Dünyada resesyon olgusu belirginleşiyor. İngiltere’de Fransa’da kitleler sokaklarda seslerini eşitsizliğe karşı yükseltiyor. Merkez bankalarının faiz artırımı sıradanlaşsa da krize çözüm üretilemiyor. Servet uçurumuna karşı servet vergisi çözüm olarak işaret ediliyor. Türkiye’de yoksulluk mutlaklaşırken, toplumsal buhran derinleşiyor.
Dünya ekonomisinde ne oluyor? Hep bu son denen kapitalist krizler neden son bulmuyor? Türkiye ekonomisinde sorun nereden kaynaklanıyor? Servet vergisi, keskinleşen sınıfsal uçuruma çare olacak mı?
Bu soruları, Türkiye’nin en önemli iktisatçılarından Doçent Doktor Fikret Başkaya ile konuştuk.
Dünyada son iki yıldır bir resesyon beklentisi ve gerçeği var. Merkez bankaları faiz artırarak çözüm üretme arayışında. Yeniden bir krizle mi karşı karşıyayız, neden böyle oldu?
Kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu durumu ‘kriz’ kavramı karşılamıyor. Söz konusu olan ‘kriz’ değil, çöküş… Kriz, genel denge durumundan, normalden bir sapmayı ifade eder ama geri dönüşü de ima eder. İşte ‘kriz geçirmiş’ denir.
Oysa çöküş, geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır. Artık kapitalizm yeteri kadar büyüyemiyor, artı değer, fazla değer, yeni değer yaratmakta zorlanıyor. Oysa kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Büyümek veya yok olmak ikilemi söz konusudur. Artık şeylerin zemini değişmiş bulunuyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak.
‘FAİZLE, DÖVİZLE OYNAYARAK ŞEYLERİ YOLUNA KOYMANIN BİR İŞE YARAMADIĞI ZAMANDAYIZ’
Eğer bir sosyal sistem, bir üretim tarzı, bir uygarlık modeli, verili yasal-kurumsal çerçeve dahilinde toplum çoğunluğunun ‘temel ihtiyaçlarını (su, yemek, barınma, giyinme, ısınma, eğitim, sağlık, güvenlik…) asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse, artık orada krizden değil, çöküşten söz etmek gerekecektir. Şimdilerde dünyanın manzarası öyle. Elbette çöküş her yerde aynı yoğunlukta yaşanmıyor ama hiçbir yeri de ıskalamıyor. İşsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, doğal çevre tahribatı, farklı yoğunluklarda olmak üzere giderek derinleşiyor. Fakat, çöküş zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder. Bir canlının ölümü gibi anlık bir şey değildir.
Başkaya: Bir ‘çağ dönüşümü’, ‘uygarlık paradigması dönüşümü’ zamanındayız.
Kapitalizm kendi mantığının, temel eğilim ve dinamiklerinin, işleyişinin bir sonucu olarak, artı değer üretmekte zorlanıyor. Büyüyemiyor, büyürse de doğa tahribatını azdırıyor. İç ve dış sınırına dayandı. Bu bir tür boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz hali ki artık sürdürülebilir değil. Faizle, dövizle oynayarak şeyleri yoluna koymanın bir işe yaramadığı zamandayız. 16’ncı yüzyıldan başlayarak oluşan kapitalist üretim tarzı, ‘burjuva uygarlığı’ gününü doldurdu. Artık bir ‘çağ dönüşümü’, ‘uygarlık paradigması dönüşümü’ zamanındayız. Dolayısıyla, ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denecektir.
‘TÜRKİYE’NİN ET, SAMAN, YEM, BUĞDAY İTHAL ETMESİ SADECE SAÇMA DEĞİL, UTANILACAK BİR ŞEY’
Bazı ülkeler ‘faiz artırımı krizlere çözüm olmaz’ diyor, Türkiye ise 2021 Eylül’ünden beri faiz indirimi politikası uyguluyor, ancak derin bir kriz yaşanıyor. Türkiye hatayı nerede yaptı?
