Connect with us

EKONOMİ

2002’deki kırılmayı doğuran şartlar yeniden oluştu mu?

Yayınlanma:

|

Chicago İllinois Üniversitesi’nden Prof. Ali Akarca, 2023 seçimlerini 2002 örneği üzerinden incelediği yazının ikinci bölümünde değerlendirmelerde bulunuyor.

Bir önceki yazımızda, taraftarları değiştiği halde değişmeyen veya taraftarları değişmediği halde değişen partilerin, taraftarlarını başka bir parti arayışına sevk ettiğini anlatmıştık. Partinin kronik olarak kötü bir idare gösterdiği ve yolsuzluklara bulaştığı zamanlarda da benzer bir durumun ortaya çıktığını belirtmiştik. Ancak, taraftarlarının bir partiyi temelli terk etmeleri için kendilerine uygun bir alternatifin ortaya çıkmasının gerekliliğine de parmak basmıştık. Simdi, 2023 seçimi öncesinde, bu şartların ne kadar yerine geldiğine bakalım.

AK PARTİ TARAFTARLARININ TERSİNE BİR YÖNDE DEĞİŞTİ

AKP’nin, son on yılında, ilk on yılına göre, hem ideoloji, hem idare, hem de ekonomik performans bakımlarından çok değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İki dönem gündüz ile gece gibi.

Âdemi merkeziyetçiliği, seçimle gelenin seçimle gitmesini ve atanmışların seçilmişlere hükmedememesini savunan parti, şimdi atanmış İçişleri bakanının emri ile seçilmiş belediye başkanlarını kayyumlarla değiştiriyor. Kendi belediye başkanlarını bile, hiç bir gerekçe göstermeden, zorla istifa ettiriyor. Daha önce kendilerine yapıldığı gibi, muhalefet belediyelerine zorluklar çıkarıyor, yetkilerini ve imkânlarını kısıyor ve merkezi yönetime devrediyor.

Eskiden, Yüksek Askeri Şura tarafından, yargı kararı ve temyiz hakkı olmaksızın, ordudan atılmalara karşı çıkan parti, şimdi kanun hükmünde kararnamelerle memurların işlerine aynı şekilde son veriyor.

Başlangıçta, genel başkanınınkine yakın güçleri olan ileri gelenlerinin, bakanlarının, milletvekillerinin, belediye başkanlarının, il teşkilatlarının katkı yapabildiği müzakere ortamı, yerini tamamen otoriterliğe ve tek adamlığa bırakmış vaziyette. İsveç Göteborg Üniversitesi V-Dem Enstitüsü’nün her yıl açıkladığı 2022 Demokrasi Raporu’nda, Türkiye, son on yılda en fazla anti-demokratik hale gelen ülkeler arasında yer alıyor. Demokrasi endeksinde 179 ülke arasında 147’nci sırada.

Akdamar Kilisesi’nde ve Sümela Manastırı’nda cumhuriyet döneminde yapılan ilk ayinlere izin veren ve gayri-Müslim vakıfların mallarını iade eden AKP iktidarı, şimdi Ayasofya’yı cami yaparak ve kendi öncülüğünde imzalanan İstanbul anlaşmasından çıkarak oy kazanmaya çalışıyor. Bu, partinin başarılı 2002-2011 dönemi yerine yüzde 20’lere talim edilen 2002 öncesine dönmek, çıkarılan gömleği tekrar giymek demek. Bunun, son yirmi yılda daha şehirlileşen, sekülerleşen ve modernleşen muhafazakâr taraftarlarını ve özellikle onların büyük kentlerde yetişmiş çocuklarını partide tutmakta ne kadar başarılı olacağı meçhul. Partiye DYP ve ANAP gibi partilerden gelen merkez sağ seçmenleri partiden soğutacağı ise aşikâr.

Cesur bir adımla, Kürt açılımını başlatan parti, MHP desteğini alabilmek için neredeyse onun kadar ultra milliyetçi oldu. Bunun, Kürt kökenli taraftarlarını hayal kırıklığına uğratmaması imkânsız. Öte yandan, bütün milliyetçilik söylemine rağmen, Çin ile aramızın açılmaması için, Uygurlara yapılan zulme sessiz kalınmasının ise milliyetçi taraftarlarını rahatsız edeceği açık.

