Connect with us

EKONOMİ

Bekir Ağırdır : Otoriterlik toplumun onayını nasıl alıyor?

Neredeyse tüm Batı ülkelerinde otoriterliğe yatkın liderler ve partiler yükselişte, kimileri iktidarda. Sebebi, dünyanın yeni çağın problemlerini çözememesi ve toplumların çözülemeyen sorunların şerrinden kaçıp devletlere sığınması. Yönetimler ise değişimi kavramak yerine halktan aldıkları güçle otoriter siyaset üretiyorlar. Sorunları çözmeye değil, riskleri duvarın ötesinde tutmaya yöneliyorlar.

Yayınlanma:

|

İnanması çok zor ama bu hafta ülkede üretim durdu. Üstelik mucize diye gözlerdeki ışıltılarla anlatılan yeni ekonomik programa karşın enerji yetersizliği nedeniyle üretim durdu.

Dünya gazetesinin haberine göre geçen hafta sonu BOTAŞ’ın doğalgaz kısıtlamasını duyurmasının hemen ardından Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ) de sanayiciye elektrik kısıtlaması uygulayabileceğini açıklamıştı. Cumartesi günü uygulamanın ilk adımı sanayi bölgelerinin tek tek TEİAŞ tarafından aranmasıyla atıldı. Sanayiciye yazılı bir belge yollanmazken, 72 saatlik kesintiye uymayacaklar için “cezai müeyyidesi olacak” denildi.

Ülkenin ne halde olduğunu göstermesi bakımından bu olayın bir başka vahim yönü daha var, sorunun yönetim biçimi. Kamuoyuna doyurucu bilgi vermek yerine tercih edilen yöntem telefonla talimat ve tehdit. Yönetim biçiminin ve tarzının ne olduğunu bundan daha iyi gösterecek bir şey var mı?

Peki böylesine önemli bir olayın muhalefetin de ekranlardaki tartışmalarında hatta sosyal medyanın bile yeterince gündeminde olmaması normal mi sizce?

Sorun yeterli gaz tedariki mi, İran’a Rusya’ya ödeme problemi mi, İran’la yeni fiyatlama problemi mi, stoklama düzeni ve kapasitesi mi, planlama sorunu mu? Derli toplu bir açıklama yapılmadığına göre anlaşılan hepsi birden. Ve anlaşılan bir kez daha yönetilemeyen bir meseleyle karşı karşıyayız.

Biz neleri konuştuk…

Bu hafta yalnızca sanayi üretimi değil kar nedeniyle hayat da durdu. Özellikle İstanbul’da. Ve biz kar yağışı boyunca merkezi otoritenin kurumlarının mı yerel yönetim kurumlarının mı işini eksik yaptığını tartıştık. Daha ilginci belediye başkanının kar yağarken nerede olduğu, kimle olduğu, ne yediği konusunda haber, haberi yalanlama, yalanlamayı da yalanlama ile çok ama çok meşguldük.

Bir doğal felaketin ya da ekonomik felaketin yönetiminde uzlaşmalar üretememek, konuşamamak, tartışamamak bile nasıl bir meseleyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Halbuki Cumhurbaşkanı muhtemelen cuma gününden bildiğini varsaymamız gereken enerji kısıtlamasının nedenleri, sonuçları konusunda kamuoyunu bilgilendirmeyi değil camide Sezen Aksu’yu hedef almayı seçti.

Ardından da bu kez RTÜK kanalları tek tek arayıp yine sözlü olarak Sezen Aksu’nun şarkısının çalınmaması talimatını buyurmuş.

Kamuda artık yöntem kural koymak değil, sözlü talimatlar ve tehditlerle yönetmek. Talimat ve tehditler de gerçek sorunları yönetmek üzerine değil, keyfi kararlarla yaşamı bir yöne doğru eğip bükmek üzerine.

Sezen çıkışının amacı farklı

Sezen Aksu’nun bizzat Cumhurbaşkanı’nın sözleriyle hedef alınmasını gerçek sorunları örtmek, gündemi değiştirmek olarak değerlendirmek doğru değil kanımca. Uzun süredir mesele gündemi değiştirmek amacının çok dışında artık. Cumhurbaşkanı o konuşmayı yaparken yüreğinden geçeni söyledi. Yıllar önce bir heykele ucube derken de Tophane’de sanat galerilerine saldırılırken söyledikleriyle de samimi fikrini ortaya koyuyordu, şimdi de. Öncelik artık ekonomi değil; tüm unsurları, değerleri, pratikleriyle bir hayat tarzı ile mücadele.

