Connect with us

EKONOMİ

Yeni ekonomik model: Yeni, ekonomik ve model olmalı

Şu an Türkiye’de mevcut iktidar büyüme modelini iki-üç fiyatın hikâyesine indirgemiş durumdadır. Adil ve etkin bir toplumsal refah için kapsamlı bir modele ihtiyacımız olduğu açık.

Yayınlanma:

|

Bir süredir kamuoyunda Türkiye’nin yeni bir ekonomik büyüme modeline geçtiğine dair bir iddia dile getirilmektedir. Bu iddianın gerçekliğinden ziyade, yani iddia edilen modelin bir Çin modeli olup olmamasından daha çok, Türkiye’nin bir büyüme ve kalkınma modeline ihtiyacı olup olmadığı daha önemli bir konudur. Bu sadece Çin modelini değil diğer büyüme modellerini de (Nordik, Almanya ve Doğu Asya ülke modelleri gibi) analiz etmeyi gerektirir. Bu, tartışmanın içeriğini de zenginleştirilebilir. Çünkü Türkiye’nin maalesef şimdiye kadar stratejik, tutarlı ve sürdürülebilir bir büyüme modeli olmadı.

Türkiye kişi başı geliri anlamında gelişmiş ülkelere (ABD özellikle) en yavaş yakınsayan ülkelerden biridir. 1970 ile 2010 arasında, sadece 14 ülkenin kişi başı geliri ABD’nin kişi başı gelirini yüzde 10 ve üstünde artmıştır, yani bu anlamda ABD’yi yakalamada mesafe alan sadece 14 ülke vardır. Bunun 7’si Avrupa çevre ülkelerinden, biri İsrail ve diğer 6 ülke ise Doğu Asya’dandır. Bu zaman diliminde yoksul ülke konumundan zengin ülke konumuna (ABD’nin yüzde 50’sine sahip) sadece iki ülke geçebilmiştir. Bunlar da Tayvan ve G.Kore’dir.

2000’li yılların başından başlayarak ortalarına kadar Türkiye’de büyüme rakamları azımsanmayacak düzeydeydi. Fakat büyümenin sürdürülebilir dinamiklerle olmaması sonraki dönemin global koşulları ve politik belirsizlikleri tarafından tekrardan geri alınmasına neden oldu. Benzer tecrübeleri diğer ülke örneklerinden de görebiliyoruz.  1960 ve 1970’ler ve hatta 1980’lerin başında Brezilya’da ve Latin Amerika’daki hızlı büyümelerin ne kadar aldatıcı olabildiğini biliyoruz. Brezilya, Asya dışında yüzde 7 ortalama ile yaklaşık 25 yıldan fazla süre büyüyen nadir ülkelerden biriydi. Fakat 1982’deki borç krizi ile birlikte bunu sıfıra yakın büyüme yılları takip etti. Çünkü büyümenin kaynağında ciddi düzeyde borçlanma vardı ve sermaye daha üretken ve rekabetçi yapılara yönelmedi. Arjantin de benzer bir tecrübeye sahip oldu. 1900’ların ilk on yıllarında İtalya’dan yola çıkan bir göçmen New York ve Buenos Aires’e gitmek konusunda tereddüt yaşardı. Fakat Arjantin’in de zamanla geldiği durumu yakından biliyoruz. Sovyetler Birliği, 1930-1970 yıllarında oldukça yüksek büyüme rakamlarına sahipti (yaklaşık yüzde 7 civarında). Fakat bunun da sürdürebilir olmadığını sistem çöktüğünde gördük. Şili de 1980-1990’lı yıllarda bir büyüme trendi yakaladı fakat zamanla üretim potansiyelini kaybettiği gibi, ciddi anlamda eşitsiz bir topluma dönüştü. Bu örnekler, ülkelerin dönemsel makro istikrardan çok, sağlıklı ve güçlü bir kalkınma modeline ihtiyaçları olduğunu göstermektedir. Bunun için diğer ülke modellerine bakmak ve ülke koşullarına uygun olan yöntemleri bulmak ve bunları denemek oldukça önem kazanmaktadır.

Son 50-70 yıl düşünüldüğünde yalnız bazı Doğu Asya ülkeleri belli bir ekonomik ilerleme başarısı elde ettiler. Bunlar Japonya, Tayvan ve Kore’dir. Bu ilerlemenin ardında devletin farklı kapasite ve imkânları ile ortaya çıkan “kalkınmacı devlet modeli” vardır. Yapılan akademik çalışmalar kalkınmacı devlet modelinin üç temel ayağının olduğunu göstermektedir: toprak reformu, sanayi ihracatı ve finansal baskı. Her üç ülke de ciddi anlamda toprak reformu yapmıştır, bu durum daha adil ve eşitlikçi bir zemin sağladı. Sanayi ihracatı ise bu ülkelerin üretim yapısını dönüştürme konusunda kilit rol oynadı. Bu, ülkelerin sanayi politikalarının temel unsuruydu. Teknoloji transferi de temel amaca dönüştü. Bunu sadece yeni fiziksel makine alımı ile sınırlandırmadılar. Bunları lisans anlaşmaları, ters mühendislik veya entelektüel mülkiyet ihlalleri ile kendileri üretmeyi başardılar. Bu yapı içinde devlet başarılı firmaları seçti ve ödüllendirdi (“picking up the winner”). “Kazanını seçmek” sanıldığı gibi kolay bir uygulama değildir. 1980’li yıllarda Özal’la başlayan dönemde ihracat firmaları teşvik edildi ve ödüllendirildi, fakat zamanla ortaya çıkan politik kayırmalar, imtiyazlar ve suistimaller kazananı seçmekten ziyade bir tür politik kayırmaya dönüşmüştü. Dahası, sistem ihracat yapan firmaların zaman içinde teknolojik yenilik yapması ile ilgilenmedi. Bunu anlamak için, Türkiye’de yabancı ortaklarla iş yapan firmaların ne kadar bağımsız, yerli ve ileri teknoloji üretimi yaptıklarına bakmak yeterlidir. Çünkü bu tür ortaklıklarda, teknolojik ilerleme tercihi yerli firmaya bırakıldığında bağımlılık kaçınılmazdır. Öğrenme aşamasında olan, teknoloji ihtiyacı açık olan ve kurumsal kısıtlarla donanmış yapıdaki firmalardan bunu bekleyemezsiniz.  Bu yüzden, bunları devlet kanalı ile yapmak çok daha etkin ve sonuç alıcıdır. G.Kore devleti, örneğin, bu teknoloji bağımsızlığını önemsediği için önce ABD’nin Ford şirketi ile işbirliği yapmayı tercih etti, fakat teknoloji transferi sağlamadıkları için Japonya’ya yöneldiler. Japonlar da daha düşük bir teknolojiye sahip bir motor modeli önerdiklerinde İtalya’ya yöneldiler. Buradan Hyundai çıktı.