Refah ve Fazilet partilerinin Avrupa karşıtlığını bıraktıktan sonra, Avrupa Birliği ile bir fasıl açıp bir fasıl kapatan ve vizeleri kaldırma noktasına kadar getiren parti altında şimdi ilişkiler donmuş vaziyette. Dış politikada müttefiklerimizle bile çatışmalı bir hale gelindi. İyi ilişkilerimiz olan Arap ülkeleri ve Israil ile önce aramız acildi, şimdi tekrar iyileştirilmeye çalışılıyor.

İlk başta, pazar ekonomisini ve serbest rekabeti önemseyen ve Milli Görüş’ün devletçiliğini terk eden iktidar, şimdi enflasyon ile mücadeleyi, tanzim satışları düzenleyerek, devlet mağazaları açarak, zincir marketlere, hal esnafına ve soğan depolarına ceza keserek yapmaya çalışıyor. Özel şirketleri döviz almamaya, kazandıkları dövizi satmaya ve bankaları düşük faizli krediler vermeye zorluyor. İthalatı düşürmek için gümrük duvarlarını yükseltiyor. Kurduğu Varlık fonuyla, devleti ülkenin en büyük holdinginin sahibi yapmış durumda. Ülke, saygın düşünce kuruluşu The Heritage House’un Ekonomik Özgürlükler endeksinde, bu yıl 2021’e göre dünya sıralamasında 31 basamak birden düşerek 177 ülke arasında 107. ve 45 Avrupa ülkesi arasında 42. oldu. Kısmen özgür ülkeler arasından çıkarılarak çoğunlukla özgür olmayan ülkeler kategorisine kondu. AK Parti’nin, müdahaleci ve devletçi bir partiye dönüşmesinin hala daha partide kalan liberalleri rahatsız edeceği şüphesiz.

AK PARTİ ALTINDA ÖNCE İYİ OLAN İDARE VE EKONOMİK PERFORMANS SONRA BOZULDU

İdare ve yolsuzluklar bakımından, durum giderek 2002 kırılması öncesini andırmaya başladı. Orman yangınlarıyla mücadelede gösterilen yetersizlik, 1999 depremlerindeki acizliğe, dere yatağında yapılmasına izin verildiği için selin yıktığı binalar, fay hattında inşa edilmesine izin verildiği için 1999 depreminde yıkılanlara, Sedat Peker’in ortaya attığı yolsuzluk iddiaları da Susurluk kazasının ortaya çıkardıklarına benziyor. Uluslararası Şeffaflık Örgütünün yolsuzluktan arınmışlık sıralamasında, 2003-2013 arasında, 77’ncilikten 53’üncülüğe çıkan Türkiye, o zamandan bu yana 46 basamak düşerek 96’ncılığa inmiş vaziyette.

Suriye ve Afganistan’dan gelen göçün iyi idare edilmemesi ve göç ile ilgili politikalar geliştirilmemesi sorunlarını da belirtmek lazım.

Ekonomik performansa gelince, AK Parti’nin ilk on yılında, 3,5 kat artarak, 2013’de 12582 dolara ulaşan ve 2023’de 25 bin dolara çıkarılması hedeflenen kişi başına gelirimiz şimdi 9539 dolara gerilemiş durumda. 2002 sonundaki yüzde 38 seviyesinden 2010’da yüzde 4’e kadar düşürülen ve 2017 ortalarına kadar da tek hanelerde tutulan enflasyon oranı şimdi yüzde 80’nin üstünde. Gelir dağılımı performansında da benzer bir durum söz konusu. Gelir eşitsizliğini gösteren ve 0 ile 1 arasında değer alan Gini katsayısı, 2003 yılında 0.42 iken 2007de 0.38’e düşürülmüştü ama simdi tekrar 0.42’ye çıkmış vaziyette.

