Connect with us

ŞİRKETLER

Prof. Seyfettin Gürsel: Ülkede erken sanayisizleşme yaşanıyor

Profesör Doktor Seyfettin Gürsel, 100 yıllık Cumhuriyet tarihini ekonomi tarihinde istihdam ilişkilerini, işgücü piyasasını, hangi olayların nelere yol açtığını anlattı. Tarım toplumu olduğu için ilk yıllarda tam istihdam diyebileceğimiz bir tablodan işsizliğin en büyük sorunlardan biri haline geldiği dönemlere dikkat çeken Gürsel, kadınların istihdamda artan rolüne karşın eşit istihdamın hâlâ çok uzağında olduğuna dikkat çekti. Ülkede istihdam yapısında hizmetler sektörünün ağırlıklı hale geldiğini bunun zenginleşme sonrası olması gereken bir durum olduğunun altını çizen Gürsel, Türkiye’de erken sanayisizleşme yaşandığını dile getirdi.

Yayınlanma:

|

Tarımsal üretimin yoğun olduğu dönemlerde tam istihdam diyebileceğimiz toplumdan erken sanayisizleşmeye varan ülkede, beşeri sermayenin yapısı, gelişimi, işgücü piyasasının ne zaman ortaya çıktığı, göçün istihdama etkisini tarihsel süreç içinde aktaran Prof. Dr. Seyfettin Gürsel’in istihdam piyasasının nasıl bir gelişim gösterdiği, tarımda makineleşmenin artılara ve eksilerine, toplumu nasıl bir üretim sürecinden geçtiğine ilişkin değerlendirmeleri şöyle:

Genç cumhuriyet perişan bir ekonomi devraldı

Yeni kurulmuş cumhuriyet ille bir sıfat yakıştırmak gerekirse oldukça geri bir ekonomi devraldı. Hatta perişan bir ekonomi devraldığını bile söyleyebiliriz. Neden böyle diyorum? Bir kere birincisi nüfus… Çalışabilir nüfusun yüzde 80’i, hatta biraz daha fazlası tarımda. Tarımda ama tarımda da küçük, kendini ancak geçindiren aile çiftlikleri var ya da kısmen ancak ticari pazara yönelik üretim de yapan küçük orta büyüklükte çiftlikler var bunlar da sayılı. Tarım mekanize olmamış, traktör sayısı yani tek tek saysanız sayabilirsiniz o kadar az. Diğer tarım aletleri de öyle. Yani teknoloji, tarım teknolojisi son derece ilkel teknoloji. Kentler, kent gibi değil. Bazı kentlerde kısmen bir nüfus var ama bu kentler hani İstanbul’u dışarıda tutarsak aslında bir kasaba büyüklüğünde. Yani tarım dışında imalat sanayi diyebileceğimiz bir imalat yok.
Sanayi tesisi diyebileceğimiz tesis sayısı son derece az ve çok küçük. Kısmen 19. Yüzyılın sonunda tekstilde bir gelişme oldu. Kumaş dokuma vesair sanayinde ama sonuçta manzara bu…

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda nasıl bir beşeri sermaye vardı?

Beşeri sermaye konusuna gelince, ilk nüfus sayımı 1927. Dolayısıyla 1922 ve 23’te de ne kadar nüfus vardı tam bilmiyoruz ama kabaca 27’de 14 milyon olduğunu kabul edersek cumhuriyet kurulduğunda da 13 milyon filandı. Ve bu 1914’teki Osmanlı döneminde bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarına tekabül eden alandaki nüfusun oldukça altında bir nüfus…

Büyük bir nüfus kaybı söz konusu. Bir kere Birinci Dünya savaşında önemli bir kayıp yaşandı. Ardından kurtuluş savaşında insani kayıp var. Beşeri sermaye açısından daha önemli bir sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Aşağı yukarı 1 milyon 200 bin Ermeni nüfus yaşıyordu 1914’te. Bir buçuk milyon Rum nüfus vardı. Ermeni nüfus birkaç yüz bin ya kaldı ya kalmadı. 1922’ye geldiğimizde nüfus mübadelesi yapıldı Yunanistan’la. İstanbul’daki 1,5 milyon ve Bozcaada ve Gökçeada’daki küçük Rum köyleri hariç bütün Rum nüfus Yunanistan’a gitti. Yaklaşık bir küsur milyon bir buçuk milyona yakın ama bize Yunanistan’dan sadece 500 bin kişi geldi. Bu miktar olarak da büyük bir kayıp. Ama şunu da vurgulamakta yarar var, gene Osmanlı istatistiklerinin gösterdiği gibi bu Ermeni ve Rum nüfusta okur yazarlık ve profesyonel meslekler, eğitim düzeyi Türk müslüman nüfusa göre daha yüksekti. Yani bir de oradan networkler gitti. Yani bunlar zanaatkârdı, tüccardı, vesaireydi. Dolayısıyla uzun lafın kısası, Cumhuriyet ilan edildiğinde son derece geri, yüzde 80’den fazlası tarımda olduğu tarımda mekanizasyonun, makineleşmenin olmadığı ilkel yöntemlerle tarım yapıldığı, kentlerde sanayinin olmadığı, bundan ibaret bir ekonomi devraldı Cumhuriyet.

