Connect with us

Dr. Abbas Karakaya

Abbas KARAKAYA I Şair, Yazar, Akademisyen : Bir kuşağın öyküsü

Yayınlanma:

|

Erol TAŞDELEN : Abbas merhaba. İsminle hitap ediyorum, zira tanışıklığımız üniversite yıllarına (1990’lara) gidiyor. Bu yüzden resmiyetle hitap edemiyorum sana. Okurlarımız seni ağırlıklı olarak “çevre”yle ilgili yazılarından tanıyor ama başka ilgi alanların olduğunu da biliyorum. O zaman, eğitiminden, okullardan başlayalım, biraz kendini tanıt dersem, kimdir Abbas Karakaya?

Abbas KARAKAYA : Evet, seninle tanışmamız 1990’lara, İstanbul Üniversitesi Beyazıt yerleşkesine gidiyor. Ben İstanbul Üniversitesine geldiğimde ilk üniversitemi bitirmiştim. 1984 yılında Heybeliada Deniz Lisesini bitirdim. 1988’de yine o zaman Heybeliada’da bulunan Deniz Harp Okulu’ndan (DHO) teğmen rütbesiyle mezun oldum. Harp okulu son sınıftayken üniversite sınavlarına girdim. Ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümünü kazandım. İşte o yıllarda, Beyazıt kampüsünde ortak arkadaşlar vasıtasıyla tanıştık seninle. İyi ki de tanışmışız.  

E.T. : Aynı duygularımla. Ortak çok paydaşımız var. O nedenle uzun yıllar yüz yüze görüşemesek de bir şekilde yollarımızın kesişmesi devam etti. İstanbul Üniversite yıllarından neler kaldı sende?

A.K. : Askeri okullarında okuyanların ‘karma okullarda, üniversitelerde okumak’ gibi bir hayali olurdu. Ben bunu gerçekleştirdim. Okula düzenli olarak gidemesem de o yıllardan tanışıp görüştüğüm arkadaşlarım oldu. Güzel arkadaşlıklardan başka iktisadın ne olup ne olmadığını, politik iktisadın varlığını, ekonominin siyasiliği vb. hep orada öğrendim, diyebilirim. Gülten Kazgan‘dan ders almak, İzzettin Önder‘in derslerine katılmak İstanbul Üniversitesi serüvenimin bana kazandırdıkları. Her ne kadar gemide çalışırken okumanın tahmin edilebilecek zorluklarını yaşamış olsam da.   

E.T. : Haklısın, Gülten Kazgan, Tülay Arın ve İzzettin Önder hocalarımızı ben de İktisatta yüksek lisans derslerinden tanıma şansım oldu. Nihat Falay; Sevim Güngör; Süleyman Barda; Esfender Korkmaz hocalarımızı da eklememiz gerekiyor belki. Kıymetli insanlar. Örneğin Tülay Arın hocamız ciddi sağlık sorunu yaşadı, uzun yıllar Çapa Hastanesinde tedavi gördü ama belli etmedi; derslerini aksatmadı. Beyazıt otobüsünü beklerken durakta karşılaşmıştık en son kötü gözüküyordu. Nur içinde yatsın, ayak üstü yeni kitaplar önermişti. İdealist kuşağın son temsilcileri idi benim gözümde  bu hocalarımız, zaman bu düşüncemi haklı çıkardı maalesef. Sonra seninle bağlantımız koptu ABD’de akademi günlerin başladı diye hatırlıyorum; neler oldu daha sonraki hayatında.  

A.K. : Yüzbaşı olmama bir yıl kala kıdemli üsteğmen rütbesinde Bahriye’den ayrıldım. Yıl 1996 idi. 1997-2012 yılları arasında Amerika Birleşik Devletlerinde bulundum. Ohio State Üniversitesi’nde yüksek lisans, İndiana Üniversitesi’nde doktoramı tamamladım. Doktora tezim Cemal Süreya’nın şiiri üzerineydi. 2012 yılında Türkiye’ye dönmeden önce,  en son Lawrence’da, Kansas Devlet Üniversitesi’nde ders veriyordum. ABD’deki yıllarımda  yabancılara Türkçe, Türk Kültürü, Çeviride Türk Edebiyatı, Sineması gibi dersler verdim.    

E.T. : Akademik kariyerindeki kararlılıkta hiç kuşkusuz askeri günlerindeki düzenli ve disiplinli yaşanan günlerin etkisi olmuştur. Tabi askeriyede Denizciler özellikle Bahriyeliler kıymetli ve elit olarak görülür dışardan bakınca da. Çok yazar çıkardı. Belki onun da etkisi ile sonra senin şiir kitapların ile tanıştık; şair olarak karşımızda bulduk. Bu süreç nasıl başladı.

A.K. : İlk şiir kitabım 2006 yazında İstanbul’da çıktı. O sıralarda, Bloomington şehrinde doktoraya devam ediyordum. O kitaptaki kısa özgeçmişim şöyle yazmıştım: 

İstanbul Çağlayan doğumluyum

Sivas Kangal görünse de resmi evraklarda

1980’lerde parasız yatılı okudum Heybeli bir adada 

Gemilerde bir dokuz yılım geçti sonra

Öğrenciyim yine şimdi, denizi olmayan küçük bir Bloomington’da

Bu ilk kitabım. Sonrası…  gelir (mi) elbette. 

Bu dizeler şimdiye kadar bu söyleşide söylediklerimi veciz bir şekilde söylemiş. Yani on dört yaşında deniz okullarıyla giymeye başladığım üniformayı  on sekiz yıl sonra 32 yaşında çıkardım. Ve yeni sulara açıldım. Bu ayrılış, yeni bir hayata geçişin, denizdeki yıllarıma dair şiirler de var bu ilk kitapta. Mesela, onlardan biri ‘Okyanuslarla’ adlı şiirim. O şiirin girişinde şöyle demişim:  

Beni buraya kadar getiren pusulamı

derine attım.

Bu sularda söyledim

Söyleyeceklerimi

bulunsa da eksiği. 