Ekonominin geldiği duruma Covid-19 salgını ve Ukrayna savaşı gibi dış etkenlerin sebep olduğu düşünülebilir ama bozulma daha önce başlamıştı. Durum, son dokuz yıl içinde yedi seçim ve bir referandum yapılması ve gelecek secime çok az zaman kalması yüzünden sürekli popülist ekonomik politikalar uygulanması ile de ilgili. Ancak en önemli etkenin iktisat ilmi ile çelişen politikalara geçmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu politikaların başında, kur artışlarını ve faizleri enflasyon oranının çok altında tutmaya çalışmak geliyor. Ekonomi teorisi ve diğer ülkelerde yaşanan örnekler, sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, bunların mümkün olmadığını ve gerçekleştirilmeye çalışılması halinde cari açığı, enflasyonu ve kuru patlatacağını, Merkez Bankası rezervlerini eriteceğini gösteriyor.

Nitekim öyle oldu. Ancak, piyasa ekonomisine dönmek yerine, her hafta bir yenisi açıklanan talimatlarla piyasa ile çaresizce mücadeleye devam ediliyor. Simdi bir de kredi faizini, adi konmadan yükseltilen mevduat faizinin çok daha altında tutma gayreti başladı. Bunu mümkün kılmak için devlet, iki faizin arasındaki farktan fazlasının yükümlülüğünü üzerine almış vaziyette. Bu, maliye politikasını da bozduğu için Türkiye’nin CDS primi arttı. Yani faiz düşürelim derken diş borca ödenecek faiz arttırılmış oldu. Ayrıca, negatif faizli kredilere talep, arzın kat be kat üstünde olduğu için krediler ekonomik rekabet yerine politik bağlantılara göre dağıtılıyor. Bu da, verimliliği ve dolayısıyla büyümeyi olumsuz etkiliyor. Gelir dağılımını kredi alabilenler lehine bozuyor.

Cari açığın çok büyümesinin ve Merkez Bankası rezervlerinin eksiye gelmesinin, 2002 öncesindeki gibi, ülkeyi dış ekonomik şoklara ve dış politik baskılara karşı korumasız bıraktığını belirtmekte fayda var. Rahip Brunson olayında başkan Trump’ın verdiği ültimatomun doğurduğu ekonomik çalkantılar, Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerde yaşanan U-dönüşleri, Uygurlara yapılanların görmemezlikten gelinmek zorunda kalınması ve Ukrayna harbinin yarattığı enerji fiyatı artışlarının Türkiye’yi diğer ülkelerden daha fazla etkilemesi, bu duruma örnek gösterilebilir.

Kısacası, 2002’dekine benzer bir durum için, gecen yazımızda bahsettiğimiz ilk üç şarttan sadece biri gerekliyken, her birinin gerçekleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak, dördüncü şartın yerine geldiğini, yani bir alternatifin ortaya çıktığını söylemek güç.

HENÜZ UYGUN BİR ALTERNATİF ORTAYA ÇIKMADI

Bir önceki yazımızda, alternatif olacak partinin, partilerini bırakmak isteyen seçmenleri, benzer bir dünya görüşüne sahip olduğuna, iyi bir idare ve ekonomik performans göstereceğine, yolsuz olmayacağına, kayda değer miktarda oy alabileceğine ikna etmesi ve benimseyebilecekleri bir gelecek vizyonu sunması gerektiğini belirtmiştik. Şu ana kadar, muhalefet partilerinden hiç biri bu şartları tam olarak yerine getirmiş değil. CHP ve İyi Parti dışındaki muhalefet partilerinin oy oranları anketlerde bir-iki puanın üstüne çıkmıyor. Kısır bir döngü içindeler. Taraftarları az olduğu için taraftar çekemiyorlar. Bazıları, sadece göçmen/sığınmacı karşıtlığı ve aşı karşıtlığı yaparak oy toplamaya çalıştıklarından zaten çok dar bir kesime hitap ediyorlar.

