geldi ve geçti”.

Bütçenin gelir tarafını temmuz ayında gelir vergisi ikinci taksiti ile ağustos ve kasım aylarında geçici vergi taksitleri bir miktar rahatlatabilir. Ancak aylık olarak artmaya devam eden enflasyon, sıkı para politikasıyla kredi imkanları kısıtlanan firmalar ve artan konkordatolar, hedeflenen vergi gelirlerinden uzaklaşılmasına neden olacak ana faktörler. Ayrıca bütçenin gelir tarafının, borç faizleriyle büyüyen bütçenin gider tarafını telafi etmesi zor görünüyor. O nedenle bütçe açığını dizginlemek hiç de kolay olmayacak.

Bütçe giderlerine şimdi kamuda tasarruf üzerinden bakalım:

Tüm kamu kurumlarının kendi bütçelerindeki kaynaklardan yapacakları harcamalar için tasarruf tedbirlerine uymaları uzun zamandır merakla bekleniyor.

Aşağıdaki hazırladığım tablo, geçen yıl ve bu yılın mayıs aylarında tasarruf tedbirleri kapsamında yapılan harcamaları karşılaştırıyor:

Tabloda görüldüğü gibi bir yıl içinde taşıt alım giderleri yaklaşık 2 katına çıkmışHaberleşme ve enerji giderleri de enflasyon oranına yakın bir artış göstermiş. Kırtasiye-baskı giderleri ile temsil-tanıtma giderlerinde ise bir yılda kısmen frene basılmış gibi.

Ancak temsil-tanıtma giderleri bu yılın ilk dört ayında ortalama 65 milyon TL civarındayken, mayıs ayında birden yaklaşık beş katına (316 milyon TL) çıkmış. Yine de bu haliyle geçen yılın mayıs ayındaki 418 milyon TL’nin oldukça altında kalıyor. Umarım ülkemiz en iyi şekilde temsil ediliyordur. 2024’te bu alanda daha fazla gider yapılıyordu, yoksa geçen yıl daha mı iyi temsil ediliyordu?

Bütçe giderlerinde sorunlu kalem: borç faiz giderleri:

Borç faiz giderleri bütçede büyümeye devam ediyor. Özellikle iç borçlanmanın maliyeti bütçeye yansıyor.

Mayıs ayında borç faiz giderleri 111,2 milyar TL, kümülatif olarak 835,8 milyar TL’ye ulaştı. Dahası Haziran ayında yaklaşık 240 milyar TL’lik borç faiz gideri gerçekleştirilecek.

2025 yılı bütçesi için borç faiz giderlerinin bütçe giderlerine oranının yüzde 13,2 ve vergi gelirlerine oranının da yüzde 17,5 olması hedeflenmişti. Bugünkü görünümde borç faiz giderleri/bütçe giderleri oranı yüzde 15,7 ve borç faiz giderleri/vergi gelirleri oranı da yüzde 20,9’a yükselmiş durumda. Bu göstergeler ile bütçe hedeflerinden uzaklaşıldığı anlaşılıyor.

Bütçe açıklarını kontrol altında tutmak, pek çok alanda katkı sağlayacak. Öncelikle devletten beklenen görevlerin ve kamu hizmetlerinin hem kalitesinin artmasına hem de zamanında sunulmasına katkı sağlayacak.

Aksine bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak.

Prof. Dr. Binhan Elif YILMAZ – T24

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.