Bahriye’den ayrılışımı düşününce, Can Yücel’in Deniz Gezmiş için yazdığı Mare Nostrum adlı şiirinin şu iki dizesi aklıma gelir: En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim / O, onun en  güzel metresini koştu. Şiirdeki gibi ben de en genç iki rütbenin naifliği, heyecanı ve merakı içinde gemileri, uzun seyir günlerini, denizin mecbur ettiği dayanışmayı en güzel haliyle yaşadım. Yaşadım ve yaşadıkça oraya ait olmadığımı da gördüm, aslında “gösterdiler” demek daha doğru. Deniz kuvvetlerinde kalsaydım ne olurdu? Balyoz kumpasının bir mağduru da ben olurdum herhalde. Bu yüzden, en tatlı yerinde bırakıp başka bir serüvene atıldım, diyeyim.   

E.T. : Amerika yıllarından neler kaldı, nasıl hatırlıyorsun? 

Amerika’da aslında ‘korunaklı’ bir çevrede kaldığımı söyleyebilirim. Ben Amerika’ya okumaya gittim. Kaldığım üç şehir de Amerika’da ‘college town’ denilen, yaşamın merkezinde büyük bir üniversite kampüsünün olduğu yerlerdi. Kampüs çok kozmopolit bir ortamdı, dünyanın birçok yerinden, kültüründen insanla tanışma fırsatım oldu. Çok Amerikalı arkadaşlarım da oldu. 

Amerika denince benim aklıma ilk önce yalnızlık geliyor. Bu da hem iyi, hem zor bir durum. Zengin, konforlu kütüphaneleri geliyor. Hayatımda evimden sonra en çok zaman geçirdiğim yer herhalde kütüphanelerdir. Neyi özlüyorsun dersen, en çok kütüphanelerini. 

Konumuz bu değil ama, ben bu kampüslerde neredeyse her milletten, ülkeden insanlar gördüm. Her ülkenin, her ulusun kendine ait değerleri, özel günleri, sembolleri vs. olduğunu yaşayarak gördüm. Yabancı arkadaşlarım oldu. Şunu çok daha iyi anladım ki milliyetçilik, “en iyi millet biziz” demek son derece aptalca bir düşünce, ideoloji. Çünkü her milletin, her ülkenin kendi bahçesi var, onlara o güzel. Bizimki yahut bir başkasınınki neden en güzel olsun ki!

O zamanlar, özellikle ABD’deki ilk yıllarımda hep şunu söylerdim, kafayı milliyetçilikle bozmuşları göndereceksin yurtdışında bir yere. Ama kısa süreli, turist olarak değil. En az altı ay oralarda yaşasınlar, günlük hayata katılıp aslında dünyadaki insanların nasıl da birbirlerine benzediklerini, benzer ihtiyaç ve beklentileri olduğunu anlasınlar diye. 

E.T. : Uzun yıllar kaldın ABD’de diye biliyorum. Özellikle Z Kuşağının aklında yurt dışı hayalleri var. Kıymetli bilgiler bunlar onlar için de. Gündelik hayatın nasıl geçiyordu.

A.K. : Valla, Amerika’daki on beş yılımı, Amerika serüvenimi araba almadan, arabasız tamamladım. Bir ara, bir yakın arkadaşımın volvo marka arabası vardı, onu ortak kullandık. Bu arabanın şiiri de vardır birinci kitabımda. Onun dışında, ulaşım aracım belediye otobüsleri ve bisikletimdi. Bakkal alışverişini bisikletle yapmak her zaman kolay olmazdı. Soğuk havalarda, karda kışta mesela. O zaman Amerikalı, Türkiyeli arkadaşlarımdan rica ederdim, beni onlar getirip götürürdü markete. Ben, “ev alma, komşu al” sözüne galiba çok inandım, çok benimsedim. 🙂

E.T. : Benim gördüğüm, yaşam tarzında ve şiirlerinde Çevreye duyarlılık ana eksen konumda. Bu duyarlılığın temelleri nereden geliyor?

A.K. : Tam bilmiyorum, bilemiyorum. Bazı şeylerin kaynağını çıkaramıyor insan ama mesela 1980’lerdeyken, yani onlu yaşlarda, etrafıma, fiziksel dünyaya bakıp ‘ya bu dünya, yollar, evler falan değişiyor, insan yaşlandığında, alıştığı çevreyi, doğduğu çevreyi bulamazsa ne yapar, nasıl hisseder’ gibi soruların aklımda geçtiğini hatırlıyorum. Cumhuriyet gazetesi okunan bir evde büyüdüm. O zamanlarda, Cumhuriyet’te yazan mimar Oktay Ekinci‘nin yazılarını okurdum. Kent sorunlarına, betonlaşmaya dair yazılar yazıyordu. Herhalde kent sorularına, doğaya duyarlığım o yıllardan oluşmaya başlamış olmalı. Bir de tabii, biz, benim kuşağım arabaların az olduğu, kırların, boş arsaların çok olduğu güzel bir dönemin çocuklarıyız. 

E.T. : Kesinlikle haklısın. Artık çocukların dizleri, dirsekleri kanamıyor ama o güzelliklerden mahrum büyüyor. Ağaca tırmanmadan büyüyen çocuklar var günümüzde. Zaman nasıl etkiledi bizleri?

A.K. : 1980’lerde neo-liberalizm zehri bu ülkeye askeri darbeden sonra Turgut Özal ile ekilirken, çocukluğumun 1970’lerini 1980’den sonraki değişimlerle karşılaştırmış olmalıyım. Dolayısıyla, ben yaşlanınca nasıl bir çevrede yaşayacağım sorusu aklıma gelmiş olabilir. 1980’lerin sonu, 1990’ların başı olmalı,  bir gün, bir arkadaşımla  Kadıköy’den Karaköy’e geçiyoruz vapurla; Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesine dikilmiş oteli, Gökkafes adlı ucubeyi, Barbaros yokuşunda okuduğum ortaokulun (Beşiktaş Atatürk Deneme Lisesi) önüne dikilmiş oteli göstererek “bunların hepsi biz yaşarken oldu” dedi. Ki bu sözü aklımdan çıkmadı. Kısaca, İstanbul’un tanınmaz, bugünkü haline gelişin tohumları biz gençken atıldı.  

E.T. Bizler, Ataköy düzlüğünde futbol oynayan ve Florya ‘Güneş Plajın’da denize giren bir nesiliz. İstanbul nasıl oldu da bu hale geldi şaşıyor insan. Güncel konulardan, Marmara Denizinin “deniz salyasına” boğulmasına ne diyeceksin? 

