Connect with us

RÖPORTAJLAR

Pro. Dr. BORATAV: ‘Servet eşitsizliği kapitalizm tarihi içinde dahi abartılı dereceye ulaştı’

Dünyadaki servet eşitsizliği keskinleşiyor. Türkiye’de yoksulların sayısı artarken yoksulların durumu daha vahim bir al alıyor. Küreselleşme dinamiklerini tersine çeviren yeni teşvik programları ABD öncülüğünde yeniden harekete geçiriliyor. Dünya ve Türkiye ekonomisinde ne oluyor? Kapitalist bir kriz eşiğinde miyiz? Zenginlere daha fazla vergi uygulamak sorunları çözmeye yeter mi? Gelecek günler neye gebe? Bu soruları Türkiye’nin en önemli iktisatçılarından Prof. Dr. Korkut Boratav ile Artı Gerçek adına Mühdan SAĞLAM’ın röportajı…

Yayınlanma:

|

Oxfam International geçtiğimiz hafta ‘the survival of the richests’ (zenginlerin yaşam mücadelesi) isimli bir rapor yayınladı. Dünyada gelir uçurumunun geldiği boyutlar ifade edildi. Örneğin küresel olarak kazanılan 100 doların 63 doları nüfusun yüzde 1’ine giderken kalan 37 dolar geriye kalan yüzde 99 arasında paylaşılıyor. Bu durumu nasıl yorumlamak gerekiyor? Dünyanın süper zenginler, zenginler ve yoksullar olarak ayrıldığını söylemek mümkün mü?

“Oxfam’ın burada verdiği sayılar gelir eşitsizliğine değil, servet (yani mülkiyet) dağılımındaki kutuplaşmaya işaret ediyor. Gelirler arası eşitsizlikler bu derecede kutuplaşamaz; zira dünyamızda ‘sıfır servet sahibi olan’, yani mülkiyetsiz olduğu halde hayatlarını sürdürebilen yüzlerce milyon insan var. Kapitalist ülkelerde kira ödeyerek barınan, sadece emeğini satarak geçinen işçilerin tipik konumunu hatırlayalım. Bilinenleri de kısaca tekrarlayalım: Servet kavramını, üretim araçları üzerinde mülkiyet olarak sınırlarsak, kapitalist sistemde gelir eşitsizliklerinin temel belirleyicisini de teşhis etmiş oluruz. Bu eşitsizlikler de kapitalizmin doğası gereğidir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ortadan kaldırılırsa, eşitsizlikler emek gelirleri arasındaki farklılaşmadan kaynaklanır; nitelikli, niteliksiz emek türleri (ve bunları belirleyen etkenler) önem kazanır. Nitelik farklılaşmasına yol açan doğal veya (eğitim sistemi gibi) kurumsal düzenlemeler gibi.”

boratav.jpg
Korkut Boratav

‘OXFAM’IN ORTAYA KOYDUĞU NİCEL GÖSTERGELER KIRK-KÜSUR YILLIK BU DÖNÜŞÜMÜN SONUNA AİTTİR’

“Bu söylediklerim bir sistem olarak kapitalizmin özünde yer alan eşitsizlikleri vurguluyor. Eşitsizliklerin derecesi, tarihsel olarak değişir. Kapitalizmin, sözü edilen kutuplaşmanın arttığı ya da daraldığı dönemlerden de geçmiştir. Oxfam’ın tespitleri kutuplaşmaların arttığı bir döneme, yani günümüze aittir. Bu dönem 1980 dolaylarında başlar. Bana göre sermayenin dünya çapında sınırsız tahakkümünü hedefleyen bir tasarımın ülke ekonomilerine ve uluslararası ekonomik ilişkilere hâkim olması ile gerçekleşmiştir. Bu dönüşüm, bir süre sonra neoliberalizm olarak da adlandırıldı. Oxfam’ın ortaya koyduğu nicel göstergeler kırk-küsur yıllık bu dönüşümün sonuna aittir. Ölçülen servet eşitsizliğinin kapitalizmin tarihi içinde dahi abartılı bir dereceye ulaştığı söylenebilir. Öte yandan bu eşitsizliği telafi eden; ‘yaşanabilir’ kılan bir olguyu da hatırlamak gerekir: Kapitalizm tarihsel olarak dinamik ve büyüyen bir ekonomik sistem olduğu için, artan eşitsizlik uzun dönemde emekçi sınıfların gelir ve tüketim
düzeylerinin de yükselmesine imkân vermiş; bu sayede sineye çekilebilmiştir. Bu kapsamlı tasarım, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen ve kapitalizmin üretim ilişkilerinden kaynaklanan eşitsizliklerin, kutuplaşmanın hafiflediği kabaca kırk yıllık bir dönemin sonunda; ona tepki olarak oluştu. Kapitalizmin Altı Çağı olarak da bilinen bu dönem, sistemin iki temel öğesi olan emek ve sermaye arasındaki sınıflar-arası bir uzlaşma ile gerçekleşti. Bu uzlaşma, emekçi sınıfların kapitalizmin (temel üretim ve mülkiyet biçimlerine göre tanımlanan) bir sistem olarak varlığını kabul etmesine; ancak gelir ve servet eşitsizliklerinin refah devleti olarak tanımlanan bir düzenleme içinde hafifletilmesine dayanıyordu. Farklı ifade edeyim: Batı işçi sınıfının ana örgütleri 19’ncu yüzyılın ortalarından itibaren benimsedikleri devrimci (anti-kapitalist) programı, refah devleti kazanımları karşılığında terk ediyordu. Neoliberalizm, kapitalizmin gelişmiş merkezine, ‘Güney coğrafyası’ olarak da anılan çevresine ve uluslararası ekonomik ilişkilere egemen oldu. Oxfam’ın aktardığı nicel bölüşüm göstergeleri bu dönüşümün bugünkü yansımasıdır.”

poor-rich.jpg

‘VERGİ REFORMLARI GÜNCEL TEHLİKELİ EĞİLİMLERE KARŞI FRENLEME ARAYIŞININ ÜRÜNÜ’

– Hem Oxfam raporundan hem de geçtiğimiz hafta gerçekleşen Davos Zirvesi’nde zenginlere daha yüksek vergiler konulması gündeme geldi. Hatta bazı zenginler “Hükümetler bize neden vergi koymuyor?” diyerek bir basın metni yayınladı. Bu vergi çağrıları, gerçekten sistemin içine girdiği sıkışmaya bir yanıt olabilir mi, yoksa günü kurtarmaya, tepkileri yatıştırmaya dönük bir adım mı?

