2021 millî gelir (GSYH) istatistikleri yayımlandı. Son verilerde yer alan bölüşüm göstergelerini gözden geçirmek istiyorum. Aralık 2021’de bu köşede Ocak-Eylül 2021 dönemi için benzer bir değerlendirme yapmıştım. O yazıdaki çerçeveden hareket ederek bulguları güncelleştirelim.
Millî gelir istatistiklerinde bölüşüm kategorileri
“Gelir yöntemi ile hesaplanan GSYH”, sınıfsal gelir dağılımı içinde yer alan iki önemli gelir türünü doğrudan doğruya veriyor: Ücretler ve ücret dışı gelirler… Böylece, önemli ve bütüncül bir bölüşüm göstergesi olan Ücret / GSYH oranı doğrudan doğruya hesaplanabiliyor.
Önceki yıllarla karşılaştırılırsa bu oran, ücret, maaş, yevmiye vb ödemelerinin millî gelirdeki payının nasıl seyrettiğini gösterir.
Bu ölçüt önemlidir; ama ek ayrıştırmalar gerekir. GSYH istatistikleri sektörel GSYH içinde ücret ödemelerini veriyor; ama o kadar… Örneğin ücretliler-içi farklılaşma, ayrıca araştırılmalı, yayımlanmalıdır.
Önemli bir sorun daha var. Gelirlere göre hesaplanan GSYH, sınıflar-arası bölüşüme girmeyen iki önemli kategori içerir. Bu millî gelir kavramı şöyle tanımlanıyor:
GSYH = Ücretler + ücret dışı gelirler + sabit sermaye tüketimi + üretimden alınan vergiler
Sınıflar-arası bölüşümü araştırıyorsak net hasıla hareket noktası olmalı ve gayri safi (“brüt”) hasılaya giren sabit sermaye stokunun tüketimi (“aşınması”) dışlanmalıdır.
Üretimden alınan (dolaylı) vergiler ise, devletin el koyduğu bir net hasıla öğesidir. Bu kategorinin farklı sınıflara yansıması ayrıca incelenmelidir. TÜİK tablolarıyla bunu yapamıyoruz. Bu durumda dolaylı vergileri dışlayan aşağıdaki net hasıla (NH) tanımını kullanabiliriz:
Net hasıla (NH)= Ücretler + ücret-dışı gelirler…
Bu toplamın içinde ücretlerin payı (Ücret/NH), sabit sermaye stokunun aşınmasını içeren Ücret/GSYH oranından daha anlamlıdır.
2016-2021: Net hasılada ücret payı…
Aşağıdaki tablo, 2016-2021 yıllarında cari fiyatlarla net hasılada ücret ve ücret-dışı gelirlerin paylarını veriyor. Bu beş yıllık dönem Saray’ın çalkantılı ekonomi politikalarını, salgını, üç döviz krizini kapsıyor.
Ücret / NH oranı, en geniş anlamda işçi sınıfının gelir dağılımındaki durumunu verir. Engels’in, “işçi sınıfı, işgücünü satarak yaşayanlardan oluşur” anlayışını izliyorum. Ücret payının altı yılda 6,8 puan aşındığını gözlüyoruz. Tek bir yıl (2019) hariç, aşınma kesintisizdir.
Kapitalist ekonomilerin istatistiklerinde “ücret” kavramı yanıltıcı olabilir; artık-değer öğeleri de içerebilir. Dev şirketlerde yönetici maaşlarının istatistiklere “ücret” olarak geçmesi Türkiye’de de geçerlidir. Aslında örtülü kâr aktarımları söz konusudur.
AKP bürokrasisinin ikili, üçlü maaşları, özlük hakları, “Yeni Türkiye”ye özgü bir başka tuhaflıktır. Bu tür kadroların gelirlerini içeren ücretler, en genişletilmiş yorumuyla dahi işçi sınıfına atfedilemez.
Tablodaki ücret payı, bu tür düzeltmeleri içermemesine rağmen 2016-2021 arasında %43,3’ten %36,5’e düşmüştür. Üstelik bu erime, 2019 hariç her yıl kesintisiz sürmüştür.