Çok farklı ekonomik sistemler deneyimlendi

100 yıllık bir şeyden bahsediyoruz. Bu 100 yıl içinde biz çok farklı ekonomik sistemler deneyimledik. Bunların bir kısmı hele ilk yıllarda kısaca söyleyeceğim bugünkü genç ve orta kuşağın hatta benim kuşağımda hiç yaşanmayan sistemler hatta genç kuşakların hayal bile edemeyeceği ekonomik sistemler, kurallar, dünyalar vardı.
Bir kere 1929’a kadar ekonomik sistem bizim Osmanlı’da ne geçerliyse oydu. Dışı açık gümrük, vergileri son derece düşük, ihracat- ithalat serbestisi var. Sermaye akımları serbestisi var. Döviz serbestisi var. Türk lirası serbest piyasada değeri belirleniyor. Döviz – kur şimdi bugünkü çok benzer bir sistem ama kurucu kadro bundan hiç memnun değildi. Bu Lozan antlaşmasının bu bir parçasıydı. Çünkü orada çok ısrar edildi. Karşı taraf sistem bozulsun istemedi. Bizim taraf da ancak 5 yıllığına bunu kabul etti. Hatta o dönemde o kadar ilginç bir düzen vardı ki bugün belki hayal edilmesi bile zor. Merkez bankası yoktu çünkü. Biz aşağı yukarı 7 yıl merkez bankası olmadan yaşadık. Nasıl oldu? Bir para var mı var. Osmanlı’dan kalma banknotlar tabi ki sabit oldu. Kaç para ise onlara, bin Türk lirası diyelim cumhuriyet sembolleri konuldu. Biz 1920’lerde para arzını kendiliğinden idare eden bir sistemde yaşadık.
Bunu bugün hayal bile etmesi mümkün değil.
Peki bu sistemden kurucu ekip niye memnun değil, çünkü bu bu kadar gümrük vergilerinin çok düşük olduğu dışı açık ekonomide Türkiye’nin sanayileşemeyeceğini düşünüyorlardı. Çünkü almış başını gitmiş Avrupa’da sanayi bir düzeye gelmiş, rekabet etmeniz mümkün değil. Onun için iç pazarı korumamız lazım.
Dolayısıyla 5 yıl dolar dolmaz, 1929’da hükümet çok ciddi gümrük vergilerini arttırdı. Yeni bir sisteme geçti. İç piyasayı koruma altına aldı. Ve Merkez Bankası kuruldu. Sermaye giriş çıkışları serbestisi son buldu.

Merkez Bankası’nın sabit kur rejimine geçtik. Merkez Bankası da bundan sorumlu kurum olarak devam etti. Şimdi bu yepyeni bir sistemdi o dönem ve yarım yüzyıl sürdü. Bu sistem 1980’lere kadar sürdü.

Sanayi yok, ücretli işçilik yok

Yüzde sekseni köylülerden oluşan bir toplumda işsizlik tabii ki gündemde değil çünkü çalışıyorlar. Ha ne kadar kazanıyorlar, nasıl geçiniyorlar ayrı bir konu. Oraya geleceğim çünkü 1930’larda büyük bir şok yaşandı. Bunu da bugünkü kuşak bilmez. Hayal de edemez.
O zaman kentlerde de zaten sanayi yok, yani ücretli işçilik de yok ya da çok çok az. O dönemler 100 binden daha az olduğu tahmin ediliyor ücretli işçiliğin. Dolayısıyla işsizlik çok uzun süre 1950’lere kadar hiçbir zaman aslında ekonominin gündeminde olmadı. Tabii başka şeyler oldu. 1950’lilerden itibaren aslında Türkiye ekonomisi hem sanayileşmeye hem modernizasyona başlıyor. Daha önce başladı ama çok sınırlıydı. Esas önemli genç kuşakların da bilmesi gereken Cumhuriyet iktisat tarihinde 1930’lu yıllardır. 1933 dahil 30-33…
Şimdi bizimkiler, 1929’da hükümet ekonomiyi kapatmaya karar verdi. Zaten Merkez Bankası da kuruldu ama bağımsız falan değil tabi hükümete bağlı. Yani faizi de hükümet belirliyor kur zaten sabit. Tabii, dolayısıyla bir dışa kapalı komuta ekonomisine girdik. Yeni gümrük tarifeleri oluşturuldu ama aradan birkaç hafta geçti. Amerika Birleşik Devletleri’nde kıyamet koptu, Borsa çöktü New York borsası ve gelişmiş ülkeler çok ciddi bir depresyona girdiler. O meşhur büyük bunalım dediğimiz olay patlak verdi.

Yoksullaşma unutulmadı

O yıllar hayal edilemeyecek deflasyon dönemi aynı zamanda. Deflasyon ne demek, fiyat seviyesi mutlak olarak düşüyor. Yani şöyle örnek vereyim, ekmek 10 TL aradan 3-5 ay geçiyor, ekmek 9 TL oluyor sonra 8 TL oluyor sonra 7 TL veya buğdayın kilosu 5 TL. Bir bakıyorsunuz bir yıl sonra 2 buçuk lira.
Şimdi bu tabii bize de yansıdı. Neden yansıdı? Uluslararası tarım fiyatları bizim tarım fiyatlarını etkiledi o kadar. Arpa, buğday vs. aşağı yukarı bir yıla hatta bir buçuk yılı içinde yarıya düştü. Şimdi tabi o küçük, orta hatta büyük piyasaya, pazara ürün satan çiftçiler ki unutmayın nüfusun yüzde sekseninden bahsediyoruz. Muazzam bir yoksullaşma içine girdiler, gelir kaybına girdiler. Ve bunun etkileri daha sonra görülecektir. Bunu unutmadılar.

Memur ve ücretli altın çağını yaşadı

Bu arada o dönem az sayıdaki ücretli çalışan ve memurlarda bir altın çağı yaşandı adeta. Neden neden altın çağı yaşandı? Memur maaş olarak 100 TL alıyorsa deflasyon oldu. Ekmek fiyatı düşüyor diye indirir misiniz maaşı, tabii ki indirmezsiniz dolayısıyla reel olarak çok ciddi ücret artışları oldu. Bunu özel sektör de tam ne olduğunu anlayamadığı için çok geç yanıt verdi. Burada hani az sayıdaki ücretli işçi de yararlandı.
Tabii o yılları bir çeşit altın çağı olarak hafızalarına kaydettiler bunu bunu. Bunun da bilinmesinde yarar var. Bir daha zaten hiç böyle bir dönem yaşanmadı.
1950’lerde hakikaten yaşanan önemli bir dönüşümdür. Sanayileşme daha önce başladı çünkü 1930’da efendim iç pazar korundu, gümrük vergileri yükseldi, önemin hükümeti umdu ki artık özel teşebbüs yatırım yapacak, fabrikalar kuracak, içeride üretim yapılacak, bakıyorlar ki bir şey olduğu yok. Neden yok? Çünkü birikimleri yok, sermayeleri yok. Daha önceden bir sermaye birikimi olmamış. Yani ticarette de yeterince sermaye birikimi olmamış. Birikim vardı daha çok azınlıklarda ama azınlıklar gidince…