CHP, AK Parti’den kopmayı düşünenler için ideolojik bakımdan uygun bir parti değil. Bunun bir göstergesi, 2007 ile 2015 arasında AKP oyları iki defa 8-9 puan inip çıktığında, CHP oylarında kayda değer bir değişimin yaşanmamış olması. Simdi, CHP genel başkanı birçok konuda helalleşme başlattı ama partisi içinden buna kuvvetli bir destek gelmiyor. Anketler de şu ana kadar helalleşmenin parti oylarında bir artış meydana getirdiğini göstermiyor.

Deva ve Gelecek partileri, AKP’liler için ideolojik bakımdan uygun ama yukarıda bahsettiğimiz gibi, oylarının birkaç puanı geçmemesi, yer değiştirmek isteyen seçmenleri onlardan uzak tutuyor. Birleşebilseler ve Özal ’vari bir vizyon yaratabilseler, belki bunu kırabilirler. Bu konuda, liderlerinin AKP geçmişleri ile ilgili birer öz eleştiri yapmalarının ve altılı masadaki partilerle, uyumları yansıra, farklılıklarına dikkat çekmelerinin de faydaları olacaktır.

Saadet ve Yeniden Refah partilerine gelince, Milli Görüş çizgisini sürdürdükleri için, o çizgiye geri dönmesinden dolayı AK Parti’den ayırılmak isteyenlere bir seçenek olmaları imkânsız.

İyi Parti’nin alternatif olma potansiyeli ise gayet yüksek. Sağ kanatta ve mecliste ciddi miktarda sandalye kazanacağından şüphe yok. Ancak, onun oy oranı da yüzde 12-14 civarında donmuş gibi. Diğer milliyetçi partilerle yarışmak yerine merkeze kayabilirse, merkez sağdaki seçmenler için daha uygun bir alternatif haline gelebilir. Liderinin DYP’de siyaset yapmış bir kişi olması da bu bakımdan bir artı.

Ayrıca, muhalefet partilerinin bir alternatif olabilmeleri için İktidarın kötü yönetmesi yeterli değil. Seçmenleri, kendilerinin daha iyi yöneteceklerine de ikna etmeleri lazım. Seçmenler, geçmiş tecrübelerinden, koalisyonlar altında ekonomik performansın, rant kavgası ve yolsuzluklar ile mücadelenin pek de iyi olmadığını biliyorlar. Muhalefet liderlerinin, neden bu sefer durumun farklı olacağını inandırıcı bir şekilde izah etmeleri gerekiyor.

Muhalefet partilerden bir alternatif çıkmamasının ana sebebi ise bir gelecek vizyonu sunamamaları. Seçmenleri, işleri daha iyi yapacaklarına ikna edebilseler bile bu kâfi değil. İyi işler yapacaklarını da göstermeleri gerekiyor. Önerdikleri yegâne değişiklik, güçlendirilmiş parlamenter sistem. Ancak, tek adamlıktan şikâyet eden altılı masa partilerinin bu konuda imzaladıkları mutabakat metninde önseçimden hiç bahsedilmiyor. Bu durumda, bir sonraki seçimdeki adaylığı parti liderinin iki dudağı arasında olacak milletvekillerinin, cumhurbaşkanı veya başbakan olan liderlerini nasıl güçlü bir şekilde dengeleyip denetleyebileceklerini ve liderlerinin nasıl zaman içinde otoriterleşmeyeceklerini seçmenlere anlatmaları çok zor.

İstatistikler de yukarıdaki analizi doğrular mahiyette. Güvenilir kamuoyu araştırması şirketlerinden Metropoll’ün yaptığı aylık anketlerde, her beş seçmenden üçünün ekonominin kötü yönetildiğini belirtmesine rağmen, ekonomiyi kim düzeltir diye sorulduğunda, Erdoğan diyenler, neredeyse ondan hemen sonra gelen Kılıçdaroğlu, Akşener ve Babacan’ı seçenlerin toplamı kadar. 2018’de AK Parti’ye oy verenlerin yarısından fazlası, simdi oy vereceklerini söyleyenlerin üçte birinden fazlası, birkaç ay öncesine kadar ekonomi kötü yönetiliyor derken, bu oranlar simdi sırasıyla yüzde 27 ve yüzde 15. Şubat ayında yüzde 25 olan kararsızların oranı devamlı eriyerek Eylülde yüzde 14’e gelmiş. Aynı sure içinde AK Partili kararsızlar dokuz puandan beş puana inmiş. Bu yüzden, partinin oy oranındaki düşüş durmuş, hatta hafif yükselişe geçmiş vaziyette.