A.K. : Çok büyük acı. Beş yıl Heybeliada’ya vapurlarla gidip geldik öğrenciliğimizde. Vapurları, Marmara’yı tanıma, sevme yıllarım. Marmara’nın öldürülmesi de aslında o yıllarda başlamış. Deniz bilimcisi Levent Artüz, ilk öldürücü darbenin İSKİ’nin 1989 yılında Ahırkapı önlerinde başlattığı derin deniz deşarjı olduğunu ve ne yazık ki Marmara’nın 1989’dan önceki haline dönmesinin imkânsız olduğunu söylüyor. Marmara felaketi “bayrak inmez, ezan susmaz, vatan bölünmez‘ masalının bizi getirdiği son noktanın en tipik örneği: ‘Dünyada hiçbir örneği olmayan bir şey, bir ülke kendine ait bir denizi yok etti.’

Marmara denizi ölürken, ona ağır işkenceler de yapıldı. Maltepe, Yenikapı dolgu alanları, Yassıada’nın betonlanması gibi bir nice kötülük. Ben de bunları görerek Marmara’ya bir ağıt yazmıştım. 2015’de çıkan üçüncü kitabımdan bu şiir.

Marmara Denizine Ağıt  

Mermerin mermer olduğu günlerden adın
Köpek öldüren aromalı denizi Bizans’ın, Marmaros
En siyasi denizi ülkenin, en cumhuriyetçi
Vapurlar denizi, İstanbul denizi
Prenses adalarının annesi, en yerli yelken bezi
Erdek, Şarköy, Hereke, İzmit, Tuzla, Yalova
Yol gözleyen penguenlere döndün
Ölüme terk edilmiş anaokulu bahçesi
Haritalarda atlanan, boynu bükük deniz
Dibin yüzeyin sarılık, salgın, sintine
Üvey anne kadar yokmuş değerin
Oksijen çadırına alınacak ilk deniz
Çanına ot tıkadılar Yenikapı’da, Maltepe’de, yanarım
Canın burnunda, olta balıkçıların aç, perişan
Artık zehirli balık bile çıkmıyor Marmara’dan

E.T. : Gezi olayları” diye geçiyor ama aslında çevreye sahip çıkma; yapılan dayatmalara “yeter artık” çığlığıydı. Karamsarlığın yıkıldığı, ‘apolitik’ denilen yeni nesil gençliğin hak arama, özgürlüklere müdahale edilmesine isyanı olarak değerlendiririm Gezi’yi ben. Senin için Gezi ne anlama geliyor ve ileriye yönelik ne gibi izler bırakacak?

A.K. : Hayatımda daha sonra ‘Gezi direnişi’ var. Senin Gezi hakkında söylediklerine tamamen katılıyorum. Geziyi adlandırmana da katılıyorum. Son derece meşru, haklı, alnı ak,  güçlü bir ‘çığlık’ ya da kıvılcımdı. Öncelikle bir kent hakkı ve ekolojik mücadeleydi. Yankısı, tutuşturduğu mücadele ateşi büyük ve etkili oldu. Özgürlükler mücadelesine dönüştü. Bir il hariç tüm Türkiye’de, hatta dünyanın başka bir sürü coğrafyasında karşılık, destek buldu, ilham verdi. Gezi muazzam bir kolektif hareketti. Duyguydu, dayanışmaydı, “başka bir hayatın mümkün olduğunu” gösterdi, gösterdik birbirimize. Çok şey öğrendik ondan. Bu toprakların, Ortadoğu’nun ve dünyanın gördüğü en onurlu, en haklı, en alnı açık itirazlarından biridir. Gezi sürüyor, bitmedi. Ama Gezi’nin ayrıntılı tarihi de henüz yazılmadı. O tarih yazıldıkça bu pırıltılı mirasa sahip çıkanlar artacak. Bir de şunu söylemek isterim, o zamanki siyasi yapılar, siyasi partiler Gezi’de ortaya çıkan enerji ve bilinci kendilerine katamadılar, yararlanamadılar, geliştiremediler. Gezi’nin güzelliği, değeri diyorum ama Gezi’de yitirdiğimiz canları düşününce hep bir eksiklik duygusu, kocaman bir burukluk buluyor beni. Onları devlet teröründen kurtaramamanın acısı… Anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Gezi’de yitirdiğimiz Hasan Ferit Gedik ile o zaman oturduğum Etiler’deki Sanatçılar Parkı Forumunda tanışmıştım. Gezi Koyun Çocukların Adını adlı kitabımda ona da selam yollamıştım: 

gündüz gökkuşağıyız göğün yüzünde

geceleri bir samanyolu

ışıklar taşıyoruz aya

tarihin birikmiş öfkesini

hayatı var eden suların öfkesini

Hasan Ferit Gedik’in Spartaküs öfkesini ve ışığını

taşıyoruz kadın erkek el ele 

Biliyorsun, Gezi’nin gerisinde Taksim ve Gezi Parkını talan edecek projelere itirazlar vardı. Ben de Taksim Dayanışması (TD) çatısı altındaki bu itirazları dillendiren insanlar arasındaydım. TD’ye Ekim, Kasım 2012’de bireysel olarak katılmıştım. Yine orada, o zamanda çok güzel insanlarla tanıştım. Dayanışmayı, yoldaşlık duygularını yoğun yaşadım. Taksim’e korku duymadan çıktığımız günler. Sokaklarda polis şiddeti olmasına karşın büyük bir iyimserlik, ferahlık ve dostluğun, kardeşliğin olduğu günlerdi.

O günlerde nişanlım Sibel Tatar düğün töreni hazırlıkları içindeydi. Ben Taksim’de, Gezi parkındaydım. O günleri yazdığım Sokaklar adlı şiirimi Sibel’e, Ali İsmail Korkmaz ve Mücella Yapıcı’ya ithaf ettim.  

Sokaklarda

A.İ. Korkmaz, M. Yapıcı, S. Tatar’a

sirke, süt, maske, ölüm gazı ve kan.
gökyüzüne benziyorduk gittikçe
azaldıkça yüreklerimizde korku
çoğalıyordu damarlarımızda güzel hayat
beklenmedik bir fotosentez haliydi sokaklarda
korktuğumuzu saklamadıkça birbirimizden
durdukça yan yana
inatçı, eşitlikçi, tanıdık
doğanın ışığı
görünmez bir sis halinde
doluyordu hücrelerimize,
doluyordu
insanın kardeş kanı bir de.