Kalkınmacı devletin görünen diğer bir özelliği finansal baskının varlığıdır. Her şeyden önce genel olarak faizler düşük tutuldu. Böylece, kalkınma stratejisinin odağındaki sektörler ucuz şekilde finanse edildiği gibi, faiz geliri üzerinden rantçı bir sınıfın oluşumu da engellendi. Döviz kuru da genelde değerin altında tutuldu, bu da ihracat ürünlerinin rekabetçi kalmasına katkıda bulundu. Bunların yanında, sermaye kontrolleri diğer bir finansal kontrol alanı oldu. Bu da ülkeleri spekülatif finansal akımların tahrip edici etkisinden korudu. Dahası, şirketlerin ve zengin bireylerin ulusal gelirden elde ettikleri kazançları içerde tutmaya ve yeniden ülkenin iç yatırımına dönülmesini sağladı. Farklı versiyonları ile Japonya, G.Kore ve Tayvan bu temel prensipleri büyük ciddiyetle gerçekleştirdi. Fakat bunu daha az ciddiyetle yapan ülkelerde, örneğin Tayland, Malezya ve Filipinler, bu başarı sağlanamadı. Bu da karşılarında daha fazla IMF ve Dünya Bankası bulmalarına neden oldu. Dolayısıyla, bu kurumların daha esnek döviz kuru, daha açık bir sermaye akımı ve daha fazla özelleştirme taleplerine açık hale geldiler. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Benzer talep ve yönlendirmelerle Türkiye 1990’lı yıllardan itibaren sermaye akımları ve finansal deregülasyon uygulamaları ile krizlere daha açık hale geldi. Fakat ilk üç ülke bu ısrarlı taleplere uymamalarına rağmen, dünyanın en hızlı büyüyen ülkeleri oldukları gibi kurumsal anlamda da bunu sürdürebilecek bir kapasite edindiler.

Aslında bu üç ülkenin kalkınmacı devlet modelinin kökenlerine bakıldığında, bunun ardında ABD’nin olduğu görülür.  Dönemin ABD hazine bakanı Alexander Hamilton (1757-1804) bağımsızlığını kazanan ülkesinin sanayileşmesini sağlamak için korumacı dış ticaret politikalarına başvurdu. Bu anlayış daha sonra uzun süre ABD’de yaşamış olan Friedrich List (1789-1846) tarafından Almanya’ya taşındı. Bismarck Almanyası, List’in programını ülkeye adapte etti ve belli bir plan içinde kalkınma stratejisi izlendi.  Zincirleme bir şekilde, Japonya’nın da ilk modernleşme çabası 1870’lerden itibaren Almanya modelinden esinlenmiştir. Bu uygulama da Japonya’dan kendi kolonileri olan Kore ve Tayvan’a aktarıldı.  Çin de bu kalkınma stratejilerini Doğu Asya komşularından öğrendi. Çin bu ülkelere baktığında kendi geri kalmışlığını gördü. Çin’i değişime zorlayan büyük oranda, Sosyalist ülkelerin içine girdikleri derin durağanlık (50 yıla yakın bir sürede ne teknoloji düzeyinde ne de ürün çeşitliliğinde bir değişim oldu), Sovyet Birliği’nin travmatik yıkılışı ve ülkede sosyal olayların yaygınlık kazanması oldu. Birinci öncelik ekonomi oldu. Hatta Deng’in ifadesi şöyleydi: “kalkınma tek demir kanundur”.