AKP, Kasım 2015 ve Haziran 2018 seçimleri arasında yedi puan oy kaybetmişti. Son anketler, o zamandan beri 9-14 puan kadar daha taraftar kaybettiğini gösteriyor. Yani şimdiki oy oranı yüzde 29-34 arasında tahmin ediliyor. Bunun olağanüstü bir kayıp olmadığını ve tipik iktidar yıpranması, ekonomik performansa verilen tepki, stratejik oy verme ve iktidar avantajı gibi faktörlerle açıklanabileceğini 5 Temmuz 2022 tarihli Karar gazetesindeki yazımda izah etmiştim. Yani parti bir hayli geriledi ama bu, kendi kendine yaptıkları ile. Muhalefetin başarıları ile değil. AK Parti hala birinci parti konumunda.

SONUÇ

AKP’lileri yeni bir ev arayışına iten şartlar fazlasıyla oluşmuş vaziyette ama pek çoğunun uygun bir ev bulmakta zorluk çektikleri de ortada. Bu yüzden yerlerinde kalmaya veya dönmeye karar verenler artmaya başladı. Bu trendi durdurmak veya tersine çevirmek için muhalefet partilerinin çok az zamanları kaldı. Kısa bir süre içinde etkili yeni stratejiler geliştiremezlerse, 2023’de, 2002’dekine benzer bir kırılmanın hiç beklenmemesi lazım.

Ali AKARCA – KARAR Gazetesi

Okumaya devam et

EKONOMİ

S&P Türkiye’nin kredi notunu yükseltti

Yayınlanma:

|

Yazan:

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu S&P Türkiye’nin kredi notunu B’den B+’ya yükseltti.

S&P geçen Aralık ayında Türkiye’nin kredi notunu “B” olarak teyit ederken not görünümünü durağandan pozitife revize etmişti.

Diğer derecelendirme kuruluşu Moody’s Ocak ayında görünümü durağandan pozitife çekmiş, Fitch Ratings ise Mart ayında Türkiye’nin kredi notunu yükseltmişti.

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Yayınlanma:

|

Yazan:

Ekonomi yönetimi hem Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hem de Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan Amerika’da temaslarda bulunuyor. MB Başkanı, enflasyonun hem aylık hem de yıllık bazda 2024’ün 2. yarısından itibaren düşmesinin beklendiğini belirtti. Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi yaptığı değerlendirmede enflasyonla mücadelenin başarılı olmasını temenni ettiğini belirterek, başarı kriterlerini açıkladı. Çelebi’ye göre başarı öncelikle kalıcı olmaktan geçiyor. İkincisi de istihdam yaratan bir başarı olmalı. FED’in enflasyonla mücadele programında en önemli göstergelerden birinin, istihdam yaratma olduğuna değinen Işın Çelebi, “Türkiye’de de istihdam yaratma kriterini enflasyonla mücadele programının yanına koymak gerekiyor. Üretim, istihdam demek zaten. Üretim, üretkenlik ve verimliliği sağlamak gerekiyor. Bu anlamda cari denge, cari açık vermekten ziyade, bu cari açığı nasıl finanse ettiğiniz ve bu finansmanı nerelerde kullandığımız önemli.” açıklamasını yaptı. Büyüme, üretkenlik ve verimliliğin döviz arzıyla ve yabancı sermaye girişiyle takviye edileceğini belirten Çelebi, Türkiye’nin yabancı sermaye girişini hızlandırması gerektiğine dikkat çekti. “Bunun için Türkiye’nin mutlaka hukuk altyapısını, yabancı sermaye ve dünyaya güvence verecek şekilde uluslararası hukuka uygun hale getirmeli. Bunu belirtmek benim vatandaşlık görevim. Bugün bu anayasa değişikliği tartışmaların başladığı bir dönemde bunu söylemeyi bir görev addediyorum.” dedi.