“Kapitalizm 2008-2009 yılarında ağır bir finansal ve ekonomik krize sürüklendi. Ortaya çıkan ‘bölüşüm ve iktidar’ odaklı kimi olgular, bozukluklar Altın Çağ dönüşümünü tetikleyen 1930’lu yılların büyük bunalım dönemini hatırlatıyordu. Sonraki birkaç yılda hem Batı, hem de bazı ‘Güney’ ülkelerinde emekçi sınıfların tepkileri yükseldi; yaygınlaştı. Neoliberalizmi inşa eden, taşıyan IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarda veya Davos’taki gibi bir araya gelen büyük sermaye çevrelerinde bazı aşırılıkları açığa çıkan sistemi ‘rektifiye etme (re-set)’ söylemleri, önerileri başladı. Kapitalist dünya sisteminin en varlıklı patronları, “biz yüksek gelir vergileri ödemeye razıyız; hatta servet vergisini dahi kabul edebiliriz” türü bildirileri imzaladı. Etkili oldukları, bazen yönettikleri muhafazakâr partiler ise çoğunlukla bu önerileri duymazlıktan geldi.

1945-sonrasında söz konusu olan ‘Altın Çağ arayışı’, dünya coğrafyasının üçte birine doğru genişlemiş olan ‘komünizm hayaletini etkisiz kılma’ önceliği taşıyordu. Neoliberal dönüşümlerin ilk on yılı sonunda SSCB ve Doğu Avrupa’da reel sosyalizmler tarihe karıştığı için Davos’ta bu arayışlar söz konusu değildir. Güncel tehdit, ABD’de Trump’ın, Batı Avrupa’da AB-karşıtı aşırı milliyetçi partilerin temsil ettiği küreselleşme-karşıtı eğilimlerdir. Sözü geçen vergi reformu çağrıları bu tehlikeli eğilimleri frenleyebilecek, yatıştıracak seçenek arayışlarını yansıtmaktadır.”

Oxfam raporuna ek olarak Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV), Oxfam ile beraber, Türkiye’de gelir uçurumu verilerini çıkardı. Buna göre 13 milyarderin serveti, 44 milyon kişinin toplam servetinden daha fazla. Keza en zengin yüzde 1’in sahip olduğu servet, en yoksul kesimlerin yüzde 90’ının sahip olduğu toplam servetten 1,5 kat daha fazla. Bu durum Türkiye’de uygulanan ekonomi politikası hakkında bize ne söylüyor?

“Sözünü ettiğiniz sayılar Türkiye’de servet dağılımı ile ilgilidir; yukarıda değindiğim gibi gelir dağılımı istatistiklerinde ortaya çıkan eşitsizliklerin ötesine giden bir kutuplaşmayı yansıtıyor. KEDV’nin bulgularını incelemedim; ama 2015’te yayımlanan bir çalışmada yer alan servet dağılımı bulgularına referans verebilirim. Benim de aralarında bulunduğum Bağımsız Sosyal Bilimciler’in ortaklaşa bir ürünü olan AKP’li Yıllarda Emeği Durumu başlıklı kitaptan söz ediyorum. Orada Credit Suisse Research Insitute’un Dünya Servet Dağılımı raporunda yer alan 2000-2014 Türkiye verileri aktarılmaktadır. En üst servet dilimine sahip olan ‘zenginler’ grubunun toplam servetten aldığı pay ‘kutuplaşma’ doğrultusunda seyretmiş; bu on dört yıl içinde 16,1 puan (%38,1 →%54,3) artmıştır.”

‘EMEKÇİ SINIFLAR TÜKETİM DÜZEYLERİNİ BORÇLANARAK ARTIRABİLMİŞLERDİR’

“Aynı kitapta, doğrudan doğruya TÜİK ve TCMB verileri de kullanılarak 2003-2011 yıları içinde Türkiye’deki çeşitli toplumsal sınıf ve katmanların toplam net finansal servetten elde ettikleri payın seyri de incelenmiştir. (Net finansal varlık, mevduat, hisse senedi, tahvil ve benzeri finansal varlık toplamlarından borç yükü çıkarılarak tanımlanıyor.) Bu tanıma göre hesaplanan servet dağılımının toplumsal sınıf ve katmanlar arasındaki dağılımı, sözü geçen sekiz yıl sonunda Türkiye emekçi sınıflarının ezici çoğunluğunu oluşturan mavi yakalı ve niteliksiz işçi sınıfı, küçük ve orta toprak sahibi köylüler ve işsizlerin aleyhine dönüşmüştür. Daha da önemlisi, dönem sonunda bu toplumsal katmanların
net finansal varlıkları negatif (eksi) değerler taşımaktadır. Farklı bir ifadeyle Türkiye emekçilerinin toplam borç yükleri finansal varlıklarını aşmıştır. Bu duruma yol açan olgu, neoliberal dönüşümün bir parçası olan finansallaşmadır: Emekçi sınıflar tüketim düzeylerini borçlanarak artırabilmişlerdir.”

“Servet dağılımı bulguları AKP iktidarının 2003-2014 dönemindeki sınıflar-arası gelir dağılımı verileriyle de birleştirilebilir. Bu dönemde iki büyük emekçi sınıfın gelirlerini oluşturan ücret/maaş ödemelerinin ve çiftçi gelirlerinin millî gelirdeki payları gerilemiştir. Buna karşılık bu sınıfların ortalama tüketim düzeyleri gelirlerini aşabilmiştir. Bu olanak, aynı dönemde cari işlem açıkları/millî gelir oranının ortalama yüzde 5 civarında seyretmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Farklı ifade edelim: Uluslararası sermaye hareketlerinde bu dönemdeki canlanma/yükseliş konjonktüründen Türkiye de yararlandı. Ancak, örneğin bazı Asya ekonomilerindeki gibi dış kaynak girişlerini denetleme, yönlendirme seçeneklerini kullanmadı; süreci olduğu gibi neoliberal reçeteye, yani finans kapitale teslim etti. Makro-ekonomik sonuç iyimser beklentileri geçekleştirmedi: Net dış kaynak girişleri, sermaye birikiminin millî gelirdeki oranını, böylece ekonominin büyüme potansiyelini artırmadı. Tam aksine özel ve kamusal tüketim harcamalarını payını yukarı çekti. Neoliberal finansallaşmanın Türkiye emekçi sınıflarına getirdiği “afyonlu armağan” budur: Borç tuzağına sürüklenerek tüketim tempolarını gelir düzeylerinin üzerinde sürdürebilmek…”

“Bu gelişmeler dünya ekonomisi için yukarıda tartıştığım neoliberal dönüşümün Türkiye’deki uzantılarıdır. Türkiye’deki neoliberalizmin de başlangıç yılı 1980’dir. On yıllık ağır bir bölüşüm şoku, 1990’lı yıllarda kısmen telafi edilmiş; 2001 krizi sonrasında AKP iktidarının (yukarıda gözden geçirdiğim özellikleri içeren) ilk dönemine geçilmiştir. Türkiye ekonomisinde son iki yılda görünür olan krizle beraber, sınıflar arasındaki uçurum daha da büyüyor. Orta sınıf için tanımlanan konut projesinde pek çok çalışanın maaşı nedeniyle bu kredilere başvuramadığı görüldü. Bu yeniden akla dünya ve Türkiye’de orta sınıf kalmadı, iddiasına götürüyor. Orta sınıflar eridi mi? Neden? Bu soru, “Türkiye ekonomisinde son iki yılda görünür olan krizin sınıflar arasında yarattığı uçurum” üzerinde odaklanıyor. Ben bu çerçeveyi 2015 sonrasında Türkiye ekonomisinin sürüklendiği çalkantılı yıllara taşımayı tercih ediyorum. AKP iktidarının ikinci dönemi söz konusudur. Sonuçlar, bence, ücretli sınıfların sürüklendiği bir bölüşüm şokunu da içeren ağır bir toplumsal bunalımdır.”