Türkiye hatayı 1980’de neoliberalizme teslim olmakla yaptı. Aslında 1980’de yapılan bir yeniden kompradorlaşma tercihiydi. Sözde ‘ihracat öncülüğünde büyüme’ retoriğiyle ekonominin iç eklemlenmesi aşındı ve ekonomi dış belirleyiciliklerden kolay yara alabilir hale geldi. Neoliberalizm fanatizmi, ekonominin temelini aşındırdı. Tam bir yıkım tablosu ortaya çıktı. Türkiye’nin et, saman, yem, buğday, kuru fasulye, vebenzeri ithal eder duruma gelmesi, sadece saçma değil, utanılacak bir şey ama kapitalizm dahilinde gayet olağandır.
Aslında politik İslamcı AKP sadece süreci hızlandırdı, yangına körükle gitti. Malum Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur. Dünyayı anlamaktan acizdirler. Çözümü ilerde değil, geride ararlar. Yüzleri geleceğe değil, geçmişe dönüktür. Artık yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar. Sadece bütçenin, hazinenin, müştereklerin değil, doğa yağma ve talanı, doğal çevre tahribatı da insan havsalasını zorlayacak düzeylere çıktı.
Başkaya: Her şey özelleştirilip, kamu hizmeti kavramı sahneden çekilince devletin işlevi ikiye indi. İşte gelir uçurumu skandalının gerisindeki asıl neden bu.
Sermaye ‘normal-bildik alanlarda’ yeteri kadar değerlenemiyor, çareyi doğa yağma ve talanını derinleştirmekte görüyor. İnşaata bunca yüklenmelerinin asıl nedeni bu. Malûm inşaat yeni değer, fazla değer, art-değer yaratmaz. Daha önce yaratılmış olanı kullanır. Ortada tevatür edildiği bir büyüme yok ama neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü de önemlidir. Ekonomi büyüyor, işsizlik, yoksulluk, sefalet, doğa tahribatı derinleşiyor. İyi de burada bir yanlışlık yok mu?
‘KAPİTALİZM BİR KUTUPTAKİ ZENGİNLİĞİ DİĞER KUTBA TAŞIR, SÖMÜRÜ MEKANİZMASIYLA VAR OLUR’
Türkiye’de 13 kişinin serveti, 44 milyon kişinin toplam servetinden daha fazla. Mutlak yoksulluk sorunu da keskinleşti. Muhalefet partilerinin bu konuda çözüm önerileri var. Bu önerileri nasıl buluyorsunuz? Sizce yeterli mi?
Kapitalizmi bir sömürü metabolizması olarak var oluyor. Bir kutuptaki zenginliği karşı kutba taşımak esastır. Her ileri aşamada zengin-yoksul farkı derinleşiyor. Bu sistemin mantığının dayattığı bir zorunluluktur. Fakat 1980 sonrasında, neoliberal küreselleşme çağında sosyal eşitsizlik skandal boyutlara ulaştı. Bu durum neoliberal çağda devletteki değişimle de ilgili. Burjuva toplumunda devletin üç işlevi vardır: İlk olarak, sermayenin değerlenmesinin koşullarını yaratmak; ikincisi özel sektör (sermaye) tarafından asgari düzeyde bile karşılanması mümkün olmayan kamu hizmetlerini sağlamak ve son olarak zenginleri yoksullardan korumak. Neoliberal çağda her şey özelleştirilip, kamu hizmeti kavramı sahneden çekilince devletin işlevi ikiye indi. İşte gelir uçurumu skandalının gerisindeki asıl neden bu.
‘BU KRİTİK AŞAMADA İŞ EZİLEN-SÖMÜRÜLEN SINIFLARIN, YERYÜZÜNÜN LANETLİLERİNİN BASİRETİNE BAĞLI’
Bu krizle beraber, hep gündeme gelen ‘Bu kapitalizmin son krizi’ söylemlerini duyuyoruz, gerçekten bu son kriz mi? Kapitalizm krizle yıkılacak bir ekonomik sistem mi?
Son dönemde yazdığım kitaplardan birinin başlığı: ÇÖKÜŞ- Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme. Elbette kapitalizm tarihsel ömrünü tamamladı, artık gidecek yolu kalmadı ama bu bir mum gibi sönecek, sessiz sedasız sahneyi terk edecek demeye de gelmiyor. Bir sosyal sistemin, bir uygarlığın tarih sahnesini terk etmesi bir canlının ölümüne benzemez. Zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder.