Işın Çelebi, buna ek olarak Türkiye’nin mutlaka gri listeden çıkması gerektiğine değinerek, Avrupa Birliği tam üyelik yolunda ısrarla ve kararlılıkla yürümenin önemine işaret etti. Çelebi, “Şimdi Avrupa Birliği üst yönetimi, Türkiye’yi sadece iş birliği yapılacak bir ülke konumuna oturtmaya çalışıyor. Bunu aşmak ve tam üyelik yolunda da ısrarcı olmak lazım. 2005 ile 2010 arasında Türkiye’ye yabancı kaynak girişinin en yoğun olduğu dönemde, yıllık 20-25 milyar dolarlık döviz girişi ve yabancı sermayenin girişinin olduğu, direkt yatırımların yapıldığı dönemler de Türkiye’de enflasyonun %10’a düşmesini sağladı. Bundan örnek alarak, yabancı sermaye girişini mutlaka sağlamak zorunda. Bu da ancak Uluslararası hukuka uyumlu ve Avrupa Birliği tam üyelik yolunda adımlar atmakla gerçekleşebilir.” hatırlatmalarında bulundu.

“Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden”

Altınbaş Üniversitesinden Prof. Dr. Işın Çelebi, Türkiye’deki vergi adaletsizliğine değindiği konuşmasında, Türkiye’nin parasal politikalarını maliye politikalarıyla yani bütçe politikalarıyla desteklenmesini tavsiye etti. “Sadece para politikasıyla faizi, kuru sabitleyerek, ücretleri sabitleyerek enflasyonla mücadele programını tek başına yürütemeyiz. Bunu bütçe politikalarıyla ve maliye politikalarıyla bütünleştirmemiz lazım. Vergi konusu çok önemli. Türkiye gördüğüm kadarıyla gelir üzerinden vergi alan bir ülke. Vergi politikamızı, dolaylı vergilerle uyguluyoruz. Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden yani akaryakıttan aldığımız vergi, sigaradan aldığımız vergidir. Vergi adaletini bozan ve düşük gelir gruplarının vergi yükü altında ezilmesine yol açan bir sisteme sahibiz. Oysa biz vergiyi hem tabana yaymalıyız hem vergi oranlarını düşürerek geniş kitlelere vergi tabanını yayıp vergi alabilecek hale getirmeliyiz.” önerisinde bulundu.

“Finans sektöründeki muafiyetler ve istisnalar azaltılmalı”

Finans sektöründe büyük muafiyetler ve istisnalara dikkat çeken Çelebi, bunların mutlaka azaltılması gerektiğini kaydetti. “Vergi gelirlerini arttırmanın bir diğer yolu da kayıt dışı ekonomiyi, vergi sisteminin içine almak” diyen Çelebi’ye göre, vergi oranlarını düşürerek, vergide devrim yapılmalı. Tüm vergi sistemini ele alarak, biraz hafifletmeli. İşe düşük gelir gruplarına yük olan dolaylı vergileri azaltarak, %68’den %50’ye indirmeyi hedef alarak başlanmalı. Bu tür bir vergi reformuna Türkiye’nin acil ihtiyacı olduğunu ileri süren Çelebi, “Harcamalar üzerinden değil, gelir üzerinden vergi alacağımız bir sistem olmalı. Tabanı genişletebilmek ve adaleti sağlayabilmek önemli.é diye konuştu.

Işın Çelebi, ilk 3 aylık bütçe açığının 513 milyar liraya ulaşmasını da değerlendirerek, “Bütçe açığının, 2024 yılında 2,2 milyar TL’nin üzerinde olacağı öngörüldü. Şu anda mart sonu itibariyle 513 milyar TL’lik bir açık oluştu. Gördüğüm kadarıyla yıl sonu itibariyle 2 milyar TL’lik bütçe açığı programa uygun halde gidiyor. Bu noktada vergi gelirlerini arttırıcı reformlar yapılırsa, bütçe açığının hedeflenen doğrultuda gerçekleşeceğini düşünüyorum. Bunu da önemli buluyorum.” diye konuştu.