Cumhurbaşkanı disiplinli bir toplum, disiplinli bir ekonomi, disiplinli bir hayat arzuluyor. Denge denetleme mekanizmaları, güçler ayrılığı kalmamış, aksine tümü tek elde toplanmış bir sistem, kendi toplum ve hayat tahayyülünü dayatıyor.

Devlet eski bildik kodlarına tek tip yurttaş, tek tipli toplum kodlarına geri döndü. Bu iktidarla değişen önceki dönemin makbul vatandaşı, tek tipi Sünni, Türk, seküler iken şimdi Sünni, Türk, dindar ve elbette milliyetçi. Cumhurbaşkanı da siyasi iktidarın tüm ortakları ve kadroları da Batı karşıtlığında, tüm dünyanın Türkiye’nin karşısında olduğunda, her türlü kültürel farklılığın, siyasi muhalefetin denetim altında tutulması konusunda mutabıklar.

Aynı kadrolar kar felaketinde de orman yangınlarında da sel felaketlerinde de bu denli açık ayrımcılıktan kaçınmıyorlar. Çünkü yapmak istiyorlar, yapabiliyorlar, hatta tersini yapmaları yasak.

Daha önemlisi de iktidar ve devlet tüm organları ve kadrolarıyla olağanüstü bir dönemden geçildiğine inanıyor. Her gün güçlenerek süren küresel siyasal ve ekonomik egemenlik bölüşüm kavgasının Türkiye’yi hedef aldığı düşünülüyor. Bu olağanüstü dönem nedeniyle de her türlü toplumsal ve siyasal muhalefetin küresel bölüşüm kavgasının manipülasyonu olacağı paranoyasından bakılıyor.

Olağanüstü koşullar bahanesi bu topraklarda devletin ve iktidarların hep kullandığı bir gerekçe oldu. Çünkü bu gerekçeye sığınılarak hep devletin yeniden yapılanması ve hatta günlük, küçük düzeltmeler bile ertelendi.

Politik bir amaca döndü

Olağanüstü koşullar gerekçesi ve devletin, iktidarların körüklediği korkular beraberce bir başka amaç için kullanıldı asıl. Toplumun olağanüstü yöntemlere razı edilmesinin politik aracı oldu bu durum.

Örneğin Kürt meselesi. Meseleyi şöyle de tanımlamak mümkün. Kürt meselesi, Türklerin kendi haklarından vazgeçmeye razı edildiklerinin toplamıdır bir bakıma. Kürt meselesinin yarattığı olağanüstü koşullar ve tedbirler gerekçesiyle, bölünme paranoyası da kullanılarak Türkler ve tüm bir toplum nelere razı edildi? Yönetime katılma hakkından, devletin demokratikleşmesi talebinden, insan hak ve özgürlüklerinden, düşünme ve ifade özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden kendi rızasıyla vazgeçmeye mecbur kaldı toplum.

Önümüzdeki seçim süreci bugünkü güçler ayrılığı kalmamış, yerel yönetimlerin bile her gün daha çok merkeze bağlı hale getirildiği sistemin daha da güçlenerek, katılaşarak devamı için toplumsal rızayı üretme süreci. Bu nedenle önümüzdeki soru, bu söylemler ve politikalar gerçek felaketlere, can derdine, geçim derdine karşın toplumsal rızayı üretmeye yeter mi?

İnsanlık tarım ve sanayi toplumundan sonra şimdi de bilgi toplumuna geçiyor. Teknolojik devrim küreselleşmeyi ve bilgi toplumuna geçişi tetikledi. İki süreç birbirini etkileyerek ve çoğaltarak çağ değişimini zorluyor. Ulus-devletler ve siyasi yapılar değişimin öncüsü, düzenleyicisi olmak yerine eskinin yeni yöntemlerle sürdürülmesi eğilimine girdi. Küreselleşme ve bilgi toplumuna geçiş sürecinin ürettiği yeni sorunlar geleneksel siyasi ve toplumsal sorunlarla birleşti. Yeni sorunlar giderek devletler arası geleneksel egemenlik ve çıkar çatışmalarıyla birbirini besledi. Toplumlar ve bireyler bu karmaşık sorunlar yumağının çözümü için yeniden ulus-devletlere döndüler.

