Boykotlar artık sadece tüketici davranışlarını değil, toplumun siyasi ve ekonomik dinamiklerini de derinden etkileyen bir güç haline geldi. Türkiye’de son günlerde yaşanan boykot çağrıları, özellikle üniversite öğrencilerinin tüketimi durdurma hareketiyle yeni bir boyuta taşınırken siyaset dünyası ve markalar açısından da kritik bir döneme işaret ediyor. Peki, bu boykot dalgası nasıl şekilleniyor, etkileri ne kadar sürecek ve markalar nasıl etkileyecek? Daha da önemlisi toplum boykot çağrıları hakkında ne düşünüyor? Araştırma şirketi AGS Global’in son verileri, bu sorulara ışık tutarak Türkiye’de boykot kültürünün günümüz dinamiklerindeki yerini anlamamıza yardımcı oluyor.
Boykotun nedeni: Markaların politik duruşu!
Katılımcıların yüzde 46,8’ini Z Kuşağına mensup gençlerin olduğu araştırmaya göre; katılımcıların bir markayı genel olarak boykot etme nedenleri arasında yüzde 72,3 ile markanın politik duruşu ilk sırada yer alıyor.
Diğer öne çıkan boykot nedenleri ise; ürün hizmet kalitesi (yüzde 9,2) ve sosyal medyada yapılan çağrılar (yüzde 5) olarak dikkat çekiyor. Fiyat politikası ve dini değerler ise yüzde 1,4 olmak üzere katılımcıları en az motive eden unsurlar konumunda.
Her 10 kişiden 6’sı boykotun gücüne inanıyor
Bununla birlikte her 10 katılımcıdan 6’sı (yüzde 58,9) boykotların sonuç verdiğini söylerken, yüzde 36,9’u ise kısmen sonuç verdiğini düşünüyor. “Boykotlar sonuç vermiyor” diyenler ise yüzde 4,3 ile oldukça küçük bir kitleyi oluşturuyor.
Her 10 kişiden 8’i İsrail boykotunu destekliyor
Katılımcılara İsrail destekçisi markaları boykot eğilimi sorulduğunda yüzde 50,4’ü kesinlikle boykotu desteklediğini, yüzde 29,1’i ise kısmen desteklediğini ancak bazı markaları kullanmak zorunda kaldığını söylüyor ve böylece toplamda her 10 kişiden 8’i çeşitli düzeylerde İsrail destekçisi markaları boykot ettiğini söylüyor.
Boykot bir tepki biçimi…
Katılımcıların yüzde 44,7’sine göre boykot, vatandaşların tepkisini duyurması açısından önemli bulunurken, yüzde 34,8’lik bir kesim ise yerli markaların süreçten zarar görebileceği endişesini taşıyor. Katılımcıların yüzde 31,2’si ise ekonomik olarak etkilerine dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatırken yerli markalara boykotu gereksiz bulduğunu ifade edenlerin oranı yalnızca yüzde 3,5’ta kalıyor.
Katılımcılara yerli markalara boykotun Türkiye ekonomisine zarar verip vermeyeceği sorulduğunda ise her 10 kişiden 6’sı (yüzde 59,6) bunu “evet” yanıtını veriyor. Yüzde 27,7’sinin cevabı “hayır” olurken, yüzde 12,8’i ise bu konuda kararsız olduğunu söylüyor.
Her 2 kişiden 1’i yerli ürün boykotuna katılmıyor
Katılımcılara yerli ürünlerin boykotuna katılım eğilimleri sorulduğunda yüzde 49,7’si katılmadığını ve her markaya bağımsız yaklaştığını söylerken, yüzde 34,8’i ise tamamen desteklediğini ve adı geçen markalardan alışveriş yapmadığını ifade ediyor.
Her 100 kişiden 10’u konuya ilişkin bilgi sahibi olmadığını belirtirken, 5’i ise boykotu desteklediğini ancak bazı markaları kullanmak zorunda kaldığını belirtiyor.
Markaların açıklamaları ve desteklediği oluşumlar boykotun merkezinde…
Yerel markaları boykot edenlerin motivasyonları arasında; markanın geçmişte yaptığı açıklamalar/desteklediği oluşumlar (yüzde 64,3) ilk sırada yer alırken, onu katılımcının politik görüşü (yüzde 50) ve markanın etik/çevresel duyarlılığını yetersiz bulma (yüzde 41,1) izliyor.