E.T. : Şiir kitaplarının yanında çeviri yazıların ve kitapların da var. Yazmak mı zor çeviri yapmak mı? Çeviri yapılacak kitapları ve yazıları nasıl belirliyorsun?

A.K. : Çeviri çok emek yoğun bir iş. Ben sevdiğim, topluma yararı olacak, değerlerimle uyumlu yapıtlar seçiyorum çevirmek için. İkisi de zor. Hangi dilde yazarsan yaz yazı zor iş. Havada uçuşan bir şeyleri yakalayıp sabitleme çalışması. Çeviri ise sabitlenmiş bir şeyi hedef dilde en doğru, en etkili söyleme işi. Bu da zor, her ne kadar önünüzde sabitlenmiş bir ileti olsa da, onu başka bir dilde söylemeye çalışırken yine şeyler, kelimeler, anlamlar uçuşuyor; siz oradan anlamlı bir yapı çıkarmaya çalışıyorsunuz. Zor olmalarından başka her iyi pratiği birleştiren şey bir yapı ortaya çıkarıyorsun. Ve onun insana verdiği haz. Bu işlerde emeğinin karşılığını alan çok çok az, ezici bir çoğunluk bu haz için yapıyorum. Ben de onlardan biriyim.    

E.T. : Çok önemli bir şairimizden, İkinci Yeni’nin öncülerinden Cemal Süreya’nın kült kitabı Üvercinka’yı çevirdin İngilizce’ye. 

O benim çevirim değil, ortak bir çeviri. Indiana Üniversitesinde benden Türkçe dersi almış, eski bir öğrencim, arkadaşım Donny Smith’le ortak bir çeviridir. İçimize sinen bir çalışma oldu, galiba benzer çalışmalara bakıldığında, biz çıtayı yükselttik. Şöyle ki; kitaba Cemal Süreya’nın en uzun denemesi -Sevginin Halleri- çevirisi, Ülkü Tamer’in Cemal Süreya hakkındaki yazısı, benim Üvercinka üzerine eleştiri yazım Talat Sait Halman’dan bir yazı, Donny Smith’ten çevirmenlerin notu adlı bir yazı ve en sonuna da bir sözlükçe koyduk. Tüm bunları “şiirleri İngilizceden okuyanlara iyi bir geri plan versin diye” yaptık. Tabii ki şiirleri çift dilli bastık. Bir de, şahane bir kapak resmi kullandık. Görebilseydi, eminim, Cemal Süreya da çok beğenirdi. Ressam arkadaşım İlhan Berrin Sunsay’ın şahane bir resmiydi. Kitaptaki şiirlere çok yakışan bir görsel oldu. Kitap 2010 yılında Indiana University Turkish Studies Series’den çıktı. Şu an, Amerika’da üniversitelerde kullanılan bir kitap. 

E.T. : Son kitabın “Taşıran Damlaların Cesareti” El Yayınları tarafından yayınlandı,  dağıtımı yapıldı. Son kitap ile ilgili geri dönüşler nasıl oldu? Kendi adıma konuşursam, senin şiirlerinde hayatın gerçekleri ile yüzleşiyor insan. Yalın bir dil tercih ediyorsun ve “Kurumamış Alın Teri”, “Utanır Kızılırmak” gibi şiirlerinde olduğu gibi tarihe notlar düşüyorsun. “Türkiye’nin Markası” adlı şiirin de böyle bir şiir. Kitap çıkmadan önce bu şiirini okumuş ve o zaman da çok beğenmiştim. İlk şiirini ne zaman yazdın? Ve şiir senin için ne ifade ediyor diye sorsam?

A.K. : Taşıran Damlanın Cesareti dördüncü şiir kitabım. İşaret ettiğin gibi, yalın bir dilim var, kitaptaki birçok şiire tarihe düşülen notlar olarak da bakılabilir. Bu kitap üç temel tema etrafından dönüyor: savaş karşıtlığı, doğanın yüceltilmesi ve Mir Ulaş nezdinde çocuklara şiirler. Şair İsmet Alıcı geçenlerde Doğayı Kucaklayan Savaş Karşıtı Şiirleriyle Abbas Karakaya başlıklı uzunca bir yazı yayımladı kitabım hakkında. Sen de bu yazıya yer verdin Banka Vitrini’nde. (https://bankavitrini.com/2021/06/09/tasiran-damlanin-cesareti/)

Şiirlerimle hayatım çok iç içe. Yani Cemal Süreya’nın dediği gibi ‘şairin hayatı şiire dâhil‘ benim hayatım yazdığım şiire kolayca da seçilebilecek ölçüde dâhil. Başka türlüsünü beceremiyorum. İşte bak, bu söyleşide bile şiirlerden kaçamadık. Tersten gidersek, ilerde, ama ne zaman, nasıl bir bağlamda olur, tabii ki bilemem, hayatımın bu ilk söyleşisi de şiirimde yerini alacaktır kuvvetle muhtemel.   

Şiir benim için ne? Okuyorum, izliyorum, dinliyorum… Birçok sanat ürünüyle hemhal oluyorum, ‘tüketiyorum’ ama bana tüketici olmak yetmiyor, o yüzden yazıyorum şiir. Benim kendime getirdiğim açıklama bu.

İlk şiirimi neydi, kime yazdım, net olarak çıkaramıyorum. Ama ortaokulda karşılık bulamayan bir aşka hem başka şairlerden, hem kendi şiirlerimden oluşan bir tomarı (içinde Cahit Sıtkı Tarancı, Ümit Yaşar Oğuzcan’dan şiirler vardı) ona ulaştırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Ortaokul, lise birinci sınıf zamanları diyeyim. Ama en başta neyi örnek alıp ya da kime öykünüp yazdığımı bilmiyorum.

Hayat, yaşanan şeyler, şiirden önce gelir bence. Yani şairlik şiirden önce hayata, dünyaya karşı aldığımız bir tavır, bir duruştur. Şiir yazmak sonra gelir. Peki, bu tavır nedir diye sorarsan, kendi adamak, karşılık beklememek, güçlüden yana olmamak gibi şeyler diyebilirim. ‘Ekmek yemese de şiir/ Ekmek almaya gider sabahları’ dizelerinde olduğu şeydir duruş. Kendini dünyanın merkezine koymamaktır biraz da.  