Gelişmiş veya gelişmemiş tüm toplumlarda değişimin gereklerini yerine getirme arzusu ile değişime direnmek, değişimin risklerinden kaçınmak arzusu siyaseti belirler hale geldi. Değişimin hayatın her alanını kapsaması, değişime dair küresel ve ulusal ütopyaların olmaması felaket söylemlerini, korkuları besledi. Hemen her ülkede şovenlik, lümpenlik, fanatiklik, ayrımcılık temelli siyasi hareketler güçlenmeye başladı. 11 Eylül terör saldırıları ve ardından Batı’nın seçtiği güvenlik ve savaş politikaları büyük zihni kırılmalar üretti. Yeni küresel bölüşüm kavgasına Batı’da İslamofobi, Müslüman coğrafyada Batı karşıtlığına dayalı popülist hareketler birbirini besledi. Toplumların farklı demokratikleşme seviyelerine karşın son yıllarda yapılan neredeyse tüm seçimlerde şoven, popülist, otoriter eğilimlere yaslanan siyasi partiler ve liderler kazandı. İnsanlığın elindeki en eski ve en gelişmiş kurum olarak ulus-devletler, şoven, popülist, otoriter iktidarların eliyle yeniden inşa edilmeye başladı.

Bu zihniyetle yürümez

Bu dönem küresel ara buzul dönem. “Buzul” çünkü bilgi toplumu ve hayat, şoven ve otoriter iktidarlar eliyle ulus-devletlerin yeniden inşası hedefleniyor. “Ara” çünkü bilgi toplumu ve hayatın geldiği evre ve ritim bu zihniyetlerle yönetilemez, yönlendirilemez.

Neredeyse tüm Batı ülkelerinde otoriterliğe yatkın liderler ve partiler yükselişe geçti, kimileri iktidarda. Bunun sebebi, yeni çağın siyasal örgütlenme problemlerini de toplumsal ve küresel problemlerini de çözememiş olması. Bu çözümsüzlük kaygıları, korkuları besliyor, insanları lümpenleştiriyor ve fanatikleştiriyor. Hem dünyada hem Türkiye’de insanlar çözemedikleri tüm meselelerin şerrinden devlete sığınma eğilimindeler. Demokratikleşme yolundaki her adım korkuyla ve otoriter eğilimlere kapılmayla karşılık buluyor. Bu korku insanların devlete sarılmalarına, o sarılış da ulus-devletlerin güçlenmesine neden oluyor.

Yükselişin nedeni

O güçle ulus-devletler değişimi kavramak ve yönetmek yerine durdurmayı hedefleyen otoriter siyasetler üretiyorlar. Gücü savunan devletçi politikalarla sorunları çözmeyi değil, riskleri duvarların ötesinde tutacak çareler arıyorlar. Bu nedenle tam da hayattan, değişimden duyulan korkuyla üretilen ötekilerden, öcülerden korunmayı, onları mümkünse yok etmeyi hedefleyen siyasi söylemler ve liderler yükseliyor. Bu yeni otoriterleşmeyi öncekilerden ayıran rıza üretme süreci işte böyle yaşanıyor.

Toplumun büyük bir kesimi, Türkiye’de son 10 yılda yapılan seçimlerde kimliklerinden, kutuplaşmanın ürettiği zihni ve ruhi ambargolardan oy verdi ama sonuçta da görüldüğü kadarıyla yarısı, iktidarın otoriterleşme eğilimini bir bakıma onaylamış oldu. Denklemin diğer yarısında kalanlar, yani değişimi yakalamak isteyen, meseleleri temkinle ele alan kalabalıklar ise bu eğilime rıza göstermedikleri için ötekileştirilmeye, şiddet politikalarıyla baskı altına alınmaya çalışılıyor.

Gündelik hayatın karmaşıklaşması ve ritminin hızlanması, metropollerde tanış olunmayan kalabalıklarla yan yana yaşama zorunluluğu hem davranışlarımızı hem de zihin haritalarımızı değiştiriyor. Bu karmaşada yarın ne olacağını, neyle karşılaşacağımızı eskisi kadar kestiremiyor, bilemiyoruz. Bu nedenle sürekli endişeliyiz, hatta korkuyor, paranoyalara kapılıyoruz. Ayrıca kendimizi güvende hissetmeye, güvenli alanlar yaratmaya ihtiyaç duyuyoruz. Herkesin birbirinden ve gelecekten korktuğu böylesi bir müşterek duygu durumu, sorunları kolay yoldan, izledikleri güvenlikçi politikalarla erteleme, öteleme yolunu seçen ulus-devletler için bulunmaz fırsat.