Planlı kalkınma ile tanıştılar

Şimdik böyle olunca ne yapalım diyorlar. 1930’da Sovyetler hızlı sanayileşmeye geçmiş. Planlar yapıyorlar. Planlı kalkınma, sanayileşme bizimkilerin de dikkatini çekiyor. 1932’de Cumhur reisi Mustafa Kemal Atatürk, Başbakan İsmet Bey’i maliye bakanıyla birlikte Moskova’ya yolluyor. ‘Bak bakalım orada ne yapıyorlar? Bize oradan bir şey yarar olur mu’ diye. Uzatmayalım, anlaşma yapılıyor. Sovyetler Birliği hem kredi veriyor, hem teknisyenler yolluyor. Uzun lafın kasası devlet eliyle sanayileşmenin tohumları, daha doğrusu ilk adımı 1932’de bu ziyaretle yapılıyor ve 34’te de biz bunlara daha sonra kamu iktisadi teşebbüsleri dedik KİT’lerin kuruluşu başlıyor.
Bugün bile hatırlar, hatta belki genç kuşaklar bile bilir Sümerbank basmaları tekstilde, sonra şeker fabrikalarının kurulması vesaire böyle bir hamle başlıyor.
O yüzde 80’i tarımda olan nüfusun içinde bir küçük damla ama bir ilk adım. 1950’ye geldiğimizde hâlâ Türkiye’nin nüfusu yüzde sekseni köylü-çiftçi.
Ama oradan itibaren artık hızlı bir sanayileşme başlıyor ama önce tarımda mekanizasyon da başlıyor. 2 bin traktör vardı Türkiye’de 1950’de 2-3 yıl sonra 40 bine çıktı.

Rezervler birikti

Tabii ki diğer tarım aletleri de arttı. 13 milyon herhalde 1950’lere geldiğimizde 22 milyonuz artık. Bu nüfus bizim ekilebilir topraklara göre çok az, yani ekilmeyen topraklar var hatırı sayılır büyüklükte. Nüfus büyüdükçe yeni genç kuşaklara açıldı o tarlalar. Teknoloji hala eski sayılırdı o dönem. Geleneksel yöntemlerle üretim yaptılar. 1950’de tabii siyasi arka planı da unutmayın. Biz, Avrupa Konseyi, batının müttefiki olduk, Marshall yardımları oldu. Bir de ikinci dünya savaşı yılları var ama orayı geçiyorum. Çünkü savaş koşullarında ilk çılgın enflasyonu ikinci dünya savaşında yaşadık.

Savaşta ithalat zorunlu olarak kısıldı. Akdeniz savaş meydanı… Tarım ürünlerini savaş nedeniyle ihraç ettik. Tarımdan başka bir şey ihraç ettiğimiz yok, arttı mı fiyatları? arttı. Biz de bir güzel rezervler biriktirdik mi? Dolarları biriktirdik, onları da yeni hükümet, Demokrat Parti hükümeti bir güzel ithalata harcadı. Makinaları getirdi. Traktörleri vesaire tabi orada lüks Amerikan arabaları da gelmeye başladı. 1949 doğumluyum, 4-5-6 yaşlarına geldiğimde sokakta tek tük de olsa lüks arabaları şevroleleri görmeye başladık.

Sonra değirmenin suyu bitti.. Mekanizasyonla birlikte hızla tarımsal üretim arttı. Türkiye’nin hem ekonomi, hem toplumsal tarihinde tarımdan, köyden kentlere göç başladı. Çok hızlı bir göç oldu üstelik. Ve bu göç hâlâ aslında devam ediyor. Tabii son dönemde yavaşladı, hatta bir parantez açarsak bugün İstanbul’da koşullar o hale geldi ki yaşam koşulları şimdi. Çoğunluk özellikle düşük gelirler acaba İstanbul’dan Anadolu’ya gidebilir miyiz? Diye düşünmeye başladılar.

Göç neden arttı?

Tarımda mekanizasyon varsa daha az insanla, daha çok üretim yapıyorsunuz demektir. Ve giderek toprakların üretim limitine de erişildi. Tam ne zaman erişildi? Onu da söyleyeyim.. 1960’ların başında eriştik. Ondan sonra o günden bugüne biz kentleşme nedeniyle aslında ekilebilir alanlarımızın yüz ölçümünü giderek yitiriyoruz…

Önce tabii bu çok yavaş başladı ama son yıllarda ne kadar hızlı geliştiğini hepiniz görüyorsunuz. Herkes kendi şehrinde, kentinde eskiden tarım alanları tarlalar bugün sitelerle fabrikalarla doldu.
Bu artış kamu iktisadi teşebbüsleri de (KİT) kapatmadı. Demokrat Parti aksine geliştirmeye devam etti. Kamu iktisadi teşebbüslerini ama. Başka bir gelişme daha yaşandı 1950-54 yılları çok ilginç bir dönemdir. Çünkü tarım üretimindeki büyük artış yaşanırken bir yandan da Kore savaşı başladı.
Kore savaşı başlayınca tahılların fiyatları artıyor. Biz de tahıl üretiyoruz, satıyoruz. Tütün, pamuk ne üretiliyorsa satılıyor ve iyi bir zenginleşme yaşanıyor.

Makro dengeler bozulmaya başladı

O yıllarda çok ciddi bir refah artışı oldu. Bu da işte o demokrat partiye oy veren kitlenin hafızasında altın bir çağ olarak kaldı. O kadar ki bu 1954’te Demokrat Parti tekrar oylarını arttırarak seçimleri kazandı ama savaş bitti, fiyatlar düştü. Merkez Bankası’ndaki rezervler bitti.
Ondan sonra bizimkiler hâlâ büyüme peşinde koştukları için başladılar makro dengeleri bozmaya…
Enflasyon artmaya başladı. Sabit kurdasınız. Öyle bir Türk lirasını Koruma Kanunu çıkmıştı ki 1930’larda eğer cebinizde polis 1 dolar bulursa hapse giriyordunuz. Döviz tabii karaborsaya düştü. Çünkü merkez bankası ithalatçı firmalara o da sabit kurdan işlem yapıyor. Enflasyon almış yürümüş, Türk lirası aşırı değerli. Tabii ki karaborsa oluştu. Bu tabii rüşvetlere yol açtı.
İlk defa Türkiye iş gücü piyasasının ortaya çıktığı ve şekillenmeye başladığı yıllar 1950’li yıllardır.