“Bu gelişmeyi 2003-2015 yıllarında neoliberal reçeteye teslim olan AKP’nin ekonomi politikalarında iki etkenin yol açtığı “ revizyon” belirledi. Birinci etken, 2015’ten itibaren uluslararası sermaye hareketlerinin durgunlaşmasının Türkiye’ye de yansıması oldu. Önceki ve sonraki beşer yıllık ortalamalara baktığımızda ülkemize giren yabancı sermaye akımları yarı-yarıya geriledi. Dış kaynak girişlerinin ekonomiye kendiliğinden taşıdığı büyüme ivmesi de aşağı çekildi. Bu değişen ortamda neoliberal reçete, “enflasyon hedeflemesi” adı altında finansal istikrara öncelik verir.”

gokdelen-gecekondu-e1623765758618.jpg

‘2015’TEN SONRA ‘NE PAHASINA OLURSA OLSUN İKTİDARI KORUMAK’ AKP’NİN STRATEJİK HEDEFİ OLDU’

“Ekonomi politikalarında revizyonu tetikleyen ikinci etken, Haziran 2015 genel seçimlerinde AKP’nin ilk kez azınlığa düşmesiyle ilgilidir. Bu tarihten itibaren “ne pahasına olursa olsun iktidarı korumak” AKP’nin stratejik hedefi oldu. Büyüme ivmesini frenleyen parasal istikrar ilkesinin, ölçütlerinin çiğnenmesi gerekli görüldü. Bu ilkeleri uygulaması beklenen TCMB’nin özerkliği iptal edilecek; para politikasını Saray belirleyecek; faizler enflasyonun altında tutulacak, şirketlere ölçüsüz ve ucuz kredi pompalanacaktır.

Bu düzenleme içinde kaynak tahsisi ölçüsüz ve ucuz kredi akımlarını sağlayan bankalar sistemine ve bunlardan beslenen şirketlere teslim edilmiştir. Makro-ekonomik uzantılarını ve bölüşüm sonuçlarını özetleyelim: 2016-2022’de cari işlem açıkları tırmanmış; ekonomi üç ağır döviz krizinden geçmiş, buna rağmen yüzde 4,2 oranında büyümüştür. Sermayenin net millî hasıladaki payı 10,5 puan (%47,8 → %58,3) artmış; ücretlerin payı 9,6 puan (%39,5 → 29,9) gerilemiştir. Dönem sonunda enflasyon yüzde 85 eşiğine ulaşmış; ücretlerin aşınmasına önemli katkı yapmıştır.”

MUTLAK YOKSULLAŞMAYI YAYGINLAŞTIRAN BÜYÜME

“Ücret payındaki gerileme, ücretli istihdam artışına refakat ettiği için kişi başına reel ücretler de dönem boyunca baskı altında kalmıştır. Kullanılan enflasyon verisine göre son yedi yılda işçi başına reel ücretlerin yüzde 15 veya yüzde 25 oranında gerilediği; ortalama ücretli bir işçinin kapsanan dönemin üç veya dört yılında da mutlak anlamda yoksullaştığı hesaplanıyor. Özellikle son üç yılda hızlanan enflasyon, toplumumuzun ücretli olmayan sınıf ve katmanlarında, özellikle çiftçi, topraksız köylü, küçük üretici, faal nüfusun yüzde 20’sini oluşturan ‘âtıl emek kitlesi’nin bileşenlerinde de göreli veya mutlak yoksullaşmalara yol açmıştır. Bence bu bilanço bir ekonomik kriz değil, toplumsal bunalım olarak ifade edilmelidir. Bu veriler, neoliberal istikrar ilkeleri çiğnenerek Türkiye ekonomisinin ılımlı bir tempoda büyüyebildiğini gösteriyor. Ancak, sadece sermayeyi besleyen; başta işçi sınıfı olmak üzere, toplumumuzun kalabalık katmanlarında mutlak yoksullaşmayı da yaygınlaştıran bir büyüme biçimi içinde…”

‘KALICI BİR ONARIM, NEOLİBERAL İSTİKRAR REÇETELERİYLE MÜMKÜN OLAMAZ’

“Sürekli olamayacağı, 2023 sonrasında son bulacağı söylenebilir. Ama nasıl? Türkiye’nin son yedi yılda savrulduğu istikrarsızlığın neoliberal bir reçete içinde giderilmesi IMF öngörülerine göre ekonominin yüzde 3’lük bir büyüme temposu içinde durgunlaşması sayesinde mümkün olacaktır. Bu büyüme temposu, Türkiye’nin 2023’te yaşamakta olduğu toplumsal bunalım koşullarının kalıcı hale gelmesi anlamına gelir. Azgelişmişliğin henüz aşılamayan mirası, Türkiye ekonomisinde çok kalabalık âtıl emek rezervleri biçiminde yaşanmaktadır. Kalıcı bir onarım, neoliberal istikrar reçeteleriyle mümkün olamaz. Büyük boyutlu bir onarım gereklidir. Gündem, emek rezervlerinin içerdiği potansiyeli üretime ve dinamik bir büyüme ivmesine çekmek olabilir. İlk adım, herhalde, bölüşüm ve üretim ilişkilerinde çok daha radikal bir hamle ile atılacaktır. ”

4444.webp

– Dünya bir yandan gelir uçurumu artarken bir yandan da 1990’lardan itibaren tanıklık ettiğimiz küreselleşme dinamiklerini tersine çeviren gelişmeler oluyor. ABD, yakın dönemde Amerika’da üretilen araçlara teşvikler, vergi indirimleri getirileceğini aktardı. Benzer bir tutumun Avrupa ve Çin’de de görülmesi bekleniyor. Yani devletler yeniden ulusal sınırlar içinde üretimi teşvik etmeye başladı. Küresel ekonomi yeni bir aşamaya mı geldi? Bu durumu nasıl yorumlarsınız?

“Yukarıda sermayenin dünya çapında sınırsız tahakkümünü hedefleyen bir tasarım olarak tanımladığım neoliberalizm, ilk on yılda ülke ekonomilerinde yoğunlaştı. Adım adım uluslararası ekonomik ilişkilere küreselleşme olarak da ifade edilen yöntemlerle taşındı. Önce ülkeler-arası ticarette korumacılığa son verildi. İkinci aşamada ise sermaye hareketleri üzerindeki denetim ve kısıtlamalar tümüyle kaldırıldı.

Kırk yılda dış ticareti ve sermaye hareketlerini serbestleştirmek dünya emek piyasalarını da fiilen bütünleştirdi. Dünya çapında tek bir emek piyasasının oluşmasının ön koşulu, serbest ticaret ve sermaye hareketlerinin sınırsız serbestliğidir.