Çarpıcı bir tespit vurgulanmalıdır: Beş yıl içinde net hasılada işçi sınıfı payının 6,8 puan düşmesi, Türkiye iktisat tarihinde benzeri pek olmayan bir bölüşüm şokudur.
Ücret-dışı gelirler
Tabloda yer alan ücret-dışı gelirlerin payı, tanım gereği ücretlerle zıt yönde seyretmiş, 2016-2021’de 6,8 puan artmıştır. “Bölüşüm şoku”nun diğer yüzü budur.
“Ücret-dışı gelirler”, TÜİK tablolarında “net işletme artığı / karma gelir” başlığı altında toplanıyor. “Net işletme artığı” terimi, kapitalist bir ekonomide şirketlere, işletmelere intikal eden artık-değerin tüm öğelerini içermelidir. Üretken işletmelerin brüt kârları, ticarî kârlar, faiz ödemeleri, kira gelirleri vb…
“Karma gelir” terimi ise, kapitalist üretim ilişkilerinin parçası olmayan diğer gelir türlerinin de kapsandığını gösteriyor. Aile emeğine dayalı küçük üreticiliğin, tüm türleriyle küçük ticaretin ve (hekimlik, avukatlık gibi) profesyonel mesleklerin gelirleri…
Bunlardan biri, Türkiye tarımını kapsar; çiftçi-köylü işletmelerinin net gelirlerinden oluşur. 2026-2021 TÜİK tablolarında tarım sektörü gelirlerinin yüzde 95’i “ücret-dışı” gelir türlerinden oluşuyor. Ezici çoğunluğu kapitalist olmayan küçük meta üretimi içinde yer almaktadır.
Bu emekçi sınıfın aleyhinde 2016-2021 yıllarında önemli bir değişme cari fiyatlarla tarım/GSYH oranının 0,5 puan (%6,1 → %5,6) aşınması oluyor. Bu gelişme, tarımsal ürünlerin geri ve ileri piyasa ilişkilerinde çiftçilerin karşılaştığı fiyat makasları (iç ticaret hadleri ve ticarî marjlar) izlenerek çözümlenmelidir.
Bu olgular ve ek bilgiler, tabloda ücret dışı gelir payında belirlenen artışın, herhalde fazlasıyla kapitalist ilişkiler içinde, şirketlerde yığılmış olduğuna işaret ediyor.
Temel tespit: Ağır, kalıcı bir toplumsal bunalım…
TÜİK’in son millî gelir istatistiklerini kullanarak, bölüşüm değişikliklerini büyüme verileriyle birleştirelim: 2016-2021’de Türkiye ekonomisi yıllık %3,9’luk bir eğilimle büyümüştür. Aynı dönemde tüm ücretlerin net hasıladaki payı ise %43,3’ten %36,5’e gerilemiştir. Büyüme ortalaması (%3,9) ile ücret payındaki düşme (6,8 puan) arasındaki makas nasıl oluşabilir? İşçi sınıfı saflarında gelir düzeylerinin aşınması ile…
Hayatlarını ücret gelirleri ile sürdüren insanlardan söz ediyorum. İstihdamda payları yüzde 70 civarındadır. İşgücü piyasaları, işsizler ve “atıl nüfus” ile birlikte yirmi milyon ücretlinin geçim kaynağıdır. İncelediğimiz istatistiklere göre tümü, yaygınlaşan yoksullukla yüz yüzedir.
Ekonomi yüzde 11 oranında büyürken huzursuzluğun sokaklara taşması, Türkiye’nin bir toplumsal bunalımdan geçtiğini göstermiyor mu? Tablodaki bulgular sadece ortalamaları veriyor. En ağır etkilenen emekçilerin durumu ayrıntılarda gizleniyor.
Ayrıntıların bir bölümü Dünya Bankası (DB) tarafından 2020’de yaptırılan bir alan araştırmasında yer alıyordu. DB’nin Nisan 2021 tarihli Türkiye Raporu’nda aktarılan bu bulgulara göre, ülkemizde yoksulluk oranı 2019-2020 arasında iki puan (%10,2 → %12,2) artmış; 2012 sonrasının zirvesine çıkmıştır. Yoksullaşma işçi sınıfında yoğunlaşmış; kadın, genç, 15-24 arası yaş grubunda yer alan, kayıt-dışı ve niteliksiz emekçiler özellikle etkilenmiştir.