Yaşanan karmaşanın hepimizin gücünün ötesinde, bizi aşan bir nedeni olduğu anlatısına dayanıyor iktidar. Gözle görülemeyen, koklanmayan, dokunulamayan virüs yerine bir dış düşman koyuyor. Onun yanına bir de iç düşman yerleştiriveriyor. İktidarın popülist söylemi korkuyu, endişeyi yarattığı bu belirsiz düşmanlar üzerinden cisimleştiriyor adeta. Değişim zorunluluğunu üreten tüm dinamikleri, yeni düşmanların ya da düşmanlaştırılmış muhaliflerin komploları olarak konumluyor. Özgürlük taleplerinin, farklılıkların, yeni ihtiyaçların düzenin bozulmasına yönelik birer saldırı olduğu fikrini yaygınlaştırıyor.

Popülist hareketler doğrudan ve aleni olarak özgürlük taleplerine karşı çıkmıyorlar belki ama özgürlük ve farklılık taleplerinin düzeni, istikrarı bozan ve kaosa neden olan talepler olduğu algısını oluşturmaya ya da beslemeye çalışıyorlar. İnsanlığın içine düştüğü kaostan toplumu korumak için gerekenin evrensel hukuku gözeten düzenlemeler yerine, hukuku hırpalamak pahasına devleti güçlendirmek gerektiğini ima ediyorlar. Türkiye’de de güçlü devletin sembolü olarak asker, polis, askeri teknoloji, güçlü toplumun sembolü olarak da milliyetçilik ve din bu temel üzerinde yükseliyor.

Mağdurlar oyalanıyor

İktidar yeni küresel bölüşüm kavgasını kendi iktidarının devamı için risk ve fırsatlar üzerinden değerlendirirken, topluma karşı ülkenin birlik, beraberlik, yerlilik, millilik üzerinden konumlandırıyor. Kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlikten mağdur olan kalabalıkları, yarattığı ötekiler ve düşmanlarla oyalıyor. Böylece olabilecek hemen tüm idari yetkileri kendisinde toplamasına rağmen, çağın yarattığı sorunları çözmekte ne kadar yetersiz kaldığını da gözlerden uzak tutmayı hedefliyor.

Öte yandan da toplumun yaşadığı bir gerçeklik var. Ülke üşüyor, sofralarda yiyecek eksiliyor, ülke hayatına dair korku ve endişe hanenin içinde yaşanıyor artık. Ülkenin gençleri umutsuzluk girdabından kurtulmak için kaçacak yer arıyor. Can derdi ve geçim derdi yoğunlaştıkça soyut, popülist iktidar anlatısının harareti anlamını kaybediyor. Hele büyük vaatlerle ambalajlanmış başkanlık sisteminin ürettiği yeni sorunları yaşadıkça artık değişimden ürküntü yerine, değişim arzusu yükseliyor.

Önümüzdeki seçim süreci popülist anlatının hâlâ ve yeniden toplumun yarısının oyunu almaya yetip yetmeyeceğini gösterecek. Muhalefet bu popülist anlatı ve siyaseti yalnızca iktidara karşıdan bir yerden ama yeni bir popülist söylemle mi karşılayacak yoksa toplumun önüne yeni iddia ve ortak ufuk mu koyacak? Toplumsal muhalefetin aktörleri, partileri toplumsal rızayı korku anlatılarıyla mı umut ve gelecek anlatılarıyla mı arayacak?

Oksijen

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Garanti BBVA CEO Baştuğ: “Kredi kartlarına sınırlama getirilmeli”

Geçen yıl krediler yüzde 50 artarken, kredi kartlarında bunun üç katına varan artışlar olduğunu dile getiren Garanti BBVA Genel Müdürü Recep Baştuğ, tüketimin sakinleşmesi için kredi kartlarına ilişkin adım atılması gerektiğini söyledi. Yıl sonunda enflasyonun baz etkisiyle yüzde 45’e gerileyeceğini belirten Baştuğ, asıl mücadelenin bundan sonra başlayacağını ifade etti.

Yayınlanma:

|

Yazan:

Ülkedeki en büyük sorunun enflasyon olduğunu söyleyen Garanti BBVA Genel Müdürü Recep Baştuğ, enflasyonun dizginlenmesi ve tüketimin yavaşlaması için kredi kartlarına sınırlama getirilmesi gerektiğini savundu.