“Tek bir dünya emek piyasasının oluşmasına sosyalist bloktaki dönüşümler de katkı yaptı. Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ni birleştiren ekonomik blok reel sosyalizmle birlikte son buldu; bu ülkeler de serbest dış ticaret ve sermaye hareketleri yoluyla uluslararası kapitalizmle ve emek piyasasıyla bütünleşti. Çin Komünist Partisi yönetimini sürdüren Çin ise dış ticareti ve sermaye hareketlerini tümüyle serbestleştirdi. Bu dönüşümler sonunda Rusya, Doğu Avrupa ve Çin’in 2,4 milyar civarında emekçisi, uluslararası tedarik zincirlerine katılarak dünya emek piyasasının parçası oldular.”

‘NEOLİBERAL DÖNEMDE IMF VE DB PROGRAMLARI DEVLET ÖNCÜLÜĞÜNDE ULUSAL SANAYİLERİ DAĞITTI’

– Bu durumda sanıyorum beraberinde uluslararasılaşan bir üretim ve tedarik zinciri yapısı getirdi?

“Evet, neoliberalizm öncesinde Güney coğrafyasının büyük bölümü korumacı, planlı, ithal ikameci sanayileşme programları izlemekteydi. Tarımda ise gıda egemenliğini, köylülüğü koruyan teşvik ve destekleme politikaları öne çıkmıştı. Emek piyasaları ancak ulusal düzlemlerde geçerliydi. Neoliberal dönemde IMF ve Dünya Bankası programları devlet öncülüğünde ulusal sanayileşme biçimlerini dağıttı. Çevre ülkelerinde ülke içinde kalan sanayi üretimi de uluslararası sermayenin denetlediği uluslararası tedarik zincirleri içine kaymış oldu.”

“Bu zincirlerin ana özelliği sanayi üretiminin bazı aşamalarını parçalamak ve düşük emek maliyetli Güney ve Doğu coğrafyalarına taşımaktır. Üretim ülkeler arasında dağıtıldı; şirketlerin bünyesinde bütünleşti. Emekçiler de ulusal emek piyasasından ziyade dünya emek piyasasının parçaları oldu.”

İŞÇİ SINIFINI SAYISAL OLARAK ARTIRAN DİĞER KAYNAK: GÖÇ

“Dünya işçi sınıfını sayısal olarak genişleten ikinci bir kaynak daha var: Güney’den Kuzey’e; Doğu’dan Batı’ya göçler… Bunların arkasında hem neoliberalizmin hem de emperyalizmin Güney coğrafyasında yarattığı ekonomik, siyasal, toplumsal çöküntüler etkili oldu. Güney coğrafyalarında eriyen ulusal sanayileri, tarımın uluslararası ticarete açılması izledi. Kendini besleyen, kendini doyurabilen pek çok ülkede hububat üreticileri ticari tarım ürünlerine geçti. Güney ülkesi bu ürünlerde ihracatçı olurken, Batı’nın teşvikli, verimli hububatını ithal etmek zorunda kaldı. Açlık riskiyle karşılaşıldı. Neoliberalizmin Güney ve Doğu coğrafyasında yarattığı ekonomik şoklara 2000 sonrasında emperyalizmin tüm çevre ülkelerinde, özellikle Orta-Yakın Doğu ülkelerinde yarattığı saldırganlıktan, yıkımlardan etkilenen milyonlar katıldı. Neoliberalizmin veya emperyalizmin ülkelerinden kopardığı emekçiler Batı ve Kuzey ülkelerine göçtüler; bu ülkelerde ekonomik göçmenlerin ve sığınmacıların oranı hızla yükseldi. Dünya emek piyasalarına Batı ülkelerinin içindeki, düşük ücretli işçileri olarak katıldılar.”

“Bu büyük dönüşümün gelişmiş Batı ülkelerine de çarpıcı siyasal sonuçlarını da yaşıyoruz. Son çeyrek yüzyılda dış dünyadaki tedarik zincirlerine taşınan Batı emekçilerinin kayıpları, Güney coğrafyasından akan siyah tenli, esmer emekçilerin rekabeti karşısında daha da yoğunlaştı. Batı Avrupa’ya, ABD’ye göçen Orta Doğu, Afrika, Latin Amerika emekçileri işgücü piyasalarında rekabet, ücretler üzerinde baskı yarattı. Kuzey’in tedirgin emekçileri, geleneksel sol siyasetin dağılması nedeniyle sahipsiz kaldı. Egemen sınıflar geleneksel solun birikimlerini taşıyan örgütlerin, akımların tasfiyesine öncelik verdi. Bunun bir sonucu Batı’da yükselen, “popülizm” diye adlandırıldığı için bir anlamda saygınlık da kazanan neo-faşizmdir. ABD ve Britanya’da merkez-sağ’ın ana akımlarını temsil eden Cumhuriyetçi ve Muhafazakâr partiler Trump ve Johnson liderliğinde neo-faşizme yöneldi. Irkçı, göçmen ve küreselleşme-karşıtı söylemlerle işçi sınıfı saflarından yaygın destek aldı.”

migration.webp

‘NEO-LİBERAL KÜRESELLEŞME ARTIK ABD’YE DEĞİL, ÇİN VE GÜNEY ÜLKELERİNE YARIYOR’

“AB içinde İtalya’da, Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da, İskandinavya’da, Polonya ve Macaristan’da neo-faşist partiler iktidardadır veya iktidara adaydır. Hepsinde faşizmin ideolojik, siyasal öğeleri yer almakta; neoliberalizmin küreselleşmeye taşınan reçeteleri reddedilmekte veya itibardan düşmektedir.
Neoliberal küreselleşmenin ana dayanaklarından biri olan serbest ticaret doktrini, artık ABD’ye değil, Çin’e, giderek onu izlemeye yönelen Güney ülkelerine yaramaktadır. Çin’in düşük emek maliyetlerini teknolojik atılımlarla destekleyen rekabet gücü karşısında ABD yenik düşmüştür. Ticaret savaşları veya vergi teşvikleri ile Çin’de üretim yapan Apple’ı ABD’ye çekmeye çalışmakta; ama başaramamaktadır.

Kapitalizmin ekonomik çelişkilerinin yoğunlaştığı, çözüm arayışlarında da ikinci soruda da değindiğim dağınıklığın yaygınlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bu ortama emperyalizmin 20’nci yüzyılda Orta-Doğu’da yarattığı kanlı yıkımları ve Ukrayna savaşını tetikleyerek dünyayı bir nükleer felaketin eşiğine taşıyan pervasızlığını ekleyin. Hastalıklı, çürümüş bir sistemin krizi içinde olduğumuzu düşünüyorum.”

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. BORATAV: Yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi

Prof. Dr. Korkut BORATAV, BİRGÜN gazetesine 31 Mart yerel seçimlerini değelendiren bri röportaj yaptı: Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi?

Yayınlanma:

|

Yazan:

AKP’nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı ülkenin gündemindeyken sizce neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu?

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama, on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güney-Doğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansıması büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleşti. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. Kısmen 2024 seçimine katılmayarak; dörtte üçü de CHP’ye yönelerek…

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine yol açmış; mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Yoksullaşma ekonomi büyürken, istihdam artarken gerçekleşti; algılanması da bu yüzden güçleşti. Ama, algılanmayı frenleyen temel etken, bence, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlanmıştı.