Ücret gelirlerindeki gerilemenin fazlasıyla yansıdığı katmanlar bunlardır. Saray’ın son beş yılda izlediği ekonomi politikalarının mağdurları… Bu politikaların ana öğelerini bu köşede eleştirdik: Salgın ortamında kamu maliyesi kaynaklarının emekçilerden esirgenmesi ve şirketlere aktarılan ucuz kredi pompalaması…
Bu çerçeve, bölüşüm ve büyüme süreçlerini tümüyle şirketlere devreder. Örgütsüz emekçileri yoksullaştıran enflasyon onların denetimindedir. Son beş yılda (tüm küçük üreticileri de kapsayan) ücret-dışı gelir payındaki 6,8’lik puan artış, çarpıcı bir zenginleşmenin boyutunu veriyor; o kadar…
Siyasal iktidarla ayrıcalıklı sermaye çevreleri arasındaki ilişkileri izleyen gazeteciler bilgilerimize ışık tutuyor. Aslan payını alan patronlar biliniyor. Ücretlileri yoksullaştırarak yükselen bir “burjuvazi”nin yozlaşmış örnekleri manşetlere giriyor.
Israrla vurgulayalım: Saray, son yıllarda halk sınıflarını çok ağır bir toplumsal bunalım içine sürüklemiştir. Türkiye radikal bir onarım hamlesine geçmedikçe bu bunalım kalıcıdır.
Dünya enerji güvenliğinin kalbinde yer alan Hürmüz Boğazı, küresel ticaretin ve petrol taşımacılığının en kritik geçitlerinden biridir. Ancak bu boğazın geçici dahi olsa kapanması, sadece bölgeyi değil, tüm dünya ekonomisini derinden etkileyebilecek bir kriz senaryosudur. Bu yazıda, Hürmüz Boğazı’nın önemi ve kapanmasının olası sonuçları detaylı bir şekilde incelenmektedir.
HÜRMÜZ BOĞAZI’NIN STRATEJİK ÖNEMİ
Hürmüz Boğazı, İran ile Umman arasında yer alır ve Basra Körfezi’ni Umman Denizi’ne bağlar. Bu dar geçit, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden olan Suudi Arabistan, Irak, Kuveyt, İran, BAE ve Katar’ın deniz yoluyla petrol ve doğalgaz ihracatında tek çıkış kapısı niteliğindedir.
Günlük yaklaşık 17-20 milyon varil petrol bu boğazdan taşınmaktadır.
Bu miktar, küresel petrol ticaretinin yaklaşık %20’sine denk gelir.
Ayrıca Katar’ın sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ihracatının da büyük bölümü bu yoldan geçer.
ENERJİ VE EKONOMİK SONUÇLARI
1. Petrol Fiyatlarında Şok Artış
Hürmüz Boğazı’nın kapanması, arz şokuna yol açar.
Petrol fiyatları birkaç gün içinde 150-200 dolar/varil seviyelerine çıkabilir.
Enerji ithalatçısı ülkelerde enflasyonist baskılar oluşur.
Üretim maliyetleri artar, ekonomiler yavaşlar, stagflasyon riski doğar.
2. Küresel Tedarik Zincirinin Bozulması
Asya, Avrupa ve ABD’ye enerji taşıyan petrol tankerleri seferlerini durdurmak zorunda kalır.
Enerjiye bağımlı endüstriler (otomotiv, plastik, gübre vb.) ağır darbe alır.
Alternatif boru hatları kapasite olarak yetersizdir.
JEOPOLİTİK VE ASKERİ SONUÇLARI
1. ABD-İran Gerilimi Zirveye Çıkar
İran’ın boğazı kapatma tehdidi veya fiilî kapatma girişimi, ABD ve müttefiklerinin askerî karşılık verme ihtimalini doğurur. Bölgedeki ABD Donanması’nın varlığı bu senaryo için hazırdır.
2. İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri Tetikte Olur
İran’ın bu hamlesi bölge ülkeleri tarafından ulusal güvenlik tehdidi olarak değerlendirilir. Silahlanma hızlanır, bölgesel çatışma riski artar.