Geçen yıl krediler yüzde 50 artarken, kredi kartlarında bunun üç katına varan artışlar olduğuna da değinen Garanti BBVA Genel Müdürü Recep Baştuğ, kredi kartı faizlerinin çok düşük kaldığını ve herkesin bu kanala yüklendiğini söyledi. Bu yıl ise 2023’e göre büyüme hızının yavaşladığını ancak yine de kredi kartlarıyla alakalı büyümenin önüne geçecek bir şeylerin yapılması gerektiğini belirten Baştuğ, “Geçen yılın büyümesi tüketimden geldi. Çılgınca bir tüketim yapıldı. Bunun baskılanması, düşmesi lazım. Ülke olarak tüketimle ilgili olarak sakinleşmemiz lazım, daha az tüketmemiz ve büyümeyi başka kaynaklardan elde etmemiz lazım” dedi.

Parasal sıkılaşma politikaları gereği bireysel kredilerde bankaların yüzde 2 büyüme sınırı olduğunu hatırlatan Baştuğ, “Bankalar bireysel kredilerde bu sınırı aşmaları halinde ciddi cezalar ödüyorlar, bu nedenle de aşmamaya özen gösteriyorlar. Bu yıl kredi talebi artsa bile yükselmiş faizle bu baskılanacaktır bireysel taraf için. Tüzel taraf için de benzer bir dünya var, orada da belli sınırlar var. Ortalama enflasyonun yüzde 54-55 seviyesinde biteceğini düşünürsek onun çok altında bir kredi büyümesiyle yılı tamamlarız diye düşünüyorum. Buradan herkes nasibini alacak. Ama hâlâ kredi kartlarıyla alakalı büyümenin önüne geçecek bir şeylerin yapılması gerektiği düşünüyor ve bekliyoruz” dedi.

“Kredi talebi Döviz cinsine kaydı”

Kurda öngörülebilirlik artınca kredi talebinin döviz cinsinden kredilere doğru kaydığını belirten Recep Baştuğ, “Bu talebin kayma nedenlerinden birisi de TL kredilerdeki yüksek faiz oranları. Türk bankaları döviz cinsinden kredi vermeyi, Türk şirketleri de döviz cinsinden kredi kullanmayı öğrendiler. Şu an verilen kredilerin doğru yerlere gittiğini düşünüyorum. Eskisi gibi kurun artışıyla herhangi bir sıkıntı yaratacak bir durum yok. Banka sermayeleri çok güçlü. Topladığımız para sattığımız paradan daha az. Bu trend devam ederse TL miktarı artacaktır. Bankalar kazandıkları parayla eleştirirler. Bankanın amacı kârı ile sermayesini enflasyona ezdirmemektir. Bankaların üzerindeki yük şu anda kârlılıkta kendini gösteriyor” değerlendirmesini yaptı.

20 milyar dolarlık döviz girişi oldu

Seçimden sonra dışarıdan 20 milyar doları bulan bir döviz girişi olduğunu, bireylerin yatırım tercihlerinde de artan oranda TL’leşme gözlemlediklerini söyleyen Recep Baştuğ, “Şu anda gelen paralar yatırım için gelen paralar değil. Onun biraz daha vakti var. En büyük miktar swapla gelen para, ikinci büyük para Türk eurobondlarına geldi. Sonrasında TL Hazine bonolarına ve Borsaya geldi. Rakam her geçen gün artıyor” dedi.

bloomberght

Okumaya devam et

EKONOMİ

“Kamuda tasarruf”un arkasında yatan gerçek

Yayınlanma:

|

Yazan:

Şimşek’in olmayan programının “kamuda tasarruf” kısmı bu hafta açıklandı. Orta Vadeli Plan gibi bu paket de genel olarak dilek ve temennilerden müteşekkil gözüküyor olsa da kamuda tasarruf paketinin ve genel olarak kamuda tasarruf söyleminin arkasında yatanlara bir göz atıp önümüzdeki dönemde bizi nelerin beklediğine bakmakta fayda var.

1. Kamuda tasarrufla enflasyonun ilgisi ne?

Faiz artışları ve ücretlerin baskılanması gibi kamu harcamalarının azaltılması da yüksek enflasyon oranlarının aşağı çekilmesi için gerekli bir adım olarak sunuluyor. Ancak kamu harcamalarında yapılacak bu tasarrufun enflasyonu hangi kanaldan ve ne kadar düşürmesinin beklendiğine dair somut bir plan ya da açıklama tabii ki sunulmadı.

Standart iktisat teorisine göre, eğer bir ekonomide toplam talep toplam arzın üzerinde seyrediyorsa, bu ekonomide önce girdi fiyatları ardından da mal ve hizmet fiyatları yükselişe geçer. Bu modelin temel varsayımı, ekonominin halihazırda tam istihdamda olduğu ve kapasite kullanım oranının da daha fazla artırılamayacak kadar yüksek olduğudur.