Çin’in 1980’lerden bu yana başlayan kalkınma stratejisini komşularından farklı yapan noktalar vardır. Bunlardan biri, kalkınmanın temel aktörlerinin devlet şirketleri olmasıdır. Diğer üç ülkede şirketler büyük oranda özel sektöründü. Çin, 1980 ve 1990’larda aslında ciddi anlamda özelleştirme yapmasına rağmen, hala uzak ara en büyük devlet payına sahip Asya ekonomisidir. Bu yanıyla, Çinli yetkililer sadece düzenleme kurumları ile değil, bizzat direkt kontrol ettikleri kurumları düzenlediler.  Çin’in diğer bir farkı, yabancı direkt yatırımların (YDY) kullanımında ortaya çıkar. YDY’ların ne Japonya ne G.Kore ne de Tayvan ekonomileri üzerinde Çin’dekine benzer önemde bir etkisi oldu. Çin’de tam tersine çok kritik bir rol oynadılar. Yabancı şirketleri ülkeye çekebilmek için özel ekonomik bölgeler kuruldu. Bu, özel bölgelere ciddi anlamda ihracat yapmak isteyen yerli ve özellikle yabancı şirketleri çekti. Bu yüzden, bugün bile Çin’in yüksek teknoloji ihracatının önemli bir kısmı yabancı şirketler tarafında gerçekleştirilir. Çin ihracatının yaklaşık yüzde 50’si, yüzde 100’ü yabancı olan firmalar tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden, Çin yetkililerinin ekonomide yeni bir aşama olarak gördükleri kritik problem bu durumu yerli firmalar lehine gelişmesini sağlamaktır.

Çin’de kaynak dağılımı büyük oranda direkt devlet mülkiyetinin sunduğu imkânlarla gerçekleşirken, bu, örneğin Japonya’da daha regülatif kanallarla gelişti. Çin özel sektöre zamanla alan açtı ve sonunda özel sektör kaynak dağılımında daha baskın bir rol oynamaya başladı.  Çinli yetkililer Japonya’nın keiretsu veya G.Kore’nin chaebol gibi şirket yapılanmalarından farklı yöntemlere başvurdular, yani ülkenin koşullarına uygun daha etkin yöntemler aradılar. Keiretsu iç-içe geçen çapraz ortaklıklar içeren bir şirketler ağının ortasında bir bankanın olduğu yapılanmalardı. G.Kore’deki chaebol da keiretsu gibi ilgili firmalar arasında çapraz mülkiyet ilişkileri vardır. Fakat Japonya’nın tersine banka sahipliği yasaklanmıştır. Böylece, devlet kontrolünde olan bankalar ile firmaları finansman kanalı ile yönlendirmek mümkün hale geldi. Bu tür yapılanmalarla bu iki devlet, şirketlerine uzun dönemli planlama ve yatırım imkânı sağladı ve böylece kısa dönem dalgalanmalarının minimize edilmesi sağlandı. Fakat Çin’de aile şirketleri 1950’li yıllarda yasaklandığı için doğal olarak devlet şirketleri üzerinden üretimi örgütlemeye yöneldi. Bu yüzden de 1990’lardan itibaren çok sayıda sektörde devlet sahipli firmalar ortaya çıkmaya başladı. Temel felsefe, “büyüğü yakala küçüğü bırak” şeklindeydi. Bu anlayışın temel amacı, küçük kamu şirketleri kapatmak veya özelleştirmek ve büyük olanların gücünü daha da artırmaktı. Finansmanlarını da kamu bankaları üstlendi. Bunun üç etkisi oldu, devlet şirketleri sayısı ciddi oranda düştü (birleşme, özelleştirme ve iflas yoluyla), kamu istihdamı düştü ve şirketlerin finansal performansı arttı. Şu an devlet şirketleri bazı sektörlerde tamamen egemen olmasına rağmen, hizmet sektöründe üretimin devlet ve devlet olmayan şirketler arasında eşit dağıldığı görülüyor. Tüm bunları ağırlıklandırdığımızda devletin ekonomideki payı yaklaşık yüzde 35 düzeyindedir.

Fakat burada kritik sorun Çin’de mevcut devlet şirketlerinin sektörde tekel olup olmadığıdır. Belli sektörler hariç (tütün, tuz ve demiryolu gibi) sanıldığının aksine bir tekelleşme söz konusu değildir. Tekelleşmeyi önlemek için aynı sektörde çok sayıda devlet şirketi kuruldu. Bu uygulama ile 1990’lı yıllarda çok sayıda sektörde yarışan şirketler ortaya çıktı. Devlet firmaları arasında rekabet hükümet müdahaleleri ile şirket yöneticilerinin rotasyonu ile sağlandı. Çin’in aslında bize gösterdiği bir şey, sosyalist bir yapıdan piyasa ekonomisine geçerken, bunu Rusya ve diğer geçiş ekonomilerinde olduğu gibi büyük ve yaygın özelleştirmelerle yapmak zorunda olmadığıdır. Kendi yöntemini kendi geliştirdi. Rusya’da olduğu gibi şirketlerin devletten özel tekellere (oligarklara) geçmesi gibi bir süreç yaşanmadı.  Benzer şekilde, yapısına uygun olarak Japonya ve G.Kore’den farklı olarak devlet şirketleri üzerinden bir üretim örgütlenmesine gitti.

Diğer bir önemli bir nokta, Çin aslında, başından beri, sanıldığı gibi çok merkezi bir sisteme sahip değildi. 1979’a kadar Çin, Rusya’ya göre daha az merkezi bir ekonomiydi. Çin’de yerel otoriteler daha belirleyiciydi. Fabrikaların önemli bir kısmı Çin’de yerel idari birimler tarafından belirlenirken, neredeyse tamamı Moskova’dan yönetiliyordu. Ölçek olarak da Rusya’da firmalar oldukça büyüktü. Çin’in daha az merkezi olmasının kaynağında devasa coğrafyasının ve nüfusun etkisi olduğu gibi, Mao Zedong’ın da bilinçli bir politikasıydı. Dahası, bu yapı aynı zamanda Çin’e deneysel olma imkânı da verdi.  Yani Çin genel olarak bir uygulamayı bir bölgede yapıp sonuçlarına göre diğer bölgelere yayma stratejisi izledi. Bu yönüyle, Çin’in merkezi olarak görünen yapısı aslında dinamik ve merkezi olmayan bir yapıdır. Rusya gibi merkezi yapıların çok kısa sürede hantallaştığı ve durağanlaştığı bilindiğinden bunun önemli bir özellik olduğu açık. Bu anlamda, Çin’in endüstrileşme çabasını sadece piyasa yanlı reformlar olarak görmek veya sadece yukarıdan aşağı bir kalkınma stratejisi olarak görmek eksik olur. Her ikisi de söz konusudur.  Bu yanıyla, endüstrileşme Çin karakteristiği taşır, diğer Asya ülkelerine benzemediği gibi, piyasalara büyük alan açan sosyalizm sonrası geçiş ekonomilerine de benzemez.