3. Askerî Müdahale ve Savaş Riski
Deniz yolunun açık tutulması için ABD önderliğinde çok uluslu bir askerî müdahale gündeme gelebilir. Bu durum petrol bölgelerinde bombalamalara, deniz trafiğinin askıya alınmasına neden olabilir.
ALTERNATİF ENERJİ ROTALARI VAR MI?
Suudi Arabistan ve BAE, bazı petrolünü Hürmüz dışındaki boru hatlarıyla taşıyabilir. Ancak bu yolların kapasitesi sınırlı ve tüm ihracatı karşılamaktan uzaktır.
Katar LNG’si içinse alternatif güzergâh neredeyse yoktur.
TÜRKİYE’YE ETKİSİ NE OLUR?
Türkiye enerji ithalatının büyük kısmını bu bölgelerden sağlamaktadır.
Fiyatlar arttığında Türkiye’nin enerji faturası büyür → cari açık artar.
Bu durum TL üzerinde baskı oluşturur, enflasyon hızlanır.
Hürmüz Boğazı’nın kapanması, sadece bölgesel değil, küresel bir kriz anlamına gelir. Petrol ve gaz piyasasında arz şoku yaratır, küresel ekonomiyi durma noktasına getirebilir. Jeopolitik gerilimlerin zirveye çıktığı bir ortamda bu boğazın güvenliği, dünya düzeni açısından kırılma noktasıdır.
Bankaların kredi sistemlerinde giderek daha sık karşılaştığımız bir tablo var: Gerçek kredi değerliliği taşımayan birey veya işletmelere, sistemsel boşluklar nedeniyle kredi limitleri açılıyor. Kredi puanı iyi görünüyor, limit mevcut—ama geri ödeme kabiliyeti yok. Neye benziyor, biliyor musunuz? George Akerlof’un 1970’te yazdığı kendisine Nobel iktisat ödülü aldıran “limon piyasası”na.
Asimetrik Bilgi Sorunu:
Akerlof’un teorisinde, alıcı ve satıcı arasındaki bilgi dengesizliği nedeniyle kaliteli ürünler (iyi arabalar) piyasadan çekilir, yerine “limonlar” (kötü arabalar) kalır. Bugünün kredi sisteminde ise:
Banka, müşterinin gerçek riskini göremiyor (ya da görmek istemiyor).
Müşteri, sistemin sunduğu limitlere ulaşıyor, kredi kullanıyor.
Böylece finansal piyasada “limon” krediler çoğalıyor: riskli, sürdürülemez, görünürde aktif.
Sonuç Ne Olur?
Gerçek değerliliğe sahip kullanıcılar daha pahalı krediye ulaşır.
Sistem, kendi içindeki çürüklüğü fark edemez.
Uzun vadede bu asimetrik bilgi, toplu bir güven krizine dönüşür. Tıpkı Akerlof’un uyardığı gibi…
Finansal sistemler gelişiyor, algoritmalar daha sofistike hale geliyor—ama hâlâ “insanı” göremeyen modellerle çalışıyoruz. Kredi vermek sadece matematik değil; güvenin, bağlamın ve davranışsal içgörünün birleşimidir.
“Kredi sadece bir limit değil, bir güven oyudur.”
Kredi sistemleri giderek daha sofistike hale geliyor. Algoritmalar, puanlama sistemleri, dijitalleştirilmiş değerlendirme modelleri… Peki ama hâlâ “insanı” göremeyen bu sistemler gerçekten güvenli mi?
George Akerlof, 1970’te “limon piyasası” teorisini ortaya attığında otomobil piyasasını örnek gösteriyordu. Bugün ise aynı teoriyi bizzat kredi piyasasının içinde yaşıyoruz: asimetrik bilgi, yani tarafların eşit derecede bilgi sahibi olmaması, sistemi yavaş yavaş çürütüyor.
Gözlemlerimden İki Sessiz Hikâye
Firma kârlı göründü, konkordatoya girdi. Bir yıl önce denetimini yaptığım bir firmayla denetim sırasında yaşadığımız bir anlaşmazlık yüzünden yollarımız ayrılmıştı. Geçtiğimiz günlerde konkordato ilan ettiklerini öğrendim. İlginçtir: Banka kredileri denetim sonrası son bir yılda ciddi oranda artmıştı. Bilanço ise temizdi—görünürde. Ama içini bilen biri olarak şunu söylemeliyim: stoklar şişirilmişti. Sayım tutanakları arasındaki fark 3 milyon dolar kadardı.