“Büyümeden vazgeçilebilir ama gelir dağılımı adaletli olmalı”

Cari açığın aylık 3,3, yıllık olarak da 31,8 olduğunu hatırlatan Çelebi, “Bu, geçen yıla göre yıllık bazda bir daralmanın sonucu. Ekonomiyi daraltarak, büyümenin %3’ün altına düştüğü bir durum gözüküyor. O bakımdan büyümeden vazgeçebiliriz. Ama gelir dağılımının adaletli olması ön planda olmalı. Yani büyümeden vazgeçtik, daraltıyoruz ekonomiyi. Oysa bir ekonomi, cari açık verdiği zaman dışarıdan kaynak temin etmeli. Çünkü ekonomik büyüme, dış kaynakla sağlanır, iç tasarrufla değil. Bu kadar cari açıktan korkmamak lazım. Eğer ihracatın ithalatı karşılama oranını da yüzde 80’lerin üzerine çıkarabilirseniz, bu cari açık problemini karşılayabilirsiniz.” önerilerinde bulundu. Çelebi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın 2023 Şubat ile 2024 Şubat dönemine dair açıkladığı listeye baktığınızda, ihracatta yaklaşık 400 milyon dolarlık bir artış olduğuna dikkat çekti. Buna karşılık ithalattaki daralmanın da Türkiye’nin büyümesinin durmasından kaynakladığını işaret etti. Bunun bir tercih meselesi olduğunu belirten Çelebi, sözlerini şöyle tamamladı; “Benim kişisel kanaatim, Türkiye % 3’ün altında bir büyüme çizgisine sahip olmamalı. Türkiye’nin döviz arzını arttıracak politikalardan vazgeçmemeli. Şimdi kurun enflasyona etkisinin, %50 olduğunu söyleyen bir görüş var. Bunun matematiksel modeli yanlış. Buna %100 karşıyayız ve katılmıyoruz. Bir iktisatçı ve matematikçi mantığıyla söylüyorum. Bunun enflasyona etkisi % 50 değil, % 10-15 gibidir. Kuru serbest piyasalara bırakmak lazım. Bu açıdan Merkez Bankası politikalarını gözden geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.”

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. BORATAV: Yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi

Prof. Dr. Korkut BORATAV, BİRGÜN gazetesine 31 Mart yerel seçimlerini değelendiren bri röportaj yaptı: Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi?

Yayınlanma:

|

Yazan:

AKP’nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı ülkenin gündemindeyken sizce neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu?

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama, on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güney-Doğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansıması büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleşti. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. Kısmen 2024 seçimine katılmayarak; dörtte üçü de CHP’ye yönelerek…

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine yol açmış; mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Yoksullaşma ekonomi büyürken, istihdam artarken gerçekleşti; algılanması da bu yüzden güçleşti. Ama, algılanmayı frenleyen temel etken, bence, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlanmıştı.

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; öne çıktı; “sahte, içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardılar. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca etkili oldu.

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP iktidarının ekonomide ve siyasal anlamda atacağı adımlar bekliyor. Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı?

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor.

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir?

Mehmet Şimşek geleneksel neoliberal reçeteyi uyguluyor; enflasyona daraltıcı politikalarla son vermeyi öngörüyor. Temel araçlardan biri, emek gelirlerinin bastırılmasıdır. Şimşek de ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır.

Bugünkü ekonomik ortam, 1990’lı yılların yüksek enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücretler, emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortamın bir benzeri tekrar oluşacaktır.

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi?

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri bugün açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir.

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… Türkiye’nin 2028 ve sonrası için bu ekonomik ortam önerilmektedir…

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır?

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların eşgüdümü, mümkünse birleştirilmesi önemlidir.

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı.

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak, adeta kendiliğinden” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi hak etmesi, özümsemesi büyük önem taşıyor. Sadece CHP’nin değil, tüm Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.