Her türlü şiddeti, vahşeti, savaşı, çatışmayı, hileyi, komployu dayatarak varlığını sürdürmek isteyecektir, başka türlü yapamaz. Bu kritik aşamada iş ezilen-sömürülen sınıfların, yeryüzünün lanetlilerinin basiretine bağlı olacak. Verili durumda mülk sahibi sınıfların ideolojik hegemonya yaratma, kitleleri aldatma-oyalama yetenekleri aşındı. Bu, top ezilen-sömürülen elinde demektir ama o da şimdilik elindeki topu nereye atacağını bilmiyor, sıkıntı orada. Yeni bir toplum projesi ve perspektifle, kapitalist saldırının karşısına dikilmeden şeylerin seyrini değiştirmek, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak mümkün olmayacak.
‘SERVET VERGİSİNDE YAPILACAK BİR ‘İYİLEŞTİRME’ SEYİRCİYİ OYALAMAYA YARAR’
Son Oxfam raporuyla görüldü ki, dünyada servet uçurumu ciddi biçimde keskinleşmiş. Dünya; süper zenginler, zenginler ve yoksullar olarak ayrılıyor. Bu durumu nasıl değerlendirmek lazım? Servet vergisi bu soruna çözüm olur mu?
Bir sorunun çözümünü, onu yaratan aktörlerden beklemek abesle iştigal etmektir. Bir kere kapitalizm dahilinde hiçbir temel sorunun çözülebilir olmadığının bilinmesi gerekir. Kapitalizm sadece sosyal kötülükler peydahlamıyor ki, aynı zamanda doğa tahribatı – işte iklim krizi, ekolojik yıkım da yaratıyor. Yaşamın temelini-varlık nedenini aşındırıyor. Gelir dağılımında kısmî bir iyileşme, atmosferin ısınmasına, biyo-çeşitliliğin yok olmasına çare olur mu?
Servet vergisinde yapılacak bir ‘iyileştirme’ neyi ne kadar değiştirebilir? Bu tür vaatler seyirciyi oyalamaya yarar sadece. Kaldı ki, o kadarı bile ezilen-sömürülenler tarafından bir zorlama, bir basınç olmadan mümkün olmaz. Geride kalan dönemde sınırlı kazanımlar, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen ve sömürülen sınıfların zorlu mücadeleler sonucu kazanılmıştır. Küresel oligarşiden çözüm beklemek bir şeyi olmadığı yerde aramak, kendini aldatmaktır. Büyük İnsanlığın acil ihtiyacı vakitlice kapitalizmden çıkmaktır. Zira, geç kalınırsa geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir. Velhasıl, İnsanın-insanla, toplumun-doğayla, kadını-erkekle uyumlu (barışık) olduğu bir uygarlığa -komünizme- giden yolu aralamaktan başka çare yok. Bu da eko-sosyalist bir geçiş programıyla mümkün olabilir. Velhasıl kendini aldatmanın bir alemi yok.
Hazine’nin borç servisinde bazı aylarda anaparanın 3 katı kadar faiz ödediğine dikkat çeken Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz, borcun faizinin toplanan vergilerle ödendiğini söyledi.
Hazine ve Maliye Bakanlığı, Hazine’nin mart, nisan, mayıs aylarını kapsayan finansman programını açıkladı. Buna göre Hazine bu üç ayda 159.8 milyar TL’si iç borç, 113.4 milyar TL’si de dış borç olmak üzere toplam 273.2 milyar TL borç geri ödemesi yapacak. Bu üç ayda borç servisinin yüzde 59’u faiz ödemelerinden, kalan yüzde 41’i anaparadan oluşacak. Borç ödeme projeksiyonunu SÖZCÜ’ye değerlendiren İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz, “Fakat 2023 yılında Hazine’nin toplam 1.1 trilyon TL’lik iç ve dış borç geri ödemesi gerçekleştirmesi öngörülüyor.
ÜLKE RİSKİ NASIL DÜŞER?