E.T. : Abbas Karakaya’ya baktığımda dışardan “yaratıcı ve iz bırakıcı” bir yapı görüyorum. Yeni projeler var mı?

Mahcup ediyorsun beni Erol. Ne diyeyim, bilemedim. Çok sağ ol. Çizgi çekilip aktifler pasifler çıkarıldığında, yani muhasebe tamamlandığında belli olacak. Dilerim senin yaptığın yoruma yakın bir toplama ulaşmış olabilirim en sonunda. Son kitapta Yıldızlarla Rakı adlı şiirimde iddialı bir şeyler söylemişim: (…) Bu şiirde yazıyorum/ Sözlerim boşuna/ Söylenmiş olmayacak. Bakalım, bu dizelerdeki niyeti, temenniyi ne kadar, nasıl geçirebileceğim fiiliyata. Ben de merak ediyorum. 

E.T. : Bir de senin neredeyse 2020 yılından bu yana “Çekmeköy-Farabi Sokak Mağdurları”yla dayanışman var. Banka Vitrini’nde onlar hakkında çok yazdın son bir yıl içinde. Neler oldu Farabi Sokak’ta? Dışardan bakınca, bir ‘dere ıslahı’ var gibi görünüyor. Ama aynı zamanda imar rantı yaratma girişimi de var. Rant yaratılırken yok edilen, parçalanan hayatlar var. Benim de sık sık haberleştirdiğim Suna Duman mağduriyeti var. İnsanların 30 yıldır yuva belledikleri yerlerden atılıp arsalarına çok katlı apartman inşaatlarına ruhsat verilmesi gibi absürt bir durum da var ortada. Yetkililer, sorumlular tepkisiz kalarak hukuksuzluğa onay veriyorlar galiba. Bu iş nereye kadar gidecek çözüm umudu var mı?  

A.K. : Ben yerel mücadeleyi önemsiyorum. Fiziki çevremizin hali nasıl yaşadığımızı, düşündüğümüzü de etkiliyor. İşte bu yüzden kent ve doğa hakları, kısaca yaşam alanları savunucusu olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Belirttiğin gibi son bir yıldır Çekmeköy Serindere-Farabi Sokak Mağdurlarının yanındayım.

Çekmeköy Belediyesi ve İSKİ’nin imar oyunlarıyla 2018’de Farabi Sokak’taki altı ev yıkıldı. Farabi Sokak imara açılarak yok edildi. Gerekçe ya da işin kılıfı olarak dere koruma bandına kalmalarıydı. Oysa hiçbir dere koruma bandında değildi, derenin çok üstündeydi. Yani evler boşuna yıkıldı, aileler dağıtıldı. En tuhafı İSKİ yaptığı işin, korsan ıslahın projesini hala mahkemeye sunamadı. Yargı süreci sonuçlanmadı.

Evi yıkılan genç bir kadın Suna Duman evlerinin yıkıldığı yeri terk etmedi. 2 Ağustos 2018‘den bugüne, derme çatma, altı metrekarelik bir kulübede direnişte. 1056 gündür orada Adalet Nöbeti tutuyor. 2019’da göreve gelen yeni İBB yönetimi de mağduriyetleri gidermedi. İBB, İSKİ, yerel siyasetçiler neden kendilerinin sebep olduğu bu sorunu çözmüyor, anlayamıyoruz. Ama Farabi Soka Mağdurları kazanacak, çünkü yapılan yıkımların hiçbir hukuki ve teknik dayanağı yok. Üç buçuk yıldır mücadele ediyoruz (ben son bir yıldır daha yoğun olarak içindeyim). Kazanacağız çünkü güneş balçıkla sıvanmaz.  

E.T. : Son kitabında, kitabın sonuna koyduğun kısa özgeçmişinde ‘seslendirme yapıyor’ gibi bir ifade var. Bunu biraz açar mısın?

A.K. : Seslendirme son beş yılda akıllı telefon almamla hayatıma girdi. Akıllı telefona uzun bir süre direndim, sonunda 2016 yazında aldım. Biliyorsun, bu telefonların ses kayıt etme özelliği var. Bu özellik sayesinde şiirler kaydedip eşe, dosta yollamaya başladım. Çok olumlu yorumlar aldım, alıyorum. Madem öyle dedim, Kasım 2020’de WhatsApp üzerinden bir ‘masal okuma grubu‘ oluşturdum çocuğu olan ailelerle. Hafta içi her gün sabahları bir kısa masal kaydedip gönderdim. Fena da olmadı. Sekiz ay sürdü, Haziran’da biz de tatile girdik. Oğlumuz Mir Ulaş’a hep masal anlatmak isterdim, bu masal grubunun oluşmasının esas sebebi bu. Buradan bir çocuk ya da yetişkin radyo tiyatrosuna gidebilir miyiz, diye düşünüyorum. Her ne kadar görsel bir çağda olsak da ben sesin, radyonun daha büyülü bir şey olduğuna inanıyorum. Bir mikrofon alarak seslendirme işini bilgisayarla, biraz ‘profesyonelce’ yapmayı planlıyorum. Bakalım, nasıl olacak.  

E.T. : Son dönemde Boğaziçi Üniversitesi’ndeki olaylar da seni çok üzdü. Boğaziçi üniversitesinde neler oluyor. Sen yurtdışında da eğitim aldın ve öğretim görevlisi olarak bulundun oralarda bu tip olaylar yaşanır mı?

Boğaziçi gerçekten müstesna bir kurum. Hem fiziksel yapısı, hem kurumsal kimliği, öğrenci öğretmen ilişkileri, kütüphanesi vb. bakımlardan Türkiye’nin en önde gelen üç dört üniversitesinden biri. Hatırlarsan, MB’nin atanmasıyla başlayan protestoları bir iki kez Banka Vitrini için haberleştirmiştim de.

Yazık ediyorlar bu güzel topluluğa, güzel kuruma. Ama Boğaziçililer kazanacak, er ya da geç. Tabii dileğimiz bu kazanmanın geç olmaması. Boğaziçili çok arkadaşım var, öğretim üyeleri muazzam bir dayanışma içindeler. Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan ilke ve fikirlerden vazgeçmiyorlar, öğrencileriyle beraber büyük bir dayanışma içinde savunuyorlar. Çekmeköy Farabi Sokak Mağdurlarının kazanacağı gibi Boğaziçililer de kazanacak. Bu zor günler geçecek. Çünkü diretiyorlar. Haksızlıkları, hukuksuzlukları sineye çekmiyorlar.