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; öne çıktı; “sahte, içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardılar. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca etkili oldu.

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP iktidarının ekonomide ve siyasal anlamda atacağı adımlar bekliyor. Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı?

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor.

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir?

Mehmet Şimşek geleneksel neoliberal reçeteyi uyguluyor; enflasyona daraltıcı politikalarla son vermeyi öngörüyor. Temel araçlardan biri, emek gelirlerinin bastırılmasıdır. Şimşek de ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır.

Bugünkü ekonomik ortam, 1990’lı yılların yüksek enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücretler, emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortamın bir benzeri tekrar oluşacaktır.

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi?

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri bugün açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir.

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… Türkiye’nin 2028 ve sonrası için bu ekonomik ortam önerilmektedir…

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır?

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların eşgüdümü, mümkünse birleştirilmesi önemlidir.

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı.

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak, adeta kendiliğinden” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi hak etmesi, özümsemesi büyük önem taşıyor. Sadece CHP’nin değil, tüm Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

Okumaya devam et

GÜNCEL

Ortadoğu’da yeni cepheler mi açılacak: Konu İRAN!

İsrail ile İran arasında ipler gerildi, Ortadoğu’da tansiyon giderek yükseliyor. Lübnan’daki Hizbullah İsrail’e füze yağdırdı. ABD Başkanı, İran’a gözdağı vermeyi sürdürüyor. Savaşın bölgeye yayılması mı isteniyor? Sözcü’den İpek Özbey’in Ortadoğu ve İran uzmanı Arif Keskin ile röportajı bir çok soruya açıklık getiriyor…

Yayınlanma:

|

Yazan:

■ Çok merak edilen o soruyla başlayalım, İsrail-İran savaşını olası görüyor musunuz?

İran yönetimi İsrail’e yanıt vermek istiyor, kararlı olduğu gözüküyor. Ancak önemli olan bu yanıtın nasıl olduğu 1979’dan günümüze İran’ın güvenlik ve askeri doktrini ABD ve İsrail ile doğrudan çatışmadan kaçınmaktır. Geldiğimiz nokta İran açısından zor, karmaşık, çelişkili ve tehlikeli bir süreç. İran istemediği bir süreci tetikleyebilir. İran’ın yanıtı da bu karmaşık ölçüt ve kıstaslar içinde olacak gibi gözüküyor. İran, İsrail ve ABD ile doğrudan çatışmayı başlatmayacak bir eylem biçimi üzerinde çalışıyor ve içinde olduğumuz gerginliğin savaşa dönüşmesini istemiyor. Nitekim İsrail’e vermesi muhtemel karşılığı uzattıkça uzatıyor sürekli.

■ İran, ABD ve İsrail ile doğrudan çatışmadan kaçınıyor, neden?

Bunun çeşitli sebepleri var. Öncelikle Irak’la sekiz yıl süren savaş deneyimi olan İran, savaşın ne kadar yıkıcı olduğunu biliyor. Ortadoğu’dan Kafkasya’ya uzanan geniş coğrafyada birçok komşusuyla aktif problemi olan İran’ın muhtemel bir savaşta kendi çevresinde neyle karşılaşacağını tahmin etmesi de kolay değil. Ortadoğu ülkeleri İran’la ilişkilerini iyileştirmek isteseler de muhtemel bir çatışmada İran aleyhinde saf tutma ihtimalleri yüksek. Ciddi ekonomik sorunlar nedeniyle İran’ın büyük bir savaşı göğüslemesi mümkün değil. İran kamuoyunun önemli bir bölümü Filistin-İsrail konusunda İran rejiminin yanında yer almıyor. İsrail ve ABD ile doğrudan çatışmanın İslam Cumhuriyeti rejiminin bekası açısından nasıl sonuçları olacağı da meçhul. Saddam Hüseyin’in Kuveyt işgali ve ardından yaşananlar önemli bir tecrübedir İran yönetimi açısından. AB’nin bazı ülkelerinin İsrail ve ABD’yi İran konusunda destekleyeceğini biliyor.

■ ABD neden ateşe benzin döküyor?

ABD, İran ile doğrudan çatışmak istemiyor şimdilik. ABD, başkanlık seçimine hazırlanıyor. Böyle bir dönemde İran ile çatışmak başkanlık seçimlerini etkileyebilir. Ayrıca ABD’nin önceliği Çin ve Rusya. Rusya-Ukrayna çatışması fiili olarak devam ediyor. ABD’nin önceliği Rusya-Ukrayna savaşı. İran ile çatışmak Ukrayna’yı gözden çıkarma ihtimalini doğurabilir. ABD, bunu istemiyor. Ancak İran’ın İsrail’e saldırması durumunda İsrail’i destekleyeceği açık. Bu desteğin çeşitli nedenleri var. ABD’nin Ortadoğu siyasetinin temel taşlarından biri İsrail’in varlığı ve güvenliği. İsrail ile ilişkilerin niteliği ABD ile ilişkilerin çerçevesini belirliyor. Nitekim İsrail ile kötü ilişkileri olan bir ülkenin ABD ile iyi ilişki kurması düşük ihtimal. Ancak bu son krizde ABD, İsrail’e desteğini İran’a karşı bir caydırıcı faktör olarak görüyor. İran yönetimi ABD’nin İsrail’i desteklemediğini düşünürse İsrail’e yönelik etkin saldırı düzenleyebilir. ABD yönetimi son krizde yaptıklarını savaşı kışkırtma değil, önleme olarak tanımlıyor. ABD’nin İsrail’i destekleme kararlılığı İran’ın tavrını etkilediği açık. Bu destek İran’ın eylem alanı nı sınırlandırıyor. Bu durum İran yönetiminde ABD karşıtlığını da körüklüyor. İran yetkililerine göre bütün gelişmelerine sorumlusu ABD’dir. Onlara göre ABD, İsrail’i sınırlandırmak yerine İran’ı engelliyor. Nitekim İran yönetimi konsolosluğa saldırının hemen ardından yayımladığı bildiride ABD’yi eleştirdi ve sorumlu gördü.

■ Bu gerginlik bölgede neye sebep olur? Savaşı yayma planı var mı?

Bu gerginlik savaşa dönüşmediği taktirde hem İran’ı hem İsrail’i besliyor. İran-İsrail gerginliği Netanyahu ve İsrail’i rahatlatıyor. İsrail-Filisin çatışmasının mahiyetini, aktörlerini ve seyrini değiştiriyor. Köşeye sıkışmış İsrail’in elini güçlendiriyor. ABD ve Avrupa kamuoyunda eleştirilen İsrail yeniden korunması gereken mağdura dönüşüyor. İsrail’in ABD ve AB ilişkilerini derinleştiriyor, güçlendiriyor. Gazze’de yaşanalar gölgede kalıyor. İran-İsrail gerginliği Arap devletlerinin Filistin sorunundaki yabancılaşmasını derinleştiriyor. Nitekim İran’ın saldırma ihtimalinin, ABD-İsrail ilişkisini yeni bir evreye taşıdığı görülüyor. İsrail’e radikalleşme olanağı sunuyor. İran da bu krizden yararlanıyor.