Türkiye’de mevcut iktidar, Çin modelini neredeyse döviz kuru politikasına indirgemek niyetindedir. Fakat sadece döviz kuru politikasına bakılsa bile sorunun nasıl yanlış anlaşıldığı görülür. Çünkü Çin döviz kurunu çok sistematik bir biçimde farklı periyotlarda farklı amaçlar için kullanmıştır. Örneğin, 1979-1994 arasında ihracatını rekabetçi kılmak için değer kaybına müsaade etti; 1994-2005 arası yabancı yatırımcılar için döviz kurunun istikralı olması için parasını dolara sabitledi; 2005-2015 arası ABD’den Çin’in ucuz döviz kuru politikasına dönük artan baskılar sonucu parasının dolara karşı dalgalanmasına bıraktı;  2015’den sonra piyasadaki değerini daha doğru bulması ve renminbinin rezerv para olması yönündeki hedef doğrultusunda renminbinin günlük belirli bir bant içinde dalgalanmasına imkân verdi. Çin’le kıyaslandığında Türkiye’nin hiçbir zaman böyle bir stratejisi olmadı.  Bildiğimiz gibi, 2000’li yıllardan itibaren belirli döneme kadar değerli bir kur ve ondan sonra da değerini fazlasıyla kaybeden bir dönem söz konusu oldu. Açık ve gelişmekte olan ülkelerde döviz kuru önemli bir değişkendir. Değerinin istenilen amaç doğrultusunda yönlendirilmesi gerekir. Döviz kuru üzerinde kontrol kaybının yarattığı sorunları 1997 Asya krizini yaşayan ülkeler çok net şekilde tecrübe ettiler. Bu yüzden, bu tarihten itibaren döviz kurunun kontrol etmek için rezerv biriktirmeye dönük bir stratejiye yöneldiler.

SONUÇLAR VE POLİTİKA ÖNERİLERİ

Ülkelerin kalkınma tecrübelerinde stratejik farklılıklar görülse de başarılarını belirleyen temel unsurun “esnek planlama” olduğu görülür. Bunu sadece Çin örneği üzerinden değil, ABD, Almanya, İtalya, İsrail veya Doğu Asya ülkelerine bakarak da görmek mümkündür.  Aşırı merkezci ve esnek olmayan üretim yapılarına sahip ülkeler üretken olmayan hantal yapılar üretirken, büyük oranda planlama içermeyen ve piyasanın baskın olduğu ülkelerde ise sürdürülemeyen büyüme performansları ortaya çıkmaktadır. Son dönemlerde, borca dayalı ve belirli bir planlama içermeyen büyüme stratejileri izleyen ülkelerin (ABD, İngiltere, Yunanistan veya İspanya gibi) artan finansallaşma ile birlikte krizlere kolayca savrulduklarını görüyoruz.

Çin örneğinde mülkiyet yapısının niteliğinin dahi verimli bir üretim yapısının oluşmasına engel oluşturmadığını görüyoruz. Kamu mülkiyeti altında ihracat hedeflemesi yapan bir ülke pekâlâ önemli kalkınma hedeflerini sağlayabildi. Belirli ölçüye kadar hem iç rekabet hem de dış rekabet aynı anda sağlandı. Başarılı bir kalkınma patikasına giren ülkeler ihracatın fiyat rekabeti ve teknoloji konusunda sağladığı disiplinize edici etkiden faydalandılar. Burada sorulması gereken soru, neden belirli dönemlerde dış ticarete ağırlık veren ülkeler (Malezya veya Türkiye gibi) benzer başarılar elde edemediler?  Bunun bence en önemli sebebi, başarılı Doğu Asya örneklerinin hepsinde gördüğümüzün tersine, iktisadi hedef belirlendikten bürokrasinin yeterince liyakatli ve otonom olmaması, politik müdahalelere ve çıkar gruplarına açık hale gelmesidir.

Ülke tecrübelerinden gördüğümüz diğer bir sonuç, hiçbir büyüme stratejisinin sihrinin sonsuza kadar sürmediği ve dolaysıyla revize edilmesi gerektiğidir. Her sistem kendi içinde hem başarı imkânları hem de başarısızlık unsurları barındırır. İzlenen modelin sonuçlarını takip etmek ve çıkış stratejilerini belirlemek gerekir. Çin’de aşamalar halinde izlenen stratejilerden yukarıda bahsettim. Benzer şekilde, 1970’lerde Japonya dünyanın en verimli çelik üreticisi, dünyanın en büyük çelik fabrikalarına ve dünyanın endüstriyel robotlarının yarısına sahipti. Fakat bugün aynı Japonya yok, 20 yılı aşkın bir süredir ciddi bir durgunluk içindedir. Benzer olarak, ithal ikameci yöntem 1950’lerde Latin Amerika’da başladı ve bu dünyanın diğer ülkelerine yayıldı. Belirli bir düzeye kadar ülkelerin yerli üretim potansiyelini artırsa da zamanla etkin olmayan ve uluslararası rekabete açık olmayan yapılara evrildiler. Son yıllarda, Hindistan’ın da Çin gibi, aşamalı stratejinin önemini fark ettiği görüyoruz. Bu yüzden, Hindistan hükümeti 2014 yılında “Make in India” adlı projesini uygulamaya soktu. Bu proje ile ülkenin düşük olan sanayi üretimini ve yetersiz olan ihracat düzeyini artırmak için kapsamlı bir program yürütülmektedir.