İşsizlik sahneye çıkmaya başladı

Şimdi o dönemde TÜİK hane halkı işgücü anketi istatistikleri yapmadığı için 1989’da başlayacaktı. Nüfus sayımlarından bakılıyor çalışan, işsiz sayısına. Önce yüzde 3-4-5 giderek 1970’lerin sonuna doğru geldiğimizde hakikaten yüzde 8-9’a kadar işsizlik oranının arttığını ve işsizliğin toplumsal bir yavaş yavaş sorun haline geldiğini görüyoruz.

Tabii bu arada o dönemde önemli bir şey daha var göçle birlikte istihdam piyasası açısından. Tarımda üretim yapan aileler kente gecekondulara yerleşiyorlar. Erkekler ya fabrikada çalışıyor ya bakkallık yapıyor ya başka bir hizmet alanında çalışıyor. Ama gelen kadınlar eğitimli değil, okur yazar olanı bile az. Bunlar köydeyken tarımda çalışıyorladı ancak kente geldiklerinde çalışmaz oldular. Onun için kadınlar iş gücüne katılımı yüzde yirmilere kadar düştü.

Gelişme şöyle özetlenebilir, 1950’den 1980’e kadar ortalama yüzde 5 büyüdü Türkiye. Nüfus da kabaca yüzde ikinin üstünde artıyor. Kişi başına gelir artışı yüzde 2,7. Her yıl gelir reel yüzde 2,7 artıyor.
Ciddi bir refah artışı oldu, ne kadar eşit dağıtıldı o ayrı bir konu ama 1979’a geldiğimizde yarısı hâlâ devlet destekli öbür yarısı özel kesim korunan bir şekilde de olsa sanayileşme başladı. Koç otomobil üretmeye başladı. Gümrüklerle korunuyorlar, üretilen ürünler çok ahım şahım değil ama bir sanayi başlıyor. Genç kuşaklar hatırlar mı bilmem Anadolu üretilmeye başlandı…
Bir miktar ihracat yapmaya bile başlandı. İşgücü piyasasından bahsettik ama finansal piyasa hâlâ yoktu.

İşçi örgütlenmeleri ücretler üzerinde olumlu bir katkı yaptı

1961 anayasasının getirdiği özgürlükler ortamında 1960’ların başında sendika kurma özgürlüğü, toplu sözleşme hakları sağlandı. Avrupa’da 19. Yüzyıldan beri büyük mücadeleler, ayaklanmalar sonucu elde edilmiş bu haklar bizde epey geç bir şekilde gelmiş oldu. Ama şunu söylemek mümkün tabi, bir işçi sınıfı yok ki bu tip ögrütlenmeler de olsun.
Bu sendikalaşma ve toplu sözleşme en azından bunun mevcut olduğu kesimlerde ücret artışları, reel ücret artışlarının olduğunu da gördük. Yani ülke yüze 5 büyürken aslında çalışan sınıfa, emekçi sınıfı da bu büyümeden payını aldı. Ama zaman zaman bu ciddi sorunlar da yarattı. 1969 yılı İzmit’ten başlayan İstanbul’a büyük bir işçi yürüyüşü yaşandı. Grevler artmaya başladı.

Sonraki yılları vasat bir ekonomik kalkınma performansı olarak değerlendirmek lazım.
1960’larda benzer koşullara sahip Güney Kore sanayileşmeyi geliştirdi, ihracatı sanayiye oturttu. Peki onlar ne yaptılar, farkı neydi? Çünkü onlar sanayileşmeyi ihracata oturttular ve bu teknolojiyi de geliştirdiler. Teknolojiyi geliştirmek için eğitim lazım. Bakıyorsunuz ortalama eğitim yılı Güney Kore’de , biz sekiz yıla zor çıkardık.
Ve artık 1980’lere geldiğimizde manzara şöyleydi; büyük bir kriz, kapalı komuta ekonomisi iflas etmiş, muazzam bir cari açık.
Enflasyon yüzde de 100’ü bulmuş. Gayri Safi Yurt İçi Hasıla yüzde 5 küçülmüş, ciddi bir işsizlik ortaya çıkmış. Sistem iflas etmiş. Şimdi beğeniriz, beğenmeyiz çok eleştirildi ama Türkiye’nin yeni bir sisteme geçmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Öyle veya böyle o yeni sistemi de işte biliyorsunuz o zaman eski DPT Müsteşarı Turgut Özal, sonra da Demirel’in kurduğu azınlık hükümetinde 1980 yılının başında meşhur 24 Ocak kararları ileTürkiye ekonomisi yeni bir sisteme adım adım geçti.

Reel ücret kayıpları yüzde 25’i aştı

1980 darbesi sonrası politik hayat askerlerin kurguladığı gibi olmadı, onların kurturduğu parti değil Turgut Özal’ın partisi kazandı. 1989’da Türkiye artık tamamen bir dünya ekonomisine entegre olmuş bir haline geldi. Ancak, yeterince derin bir finans piyasası yok. Cari denge hâlâ çok açık veriyor. Enflasyon hâlâ çok yüksek. Özal onu indirmeyi beceremedi. 12 Eylül rejiminin dayattığı reel ücret kayıpları yüzde 25’i bulmuştu. 1989’a geldiğimizde bütün onun rövanşını aldıişçi sınıfı. 1989’da muazzam bir ücret artışı oldu. Dış kaynağı diye serbestleştirdiler ama bu seferde ekonomiyi yönetemediler ve 1990’lı yıllarda çok ciddi ev yapımı krizlere sahne oldu. 1990, 1994,1998 ve en sonda 2001.