Her 5 kişiden 1’i (yüzde 19,6) fiyat politikasını öne sürerken, sosyal çevrenin etkisi ise (yüzde 8,9) en az vurgulanan husus durumunda.
Krizi yöneten kazanır!
Boykotun markaların uzun vadedeki başarısına etkisi sorulduğunda katılımcıların yüzde 52’si markaların boykottan etkilenmemesinin başarılı bir kriz yönetimiyle mümkün olduğunu söylerken, yüzde 33’ü ise boykotun her halükarda markalara zarar vereceğini söylüyor.
Geçici bir etkisi olur (yüzde 12) ve etkisi olmaz (yüzde 3) diyenler ise daha gerilerden geliyor.
Bununla birlikte, her 10 katılımcıdan 6’sı (yüzde 59) gelecekte benzer boykot çağrılarının artacağını ifade ederken, yüzde 23’ü ise boykot çağrılarının zayıflayacağını söylüyor. “Bir değişiklik olmayacak” diyenlerin oranı ise yüzde 18…
Boykota uğrayan markanın CEO’su siz olsaydınız ne yapardınız?
Katılımcılara boykot kriziyle karşılaşan bir CEO olmaları durumunda ne yapacakları sorulduğunda ise öne çıkan cevaplar; markayı daha iyi anlatma çabası, tarafsız ve dengeli bir duruş, ulusal değerlere daha fazla vurgu, iletişim ve sosyal sorumluluk projelerine ağırlık vermek, profesyonel bir ekiple çalışmak, indirim ve kampanyaları artırmak ve yeni pazarlara yönelmek ifadeleri öne çıkıyor…
Araştırmanın Metodolojisi
Araştırma; bağımsız araştırma şirketi AGS Global tarafından 27 Mart – 1 Nisan 2025 tarihleri arasında 705 kişinin katılımıyla gerçekleştirildi.
2011 yılında İstanbul merkezli global bir araştırma şirketi olarak kurulan AGS Global, 150’den fazla ülkede sunduğu kapsamlı araştırma ve içgörü çözümleriyle globalleşme serüveninde markalara yol göstermeyi hedefliyor.
Markalar “Yerli ekonomiye zarar verecek” krizi iyi yönetmeli
Ahmet Güler AGS Global Kurucusu ve CEO’su
Boykot çağrıları ışığında araştırma sonuçlarını değerlendiren AGS Global Kurucusu ve CEO’su Ahmet Güler, “Son dönemde hız kazanan tüketici boykotları, yerli ekonomiyi de doğrudan etkileyen ciddi sonuçlar doğuruyor. Araştırma, özellikle genç kuşak nezdinde bazı yerli markaları boykot çağrısının, İsrail’i destekleyen markaları boykotla aynı şekilde değerlendirilmediğini gösterirken, daha geniş perspektifte ise yerli markalara ve yerel ekonomiye zarar verme endişesi doğuruyor” diyor.
Boykotun etkilerinin yalnızca markaların cirolarıyla ilgili olmadığını ve bu markalarla çalışan yerli üreticilerin, distribütörler ve perakendecilerin de ciddi bir gelir kaybı riskiyle karşı karşıya olduğunu belirten Ahmet Güler, “Yerel markalara boykot çağrısı üretimde daralmaya, dolayısıyla istihdam kaybına yol açabilir. Aynı şekilde, boykot edilen ürünleri raflarında bulunduran yerel marketler ve küçük işletmeler de müşteri kaybı yaşayarak bu süreçten olumsuz etkilenebilir. Bununla birlikte yerli markalarımız global markalara karşı savunmasız ve zayıf kalabilir” ifadelerini kullanıyor.
“Boykot sürecinin bir “amaç sapmasına” uğraması, tüketici tepkisinin kontrolsüz bir dalgaya dönüşmesine neden olabilir” diyen Güler, hedef gözetmeden yapılan boykotların yerli markalara zarar verebileceğini ve bunun uzun vadede yerli üreticilerin zayıflamasına yol açabileceğini vurguladı.