Bu temel varsayım altında kısa vadede üretim artırılamayacağından ötürü, fiyatlardaki artış eğilimini durdurmak için talebin kısılması önerilir. Yüksek faizler, talebi kısmanın bir yöntemidir. Yüksek faizler, krediyi pahalı hale getirerek krediyle yapılan tüketim ve yatırım harcamalarını azaltabilir. Aynı zamanda, bugün tasarruf yapıp yarın daha fazla tüketme imkanı sunarak gelirlerin bir kısmının harcanmamasını sağlayarak da talebi sınırlayabilir. Ekonomideki toplam talebin toplam arzla uyumlu hale gelmesiyle de fiyatların artış eğilimi kontrol altına alınabilir.

Kamu harcamalarını azaltmanın da benzer bir mantığı vardır. Kamu harcamalarını azaltmak, toplam talebi düşüreceğinden ekonomideki “aşırı talebin” dizginlenmesine yardımcı olur ve dolayısıyla da enflasyonu düşürücü bir etkide bulunabilir.

Ekonominin tam istihdamda olmadığı (yani işsizliğin yüksek olduğu) ve şirketlerin üretim kapasitelerinin tamamını kullanmadığı koşullarda “aşırı talep” kaynaklı bir enflasyondan söz etmek mümkün değildir. İthal girdi ve özellikle de ithal enerji kullanımının yüksek olduğu bir ekonomide döviz kurlarının hızla artmasıyla tetiklenen ve yüksek kâr marjlarının sürüklediği bir enflasyondan söz ediyorsak bu basit ilişkinin çalışmayacağı açıktır. Hele ki enflasyon beklentileri kalıcılaşmış, gelir ve varlık eşitsizlikleri artmışken.

En azından kamu harcamalarının ithalat yaratan kısmı azaltılıyor olsaydı Türkiye ekonomisi için döviz açığını azaltacağı için dolaylı olarak enflasyon üzerinde negatif etkide bulunabileceğini söyleyebilirdik. Ancak bu olmadığı gibi kamunun döviz (ve altın) cinsinden iç ve dış borçlanmasına dair bile herhangi bir unsur görünmüyor tasarruf paketinde.

Yüksek faiz, ücretlerin baskılanması ve kamu harcamalarının azaltılması politikalarını enflasyonun düşürülmesi adına savunan iktisatçıların bir düşünce tembelliği içerisinde olduğu söylenebilir. Ancak mesele bununla sınırlı da değil. Çünkü bu politikaların hem ideolojik bir yanı hem de değer üretimi ve bölüşümü ilişkilerine doğrudan ve dolaylı müdahale eden yanları mevcut.

2. Kamu bütçesi ve vergiler: Yeniden bölüşüm

Kamunun topladığı vergiler ve yaptığı harcamalar, en basit ifadesiyle, ekonomide üretilen toplam değerin bir kısmını yeniden dağıtma işlevine sahiptir. Bu anlamda da hem vergilerin kimden ve ne kadar toplandığı hem de harcamaların hangi alanlara yapıldığı bir toplumun önceliklerini ve o toplumdaki güç dengelerini doğrudan yansıtır.

Dolayısıyla vergilendirme ve harcama kalemlerinde yapılan her değişiklik de aslında öncelikle yeniden bölüşüm ilişkilerine yapılan bir müdahaledir. Ancak, müdahale genellikle sadece yeniden bölüşüm ilişkileriyle kalmaz, doğrudan üretim ve bölüşüm ilişkilerini de etkileyecek ve değiştirecek unsurlar içerebilir.

3. “Kamuda tasarruf”un esas amacı

Kamu harcamalarının kısılması, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin birçoğunun özel sektöre devredilmesi ve kamu varlıklarının özelleştirilmesi 1980’lerden bu yana IMF ve Dünya Bankası programlarının asli bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor.