Ocak ayında dış borç ödemesinin faiz yükü anaparanın üç katı olarak gerçekleşti. Mayıs ayı borç ödeme projeksiyonuna göre alacaklılara yapılacak dış borç ödemesinde yine ödenecek faiz, anaparanın yaklaşık üç katı olacak. Borcun faizi bütçede bir harcama kalemi olduğu için ödediğimiz vergilerle finanse ediliyor” dedi. Türkiye’de döviz ihtiyacının her geçen gün arttığını belirten Yılmaz, “TCMB rezervleri güçlenir, CDS düşer, politik belirsizlikler azalırsa ülke riski düşer ve dışardan borçlanma olanakları iyileşebilir” diye konuştu. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın yayınladığı Hazine Finansman Programı’na göre, borç servisinin martta yüzde 44’ü, nisanda yüzde 36’sı, mayısta ise yüzde 84’ü faiz ödemelerinden oluşacak. Ödeme projeksiyonlarında, borcun faiz ödemelerinin, anapara ödemelerini geçtiği görülüyor. Bu üç ayda iç ve dış borç anapara ödemeleri 112.8 milyar TL iken, faiz ödemesi 160.4 milyar TL olacak.
Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz
Bu yıl ek bütçe şaşırtıcı olmaz
Hazine ve Maliye Bakanlığı, geçen günlerde gündemde ek bütçe konusunun yer almadığını açıklamıştı ancak Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz ek bütçenin gündeme gelmesinin şaşırtıcı olmayacağını söyledi. 2022 yılı ortasında yıllık bütçenin yaklaşık yüzde 80’i kadar ek bütçe çıkarıldığını hatırlatan Yılmaz, şöyle konuştu: “Seçim, deprem ve enflasyonist süreç bütçe giderlerinin beklentinin üstünde artmasına yol açacak. 2023 yılında seçim ekonomisi, yüksek enflasyon ve yaşadığımız depremler ekonominin geleceğinin öngörülemezliğini ortaya koysa da, mali disiplinden uzaklaşma ve ek bütçenin gündeme gelmesi şaşırtıcı olmayacak.”
Yüzde 9.5 faizle dış borç bulduk
Ülke risk priminin (CDS) 500 seviyelerinde olduğunu, dışarıdan borçlanmada ülke riskinin giderek arttığını belirten Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz, bu yılın ilk iki ayında Hazine’nin gerçekleştirdiği ihalelerde dolar cinsi yüzde 9.5 ile yurt dışından dış borç bulunduğuna dikkat çekti.
Son iki yıldır, üçüncü ve dördüncü çeyrekte, Gayri Safi Sabit Sermaye yatırımları ya geriledi veya GSYH’da büyümenin çok altında kaldı.
Sabit sermaye yatırımlarında büyüme;
*Üçüncü çeyrekte; 2021 yılında; eksi 1,3 ve 2022 yılında eksi 0,8 oldu.
*Dördüncü çeyrekte; 2021 yılında 2,1 ve 2022 yılında 2,6 oldu.
Yatırımlara; finansal yatırımlar, sabit sermaye yatırımları ve insana yapılan beşeri yatırım olarak bakmak gerekir.
Sabit sermaye yatırımları, üretim hacmini artırır. İşsizliği önler. Potansiyel büyüme kapasitesini artırır. Verimlilik artışı sağlar.
Beşeri yatırım, bir ülkenin teknolojik gelişmesinde, verimlilik artışında ve ülke kalkınmasında kilit değerdedir.
Türkiye’de sabit sermaye yatırımlarında gerileme ve hızlanan beyin göçü, ülke kalkınması önünde engeldir.
Gerek sabit sermaye ve gerekse beşeri yatırımların yavaşlama veya durmasının global nedenleri de vardır; ama Türkiye ye özgü nedenleri daha da ağır basıyor.
1.Üretici ve tüketici güvenmiyor.
Bunun nedeni yanlış kararlar ve özellikle başkanlık sisteminin getirdiği belirsizliklerdir. Kimse yarın hangi kararnamenin çıkabileceğini kestiremez. Bu nedenle de yerli ve yabancı sermaye yatırım projesi ve fizibilite yapamıyor.