Türk lirasına güven son derece azaldı

Biz çok farklı bir sisteme girdik. Dolarizasyon arttı. Çünkü siz bu kadar enflasyonu belirsiz fiyat istikrarını sağlayamazsanız döviz kuru bir dönem alıp başını gidiyor. Bir dönem düşüyor. Bir sürü belirsizlik var. Bu durumda insanlar da bu sefer tasarruflarını dövizde tutma yoluna gittiler.Çifte paralı bir sistem. Türk lirasına güven son derece azaldı. Tabii ki 2001 reformu 2001 krizi aslında yine bu sistem içinde kalmak şartıyla çok önemli bir dönüm noktasıdır. Belki onunla tamamlayabiliriz. 2001 krizi de yine ev yapımı bir kriz bir. Yani biz yarattık onu. Daha doğrusu hükümet yarattı. Bazı şeyleri sürdüremediler IMF’yle aslında anlaşmış durumdayız. 2000’in başında enflasyon çok yüksek düşürmeye çalışılıyor. Bunun bedelini ödemek istemediler. Bir bedeli olduğunun farkında olduklarından da emin değilim hükümet olarak. Sonunda kıyamet koptu. 2000 Kasım ayında bir takım bankalar battı. Alelacele IMF ciddi bir para yolladı tekrardan. Ama bizimkiler gerekli tedbirleri almayı reddettikleri için zaten piyasada faizler de alıp başını gitti.

İşgücü piyasası 1950’lerde kurulduğu

Türkiye’de işgücü piyasası1950’lerden itibaren yavaş yavaş ortaya çıktı. Nereden baksan sanayide de gelişme oldu. Ücretli kesim hani 1920’lerde 1930’larda tamamen marjinalken çoğunluğa geçti. Bugün aşağı yukarı çalışanların yarıdan fazlası ücretli, ücretli, maaşlı veya yevmiyeli.
İstihdam çok önemli çünkü bir taraftan Türkiye hâlâ nüfusu artan bir ülke. Bu ne demek? Her her yıl yeni bir 15 yaş üstü kuşak ekleniyor iş gücü piyasasına. Bunların erkek takımı tabii ki mi 15’ten sonra, artık 18’den sonra giriyor. O yıllarda çoğu 15 itibaren çalışmaya başlıyordu ya da iş aramaya başlıyordu.
Kadınlarda ortalama eğitim içinde yüksek öğrenim mezunu kadınların büyük bir hızla arttı. Arttıkça tabii ki katılım arttı. 1950’lilerde yüzde 20’lere kadar düşen kadın istihdamı 1970’lere gelindiğinde arttı, şimdi yüzde 35’e geldi.

2010’larda eğitimi düşük kadının da payı arttı

Eğitim düzeyleri itibariyle katılıma baktığımız zaman bizim Avrupa’nın en kötü, en düşük kadın iş gücüne katılım oranlarına sahip 2 ülkesi var İtalya ve Yunanistan. Burada kadının istihdama katlımı yüzde 50 küsurlardır. Biz hâlâ 35’teyiz ama yüksek öğrenim kadınlarda iş gücüne katılım oranlarımız hemen hemen eşit. Dolayısıyla bir eğitim düzeyi yükseldikçe tabi katılıyorlar ama son yıllarda 2010’lardan sonra düşük eğitimli kadınlar da işgücüne daha fazla katılmaya başladı.
Şimdi dolayısıyla lafı nereye getireceğim iş gücü hem nüfus nedeniyle hem kadınların iş gücüne katılımındaki artış nedeniyle artıyor mu her yıl? Kabaca 700 – 800- 900 bin artıyor. Siz bu kadar istihdam yaratmalısınız ki hiç olmazsa işsiz sayısınız. Sabit tutun. Bu kadar istihdam yaratmak demek yüzde 2, 2,5 daha fazla hatta istihdamı arttırmak demek. Her yıl bunu artırmak için büyümeniz lazım. Bu büyümenin de kaliteli ve uzun ömürlü olması için verimliliğe önemli ölçüde dayalı olması lazım. Bu şu demektir, en az yüzde 5 – 6’lık büyüme olmalı ki piyasa giren insanlar iş bulabilsin.

O büyük resesyonun etkili olduğu 2008 -9 yılında tabii ki böyle olmadı. Çünkü bu krizlerde biz bu büyümeleri tutturamadık. Ciddi şoklar yaşadık ve dolayısıyla işsizlik de bu kriz dönemlerinde patlama yaptı. Hâlâ yüzde 9, yüzde 10 civarındayız ve bizim kadın iş gücüne katılımımız geride. İş gücü piyasası açısından ve işsizlik sorunu itibariyle Türkiye hâlâ ciddi bir başarı yakalayabilmiş değil.

Hizmetler sektöründe arttı

Türkiye’de önce tarımda çalışan yurttaşlar, sonra ağırlıklı olarak sanayide çalışıyorlardı. Şimdi ağırlıklı olarak hizmetler sektöründe çalıştıklarını görüyoruz. Bu bir kere sadece Türkiye için değil, genelde gelişmekte olan ülkelerde de hatta bazı gelişmiş ülkelerde de sanayisizleşme fenomeni diye bir sorun bir gözlem epey bir süredir iktisatçılar arasında tartışılıyor. Şimdi normali nedir? Yani iyi örnekler ya da tarihteki başarılı örneklere göre önce sanayileşirsiniz. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçersiniz. Tabi ki paralel olarak hizmetler de gelişir bu dönemde. Ama esas ana gövde sanayi olur. Sanayinin payı GSYİH içinde en büyük paydır. Çalışanların çoğu artık sanayide çalışır. Ancak zenginleşme arttıkça hizmetlere olan talep artmaya başlar. Tatiller, oteller, eğitim, finans ve sağlık da hizmetlerin içinde olduğu için tabii ki zenginleştikçe daha iyi eğitim, daha pahalı eğitim, daha sağlık, daha daha çok harcama vesaire tamam. Tamam, normali budur.

Erken sanayisizleşeme sorunu var

Şimdi gelişmiş ülkeler, zengin ülkelerde ne oluyor? Tarım yüzde 3-4 çalışan sayısı. Sanayide yüzde 20 civarında, gerisi yüzde yetmişi hizmetlerde. Şimdi erken sanayisizleşme meselesi söz konusu bazı yerlerde. Türkiye sanayileşmeye geriden başlayan geç kalmış bir ülke. Türkiye böyle bir ülke sanayi kuruyor, yüzde 24-25’lere çıkıyor ama hâlâ tarımda yüzde 20 küsur nüfus duruyor. Ondan sonra o yüzde 25’e geldikten sonra sanayinin payı azalmaya başlıyor ve hizmetler büyük bir süratle yükseliyor. Türkiye bunu yaşadı, başka ülkelerde de yaşandı. Buna erken sanayisizleşme adını veriyoruz bu olguya. Bu iyi ve sağlıklı bir şey değil. Yani biz zenginleşmeden önce hizmetlere girdik.