Şimşek’in bu hafta açıkladığı programın da bu bağlamda 3 ana amacı olduğu söylenebilir:

1. Dış sermayeye daha fazla kaynak ayırmak: Daha önce “Şimşek “programı”nın aritmetiği”nde yazdığım gibi içerideki talebi azaltacak her adım dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılabilecek kısmı yükseltmeye yaramaktadır. Çalışanların ve emeklilerin reel gelirlerini düşürmek, onlara yönelik kamu harcamalarını kısmak, onlardan daha fazla vergi almak ve onların borçlanmasını zorlaştırıp daha pahalı hale getirmek bu kesimin elindeki harcanabilir geliri düşürmek suretiyle milli gelirden bu kesime ayrılan payın düşük tutulması, dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılan kısmı artırır. Kemer sıkma politikalarını uluslararası finans için önemli kılan nedenlerin başında bu gelir. Dış sermayeye, bize döviz getirirseniz size yüksek faiz ve kâr payı ödemesi yapacağız ve bu ödemeleri yapabilmek için de kendi çalışanlarımızın boğazından kısacağız mesajı verilir. (1)

2. Krizi fırsata çevirmek: Çalışanların örgütsüz, güçsüz ve dağınık olduğu koşullarda “kamuda tasarruf” ya da “kemer sıkma” politikalarıyla sermayenin çıkarına adımların önü açılır. Ücretleri ve emekli aylıklarını düşürmek, esnek ve güvencesiz çalışmayı yaymak, kamunun sağlaması gereken temel hizmetleri giderek daha fazla özel sektöre devretmek, sosyal yardımları ve kamu hizmetlerini azaltarak çalışanları daha düşük ücretlerde çalışmaya mecbur etmek, kamuya ait varlıkları ucuza özel sektöre devretmek “kamuda tasarruf” paketinin ilerleyen dönemdeki versiyonlarından bekleyebileceğimiz gelişmelerdir. Bu haliyle de Şimşek ve “programı”nın sermayenin tüm kesimlerinin desteğini alması şaşırtıcı değildir. (2)

3. İdeoloji ve algı: Oğuz Oyan’ın oldukça yerinde tespitiyle “yoksullaşan halkın en büyük özveriyi yapması beklenirken iktidarın kamu harcamalarında da bir takım sözde tasarrufları zorunlu oldu. Dolayısıyla bu paket, programın psikolojik ve ideolojik zemininin hazırlanması, geniş halk kesimlerinin kendi aleyhlerine çalışacak bir programa razı edilebilmesi açısından da farz oldu”. (3) Açıklanan tasarruf paketi de “işte iktidar da üzerine düşeni yapıyor” algısının oluşturulması için şimdiden kullanılmaya başlandı bile.

4. Bu daha başlangıç

Aslına bakarsanız, göreve geldikten neredeyse bir sene sonra “kamuda tasarruf” paketini açıklayan Şimşek’in çalışmaya yeni başladığını söyleyebiliriz. Ücretlerin bastırılması, emeklilerin açlığa mahkum edilmesi, kamu çalışanlarının servislerinin, lojmanlarının ellerinden alınması gibi adımların hiçbiri enflasyonu tek haneli rakamlara indirecek adımlar değil.

Enflasyon, TL’nin reel değerlenmesi ve baz etkisiyle biraz inmeye başladığında “program”ın çalıştığı öne sürülecek ve enflasyonu daha fazla indirip ekonomiyi istikrara kavuşturmak için geniş kitlelerden daha fazla fedakarlık istenmekle de kalınmayacak kamunun elinde kalan varlıklar, araziler vs. yerli ve uluslararası sermayeye ucuza devredilecek. Nihayetinde Şimşek ve ekibinin bu konuda 2000’lerden oldukça fazla deneyimi var. Bu paketteki “değerli lojman ve sosyal tesisler”in sermayeye satılması maddesi bunun ilk adımı olarak görülebilir. (4) Benzer şekilde, Varlık Fonu adı altında tamamen denetim dışına çıkarılmış kamu varlıklarının akıbetinin ne olacağını da önümüzdeki dönem bize gösterecek.

5. Sonuç yerine

Esas amaç gerçekten kamuda tasarruf olsaydı yapılacak şeyler belliydi. Örneğin, “Şimşek sadece İstanbul Havalimanı’nın bir yıllık kirasını Cengiz ve Kalyon’dan alabilse, açıkladığı ‘tasarruf paketinin’ hedeflediği rakamın neredeyse yarısı kadar kaynağı bütçeye koyabilirdi.” (5) Ya da şirketlerden toplanmayan, affedilen vergiler, şirketlere tanınan çeşitli muafiyetler ve verilen teşvikler, bütçede artan faiz ödemeleri, kamu-özel işbirliği adı altında sermayenin belli kesimlerine aktarılan kaynaklar, askeri maceralar için harcanan paralar, iktidar sahiplerinin çoklu maaşları, astronomik huzur hakları vs. vs.