Güler sözlerini boykot sürecinde çeşitli kriz senaryolarıyla karşılaşabilecek yerli markalara çağrısıyla sonuçlandırdı; “Böylesi bir kriz ortamında yerli markaların yapması gereken en önemli şey, tüketicileriyle açık ve güvene dayalı bir iletişim kurmaktır. Günümüz tüketicisi artık sadece ürün ve fiyat odaklı değil; markaların değerlerini, toplumsal olaylara karşı duyarlılıklarını da önemsiyor. Bu yüzden, sadece satışları korumaya çalışmak yerine, sosyal sorumluluk projelerine ağırlık vererek tüketiciyle daha güçlü bir bağ kurmak gerekiyor. Sürekli araştırmalarla tüketici beklentilerini doğru okuyarak, etik duruşu net bir şekilde ortaya koyarak ve yerel üretimi teşvik eden stratejiler geliştirerek bu süreci yönetmeleri mümkün olacak, sessiz kalmak ya da geç yapılan, yüzeysel açıklamalar tüketicinin markaya olan güvenini zedeleyecektir.
Unutmamak gerekir ki boykotlar yalnızca kısa vadeli bir tepki değildir. Doğru yönetilmeyen bir kriz, markaların gelecekte de pazar payı kaybetmesine neden olabilir. Ancak şeffaflık, güven inşa etme ve proaktif iletişim stratejileriyle hareket eden markalar, bu süreci fırsata çevirebilir. Doğru adımları atanlar için bu tür krizler, tüketiciyle daha güçlü bir bağ kurma ve uzun vadede daha sağlam bir marka kimliği oluşturma fırsatına dönüşecektir”
Kitap sevgi ve umut demektir. Kitap okunan yerde hala sevgi ve umut var demektir. Yedi yaş ve üzeri çocukların okuyabileceği birkaç kitap tavsiye edebilirim. İyi bir çocuk kitabını yetişkinlerin de zevkle okuyabileceğini düşündüğümden başlığı öyle attım. İlk kitabımız bir şiir kitabı olsun. Şiir öğretilen bir şeydir. Öbür sanatlar gibi doğuştan gelmez. Mesela, müzik, resim yeteneği gibi değildir.
Şiiri sevdirecek müthiş bir kitap size: Şiir Gemisi; Ayla Çınaroğlu.
Bu kitaba MUK ile geçen yaz başladık. Kitap elimizde yıprandı. Alıp okuduğunuzda çocuk ya da torunlarınızla aynı heyecanı duyacağınıza bahse girebilirim. Kitaptaki sade, yalın resimler de Ayla Hanım’a ait.
İşte oradan bir şiir:
YAZ GELDİ
Sonunda yaz geldi işte Şimdi her yerde güneş var Havada, toprakta, suda Gözlerimde güneş var
Uzun yolların tozunda Kırların kokusunda Denizlerin tuzunda Yosununda güneş var
Suların şıpırtısında Arının vızıltısında Otların hışırtısında Soluğumda güneş var
Gölgeye serilen kilimde Karpuz çekirdeğinde Kirazda, dutta, incirde Şimdi her şeyde güneş var.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), İsrail’in başlattığı saldırıların ardından İran’daki Natanz nükleer tesisinin ” yer altı odalarına doğrudan bir etki olduğuna dair yeni kanıtlar tespit ettiğini” duyurdu .
BM ajansı dün yaptığı açıklamada, bu konuda “hiçbir belirti” olmadığını, sadece söz konusu uranyum zenginleştirme tesisinin yer üstündeki binalarının vurulduğunu tahmin ettiğini söyledi.
Ancak X’te (eski adıyla Twitter) yayınlanan bir mesajda, şirketin “yüksek çözünürlüklü uydu görüntülerinin devam eden analizine dayanarak” değerlendirmesini değiştirdiği belirtildi.
Örgütün Başkanı Rafael Grossi, birkaç gün önce yaptığı açıklamada, İran’ın üç zenginleştirme tesisinden en küçüğü olan Natanz’daki yer üstü pilot tesisinin imha edildiğini söyledi.
Natanz’daki en büyük yer altı zenginleştirme tesisine fiziksel bir saldırı yapıldığına dair bir kanıt bulunmamakla birlikte, enerji tedarikinin kesintiye uğradığını ve bunun orada uranyum zenginleştirmek için kullanılan santrifüjlere zarar vermiş olabileceğini söyledi.