Ayrıca, güven sorunu nedeni ile doğrudan yabancı yatırım sermayesi gelmiyor, yerli sermaye çıkıyor. Cumhuriyet tarihinin en yüksek beyin göçünü yaşıyoruz.
Güven endekslerinde 100 üstü güveni ve 100 altı güvensizliği gösteriyor. Tüketici ve reel kesim endekslerini kapsayan Ekonomik Güven Endeksi, 2007 yılında 108,8 iken, 2022 yılında 99,1’e geriledi. 2007 yılında 94,7 olan tüketici güven endeksi de 2022 sonunda 75,6’ya geriledi.
2.Yüksek enflasyon ve belirsizlik yatırımları engelledi.
Enflasyon ekonomide kırılganlığı artırır. Üstelik yüksek enflasyonu düşürmek için hükümetin kabul edilebilir önlemleri ve politikaları yoktur. Belirsizlik ortamında kim, neden yatırım yapsın?
3.Yatırımların bürokratik maliyeti çok yüksektir.
Siyasi iktidar mahalli idarelerin onaylaması gereken her türlü plan ve projeyi, merkezden hızlı ve istenen şekilde yapıyor. Ancak yatırım yapanlardan öğrendiğim kadarıyla bu yolun maliyeti, yatırıma değmeyecek kadar yüksektir.
Dahası, 2003 yılına kadar, plan-program kapsamında verilen yatırım teşvikleri, bu yıldan sonra planlamanın da devreden çıkarılması ile çok karıştı. Dahası devlet dışlandı. Oysaki bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde devletin yatırımları yönlendirmesi ve teşvik etmesi gerekir.
Seçim sonrası yatırımların önü açılacaktır.
6’lı Masa’da gelişmeler ve sonuç, halkın siyasete el koyduğunu ve eğer demokrasi dışına çıkılmaz ve bir yanlış yapılmazsa siyasi iktidarın değişeceğini çok açık bir şekilde gösterdi.
Gelecek iktidar ekonomik anlamda kucağında ateşten top bulacak ve fakat çözmek zor olmayacaktır. Çünkü yeni iktidar bir istikrar programı yapacak, Muhtemelen IMF’den kredi alacak, tüketici ve üretici güveni artacak, doğrudan yabancı yatırım sermayesi girecek, kayyumlar kalkacağı için mülkiyet endişesi kalmayacak ve ekonomik istikrar kısa sürede sağlanacaktır.
Bu ortamda ertelenen yerli ve yabancı yatırım devreye girecek, yeni yatırımlar yapılacak ve yatırım hacmi artacaktır.
Dahası yeni iktidar; insanların, eğitim tercihlerine, yaşam ve düşünce tarzına şöyle veya böyle müdahale etmeyecek ve beyin göçü de duracaktır.
Zemin dinamiği alanındaki çalışmaları ile tanınan MIT Profesörü Eduardo Kausel, dünyadaki en sıkı bina denetim yönetmeliklerine sahip Şili’de doğmuş. Kausel ile hem doğduğu ülke deneyimleri hem de akademik birikimi ışığında Türkiye’de yaşanan deprem ve sonrasını konuştuk.
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) İnşaat ve Çevre Mühendisliği Profesörü Eduardo Kausel, Türkiye’de depremlerin ardından başlayan yeniden inşa telaşı için erken olduğunu, arkasında siyasi bir motivasyon olabileceğini düşündüğünü söyledi. EKONOMİ gazetesine konuşan Kausel “Her şeyden önce, mevcut sismik yönetmeliklerin acil bir revizyona ihtiyacı olup olmadığının belirlenmesi gerekiyor” dedi. Yapı dinamiği ve sismoloji mühendisliği alanlarında uzman olan Kausel yaşanan trajedinin bir an önce geride bırakılması telaşıyla kanıtların gömülmesi konusunda endişeleri olduğunu da dile getirdi.
■ Deprem bölgesinde kalıcı konutların çok hızlı bir biçimde yapılması doğru mu?