Amerika’da yaşadığım yıllarda, üniversitelerde böyle bir absürtlük ne duydum, ne de yaşadım. Üniversitelerin iç işlerine bu kadar karışılmaz. Okuduğum, çalıştığım üç üniversitede de bu kurumlara katılır katılmaz bana kullanacağım ofis gösterilip hem odamın hem odamın bulunduğu binanın anahtarı verildi ki böylece istediğim zaman ofisimi kullanabileyim. Dahası, oralarda üniversite kütüphaneleri dâhil, kampüsler tüm yurttaşlara açıktır. Boğaziçi Üniversitesininse sadece girişleri değil, bitişiğindeki sokaklara kadar barikatlar, tel örgülerle kaplı. Çevik kuvvetler, ara sokakta tomalar… Onlarla bizler arasındaki fark bu işte! Daha derine, ayrıntıya gitmeye gerek yok. Ama Boğaziçi kazanacak. Direnenler kazanacak. Tarih bunu böyle yazar.     

E.T. Boğaziçililer için şiirin var mı?

A.K. : Özel olarak Boğaziçililere yazılmış bir şiir yok son kitabımda. Ama Ankara Yüksel Direnişçilerine ithaf ettiğim bir şiir var ki kitaba adını veren ifade o şiirde geçiyor. O zaman bu şiir bu söyleşinin son sözü olsun. Ormanını, deresini, parkını, okulunu, sokağını koruyan, haklarını, özgürlüklerini hırsızlara, yağmacılara karşı savunan, direten herkese, o ‘taşıran damlalara’ gitsin bu şiir

Cesaretle 

                        Ankara Yüksel Direnişçilerine

Güneş yükselen sıcağı

Gece inen soğuğu

Emen kayalar gibi ayakta

Can taşıyan herkesle candaş

Kirpi, anız, gökyüzü, çiğdem

Ağaçların şarkısını söylüyor

Yeraltı sularının dilini de biliyor

Artıyor şeylerin ışığı onunla

Güzel inat, zarafet ve korku

Taşıran damlaların cesareti ve anda

Çatıdan bir yüreği var

Yağdıkça yağıyor üstüne

Ondan öğreniyorum ben de

Yaşamayı cesaretle

E.T. : Abbas Karakaya olarak aynı zamanda editörlüğünü yaptığım sosyal sorumluluk projesi olan günümüzün vitrini; bankavitrini.com sitesinde ağırlıklı çevre ve toplum sorunları ile ilgili yazılar kaleme alıyorsun. Öncelikle uzun yıllar görüşmemiş olmamıza rağmen kırmayıp sitemizde yazılarını paylaştığın için teşekkür borcum var. Toplumun ortak sorunları toplumsal göz ile olaylara bakan insanları bir araya getiriyor. Kendi adıma senin yazılarını keyif ile okuyorum; yazılara önemli ölçüde okuyucu kitlesi de oluştu ve tepkiler çok olumlu. Toplum ve çevre sorunlarını şahsi sorun gibi algılayıp dillendirmek ve yazıya dökmek vicdanen de insanı rahatlatıcı bir süreç. Yaşam tarzı, düşünce tarzına yansımış, çelişki bulunmayan birisin. Tekrar emeklerin için teşekkür ederim.

A.K. : Ben teşekkür ederim. Vasiyet şiiri ile veda edelim.

Ağaçlara özenirdi desinler
Yaprakların fısıltısını duymaya çalıştı
Razı gelirse dalı olayım bir ağacın
Su taşıyayım köklerinden en tepeye
Çayıra uzanayım yorulduğumda
Cırcır böceği de olabilirim çalılarda

Dr. Abbas Karakaya

ŞİİRİM

Yayınlanma:

|

İğneyle kuyu kazan

Suyu arayan su

Ay ışığının kolunda

Irmaktır şiirim

 

Düşlere inanır, ahırda

İneğin gördüğü rüyadır

Kaplumbağa hızını sürer

İletkendir kedi gibi şiirim

 

Denizaltı güncesidir

Kumsalda ayak izleri

Hatırlamak üzerinedir

Gidenin unutmaz şiirim

 

Vefadır, pervanedir

Balta girmemiş ormanlarda ışığı arar

Güneşe tutkundur

Yağmurda şemsiyesiz

 

Çayırdaki otlar

Çocuklar oynasın üstünde

Çıkarıp baktığında çantandan

Tanık olsun güzelliğine şiirim

 

Bir atın uysallığı

Nefes nefese kalışı

Hapishane duvarlarında

Biten ot da olsun şiirim

 

Elini tuttuğunda acının

Cesaret olsun yazacağım şiirler

Aralasın yüreğinin kapısını

Ayağa kalksın aklın

 

İnsanın özgürlük davasında

Kabına sığmaz şiirim

Vakit eriştiğinde, balyozlardan

Yükselen güneşin sesine eşlik etsin şiirim

Abbas Karakaya

Okumaya devam et

Dr. Abbas Karakaya

HAREKET HALİNDEKİ BÜYÜ: Çocuklara kitap okumanın faydaları

Yayınlanma:

|

Birkaç yıl önce bir yurtiçi TV kanalında bir programa katıldım. Programın konusu okul öncesi çocuklara kitap okumanın faydaları idi. Üç yaşında bir çocukları olan anne babanın evlerinde kamera karşısında ebeveynlerin çocuklarına neden kitap okuması gerektiğini anlatacaktım. Bu anne-baba küçük oğulları için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya istekliydiler, ancak ona çok nadir kitap okumuşlar ve çocuklara kitap okumanın öneminin farkında değillerdi. Çocukları tek kelime okuma yazma bilmiyordu.

Söz konusu gün ebeveynlerle sohbet etmeyeceğimi öğrenince şaşırdım. Bunun yerine yönetmen, programın başlarında savunduğum gibi, gürültülü, sevgi dolu, neşe yayan sesli okuma atmosferini gösterebilmem için çocuğa kitap okumamı istedi.