Stoklar yalansa, bilanço da yalandır. En kolay oynanan kalem de budur çünkü. “Stoklarda 3 milyon dolarlık yapay bir değerleme vardı—bu, bilanço üzerinde kar gibi görünse de gerçekte zarardı.” Bankalar ne yaptı? Kağıt üstündeki görüntüye bakıp kredi verdiler. Mali analizlerin yapamadığı tek şey stok denetimidir, stoklarda ne yazıyorsa kabul edilir. Şu sorularla meşgul olduklarını da hiç zannetmiyorum: Stok sayım tutanak raporu mevcut stoklarla karşılaştırıldı mı? Stok sayım tutanağını kim hazırlamış? Bağımsız denetim mi yoksa şirket personeli mi? Firma son yıllarda matrah artırmış mı? Tedarikçi bakiye hareketleri stok değer hareketleriyle uyumlu mu? Stoklarda dikkat çekici bir durum var mı? Hammadde stoğu mamül stoğundan fazla mı? Şirket ERP sisteminden stok değerleme raporu alındı mı? Sorular çoğaltılabilir.
Geçenlerde eski bir öğrencim aradı: Çalıştığı firma 3 aydır maaş ödemiyormuş ama aynı zamanda bankalardan kredi kullanmaya devam ediyormuş. Hatta patronunun yeni bir konut satın aldığını duymuş. Bana sorduğu soruya gelirsek: “İş davası açarsam banka hesaplarına bloke konulur mu?
Banka sistemleri SGK kayıtlarını kontrol etse, firmanın 3 aydır sigorta ödemediğini görecekti. Ama görmedi. Çünkü sistem, sadece rakama ve geçmiş skora bakıyor—insan hikâyesine değil.
Sonuç: Algoritmalar Belki Zekidir, Ama Kördür
Bugünün kredi algoritmaları geçmiş veriye dayanır, davranışı anlamaz, öyküyü okumaz. Böylece sistem, Akerlof’un tarif ettiği gibi, limonlarla doluyor: Gerçekte riskli olan ama kâğıt üstünde sorunsuz gözüken kredilerle. Sonuç? Gerçekten sağlıklı, krediye erişimi hak eden işletmeler bu gölgelerin altında kalıyor.
Prof. Dr. YILMAZ: Bütçe açıkları dizginlenebilir mi?
Bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak
Mayıs ayına ait merkezi yönetim bütçe gerçekleşmelerine göre bütçe fazlası 235,2 milyar TL, kümülatif (Ocak-Mayıs) bütçe açığı da 650,3 milyar TL oldu. Mayıs ayı bütçe fazlası, giderlerdeki önemli bir azalış kaynaklı değil, tersine kurumlar vergisi hasılatının beklendiği gibi mayıs ayında vergi gelirlerini beslemesiyle gerçekleşti.
Rakamla ifade etmek gerekirse; nisan ayına göre mayıs ayında bütçe giderlerinde 43 milyar TL’lik azalışa karşılık bütçe gelirleri 368 milyar TL arttı. Bu artışın hemen hemen tamamı kurumlar vergisi hasılatı kaynaklı.
Önce vergi hasılatındaki değişime bakalım, ardından bütçe giderlerinde azalış olmuş mu, ona bakarız:
Kurumlar vergisi yıllık beyana tabi bir vergi. Aynı zamanda cari vergilendirme döneminin kurumlar vergisine mahsup edilmek üzere, GVK’da belirtilen esaslara göre ve cari dönemin kurumlar vergisi oranında geçici vergi ödenir. Ocak – Şubat – Mart geçici vergi dönemi beyanname verilme ve ödeme günü 17 mayıs’tı. Ayrıca Gelir İdaresi Başkanlığı, 30 Nisan’a kadar verilecek kurumlar vergisi beyannameleri ve bunlara tahakkuk eden vergilerin ödeme sürelerini 5 Mayıs’a kadar uzattı.