Türkiye yeni konutlar inşa etmek için ne kadar beklemeli? Türkiye’de depremlerin ardından başlayan yeniden inşa telaşının erken olduğuna inanıyorum. Arkasında siyasi bir motivasyon olabilir. Her şeyden önce, mevcut sismik yönetmeliklerin acil bir revizyona ihtiyacı olup olmadığının belirlenmesi gerekiyor. Geçmişteki hataların veya daha kötülerinin tekrarlanmaması için yaşanan felaketin, mühendislikten kaynaklanan nedenlerini anlamak gerekiyor. Türkiye’deki uzmanların -aralarında fevkalade kalifiye olanlar var- önce tüm molozları elemeleri ve adli araştırmaları yapmaları lazım. Çöken binalardan, özellikle de yakın zamanda yapılmış olanlardan kapsamlı bir malzeme seti toplanması ve çökme nedenlerinin tam olarak belirlenmesinde fayda var. Ayrıca çökmüş binaların olduğu bölgelerdeki hareket yoğunluğu belirlenerek, sismisite ve hasar derecesi haritaları hazırlanmalı. Kahramanmaraş’ın kuzeydoğusunda başlayan ve Malatya ile Adıyaman’ın ortasından geçerek güneybatıya uzanan fay hattının hemen yukarısında, yaklaşık 5 km’lik bir bölge içinde hareketlerin son derece yoğun olduğunu göreceklerdir.
Birçok güncel çalışma hareket yoğunluklarını ve hasar derecesini “episantr (merkez üs) uzaklığı” cinsinden bildiriyor. Bunlar bu bağlamda işe yaramaz. Önemli olan, “merkez üssüne” değil, fayın kendisine olan mesafe. Bu çalışmalar hangi binaların uygun hangilerinin uygunsuz olduğunu ve farklılık nedenlerini ortaya koyacaktır. Pek çok binanın gerekli sismik dayanıklılığa sahip olup olmadığı konusunda şüphelerim var. Bunun en önemli nedeni inşaat sektöründe yaygın olan yolsuzluk olasılığı. Yeni, modern ve çok pahalı binalar da yıkıldı. Bunlarda eksik ve ucuz malzeme kullanımı kadar inşaatta “detaylandırmaya” yeterince dikkat edilmemiş olması da önemli.
Yaşanan bu trajedinin bir an önce geride bırakılması telaşıyla mühendisler malzemeleri örneklemek için fırsat bulamadan molozların buldozerlerle kaldırılması, kanıtların gömülmesi konusunda endişeliyim. Önümüzdeki aylarda onlarca, yüzlerce inşaatçı yargılanacak ve “adalet yerini bulacak”. Ancak bu, sorunu çözmeyecek, İçtenlikle umuyorum ki hükümet uzmanların söylediklerini dikkate alarak bu gözden geçirme sürecinin ilerlemesine izin verir.
■ Kanunlar Şili’deki hasarı nasıl sınırladı? İki ülkeyi biraz karşılaştırabilir misiniz?
Şili gerçekten de çok iyi bir deprem yönetmeliğine, son derece yetkin mühendislere ve inşaat firmalarına sahip, sıkı denetim uygulamaları var. Ancak, bu iki ülkedeki sismik koşulların farklı olması gibi basit bir nedenden ötürü Şili uygulama ve ilkelerini kopyalamamak gerekir. Şili’deki depremlerin çoğu, Nazca tektonik plakasının altında Pasifik Okyanusu’ndaki açık denizde meydana geliyor. Ayrıca, bunlar uzun süreli derin depremler olma eğilimindedir. Buna karşılık, Türkiye’de, biri kuzeyde ve diğeri güneyde olmak üzere iki ayrı fay söz konusu. Bu, Türkiye’deki birçok depremin 10 km içinde sığ bir kökene sahip olduğu anlamına geliyor. Şubat ayında kırılan fayın güneybatı ucunun da Antakya’nın altından geçebileceğinden kuvvetle şüpheleniyorum. Bu kanaatim, şehrin kuzeybatı kesiminde elde edilen kayıtların güneydoğu kesimdeki kayıtların yaklaşık iki katı olmasına dayanmaktadır. Ayrıca, kuzeydeki Hatay havaalanındaki pist boyunca görülebilen bir yüzey kırığı var, bu da altında bir fay kolu olduğunu düşündürüyor. Son olarak, Antakya son 2 bin yılda yaklaşık dört kez depremlerle tamamen yıkıldı ve bu da yine yakınlarda bir fay hattının varlığını gösteriyor. Peki, Antakya’nın batı kısmının altından gizli bir fay mı geçiyor? Zaman gösterecek. Bu arada, Türkiye’de bilinen, büyük aktif fay hatlarının 5 km yakınında yeni inşaatlardan kaçınılmalı (hatta yasaklanmalı mı) sorusu sorulabilir.