Bu çocuğu tanımıyordum. Onunla ilk kez karşılaşıyordum. Ezici kişiliğimle onu korkutacağım. O ve ben nasıl arkadaş olabiliriz ve daha önce hiçbir ilişkimiz olmadığı halde, şak diye nasıl birlikte mutlu bir şekilde okumayı öğrenebiliriz?

Hepimiz az biraz gergindik ve zaman darlığının baskısını hissediyorduk. Yine de Ben’i bir iki dakikalığına kamera ve ışıklardan kaçırmayı başardım; elinden tutarak arabama götürdüm ve ona getirdiğim hediyeleri verebildim. Ben’e (çocuğun gerçek adı bu değil) özel hediyeler getirmiştim: Yeni kitabım Time for Bed (Yatma Zamanı)’ndan bir poster ile kitabımın bir nüshası.

Birkaç dakika sonra kameraların önünde, evinin oturma odasında, yerde önce ben ona kitap okudum. Daha sonra onunla birlikte okudum. Sonra o bana okudu. Bütün bunlar 15 dakika sürdü.

Programın televizyonda yayınlanmasından önceki gece, neredeyse sinir krizi geçirecektim. Sinirlerimin bu denli bozulmasına TV’deki bir reklam sebep oldu. Reklam kabaca şöyle söylüyordu: “BU KADIN BEBEĞİNİZE ON BEŞ DAKİKADA OKUMA ÖĞRETECEĞİNİ İDDİA EDİYOR.” Şüphesiz, benim böyle bir iddiam yoktu. Böyle bir iddia mantıksızlık olurdu. Ama Ben’e (yüksek sesle) kitap okumamdan sonraki on beş dakika içinde parmağıyla doğru kelimeleri işaret ettiği, sevimli sevimli sırıttığı ve ‘yatma zamanı geldi’ dediği doğrudur. Kameraman nefesini tutmuş, sesçi daha iyi duymaya çalışır gibi öne doğru eğilmişti. Yönetmen dans ediyor gibiydi. Ebeveynlerse nefeslerini tutmuş, şaşkına dönmüşlerdi.

Hatta bunun kazara olan bir şey olduğunu düşündüm, bu yüzden başka bir sayfa çevirdim ve dedim ki: “peki bu sayfada ne var?” Bir kez daha Ben tombul küçük parmağını kelimelerin üstüne basarak ve gülerek şöyle dedi: “yatma zamanı.” Ve başka bir sayfa çevirdiğimde aynı şeyi yaptı. Kamera her şeyi kaydetti. Ben on beş dakika içinde okumayı öğrenmeye başlamıştı; daha önce hiçbir tanışıklığım olmayan, normal bir anne-babanın bu normal çocuğu.

Ben’in bu durumdaki başarısını açıklamak için üç basit resimli kitabı tekrar tekrar kullandığımı söyleyebilirim: Time for Bed (Yatma Zamanı) ve Hattie and the Fox (Hattie ile Tilki) adlı benim kendi iki kitabımla Pamela Allen’ın Who Sank the Boat? (Tekneyi Kim Batırdı?) adlı kitabı. Gerçek olan buydu. Ayrıca, her birinde aynı hayvanlar olduğu ve her birinde kafiye, ritim veya tekrar gibi önemli unsurlar bulunduğu için o kitapları seçtiğimi söyleyebilirim. Bu da gerçekti. Ama inanıyorum ki en önemli gerçek çocukla benim aramda yaşananlardı.

Çılgınca bir komiklik ve heyecan dolu bir oyun oynama vardı; ben bağırıp gülüyordum ve giderek daha yüksek tonlarda “Evet! Evet! Evet!” derken, bu okuma işi sanki hayatının en eğlenceli şeyiymiş gibi gülüp sırıtan Ben’e sarılıyordum. Kelimenin tam anlamıyla yerde yuvarlanıyorduk ve “yatma zamanı geldi” ifadesini her gördüğümüzde ellerimizle kitaba vuruyor, her sayfada bu sözler ortaya çıktıkça zafer çığlıkları atıyorduk.

Hiçbir zaman gergin değildik. Hiçbir zaman susmadık. Her kitapta aynı çiftlik hayvanlarını arayıp bulduğumuzda bile, keşiflerimizde ve beraber olduğumuz süre boyunca vahşi ve gürültücüydük.

Başka bir domuz var! Oh hayır! Başka bir at! Ve bakın, bu kitapta bir inek var, bu kitapta bir inek ve bu kitapta da bir inek daha var! İnanabiliyor musun? İnekler, inekler her yerde!”

Ben’in yüzü aydınlanmıştı. Onu yiyebilirdim, öyle sevimli ve öyle güzel bakıyordu ki… ve o da benim oldukça özel biri olduğumu düşünüyordu. Onu kucaklayıp yerden kaldırırken her defasında yüksek bir sesle “ooh, sen çok akıllısın” diyordum. Ben mutluluktan büyülenmişti. Kitaplarla saatlerce oynayabilirdik. Bitsin istemedik.

Görseydiniz, nasıl da mutluyduk!

Üç yaşındaki Ben’in 15 dakikada okumayı öğrenmeye başlayacak kadar rahat olması ve öğrenmeye devam etmek istemesi sizce şaşılacak bir şey mi?

Ben’in payına düşen ödüller çok çeşitliydi. Oynadığımız oyunu sevdi çünkü her zaman onun “kazanacağı” şekilde ayarladım. Kitaplar eğlenceliydi; ritmik, çın çın öten dilleri ve her sayfada çılgınca tekrar eden sözcükleri vardı. Ama hepsinden önemlisi yeni bir arkadaşıyla, yani benimle iyi vakit geçirdi. Arkada; olduk.

Çocuklarla bu tür planlanmış oyunlar oynamak belki de onlara (yüksek sesle) kitap okumanın en büyük faydasıdır. Bir kitabın sayfalarında aynı anda beraber karşılaştığımız kelimeleri ve resimleri, fikirleri ve bakış açılarını, ritimleri ve tekerlemeleri, acıyı ve rahatlığı, umutları ve korkuları ve hayatın büyük meselelerini paylaştıkça zihin ve kalp aracılığıyla çocuklarımızla bağlantılar kurarız ve paylaştığımız kitaplarla oluşan gizli bir topluluk üzerinden birbirimize bağlanırız. Okuma-yazma ateşi çocuk, kitap ve okuyan kişi arasındaki duygusal kıvılcımlardan doğar. Bu, tek başına kitapla, tek başına çocukla ya da çocuğa kitap okuyan yetişkinle başarılamaz; bu, üçünü de saran ve onları yumuşak bir uyum içinde bir araya getiren ilişkiyle başarılır.