■ Nasıl yararlanıyor?

İran, kendisine yakın grupların ABD ve İsrail karşı aktifleşmesini sağlıyor. Bölgedeki İsrail karşıtlığının farkında olan İran, bunu bölgeye nüfuz aracı olarak kullanıyor. Bu açıdan bakıldığında İsrail ile çatışması, İran’a önemli bir fırsat sunuyor. Bir taraftan Sünni Arap sokaklarına nüfuz edebiliyor, diğer taraftan da kendi taraftarlarının seferberliği için yeni bir siyasal, psikolojik ve ideolojik ortam var. İran’ın yükselen İsrail karşıtlığının bayraktarlığına soyunmasını ve kendisini İsrail düşmanlığıyla özdeşleştirmeye kalkışmasını, onun İslam dünyasındaki liderlik arzusunun farklı bir tezahürü olarak da görmek gerekir. Irak’tan Yemen’e kadar uzanan yelpazede İran’a yakın grupların hareketleri, Suudi Arabistan başta olmak üzere tüm Sünni Arap devletlerinin politik hareketliğini ipotek altına alıyor. Çelişkili görünse de, İran rejiminin saldırgan dış politikayı kendisini Batılılara kabul ettirmenin bir yolu olarak da seçtiği açık. Ayrıca bu süreç İran rejiminin etkinliğinin özünü oluşturan Şii mezhebinin ideolojikleştirilmesi için yeni imkân ve koşullar yaratıyor. İran ile İsrail karşılıklı olarak bu gerginlikten yaralansalar da bölgede çeşitli riskleri tetikliyor.

■ O riskleri konuşalım…

Öncelikle 7 Ekim Hamas saldırısıyla başlayan son Gazze çatışmadı bölgemizde bir dönüm noktası olmadı. Ortadoğu’da taşları yerinden oynatmadı aslında. Mısır’dan Ürdün’e kadar uzanan hatta devleler iç istikrarlarını korudu. İsrail-Filisin çatışması herhangi bir ülkede bir halk ayaklanmasına sebebiyet vermedi. İran bunu istiyordu.  Hizbullah, Husiler ve Iraklı milisler Gazze çatışmasına sadece sınırlı bir şekilde müdahil oldular. İsrail-HAMAS çatışması bölgeselleşmedi. İran-İsrail çatışması her şey altüst edebilir. Irak’tan Yemen’e kadar bölgenin istikrarsızlaşmasının zemini oluşturuyor. Lübnan, Yemen ve Irak yeni bir çatışmanın içine itiliyor. Bu çatışma bütün bölge devletlerini kendine içine çekebilecek riskleri barındırıyor.

İsrail, Suriye’nin başkenti Şam’da bulunan İran Büyükelçiliği’ni 1 Nisan’da vurdu. Yıkılan binada üst düzey 5 İranlı asker öldü. Tahran yönetimi, saldırı sonrasında “intikam” yeminleri etti.

DOKUNURSANIZ BÖLGEYİ YAKARIM!

■“İran, ne Irak’a benzer ne Suriye’ye…” Böyle bir görüş var. Katılır mısınız?

İran’ın Suriye ve Irak’tan farklı bir ülke oluşu tezi doğrudur. Çünkü İran, Irak’tan Yemen’e kadar kendine yakın örgütlere sahip. İran’ın bunu kurma yeteneğini mezhepsel indirmecilikten kaçınarak yorumlamak gerekiyor. İran rejiminin 1979’dan günümüze yayılmaya dönük kararlı bir politik irade ortaya koyduğu gözüküyor. İran’ın çatışmayı bölgeselleştirme potansiyelli olduğu açık ki bölgedeki varlık nedeni de bu aslında. 1979’dan sonra bu nedenle Ortadoğu’da yayıldı. İran’ın Ortadoğu siyasetinde mottosu belli: ‘‘Bana dokunursanız, bölgeyi yakarım.’’ İran, kendini korumanın yolunu Ortadoğu’da örgütlenme olarak görüyor. Tahran’ı korumanın yolu Bağdat, Şam ve Beyrut’ta etkinlikten geçer. 1979’dan beri bu stratejiyle hareket eden İran ile çatışmak için bölgede geniş çaplı gerginliği göze almak gerekiyor. Irak ve Suriye’de bu özellikler yoktu. İran ayrıca coğrafi olarak çok geniş, işgal etmesi mümkün görünmüyor.

■ Rusya ve Çin olası bir savaş durumunda nasıl pozisyon alır?

İran-İsrail gerginliği bir taraftan Çin’i ciddi şekilde zorluyor. Çin açısından özellikle savaş ihtimali çok riskli. Gerginliğin yükselmesi Basra Körfezi ve Kızıl Deniz’deki ticareti tehlikeye atıyor. Bu da Çin’in enerji, taşımacılık dahil tüm ticaretini zorlaştırıyor. Ayrıca Ortadoğu siyasetini zora sokuyor. Diğer taraftan ise ABD’nin Çin’e olan ihtiyacını artırıyor. Nitekim ABD, Çin’den İran üzerindeki etkisi kullanmak istiyor. Üstelik İran, ABD’nin enerjisini emiyor, Çin ve Rusya üzerinde yoğunlaşmasını engelliyor. İranlı bazı analizciler Rusya’nın durumunu biraz farklı yorumluyor. İran-İsrail gerginliğinin tırmanması Rusya lehinedir. ABD, İran ile çatıştığı bir dönemde Ukrayna’daki savaşa olan desteğini azaltabilir.

■ Somut bir örnek verebilir misiniz?

Tabii. Suriye hava sahasını Rusya kontrol ediyor. Rusya, Suriye’de İranlıları bombalayan İsrail uçaklarını durdurmuyor, bilgisini bile vermiyor. Rusya ve Çin, ABD’nin İran’la muhtemel savaşını istemezler. Ancak bu durum İran’ı askeri olarak destekleyecekleri anlamına gelmez. İran, İsrail ve ABD ile muhtemel savaşta Çin ve Rusya’nın desteğine güvenemez.

TÜRKİYE İLE KARŞI KARŞIYA GELMEK İSTEMEZ

■Türkiye ile İran karşı karşıya kalabilir mi?

İran-İsrail gerginliğinde İran ile Türkiye’nin karşı karşıya gelmesi koşullara bağlı. Öncelikle Türkiye’nin hava sahasını kapatıp kapatmayacağı önemli. Diğer taraftan da İran, Türkiye topraklarında eylem yapmadığı ve Azerbaycan’a karşı saldırıya geçmediği sürece İran ile Türkiye’nin karşı karşıya gelmesi düşük bir ihtimal. İran’ın, ABD ve İsrail ile gerginleştiği bir dönemde Türkiye’ye karşı cephe açması lehine olmaz ve böyle bir dönemde Türkiye’nin İran karşıtı tarafa geçmesini, İran karşıtı cephenin genişlemesini istemez. Türkiye’nin İran’a karşı zarar verme imkânı yüksek. İran da bunu biliyor. Ayrıca Türkiye kamuoyu son Gazze çatışması nedeniyle İsrail’e karşı. İran, Türkiye kamuoyunun kendi aleyhinde seferber olmasını istemez. Türkiye’nin İran karşıtı cepheye geçmesi Azerbaycan ve bazı Arap ülkelerin duruşunu da etkiler. İran’ın muhtemel bir savaşa girmesi Türkiye açısından göç, terör, radikalizmin güçlenmesi, mezhepsel çatışma, IŞİD ve El Kaide’nin aktifleşmesi, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerde iç savaşın tetiklenmesinin yaratacağı bölgesel etkiler, kırılgan ekonominin iyileşme ihtimalinin yok oluşu, enerji fiyatının yükselmesi gibi çeşitli sorunlar doğurabilir.