Böylelikle nisan ayında 29,7 milyar olan kurumlar vergisi tahsilatı da mayıs ayında 470,1 milyar TL’ye yükseldi. Hatta mayıs ayında kurumlar vergisi hasılatı vergi gelirleri içindeki payı yüzde 39,4’e ulaştı ki bu oran KDV gibi dolaylı bir verginin payından da yüksekti. Sonuçta bu hasılat bütçede bir rahatlama yarattı.
Mayıs ayında kurumlar vergisi tahsilatı bütçenin imdadına yetişmiş oldu ama yukarıda anlattığım gibi “geçici vergi dönemiydi, geldi ve geçti”.
Bütçenin gelir tarafını temmuz ayında gelir vergisi ikinci taksiti ile ağustos ve kasım aylarında geçici vergi taksitleri bir miktar rahatlatabilir. Ancak aylık olarak artmaya devam eden enflasyon, sıkı para politikasıyla kredi imkanları kısıtlanan firmalar ve artan konkordatolar, hedeflenen vergi gelirlerinden uzaklaşılmasına neden olacak ana faktörler. Ayrıca bütçenin gelir tarafının, borç faizleriyle büyüyen bütçenin gider tarafını telafi etmesi zor görünüyor. O nedenle bütçe açığını dizginlemek hiç de kolay olmayacak.
Bütçe giderlerine şimdi kamuda tasarruf üzerinden bakalım:
Tüm kamu kurumlarının kendi bütçelerindeki kaynaklardan yapacakları harcamalar için tasarruf tedbirlerine uymaları uzun zamandır merakla bekleniyor.
Aşağıdaki hazırladığım tablo, geçen yıl ve bu yılın mayıs aylarında tasarruf tedbirleri kapsamında yapılan harcamaları karşılaştırıyor:
Tabloda görüldüğü gibi bir yıl içinde taşıt alım giderleri yaklaşık 2 katına çıkmış. Haberleşme ve enerji giderleri de enflasyon oranına yakın bir artış göstermiş. Kırtasiye-baskı giderleri ile temsil-tanıtma giderlerinde ise bir yılda kısmen frene basılmış gibi.
Ancak temsil-tanıtma giderleri bu yılın ilk dört ayında ortalama 65 milyon TL civarındayken, mayıs ayında birden yaklaşık beş katına (316 milyon TL) çıkmış. Yine de bu haliyle geçen yılın mayıs ayındaki 418 milyon TL’nin oldukça altında kalıyor. Umarım ülkemiz en iyi şekilde temsil ediliyordur. 2024’te bu alanda daha fazla gider yapılıyordu, yoksa geçen yıl daha mı iyi temsil ediliyordu?
Borç faiz giderleri bütçede büyümeye devam ediyor. Özellikle iç borçlanmanın maliyeti bütçeye yansıyor.
Mayıs ayında borç faiz giderleri 111,2 milyar TL, kümülatif olarak 835,8 milyar TL’ye ulaştı. Dahası Haziran ayında yaklaşık 240 milyar TL’lik borç faiz gideri gerçekleştirilecek.
2025 yılı bütçesi için borç faiz giderlerinin bütçe giderlerine oranının yüzde 13,2 ve vergi gelirlerine oranının da yüzde 17,5 olması hedeflenmişti. Bugünkü görünümde borç faiz giderleri/bütçe giderleri oranı yüzde 15,7 ve borç faiz giderleri/vergi gelirleri oranı da yüzde 20,9’a yükselmiş durumda. Bu göstergeler ile bütçe hedeflerinden uzaklaşıldığı anlaşılıyor.
Bütçe açıklarını kontrol altında tutmak, pek çok alanda katkı sağlayacak. Öncelikle devletten beklenen görevlerin ve kamu hizmetlerinin hem kalitesinin artmasına hem de zamanında sunulmasına katkı sağlayacak.
Aksine bütçe açığı ve mali disiplinsizlik önemli bir risk göstergesi olduğundan finanse edilmesi aşaması da sorun yaratacak. Bir yandan iç ya da dış borçlanmayla açık finansmanının kendine has riskleri artarken, bir yandan da bütçe açığının doğrudan ya da dolaylı maliyeti topluma yansıyacak.