Diğer bir sonuç, kalkınmacı devlet modeline bakıldığında genelde otoriter yapılarda başarılı olduğunu görüyoruz. Fakat kalkınmacı devlet genel anlamda otoriter bir devleti çağrıştırsa da ülke tecrübelerinin de gösterdiği gibi, bunun ekonomik başarı için ne gerekli ne yeterli olduğunu söylemek gerekir. Kalkınma devlet tarafından koordine edilen çok-düzeyli, çok-bileşenli bir yapıdır. Ülke kaynaklarının belirli bir sosyal amaca göre yönlendirilmesi devletin ve piyasanın işbirliği halinde çalışmasına bağlıdır. Bu anlamda, Batı ülkelerinde de görüldüğü gibi bir müdahaleci devlet anlayışı hep var oldu. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletin desteklediği ve yön verdiği sanayi politikalarının daha etkili ve yaygın etkisi Batı Almanya’da, Fransa ve İtalya’da çok net görüldü. Bu hamlelerle İtalya, kişi başına gelirde piyasaya daha fazla alan açan İngiltere’yi yakaladı. İsrail örneğine, devletin insan sermayesi ve teknoloji müdahalelerine, daha dikkatli bakmak gerekir.

Fakat kalkınmacı devlet, “müdahaleci devlet” anlayışını aşan, ülke ekonomisi için hedefler koyan ve yönlendirme içeren bir yaklaşımdır. Bunun için devletin otonom ve liyakat üzerine kurulu bir bürokratik yapıya sahip olması gerekir. Yani piyasayı, rekabeti ve değişimi yöneterek hatta dönem dönem “yanlış fiyat”larla bunu yapmak gerekebilir. Zamanla ortaya çıkan yüksek büyüme oranları bu tür yapılara daha fazla meşruiyet kazandırır, bu da kalkınmanın ihtiyaç duyduğu uzun zaman perspektifine kazanmasını kolaylaştırır. Bu anlayışı, bilgi ekonomisinin egemenlik kazandığı günümüzde yeniden tasarlamak, “teşebbüsçü devlet” yaklaşımı ile de ilişkilendirerek yeniden düşünmek gerekir.  Çünkü kalkınmacı devlet basit bir sanayi takıntısı değildir, tam tersi üretken ve kolektif bir refah arayışıdır.

Son olarak, kalkınmanın paylaşımcı bir niteliğe nasıl kavuşması gerektiği sorusu üzerinde fazlasıyla düşünmemiz gerektiğini belirtmek isterim. Bu modellerin hepsi (Doğu Asya modelleri) büyük oranda emeğin baskılanması üzerine kurulu ihracata dönük büyüme modelleridir. Kalkınmanın ilk dönemlerinde emeğin baskılandığını ve sendikal hakların gerilediğini biliyoruz. Bu modellerin odağında büyük oranda “şirket” vardır. Bu yaklaşım, bir nesli araçsallaştırarak sonraki nesilleri refaha kavuşturmayı amaçlar. Fakat bizler benzer metotlar izlemek zorunda değiliz. Bunun için daha adil ve etkin olan diğer modellerden de faydalanabilir, gelir dağılımını iyileştirme konusunda yaptıkları ile Nordik modellerine bakabiliriz. Fakat bunun da yeterli olmadığını, üretim aşamasında ortaya çıkan eşitsizlikleri azaltan emniyet mekanizmalarının kurulması gerektiğini de düşünüyorum. Emeği daha adil ve etkin bir şekilde sisteme dâhil edilebiliriz. Böylece, sermaye birikiminden sadece belli bir kesimin yararlanması önlenebilir. Daha önce de ifade ettiğim gibi, farklı mülkiyet yapıları, kooperatifler, emekçilerin üretim aşmalarında daha fazla söz sahibi olmaları ve kamu-özel ortaklıkları gibi çok sayıda yöntem denenebilir.

Şu an Türkiye’de mevcut iktidar büyüme modelini iki-üç fiyatın hikâyesine indirgemiş durumdadır. Mesele cari fazla vermek de değildir. G.Kore yıllarca cari açık verdi, fakat her aşamasını yerli üretim potansiyelini artıracak şekilde yönetti. Bizde ise her şey kendimizi bulduğumuz bir “durum”, hedef değildir. Bu yüzden, üzerinde daha fazla düşünerek ve planlayarak, başka ülkelerin tecrübelerinden faydalanarak adil ve etkin bir toplumsal refah için kapsamlı bir modele ihtiyacımız olduğu açık. Neoklasik ve liberal büyüme modellerinde ihmal edilen devletin organizasyon kapasitesinden faydalanabiliriz. Dolayısıyla, iktidarın bu haliyle ilan ettiği yeni ekonomik model ne yeni (özgün) ne ekonomik (rasyonel) ne de modeldir (iyi tasarlanmış).