Okumaya devam et

GÜNCEL

ERDEMOĞLU: Yüzde 1 Servet Vergisi gelsin

Yayınlanma:

|

Yazan:

ERDEMOĞLU Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu, ekonomide yaşanan sıkıntıları gözden geçirirken şu saptamaları yaptı:

* Ekonomide Ramazan ve bayramı tersten yaşadık. Önce bayram yaptık, arkasından Ramazan geldi.

* Enflasyon yükselirken düşük faizli kredi kullananlar çok büyük kârlar ettiler. Üstelik düşük faizli kredi kullananların bir bölümü işine de yatırmadı.

* İnsanlar kolaya alıştı, şimdi kemer sıkmaya başlayınca sudan çıkmış balık gibi hissediyorlar. Kemer sıkmaları da hiç kolay olmayacak.

* Ancak, tatlı tatlı yersen acısını sonradan çekersin.

Kamuda çalışan sayısındaki artışı irdeledi:

– 2002 yılında kamuda 2.5 milyon kişi çalışıyordu. Şimdi 6 milyona yakın kamu çalışanı var. Bu durum büyük kambur. Ya kamuda çalışan sayısını hızla azaltacaksın ya da maaşlarını düşük tutacaksın. Başka seçenek yok.

Emeklilerle ilgili dünya ile karşılaştırma yaptı:

– Dünyada birçok ülkede 4 çalışana karşı 1 emekli şeklinde bir denge var. Bizde 1.6-1.7 çalışana karşılık 1 emekli var. Bu, SGK için büyük yük. Sürdürülebilir bir durum değil.

Memleketi Adıyaman’da da (Besnili) büyük yıkım ve can kaybına yol açan, toplam 11 ili vuran 6 Şubat 2023 depremlerini düşündü:

– Depremden dolayı bütçede de büyük açık oluştu. Ayrıca, başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesi’nde kentsel dönüşümün hızlanması da büyük yüke yol açacak.

Türkiye’deki genel anlayış aklına geldi:

– Birçok insanımızda “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı var…

Yaşanan ekonomik krizin gelir dağılımını çok bozduğunu dikkate aldı, çözüm yolu olarak aklından şu geçti:

– Bence bu dönemde “Servet Vergisi”ne ihtiyaç var.

Aklından geçen “Servet Vergisi” formülünü şöyle kurguladı:

– Varlığı 6 milyon liranın üzerinde olan herkesten yüzde 1 Servet Vergisi alınsın. Servet Vergisi kapsamına dahil olanların varlıklarının 6 milyon liralık kısmı da muafiyet kapsamına girsin.

Varlık hesaplamasına arsadan bina ve konuta, şirketten hisse senedi, tahvil, bankadaki paraya kadar her şeyin dahil edilmesi gerektiği üzerinde durdu:

– 6 milyon liranın üzerindeki varlıklardan alınacak Servet Vergisi, 24 ay veya 36 ay taksitle tahsil edilsin. Toplanacak kaynak 150 milyar doları bulur.

Kaynağın kullanımı için de şu planı öngördü:

– Toplanacak 150 milyar dolar bütçe dışında, şeffaf, denetime tabi ayrı bir fonda tutulsun. 50 milyar doları 6 Şubat depremi kapsamından 11 ilimize harcansın. 100 milyar dolar da başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesi’nin kentsel dönüşümü için kullanılsın.

Geçen hafta Hakan Güldağ ile birlikte İbrahim Erdemoğlu’nun ofisine gittik, sohbet ettik. Erdemoğlu, Servet Vergisi konusunu “kişisel görüşüm” diyerek kendisi açtı:

– Yüzde 1 veya 2’lik Servet Vergisi kimseyi zorlamaz. 1 milyar dolarlık şirketi olan, yüzde 1’den 10 milyon doları 24 ayda rahatlıkla öder.

Ardından ekledi:

– Dar gelirlinin durumu ortada. Hepimiz aynı gemideyiz. Yüzde 1 Servet Vergisi ödeyelim, 150 milyar doların toplanmasını sağlayalım. Yalnız, kaynağın kullanımını teknik bir ekip yönetsin. Nereye harcandığını herkes rahatlıkla görebilsin.

Erdemoğlu ile sohbetten iki gün sonra Türkiye’nin önde gelen iş insanlarından biriyle görüşürken sorduk:

– Servet Vergisi gelmeli mi?

Yanıtı olumlu oldu:

– Böyle bir dönemde Servet Vergisi çözüm formüllerinden biri olabilir.

“Servet Vergisi”, ülkemizde her gündeme geldiğinde tepki, tedirginlik yaratıyor.

O nedenle AK Parti hükümetleri döneminde “Varlık Barışı” formülü birkaç kez uygulandı.

İş dünyasının önemli bir oyuncusundan gelen “Servet Vergisi’ne ihtiyaç var” çağrısı, bu konuda hükümetin elini rahatlatır mı?

Biz şikayet eden tarafta olmayız

HAKAN Güldağ, Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu’na sordu:

– Seçim sonrasını nasıl görüyorsunuz?

Yanıtını altını çize çize şu cümlelerle verdi:

* Dövizde büyük bir dalgalanma beklemiyoruz.

* Turizmin iyi geçeceğini öngörüyoruz.

* Dış açık sıkılaştırma ile azalacak.

* İç pazarda da sıkılaştırma hissedilecek.

Kendi stratejisini paylaştı:

– Biz şikayet eden tarafta olmayız. Mevcut koşullarda en iyi helvayı yapmaya çalışırız.

Ardından ekledi:

– Bu yılın 6’ncı ayından sonra iflaslar artabilir…

1,5 milyar dolarlık PTA yatırımını 6’ncı ayda bitirmek istiyoruz

ERDEMOĞLU Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu’na grup bünyesindeki Sasa Polyester’in yatırımlarıyla ilgili son durumu sorduk, sıraladı:

* 1.5 milyar dolarlık PTA yatırımını 6’ncı ayda bitirmek için çalışıyoruz. Bir-iki aylık gecikme olabilir.

* 450 bin ton kapasiteli 550 milyon dolarlık elyaf yatırımı için inşaat devam ediyor. 2025’te faaliyete geçmesini planlıyoruz.

* 950 bin ton kapasiteli, 350 milyon dolara mal olacak “cips” yatırımı da sürüyor. Onun da 2025’te faaliyete geçmesini hedefliyoruz.