Vasat bir başarı söz konusuna

Düzey elbette küçümsenmemeli ama başka ülkelerle karşılaştırdığımız zaman vasat bir başarı olarak gözüküyor. Bir de bunun bölüşümü, eşitsizliği, gelir eşitsizliği var. Avrupa’da bir numarayız gelir eşitsizliğinde. Bir de bölgeler arası olağanüstü gelir eşitsizlikleri ve işsizlik eşitlikleri var. İşgücü piyasasında 26 bölgemiz var gün. Mardin Şırnak, Siirt vesaire bölgesinde ve birkaç diğer bölgede işsizlik oranı yüzde 30’dur. Batının bazı yerlerinde Manisa, Kastamonu, Bartın yüzde 7-8’dir. Yani uçurumu görebiliyor musunuz? Aslında Türkiye’de bir tane iş gücü piyasası da yok. Aslında çok sayıda iş gücü piyasası var.

Bloomberght

Okumaya devam et

GÜNDEM

Kişisel Enerjinizi Yönetin: Ruhsal Enerji

Yayınlanma:

|

Yazan:

“Her sabah sizi yataktan kaldıran nedeniniz nedir?” Bu soru japonların hayat felsefelerinden biri olan İkigai’nin ana sorusudur. Kişisel enerji yönetiminin son boyutunda nedenleri sorgulayacağımız ruhsal enerji üzerine odaklanacağız. Daha önceki yazılarda fiziksel enerji, duygusal enerji ve zihinsel enerji üzerine odaklanmıştık. Ruhsal enerji ise temelde yaşamımızdaki anlamı bulmamız, anlamlı bir bütünün parçası olarak hissetmemiz anlamına geliyor. Bu da hayatımızda daha çok kendimiz olarak yer almamız ve istediğimiz hayatı yaşamamızla mümkün olur. Ne yazık ki bu soruların üzerine çok fazla düşünmüyoruz. İyi bir liseye gitmek, sonrasında üniversite sınavına hazırlanıp sınavı kazanmak, iyi bir üniversiteden iyi bir dereceyle mezun olmak. İyi bir işe girmek, yöneticimize kendimizi sevdirmek, başarılı olmak, terfi almak. Bu sırada askere gitmek, evlenmek, çocuk sahibi olmak vs derken hep bize çizilmiş bir yolu izliyor gibiyiz. Özellikle 25 yaşından sonra farklı yolları sorgulamaya ve gerçekten istediğimiz hayatın bu hayat olup olmadığını düşünmeye başlarız. Bu noktada çalıştığımız kurumsal şirketleri bırakıp kendi işimizi yapma, egede bir sahil kasabasında kafe açma veya sırt çantamızla dünyayı dolaşma fikirleri gittikçe daha sıcak gelmeye başlar. Tüm bunları ve hayatımızı nasıl tasarlamamız gerektiğini Tedx konuşmamda da paylaşmıştım. Bu yazıda ise ruhsal enerjinin detayında tüm bu soruların farkında olmanın, neyi ne için yaptığımızı ve gelecek hayalimizi bilerek ilerlemenin üzerinde duracağız. Bu sorulara içimize sinen yanıtlar veremezsek bulunduğumuz yere dahil ve bağlı hissedemeyiz. Bu konunun detaylarına girerken İkigai kavramını biraz daha detaylandıracağız ve insanın anlam arayışına değineceğiz.

İkigai:

Kendi yaşam amacımızı, her sabah bizi yataktan kaldıran nedeni bulmak için İkigai felsefesi aşağıdaki dört soruyu yanıtlamamız gerektiğini söyler:

  1. Ne yapmayı seviyorsunuz?
  2. Ne yapmakta iyisiniz?
  3. Dünyanın neye ihtiyacı var?
  4. Ne için size para verirler?

Bu soruların yanıtını eğer bir noktada kesiştirebilirseniz onun sizin ikigai’niz olduğunu söyleyebiliriz. Kendimden örnek verecek olursam. Bir şeyler üretmeyi, insanların hayatlarına pozitif olarak dokunmayı seviyorum. Yazmakta ve sunum yapmakta iyiyim. Dünyanın eğitimli ve öz farkındalığı yüksek bireylere ihtiyacı var. İnsanlar ve kurumlar bilgiye, tecrübeye ve yönlendirilmeye para verirler. Bunların kesişiminde yazarlık, koçluk, mentorluk, konuşmacılık, eğitmenlik ve danışmanlık işlerini buldum ve 2018’den bu yana da bunları yaparak ikigai’mi hayata geçiriyorum. Siz de bu soruları sürekli düşünerek ikigai’nizi bulmak adına adımlar atabilir, daha anlamlı bir hayatın kapılarını aralayabilirsiniz. Peki daha anlamlı bir hayat ne demektir? Biraz da bunun üzerinde duralım.

Anlam Arayışı:

“İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar? Ya çıldırır, ya da öleceğini unutur.” der Nazım Hikmet. İnsanın anlam arayışında ölümün farkında olmak en büyük uyarıcılardan biri. Ben de genellikle kendime şu soruyu sorarım: “Sağlıklı bir şekilde geçirebileceğim kaç Temmuz ayım kaldı?” Bu soruyu kendinize sorduğunuzda alacağınız yanıt sizi mutlu etmeyebilir fakat bu yanıt kalan zamanınızı nasıl geçirmek istediğinize yönelik çok önemli iç görüler içerir. Benim açımdan bu sorunun yanıtı hayatımın kalanında Temmuz ve Ağustos aylarında çalışmama kararı almama kadar gitti. Her ne kadar böyle olsa da geride kalan on ay var. Hep konuşulan iş-özel hayat dengesine ise katılmıyorum. Bence tek bir hayatımız var ve iş de onun çok önemli bir parçası. Bu nedenle kalan on ayda da anlamlı bulduğum işleri yapmalıydım. Kendi ikigai’mizi bulmak bu açıdan çok kıymetli. Anlamlı hayat arayışı insanın kendini bildiği anlardan bu yana üzerinde konuşulan, tartışılan bir konu. Hayat amacı olarak bakarsak ünlü psikologların vardığı sonuçları inceleyebiliriz. Yaptıkları araştırmalar sonrasında Sigmunt Freud insan haz arayışındadır derken, Alfred Adler insanın üstünlük arayışında olduğunu, Victor Frankl ise insanın anlam arayışında olduğunu söylemiştir. İkinci dünya savaşı sırasında nazi kampından sağ olarak kurtulan Frankl, kendisine nasıl kurtulduğu sorulduğunda yazmayı planladığı kitabın umuduyla yaşama tutunduğunu belirtmiş ve şu sözleri söylemiştir: “Tek istediğim, okuyucuya somut bir örnekle hayatın her koşulda, en sefil durumlarda bile anlam ve potansiyele sahip olduğunu göstermekti.” Frankl’a göre bir nedeni olan insan hemen her nasıla dayanabilir. Günlük hayatta da anlam arayışında olan ve bunu bularak işine yansıtan insanları görürüz. Bu yazının yazıldığı sırada Fenerbahçe basketbol takımının koçu olan Sarunas Jasikevicius Zalgiris Kaunas’ın başındayken çok önemli bir maç öncesinde en iyi oyuncularından biri olan Augusto Lima’ya çocuğunun doğumu nedeniyle izin verir ve bu kararı nedeniyle çok eleştirilir. Jasikevicius ise bu eleştirilere basketbolun hayatın anlamı olmadığını ve Augusto Lima’nın şu an hayattaki en önemli anlardan birini yaşadığını söyleyerek yanıt verir. Çoğu zaman yaptığımız işe, çalıştığımız şirkete o kadar odaklanıyoruz ki gerçekten hayatın anlamının ne olduğunu ve ne için yaşadığımızı unutuyoruz. Kişisel enerji yönetiminin bu son boyunda bu soruları düşünmemiz ve öz farkındalığımızı da yükselterek kendimizi bir bütünün parçası olarak hissedebilmemiz gerekiyor.

Gökhan KARA- HBR

Okumaya devam et

GÜNCEL

YÖNETİCİ, SADECE YÖNETENDİR, SAHİP DEĞİL, EMANETÇİ VE VEKİLDİR, HADDİ HUDUTU NE BİLMELİDİR..

Yayınlanma:

|

Yazan:

YÖNETİCİ, SADECE YÖNETENDİR, SAHİP DEĞİL, EMANETÇİ VE VEKİLDİR, HADDİ HUDUTU NE BİLMELİDİR..
  • BANKA,
  • BANKA MÜDÜRÜ,
  • SINIF ATLATMAK,
  • SINIF DÜŞÜRMEK,
  • TERFİ ETMEK,
  • ATILMAK,
  • EMEKLİYE AYRILMAK..
BANKA MÜDÜRLÜĞÜ NEDİR?
Banka Müdürü, görevli olduğu Banka içinde bulunan birimlerin, Personelin, Kaynakların; konulmuş Talimatlar, Yönergeler, Kurallar, İlke ve Yasalar Çerçevesinde;
~ Verimli,
~ Düzenli,
~ Uyumlu,
~ Kurallara Uygun,
~ Güvenli
Bir şekilde çalışmasını sağlayan, Müşteri İlişkilerini Yöneten, aynı zamanda hem personelini hem de işleyişi Kontrol eden, sonuçta yapılanlardan Üst Makamlara hesap veren kişiye verilen mesleki bir Unvandır…
***
Yıllarca Bankalarda çalışmış bir İnsan Evlâdı olarak, yaşadıklarını, gördüklerini, Ekonomi ve İş Dünyasının, Bankacılık Raconunun nasıl işlediğini dili döndüğünce, bildiği kadarıyla kısaca bir anlatmak istedi bu kardeşiniz..
***
Bankacılıkta Şubeler; Başarı Durumlarına, Rakamlara, Rasyolara, Şube İçi Ahlak, Yolsuzluk ve Başarı, Teftiş Hikayelerine göre Sınıflandırılırlar.
***
Bazı Bankalarda;
A, B, C, D, E Sınıfı Şube, Bazı Bankalarda ise;
1’nci, 2’nci, 3’ncü, 4’ncü Sınıf Şube Sıralandırma Usulleri Vardır.
***
Şube Müdürleri; Kapasite, Bilgi, Müşteri Portföyü, Tecrübesi, Geçmiş dönemlerdeki başarıları dikkate alınarak kendisine en uygun Şubeye atanır, bulunduğu süre boyunca devamlı rakamsal ölçümlemeler, sıralamalar, gelişim durumları, İlke, Prensip, Hedefler ve Diğer Şubeler ile ölçülüp mukayese edilir.
***
Başarılı Şubeler Sınıf atlar, Başarısız Şubeler de Sınıf düşer.
***
Müdürler de Asıl Sorumlu oldukları için Ödüllendirilir, Terfi Ettirilir, daha Üst sıralardaki Şubelere atanır..
***
Ya başarısız Şube Müdürleri onlara ne olur? Ya Sınıf düşürülür, Terfi, Maaş zammı alamaz; eğer çok başarısız olmuş, Hatalar ve Yolsuzluklara barışmış, Teftiş Raporları olumsuz ise işten bile çıkartılabilir ve Sicili Bozulabilir.
***
Bu Kişi: Bir CEO, Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Bölüm veya Bölge Müdürü olsa da durum böyledir! Hâttâ Patron için bile durum böyledir. Yönetemezse satmak zorunda kalabilir…
***
Bankalar için de, Ekonomik İşletmeler ve Kurumlar için de bu böyledir, bilinen bir kuraldır…
***
Başarılı olan Ödüllendirilir, Başarısız olan Cezalandırılır;
  • Yapamadım,
  • Kusura Bakmayın,
  • Beceremedim,
  • Olmadı,
Der, kabul eder ve gider İnsanlar.
Kendilerine uygun yeni bir iş ararlar. Üzülürler, ama olacak olan da olur…
***
Bazı Toplumlarda ise; Başarısız olan, hata yaptığı anlaşılan, kusurlu İnsanlar ‘Harakiri’ yaparak, onurlu bir şekilde yaşamlarına son verir. Bu da ayrı bir Kültür Meselesidir…
***
Bildiğiniz üzere Osman Gazi Köprüsü yapılırken, bir halatı kopmuş, Köprü yapımı aksamıştı, Sorumlu İdari Mühendis, Utanıp, “Benim Hatam” diyerek Hayatına Son vermişti.. Bu tabii ki istenilen bir durum değildir ama olmuştur…
***
Şimdi Bu Ülkede Neler Oluyor, Bakıyorum;
  • Anlamıyorum,
  • Birileri Var,
  • Neticede, Performans Ölçümüne Dayalı İş Yapıyorlar,
  • Başkan, CEO, Müdür,
  • Makam Sahibi,
  • Seçimle Gelmişler,
  • Emanetçi İnsanlar,
  • Emanet Edilen Kurumları Sanki Kendi Malı Gibi Görüp,
  • Öyle Zannederek,
  • Kendisini Oraya Seçip, Atayan,
  • Göreve Getiren İnsanlara, Topluma, Yâni, Patronuna;
  • El, Parmak Sallayıp,
  • Ayar Veriyor,
  • Tehdit Ediyor,
  • Korku Salıyor,
  • Teftişe İzin Vermiyor,
  • Kuralları Uygulamıyor,
  • Kendi Kafasına Göre Alıyor, Veriyor,
  • Kâr mı, Zarar mı Ediyor
  • Onu da bilmiyor,
  • Ya da Görmezden Gelip, Çaktırmamaya Çalışıyor,
  • Adam Kayırıyor,
  • Hesap ta Vermek İstemiyor..
Ohh Ne Güzel Dünya..!
***
Ne oluyor Abiciğim Ya hu…!
“Hem Suçlusun,
Hem Güçlüsün..”
Derler ya, anlamıyoruz..?
***
Sen Emanetçisin, Yapamadın mı, Gidersin,
***
Bu Kurumun;
  • Patronu da,
  • Sahibi de Sen Değilsin,
  • Sen Çalışansın,
  • Kısaca, Makam Olarak Bir Abi,
  • Bu Kadar Basit..
  • Makama Saygı Duyarız, Terbiyesizlik Yapmayız. Ama Biz ‘Patron Kim?’ Onu da Çok İyi Biliyoruz.
Patron Biziz ve “Patron Ne Derse O Olur” Abiciğim..
Senin Patronun Kim..? Sen Farkında mısın, Patron Kim..? Bir Bak Bize..!
Patronun Memnun, Mutlu Olması, Kazanması Lâzım.
Bu işler böyledir…
***
Öyle Değil mi Sayın Başkanım..?
  • Bize Öyle Öğretildi,
  • Patrona, Bankanın Sahibine Hep Hesap Verdik Biz.
  • Kurallara, Yasalara, Etik Değerlere Dikkat Ederek Yaptık Mesleğimizi,
  • Biz mi Yanlış Yaptık Yoksa? Anlamadık…?
***
Ata DEMİRER’in bir Filmi vardı, orada diyordu ki;
Eyvah, Eyvah..?
Ne oluyor Abiciğim..?
***
Sevgi ve Dürüstlük ile,
H. Turgut SAYIN – Emekli Banka Müdürü