Ensar YILMAZ – Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü -DUVAR

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

Mahfi Eğilmez’den kur yorumu: Dolar 25 TL’ye gerileyebilir

Yayınlanma:

|

Yazan:

Garanti BBVA, “İhracatta Sürdürülebilir Gelecek” buluşmaları kapsamında Adana’da gerçekleştirilen toplantıda ekonomi sunumu yapan eski Hazine Müsteşarı ve Ekonomist Dr. Mahfi Eğilmez, ekonomiye dair önemli tespitlerde bulundu. İhracatçının kurda artış beklediğini ancak beklenen kur artışının yaşanma ihtimalinin oldukça zayıf olduğunu söyleyen Mahfi Eğilmez, “Enflasyon şuanda yüzde 70 olan seviyelerden yüzde 45’lere gerileyecekse kur buradan yukarı gitmeyecektir.

Eğer Merkez Bankası, faizi biraz daha artırırsa dolar kuru 25’lere kadar gerileyebilir, buna hazır olmamızda fayda var. Kurun yukarı gitmesini hükümette zaten istemez. Kur yukarı gidince GSYH’miz düşüyor. Bu da Türkiye’yi uluslararası sıralamalarda 17.’likten 21.’liğe geriletiyor. Şu anki kur doğru bir kur mu? Olmayabilir. Ama göstergelere baktığımız zaman kur çok artacak gibi görünmüyor. Zaten son aylarda ve haftalarda gerilemeye başladı” ifadelerini kullandı.

“Enflasyonda baz etkisi ile düşecek”

Enflasyonda baz etkisi ile düşüş olacağına dikkat çeken Eğilmez, şunlarcek söyledi; “Önümüzdeki temmuz, ağustos ve eylül aylarında geçen yıl enflasyonu 22 puan çıkacak, yerine 10 puan gelecek, enflasyonda 12-13 puan ani bir düşüş olacak biz buna baz etkisi diyoruz. Yabancılar da bunu görüyor, bunu gördükleri için CDS düşüyor, rating notu artıyor. Faiz yüksek, getirisi de yüksekse gelir yabancı.

Yeter ki parasını kurtaracağına emin olsun ki şu anda biraz öyleler. Şimşek, ekibinin uygulamaları devam ettiği sürece, bu iş devam eder. Esas olan sıcak paradan ziyade yapısal reformları hayat geçirip, kalıcı yatırımları çekebilmek, kendi yatırımcıların yatırım yapmasını sağlamak gerek. Bu konuda daha çok yolumuz var. Yapısal reformlarda ilk atılması gereken adım hukuk reformları ve eğitimin kalitesinin artırılması olarak görüyorum.”

Neden batmıyoruz?

Bütün bunlara rağmen biz nasıl oluyor da batmıyoruz sorusuna yanıt veren Dr. Mahfi Eğilmez, “Türkiye’de inanılmaz bir yastık altı varlık var. Dünya altın konseyinin tespitine göre Türkiye’de yastık altında 3.800 ton altın var. Anadolu’da kadınların kollarında boyunlarında mobil banka gibi geziyorlar. ‘Verin ekonomiye kazandıralım’ diyoruz vermiyorlar asla vermezler. Buradan ümidi kestik.

Bu bizim batışa girmemizi engelleyen önemli sebeplerden birisi. Ayrıca yastık altında, yurtdışı banka kasalarında 100-150 milyar dolar dövizi var. Mesela iş adamlarının Cayman adalarında yurt dışından gizli parası var. Şirketler yurt dışında dövizini götürüyor parasını götürdüğü bankadan borç almış gibi almış gibi gösteriyor. Niye sermaye olarak getirmiyor, sermaye olarak getirişe geri götüremez. Batmayı önleyen en önemli unsurlardan biri bu yastık altındaki altın ve döviz rezervleri” dedi.

“Türkiye’de orta sınıfı kaybettik”

Türkiye ekonomisinin benzer ülkelerle kıyaslamasını yapan Mahfi Eğilmez, Rusya, Hindistan, Endonezya ve Arjantin’in ekonomik göstergelerini karşılaştırdı. Bu grubun en orijinal ülkesinin Türkiye, olduğunu söyleyen Eğilmez, “Sadece bu grubun değil dünyanın en orijinal ülkesi Türkiye. Dünyada 3 çeşit ülke var. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve Arjantin ile Türkiye. Ülkede gelir dağılımı ciddi şekilde bozuldu. Bizim sosyal dayanışmamız bozan en önemli sorunlarımızdan biri gelir dağılımımızın bozulmuş olması.

Elimizdeki en son veri 2022 verisi. Buna göre GSYH 906 milyar dolar olarak gerçekleşmiş. Bu rakamın 451 milyar dolarını nüfusunun en yüksek yüzde 20’sini alan 17 milyon kişi paylaşıyor. Yani 17 milyon kişi bir yılda üretilen milli gelirin yarısını alıyor. En düşük yüzde 20 ise sadece 50 milyar dolar alıyor. Dolayısıyla inanılmaz bir gelir dağılımı bozukluğu ortaya çıktı, orta sınıfı kaybettik en ciddi sorunlardan biri maalesef bu” diye konuştu.

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

Şimşek, “Piyasadan döviz almasaydık dolar/TL 30’un altına düşebilirdi”

Yayınlanma:

|

Yazan:

TRT Haber’e konuk olan Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ekonomi gündemine ve enflasyon görümüne ilişkin açıklamalarda bulunuyor.

Mehmet Şimşek’in açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:

“Program gerçekten çalışıyor. İç talepte bir yumuşama var, net ihracatın etkisi olumluya dönmeye başladı, büyümede bir dengelenme var.

Türkiye’nin dış açığında neredeyse yarı yarıya bir düşüş var, önemli dengesizliklerden biri bu sayede giderilmiş oldu.