Ancak, yine Oyan’ın tespitiyle, kamuda gerçek bir tasarrufun ucu “sermayeye ve yolsuzluk ekonomisine dokunacağı için yasak alandır. Her durumda Şimşek’in boyunu ve meşrebini aşar.” (3)

Bu şekilde değerlendirildiğinde “kamuda tasarruf”un Şimşek “programı”nın iki hedefiyle de gayet uyumlu olduğu görülmekte. Tekrar hatırlatmak gerekirse bu iki hedef, Türkiye ekonomisinin kronik döviz açığı sorununu bir süreliğine de olsa gidermek ve Nebati programının emeğe saldırısının sonuçlarını kalıcılaştırıp daha öteye götürmek olarak belirlenmiş durumda.

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, karşı karşıya bulunduğumuz program, nihayetinde, ülke kaynaklarının bir avuç finansal spekülatöre aktarılması ve ülkenin ücretli çalışanlar ve emekliler için bir cehenneme çevrilmesi programıdır.

Özgür Orhangaziozgurorhangazi.com

Notlar:

(1) Şimşek “program”nın aritmetiği

(2) https://www.gazeteduvar.com.tr/is-dunyasindan-kamuda-tasarruf-paketine-destek-haber-1691071

(3) https://haber.sol.org.tr/yazar/tasarruf-mu-dediniz-393343

(4) Özelleştirme İdaresi’nin Urla’daki taşınmaz ihalesi için hazırladığı reklam filmi, belki de önümüzdeki dönemde göreceklerimizin bir fragmanı olabilir: https://twitter.com/bahadir_ozgr/status/1790043345818968518

(5) https://www.gazeteduvar.com.tr/simsek-once-kalyon-ve-cengizden-milyar-euroluk-kirayi-alsin-makale-1691043

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

GARANTİ BBVA TÜRKİYE RAPORU

Yayınlanma:

|

Yazan:

TCMB ihtiyaç duyulduğu sürece sıkılığın korunacağı, yeni mali tedbirler ise politika bileşiminin daha koordineli olacağına işaret etmektedir. Politikaların gecikmeli etkisi göz önüne alındığında, hala sağlam olan tüketimi kontrol altına almak için ek makro ihtiyati önlemlere ihtiyaç duyulacağına inanıyoruz.

Önemli noktalar

  • TCMB, yılın ikinci enflasyon raporunda 2024 yılı ara enflasyon hedefini 2 puan yukarı yönlü revize ederek yüzde 38’e yükseltmiş, öngörülen aralığın üst sınırını değiştirmeyerek yüzde 42’de tutmuştur. Yılın ilk dört ayında enflasyonun beklenenden 4 puan daha güçlü gelmesi, Mart ayındaki ilave sıkılaştırma ile sapmayı telafi edemeyecekleri için bu revizyonu yapmalarına neden oldu.
  • TCMB, sıkılaştırmanın talep koşulları ve enflasyon beklentileri ve dolayısıyla enflasyon eğilimi üzerindeki gecikmeli etkilerini gözlemlemek istemektedir. Enflasyon eğiliminde belirgin bir bozulma olması durumunda ilave sıkılaştırma uygulanacağının sinyallerini vermeye devam etmektedirler.
  • İç talep, yüksek enflasyon beklentileri, servet etkileri ve kredi kartı harcamalarının kullanılabilirliği ile desteklenmeye devam etmektedir. Parasal aktarım mekanizmasını güçlendirmek amacıyla mevcut düzenlemeleri gevşetmek için sürdürülebilir bir yol başlatmak için finansal koşulların daha uzun süre sıkı tutulmasına ihtiyaç duyulacaktır.
  • En son açıklanan mali paket, 2024’te GSYİH’nın %0,2-0,3’ü civarında tasarruf anlamına geliyor. Önümüzdeki dönemde yeni tedbirler de alınacak ve bunların birçoğu orta vadede etkili olacaktır.
  • Enflasyon eğilimi, daha koordineli bir politika bileşimi ile yıl sonu enflasyonunun TCMB tahmin aralığının üst sınırı olan %42’nin altına düşecek bir düzeye yükselmesi durumunda, 4Ç24’te çok kademeli adımlarla gevşemeye başlamak için sınırlı bir alan olabilir. Ancak, gecikmeli mali etkiler ve perakendeci harcamaları üzerindeki makro ihtiyati politikalar, daha erken bir kesinti döngüsü olasılığını azaltıyor.

Raporun tam hali için:

https://www.bbvaresearch.com/wp-content/uploads/2024/05/Policy-Pulse_what-to-think-about-policy-mix_May24.pdf

Raporun tamamını okumak için buraya tıklayın

Policy-Pulse_what-to-think-about-policy-mix_May24

 

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.