Söz konusu 3 yatırımın bedellerini topladı:

– Yani, Adana’da 2.4 milyar dolarlık yatırımımız sürüyor.

Yumurtalık’ta planladıkları yatırımı merak ettik, anlattı:

– Yumurtalık’ta 10 milyon metrekarelik yer almıştık. Yatırıma başlayabilmek için Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan onay bekliyoruz.

Sahtekarlık diz boyu, ‘DİR’ kalksın, ihracatçı vergisini ödeyip iade alsın

ERDEMOĞLU Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu, “Servet Vergisi” çağrısının ardından “Dahilde İşleme Rejimi” (DİR) konusunu çarpıcı sözlerle gündeme getirdi:

– DİR ile ithalat kalksın. Herkes vergisini ödesin. İhracatı yapan iadesini alsın. Çünkü, sahtekarlık diz boyu…

DİR ile ilgili süre uzatma taleplerinin yoğun olduğunu belirtti:

– DİR belgesiyle verilen sürede ihracatı yapamayan devamlı süre uzatımı talep ediyor. 3 belgesi olan 4’üncü, 5’inci belgeyi istiyor.

DİR ile ilgili de bir hesaplama yaptı:

– DİR uygulaması kaldırılırsa ilk yıl 30 milyar dolarlık vergi geliri oluşur. Bu gelir Eximbank’a aktarılsın. İhracatçıya ödediği vergi kadar kredi kullandırılsın.

DİR’in Türkiye’de üretim yapanları olumsuz etkilediğini vurguladı:

– Kumaş Hindistan’dan alınıyor, Mısır’da küçük bir işlem yapılıyor, Türkiye’ye getiriliyor. Aynı şekilde Bulgaristan da böyle dolambaçlı yollar için adres olarak kullanılıyor.

Dahilde İşleme Rejimi’nin kaldırılmasının yaratacağı etkiyi şöyle sıraladı:

* İçeride sanayi çalışır.

* İstihdam artar.

* İthalat cenneti olmaktan kurtuluruz.

* Döviz ihtiyacı azalır.

DİR konusuna noktayı şöyle koydu:

– Kısa vadede buna bağıran, tepki gösteren çok olur. Ancak, uzun vadede doğrusunun bu olduğu anlaşılır.

Sasa hisseleri 2015-2023 döneminde TL’de 405 kat, dolarda 37 kat yukarıda

ERDEMOĞLU Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu’na elinde Sasa Polyester hissesi bulunan yatırımcıları kızdıran açıklamasını anımsattım:

– 2022 yılı Kasım ayı sonlarında Hakan Güldağ ve Handan Sema Ceylan’la ziyaretinize geldiğimizde, “80 lira iken sattığımdan beri, ‘Sasa hisse fiyatı çok yüksek, alınmaz’ diyorum” demiştiniz. Ben de 30 Kasım 2022’de yazmıştım. Hisse sahipleri çok eleştirmişti.

Bunun üzerine Hakan Güldağ ve bana Sasa Polyester’i devraldıkları 30 Nisan 2015’ten 2023 yılı sonuna kadar hisselerin seyrini ortaya koyan TL ve dolar bazında iki tablo gönderdi.

TL tablosu şöyle:

* Sasa Polyester’i 30 Nisan 2015’te aldığımızda hisse değeri 0.09 TL idi.

* 31 Aralık 2015: Sasa hissesi 0.08 TL, yıllık TÜFE yüzde 3.9 idi. Hisse değeri yüzde 11 eksideydi

* 31 Aralık 2016: Sasa hissesi 0.18 TL, yıllık artış yüzde 125’ti. TÜFE yüzde 8.5’ti. Yani, hisse değeri 2 kat arttı.

*  31 Aralık 2017: Sasa hissesi 0.89 TL, yıllık artış yüzde 394’tü. TÜFE yüzde 11.9’du. Hisse değeri 30 Nisan 2015’e göre 10 kat artmıştı.

* 31 Aralık 2018: Sasa hissesi 0.93 TL, yıllık artış yüzde 4’tü. TÜFE yüzde 20.3’tü.

* 31 Aralık 2019: Sasa hissesi 1.25 TL, yıllık artış yüzde 34’tü. Yıllık TÜFE yüzde 11.8’di. Hisse değeri 2015’e göre 14 kat artmıştı.

* 31 Aralık 2020: Sasa hissesi 3.26 TL, yıllık artış yüzde 161’di. Yıllık TÜFE yüzde 14.6’ydı. Hisse 2015’ten buyana 36 kat artmıştı.

* 31 Aralık 2021: Sasa hissesi 11.49 TL, yıllık artış yüzde 252’ydi. TÜFE yüzde 36.1’di. Hisse artışı 2015’ten buyana 128 katı bulmuştu.

* 31 Aralık 2022: Sasa hissesi 47.83 TL, yıllık artış yüzde 316’ydı. TÜFE yüzde 64.3’tü. 2015’ten buyana hisse artışı 531 kata ulaşmıştı.

* 31 Aralık 2023: Sasa hissesi 36.44 TL, yüzde 24 düşüş söz konusuydu. Yıllık TÜFE yüzde 64.8’di. 2015’ten bu yana bakınca Sasa hissesi 405 kat yukarıdaydı.

Dolar bazında tablo da şöyle:

* Sasa Polyester’i 30 Nisan 2015’te aldığımızda hisse fiyatı 0.03 dolardı.

31 Aralık 2015: Sasa hissesi 0.03 dolar.

31 Aralık 2016: Sasa hissesi 0.05 dolar, yıllık artış yüzde 87 idi. 2015’ten buyana artış 2 kat oldu.

31 Aralık 2017: Sasa hissesi 0.24 dolar, yıllık artış yüzde 361’di. 2015’ten buyana artış 7 katı olmuştu.

31 Aralık 2018: Sasa hissesi 0.18 dolar, yıllık düşüş yüzde 25’ti. 2015’ten buyana artışı 5 kata inmişti.

31 Aralık 2019: Sasa hissesi 0.21 dolar, yıllık artış yüzde 19’du. 2015’ten buyana artış 6 kat olmuştu.

31 Aralık 2020: Sasa hissesi 0.44 dolar, yıllık artış yüzde 109’du. 2015’ten buyana artış 13 kata çıktı.

31 Aralık 2021: Sasa hissesi 0.86 dolar, yıllık artış yüzde 96’ydı. 2015’ten buyana artış 25 katı bulmuştu.

31 Aralık 2022: Sasa hissesi 2.55 dolar, yıllık artış yüzde 197’ydi. 2015’ten buyana artış 75 kata ulaşmıştı.

31 Aralık 2023: Sasa hissesi 1.24 lira, yüzde 52’lik gerileme oldu. 2015’ten bu yana artışı 37 katta kaldı.

Tabloları paylaştıktan sonra şu mesajı verdi:

– Sasa Polyester’i devraldığımız 30 Nisan 2015’ten buyana bakınca hisseler TL bazında 405 kat, dolar bazında da 37 kat yukarıda. Durum budur.

Ekonomim – Vahap MUNYAR

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKAVİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.