(Yüksek sesle) kitap okumak, anneler ve babalar için yüz ekşitici bir Bu Çocuğunuz İçin İyidir etkinliği olarak düşünülmemelidir.

Bebeklerimize ve diğer çocuklarımıza yüksek sesle kitap okumaya başladığımızda, genellikle yüksek sesle okumamız gerektiğini tamamen unutuyoruz. O kadar canlı, iyi vakit geçiriyoruz ve birlikte kitap okurken çocuklarımızla o kadar sıcak bir bağ kuruyoruz ki bu lezzetli bir “çikolata” deneyimine dönüşüyor.

“Çikolata” kuaförümün başına geldi. Bitirim bir atom karınca olan kızı Tiffy, henüz altı yaşındayken tüm mahalleye büyük bir ifade ve şevkle kitap okuyordu ve herkes annesine “okumayı ona sen öğretmiş olmalısın. Yaşıtlarından çok ileride.” diyorlardı.

Ben mi öğrettim, elbette kızıma okumayı ben öğretmedim, diyordu annesi. “Okumayı öğretmeyi bilmiyordum, hem bunu yapmaya cesaret etmiş olsaydım bile yanlış bir şey yaptığımda yanlışımı nasıl düzelteceğimi de bilmiyordum ki. Tek yaptığım şey kızıma bebekliğinden beri kitap okumaktı.”

Arkadaşları söylediklerine inanmadılar. Çünkü çok kolay görünüyordu.

Çocuklara (yüksek sesle) kitap okusak da çocuklar her zaman okula başlamadan önce okumayı öğrenmezler, ancak bu kesinlikle sorunlu bir durum değildir. Öğretmenler, okuldan önce bizim tarafımızdan (ve dadılar veya günlük bakıcılar tarafından) sağlanan sesli okuma temelini büyük bir yürekle geliştirecekler ve bu çocuklar çok hızlı bir şekilde kendi başlarına okumayı öğrenecekler.

Ancak her ebeveyn, okumanın sağladığı büyük eğitsel yararları ve yoğun mutluluğu anlasa ve her ebeveyn- ve çocuğuna bakan her yetişkin- çocuklarına günde en az üç öykü okusa, muhtemelen bir nesil içinde okuma yazma bilmeyen kimse kalmaz.

Hadi deneyelim! Bizi ne durdurabilir ki?

Yazan: Mem Fox – Çeviren: Abbas Karakaya

Okumaya devam et

Dr. Abbas Karakaya

The Foot Book (Ayak Kitabı) Mucizesi

Yayınlanma:

|

Kızımız Chloe 1975 yılında bir gün okuldan eve sevinçle geldi ve okuyabiliyorum, dedi. Chloe o zaman dört yaşındaydı, okula başlayalı ise sadece iki hafta olmuştu. Her anne baba gibi kızımızı sevinçle karşılayıp gülümsedik. Okumak mı? Kızımız şaka ediyor olmalıydı.

Odasına koşup o zamanlar en sevdiklerinden olan Dr. Seuss’un The Foot Book (Ayak Kitabı) adlı kitabını getirdi ve kitabı ifadeli bir biçimde sözcük sözcük okumaya başladı. Evde biz bizeydik.

Evet ama, kızımız gerçekten okuyabiliyor muydu? O kitabı kızımıza defalarca okumuştuk, bu yüzden ezberlemiş olabilir miydi? Önce duraksadık, coşkusunu kırmaktan korktuk; sonra kitabı baştan sona ezbere okumadan, herhangi bir sayfayı okuyup okuyamayacağını görmek için rastgele sayfalar açıp okumasını istedik. Gösterdiğimiz bütün sayfaları okudu kızım.

O zamanlar drama dersleri veren bir öğretim üyesiydim. Okuma-yazma öğretilmesi çalışma alanım değildi. Kendi nazarımda sadece bir anneydim. Ertesi gün Chloe’nin okuluna gittim ve ne olduğunu öğretmene söyledim.

Ne yaptınız, hangi metodu kullandınız, diye merakla sordum. Bu tam bir mucize!

Ben çok şey yapmadım, zaten ne yapabilirdim ki, okullar açılalı ancak iki hafta oldu, dedi öğretmeni. Okula başlamadan önce kızınıza çok kitap okumuş olmalısınız.

Tabii ki okuduk, dedim.

Hah, işte bu, dedi öğretmen, gerçekten öyleymiş gibi. O andan itibaren (yüksek sesle) kitap okumanın yararları beni büyüledi. Drama eğitiminden okuma-yazma öğretmeye geçmemin tohumları atıldı. Eğer kızıma (yüksek sesle) kitap okumak onun hayatına ve okumayı öğrenmesine bu denli etki yaptıysa bunu herkese anlatmalıydım. Bir sır olarak tutmanın anlamı yoktu.

Yirmi beş yılı boyunca, çocukların okuma ve yazmayı öğrenmeleri konusunda ve de çocuklara kitap okumanın olumlu etkileri hakkında çok şey öğrendim. Şimdi tüm dünyayı dolaşıp anne-babalar, öğretmenler, kütüphaneciler ve kitapçılarla konuşuyor; tanıştığım her insana çocuklarına kitap okumayı teşvik ediyor ve bunun nedenlerini açıklıyorum. Uluslararası okuryazarlık danışmanı olmanın yetkesi ve yazarlık tecrübemle konuşuyorum, ama sıradan bir anne olarak konuştuğumda daha tutkulu oluyorum. Çocuğuma kitap okumak muazzam bir deneyimdi. Her türden harika kitaplar sayesinde aramızdaki bağlar güçlendi. Paylaştığımız çeşitli hikayeler sayesinde birbirimiz daha iyi tanıdık ve birbirimize sevgimiz arttı. Chloe’ye düzenli kitap okumanın ona okumayı öğretmeden, kendi kendine okumayı öğrenmesini sağlayacağı aklıma gelmemişti.

Sadece onunla zaman geçirmek bile yeterliydi.

Yazan: Mem Fox,  Çeviren: Abbas Karakaya

 

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.