■Depreme karşı güvenli bina, birkaç cümleyle nasıl özetlenebilir?
Tipik yapılar için yönetmelikleri izleyin, ancak yüksek binalar, imza yapılar için alternatif, daha karmaşık dinamik analizler yapılması daha doğru. Güvenli tarafta olmak için kuralların ötesine geçin. Mümkünse, sismik tepkiyi sınırlamak için, sismik izolasyon veya stratejik konumlarda yapısal sönümleyiciler şeklinde titreşim sınırlama cihazlarından yararlanın. Kaliteli malzeme kullanın: çelik, kaliteli kum, çakıl. Betonda fazla sudan kaçının. Sık sık beton dayanıklılık testleri yapın ve iyi bir kalite kontrol programı uygulayın. 15-20 katın üzerindeki binalar için, perde duvarları alt kotlarda sağlam ve daha kalın yapın. Zemin katın tasarımına ve yapısal duvarların temele kadar olan geçişine özen gösterilmeli. Pek çok binanın bodrum katlarında otoparklar bulunduğundan, garajda araba sirkülasyonu sağlamak için yapısal duvarların burada nasıl açıldığı konusunda özellikle dikkatli olunmalı. Çelik takviyenin yerleştirilmesi; üzengi demirlerinin sayısı ve tipi, takviye çubuklarının üst üste binmesi; kirişler ve kolonlar ile duvarlar ve zeminlerin kesişme noktalarının dikkatli bir şekilde detaylandırılması. Bir zincirin ancak en zayıf halkası kadar güçlü olduğu unutulmamalı.
■ Artçı sarsıntılar sürerken yeni inşaatlar yapılabilir mi?
Yeniden inşa kararı şu anda alınsa bile, inşaatın başlaması ve/veya tamamlanması aylar (veya yıllar) alacaktır. O zamana kadar artçı sarsıntıların çoğu dinmiş olacak. Şu anda bile, çoğu artçı şokun büyüklüğü 4’ün altında, yalnızca bir kısmı şiddetli. Devam eden birkaç inşaatı etkileyebilir, ancak çoğunluğu korunacaktır. Artçı sarsıntılar can sıkıcı olabilir, ancak aşılmaz bir sorun değil. Beton kalıpların ve geçici desteklerin yeterli olması koşuluyla, artçı şokların inşaatları etkilemesi olası değildir.
ALMANYA’NIN ‘İNŞAAT POLİSİ’ TÜRKİYE İÇİN ÖRNEK OLABİLİR
■ Türkiye’de bundan sonrası için önemli hasarları önlemek adına neler başka neler yapılabilir?
Sismik tasarım yönetmeliklerini gözden geçirin ve güncelleyin. İnşaatların sadece inşaat şirketinin kurumsal patronları tarafından değil, nitelikli deprem mühendisleri tarafından denetlenmesi zorunlu kılınmalı. Denetim bağımsız dış kurumlar tarafından yapılmalı. Buna örnek olarak Almanların “Baupolizei”, “İnşaat Polisi” uygulaması gösterilebilir. İnşaat sektöründe yolsuzluk kontrol altına alınmalı. Başarmak zor olsa da tüm imar afl arını ortadan kaldırın. Yapıların güçlendirilmesi pahalıdır ve çoğu durumda pratik değildir. 20. yüzyılda Kuzey Anadolu fayı boyunca meydana gelen büyük depremler İstanbul’a giderek yaklaşıyor. O büyük şehrin yakınındaki bir sonraki güçlü deprem yarın, gelecek yıl veya bundan yüz yıl sonra olabilir. Ama kesinlikle olacak. Bu riski azaltmak için şimdi ne yapılabilir? Bu, yalnızca Türklerin cevaplayabileceği bir soru.