Okumaya devam et

EKONOMİ

İnşaat ve tekstilde konkordato furyası

Yayınlanma:

|

Yazan:

YÜKSEK faizler, kredi musluklarının kısılması şirketlerin finansmana erişimini önemli ölçüde sınırlandırınca ‘zombi şirketler’in sayısı artmaya başladı. Kemer sıkma politikaları, döviz ve faize hassas sektörlerde kan kaybının daha büyük olmasına neden oldu. Yılın ilk üç ayında 389 inşaat firması konkordato talep ederken, döviz hassasiyeti yüksek 201 tekstil firması da havlu atmak durumunda kaldı.

Son dönemlerde küçülen kâr marjları dolayısıyla ciddi bir sorun yaşayan akaryakıt istasyonları ise konkordato sıralamasında 72 firma ile üçüncü oldu.  SÖZCÜ yazarı, vergi uzmanı Dr. Nedim Türkmen, nakit akışında yaşanan bozulmanın firmaları önemli ölçüde zorladığına işaret etti. Konut kredisi faizlerinin aylık yüzde 5.8’e kadar çıktığını hatırlatan Türkmen, “Bu faizlerle krediyle konut almak imkansız hali gelince elinde konut stoku olan şirketler bile havlu atıyor” dedi.

YÜZDE 85’i BATIYOR

Türkmen, TL kredilerde faizlerin yüzde 67’ye ulaştığına dikkat çekerek döviz geliri olan kuruluşların döviz cinsi ticari kredilere yöneldiğini de vurguladı. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun verilerine göre döviz cinsi ticari kredilerin büyüklüğü 141.6 milyar dolara ulaştı.

Konkordato talep eden şirketin mahkeme kararı ile 29 aylık bir süre kazandığı belirten Türkmen, “Ancak benim tecrübelerime göre maalesef konkordato isteyen şirketlerin sadece yüzde 15’i ticari hayata dönebiliyor. Yüzde 85’i iflas ediyor” ifadelerini kullandı.

319 firma korunma istedi

2020 yılında 419 kuruluş konkordato talebinde bulundu. Nedim Türkmen’in verdiği bilgiye göre 2021’de 451, 2022’de 404, geçen yıl ise 519 firma iflastan korunmak için konkordato talep etti. Krizin firmalar üzerindeki etkilerinin derinden hissedildiği bu yıl ise sadece 4 ayda 319 kuruluş konkordato istedi. Türkmen, yüksek faizler ve kredilerdeki daralma dolayısıyla özellikle küçük ve orta ölçekli firmalar için yaz aylarının zorlu geçeceğine işaret etti. Karşılıksız çek sorununun da giderek önemli bir problem haline geldiğine işaret eden Dr. Nedim Türkmen, “İlk 4 aylık veriler dramatik bir sonun başlangıcını gösteriyor. Karşılıksız çek tutarı mart ayında 5.13 milyar TL iken, bu tutar nisan ayında 11.26 milyar TL’ye çıktı. Karşılıksız çıkan çek adedi bir önceki aya göre 8 bin 270’ten 20 bin 98’e yükseldi yani yüzde 143 arttı” değerlendirmesini yaptı.

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.