FON AKIŞI HIZLANDI

Fon akışında bizim öngördüğümüzden çok daha büyük bir artış var. Yerel seçimlerden sonra yurt dışından ciddi fon akışı var.

Türkiye’nin risk primi, gelişmekte olan ülkelere göre çok muazzam bir performans gösterdi. Risk primimiz geçen sene mayısta 700 baz puandayken bugünlerde 270 bp altında.

Türkiye’nin kredi notu pozitif. Bu da çalışmalarımızın sonuç verdiğini gösteriyor. Programın çalıştığı ortaya çıktıkça Türkiye’ye talep artıyor.

YAPISAL DÖNÜŞÜM DEVAM EDECEK

Programı güçlendirdikçe çok daha iyi sonuçlar alacağız; tasarruf paketi bunun bir ayağı, daha bir çok programı güçlendirecek adımlar atacağız, bir kısmı kamu maliyesi alanında, bir kısmı yapısal dönüşüm alanında olacak.

VERGİ ARTIŞI OLMAYACAK

Geçen yıl büyük bir bütçe açığı ile karşı karşıyaydık. Bankacılık sektörü içerden bunu finanse etmekte zorlanabilirdi.

Bu nedenlerle aldığımız tedbirlerin bir kısmı enflsayonistti. KDV’yi artırdık, akaryakıtta ÖTV’yi artırdık. Kuru serbest bırakınca enflasyonist etki oluştu. Deprem, kur etkisi, vergi etkisi, beklentileri bir arada düşününce enflasyon yükselişe geçti.

Bu sene geçen sene gibi vergi artışı olmayacak. KDV’de herhangi bir artış öngörmüyoruz.

“DÖVİZ ALMASAYDIK DOLAR 30’UN ALTINA DÜZERDİ

Piyasadan döviz almasaydık dolar/TL 30’un altına, 20’li rakamlara düşebilirdi. Biz rezerv biriktiriyoruz, rezerv pozisyonumuzu güçlendirmemiz lazım.

KİRA SINIRLAMASI DEVAM EDECEK Mİ?

Yüzde 25 kira artış sınırının devam etmemesi gerektiğini düşünüyorum. Devam etmesi için bir sebep görmüyorum, etmesi yönünde yapılan bir çalışma da yok.

Büyük ihtimalle devam etmez diye düşünüyorum. Piyasada fiyatlara müdahale edilmemesi gerektiğine inanıyorum.

“ENFLASYON 12 AY İÇİNDE YÜZDE 30’UN ALTINA DÜŞECEK”

Yaz aylarında sadece baz etkisiyle değil, sadece kur destekleyici olduğu için değil, şartlar daha elverişli olduğu için değil; para, maliye ve gelirler politikası daha sıkı olduğu için enflasyonun düşmemesi mümkün değil.

Enflasyonu düşürmekte kararlıyız; bu sene bir yere düşürdükten sonra geri çekilmeyeceğiz, tek haneye düşürmek için ne gerekiyorsa yapacağız.

Enflasyon düştükte bu ülke sürdürülebilir bir büyüme patikasına girecek. Önümüzdeki 12 ay içinde enflasyon çok büyük ihtimalle 30’un altına düşecek.

“TL’DE AŞIRI DEĞERLENMEYECEK”

Bizim bir kur hedefimiz yok. Her şeyin piyasada belirlendiği bir döneme doğru evriliyoruz; Şu anda kura herhangi bir müdahale yok ama Merkez Bankası döviz biriktiriyor.

İhracatçılara her türlü desteği vermeye devam edeceğiz. TL’de aşırı bir değerlenmeyi de öngörmüyoruz.

Aşırı oynaklılara zemin hazırlamak istemedik. Önümüzdeki dönemde değerlendireceğiz, başlangıçta tek yönlü olmak üzere, bir yıl sonrasını önceliklendirerek bir adım atacağız. O konuyu biraz çalıştık.”

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

Mahfi Eğilmez cevapladı: Vatandaş niçin döviz satışına başladı

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yerel seçimlerden sonra döviz kurlarında sabitleşme eğilimi oluşunca döviz bozdurma eğilimi hızlandı. Son haftalarda yabancı para mevduatındaki (soldaki grafik) ve Türk Lirası mevduatındaki (sağdaki grafik) eğilim şöyle (grafikler BDDK günlük bültenden alındı):

Görüleceği gibi yabancı para mevduat gerilerken TL mevduat yükseliyor. İnsanlar ellerindeki, banka mevduat hesaplarındaki dövizlerini bozdurup TL mevduat hesabı açıyorlar. Bunun iki nedeni var: (1) Bankalar döviz mevduatına faiz vermiyor. (2)  USD/TL kuru son zamanlarda sabitleşme eğilimi gösteriyor ve yakın gelecekte kurun gerileyeceği tahmin ediliyor.

 Bu durumu bir tablo eşliğinde anlatalım. Burada dolardan TL’ye çevrilen paranın üç ay süreyle (yıllık yüzde 50 üzerinden) üç ay süreyle yüzde 12,5 net faizle hesapta kalmasını örnek aldım.

Bankada sıfır ya da sıfıra yakın faizle 100.000 dolar mevduatı bulunan bir kişi bu parasını bugünkü 32,20 USD/TL kurundan TL’ye çevirdiğinde 3.220.000 TL’si olur. Bunu bankaya üç aylık TL mevduat olarak yatırdığında (yıllık yüzde 50, üç aylık yüzde 12,5 vergi sonrası net faiz hesabıyla) üç aylık vade sonunda eline anapara + faiz olarak 3.622.500 TL geçer.

Eğer bu dönem sonunda USD/TL kuru değişmeden kalmışsa bu parayı tekrar dolara çevirdiğinde (3.622.500 / 32,20 =) 112.500 doları olur. Aynı miktarı dövize dayalı bir yatırım fonuna yatırmış olsaydı üç ay sonunda (üç aylık ortalama yüzde 1,25 net getiri hesabıyla) 101.250 doları olacaktı. Bu durumda bu kişi parasını TL’ye çevirip mevduat yaparak fonda tutmaya göre (112.500 – 101.250 =) 11.250 dolar daha fazla kazanç sağlamış olur.

Buna karşılık bu dönem sonunda USD/TL kuru 35,80’e yükselmişse anapara + faiz toplamı 101.187 dolara gerilemiş olursa parayı dolar fonunda tutmaya göre oluşan avantaj ortadan kalkmış olur ve parasını mevduata yatırmakla fonda tutmaya göre 63 dolar zararlı çıkar.

Benzer işlemleri yurt dışından dolarla borçlanıp yapanlar da var. Buna carry trade deniyor. Carry trade; bir yerden düşük faizle kredi alıp başka yerde yüksek faizle borç vererek aradaki faiz farkından yararlanma işlemidir. Bunu da bir örnekle açıklayalım.

Bir Amerikan fon şirketinin ABD’deki bankasından yüzde 5 yıllık faizle 1.000.000 dolar çekip Türkiye’ye getirdiğini, 32,20 kuru ile bozdurup 32.220.000 TL aldığını varsayalım. Bu fon şirketinin bu parayı aynı gün (üç aylık yüzde 12,5 net faiz hesabıyla) üç ay vadeli olarak bankaya yatırdığını varsayalım. Tablo şöyle olacaktır:

Bu şirket üç aylık vade sonunda bankadan anapara + faiz olarak (32.200.000 x 1,125 =) 36.225.000 TL alacaktır.

Eğer bu üç ay sonunda kur değişmeden 32,20 olarak kalmışsa bu şirketin anapara + faiz toplamı (36.225.000 / 32,20 =)  1.125.000 USD, buna göre kazancı (ABD bankasından aldığı anapara + faiz olan 1.015.000 dolar düşüldüğünde) 110.000 dolara denk gelecektir.

Buna karşılık bu üç ay sonunda kur 35,69’a yükselmişse bu fon şirketi aynı hesapla gidersek 10 dolar zarar etmiş olacaktır.

Doları, TL’ye çevirerek TL mevduata yatırıp yüksek faizden yararlanarak dolar kazancı elde etmenin iki koşulu var: (1) TL mevduat faizinin yüksek olması. (2) Kurun üç aylık süre sonunda 35,70’i aşmaması.

Son dönemde dövizdeki çözülme ve TL mevduattaki artış burada anlattığım şekilde yapılan işlemler nedeniyle oluyor. Böylece kur sabit kalıyor hatta geriliyor. Bu gelişimin ilk olumlu görüntüsü dolarizasyon oranındaki gerileme olarak karşımıza çıkıyor. Bu dövizler bankalara oradan da Merkez Bankası’na geldiği için rezervleri arttırma gibi olumlu bir görünüm de yaratıyor. Kurun düşük kalması dolar cinsinden hesaplanan GSYH’nin ve kişi başına gelirin yüksek görünmesini sağladığı için sanal bir iyileşme sergiliyor. Öte yandan kurun düşük kalması üretiminin önemli bölümü ithalata bağlı olan ekonominin ithal girdi maliyetlerinin düşmesine ve dolayısıyla maliyet enflasyonunun frenlenmesine yol açıyor. Buna karşılık bu işlemlerin ciddi riskleri var: (1) Kurun sabit kalması ya da gerilemesi Türk Lirasının aşırı değerli hale gelmesine yol açarak ihracatı sıkıntıya sokarken ithalatı teşvik edici etki yaratıyor. Bunun etkilerini önümüzdeki dönemde yaşayacağız. Merkez Bankası bu durumu önlemek için bu kez döviz satın almaya yöneliyor. (2) Şirketler, dövizle borçlanıp bu işlemi yapmak için döviz pozisyonu açma (açık pozisyon) yolunu seçiyorlar. Ki bunun yarattığı sorunlar Türkiye’yi 2001 krizine getirmişti. (3) Ülke, yeniden sıcak para cenneti haline geliyor. Kurda biraz hızlı yukarı yönlü hareket olması halinde bu akım hızla tersine dönebilir ve bu kez kur hızla yükselir ve döviz sıkıntısı yaşanabilir.

2021 yılında, enflasyon yükselme eğilimindeyken faizleri düşürmeye başlamanın sıkıntılarını çözmek için önce kur korumalı mevduat denendi. Bu deneme bir faciaya yol açtı: Faiz vermeyelim derken çok daha fazla paralar ödendi Merkez Bankası tarihi bir zarar yazdı. Henüz o mesele çözülemeden bu kez de yakın geçmişte yaşadığımız carry trade olayı tekrar canlandı ülke yeniden sıcak para cenneti haline geldi.

Hep söyledik: Eğer rezerv paraya sahip değilseniz ve enflasyonunuz yüksekse tek başına faizi düşürerek ekonomiyi bozabilirsiniz ama tek başına faizi yükselterek ekonomiyi düzeltmezsiniz.

Ya da yüzlerce yıl önce Çinli bilgelerin dediği gibi “bin doğru adım bir yanlış adımı düzeltmeye yetmez.”

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.