İsrail, dağın içine oyulmuş Fordow’daki nükleer tesisi henüz hedef almadığını, ancak yakında bunu yapacağını bildirdi.
İran’ın diğer nükleer tesislerine gelince, IAEA, İsfahan’da hasar tespit etti , ancak doğudaki Buşehr nükleer santrali ve Tahran araştırma reaktörü henüz İsrailliler tarafından hedef alınmadı.
18 Haziran 1982 sabahı, Londra’nın merkezinde yer alan Blackfriars Köprüsü’nün altına sarkan bir ceset bulundu. Elleri arkadan bağlanmış, cepleri taşlarla doldurulmuş bir adam… Bu kişi, İtalya’nın en güçlü bankalarından birinin başkanı Roberto Calvi’ydi. Kamuoyunun ona verdiği lakap: “Tanrı’nın Bankeri”.
I. Roberto Calvi Kimdi?
Roberto Calvi, 1920 yılında Milano’da doğdu. Ekonomi eğitiminin ardından kısa sürede İtalya’nın en köklü finans kurumlarından biri olan Banco Ambrosiano‘da yükseldi. 1970’lerde bankanın yönetim kurulu başkanı oldu. Ancak onu diğer bankacılardan ayıran en önemli fark; Vatikan’la olan yakın ilişkileriydi.
Calvi’nin yönettiği Banco Ambrosiano, Vatikan Bankası (IOR – Istituto per le Opere di Religione) ile doğrudan bağlantılıydı. Vatikan, bankanın hisselerinin önemli bir kısmını elinde bulunduruyor ve dini kurumlar aracılığıyla dünya genelinde para transferleri yapıyordu. Calvi, bu ilişkiden güç alarak İtalya’da “dokunulmaz” kabul edilen figürlerden biri haline geldi.
II. Skandalın Patlak Vermesi
1981 yılına gelindiğinde İtalyan mali denetçileri Banco Ambrosiano’da ciddi yolsuzluklar olduğunu fark etti. Bankanın yurt dışındaki bazı bağlı şirketler aracılığıyla belirsiz ve teminatsız şekilde yüz milyonlarca dolar kredi verdiği ortaya çıktı.
Bu kredilerin izini süren yetkililer;
Latin Amerika’da faaliyet gösteren paravan şirketler,
İtalyan mafyası ile doğrudan ilişkili isimler,
Vatikan Bankası’nın aracı olarak kullanılması gibi bağlantılarla karşılaştılar.
Üstelik Calvi’nin aynı zamanda İtalya’daki yasadışı P2 Mason Locası’nın üyesi olduğu ortaya çıktı. Bu mason locası, askerler, medya patronları, iş insanları ve siyasilerden oluşan gizli bir yapılanmaydı ve darbe planları dahi yapmıştı.
III. Çöküş ve Ölüm
1982 yılı Haziran ayında Banco Ambrosiano’nun bilançosunda 1.4 milyar dolara yakın açık olduğu resmen açıklandı. Bu, bankanın iflası anlamına geliyordu.
Bu gelişmeden sadece birkaç gün sonra, Roberto Calvi İtalya’dan kaçtı. Önce Avusturya’ya, oradan da Londra’ya geçti. Ancak 18 Haziran sabahı, cesedi Thames Nehri üzerindeki Blackfriars Köprüsü’nün altında bulundu.
Calvi’nin ölümü ilk başta intihar olarak kayıtlara geçti. Ancak;
Elleri ve ayaklarının bağlı olması,
Ceplerinde tuğla ve taşlar bulunması,
Üzerindeki belgelerin sahte olması,
Ölümünden önce Vatikan, masonluk ve mafya ilişkileri hakkında konuşmak istemesi
gibi detaylar, bunun profesyonelce işlenmiş bir cinayet olduğunu düşündürdü.
IV. Vatikan, Mafya ve P2 Locası Üçgeni
Calvi’nin ölümü sadece bir iş insanının trajik sonu değil, Vatikan Bankası’nın karanlık yüzünün deşifre olması anlamına geliyordu. İddiaya göre;
Vatikan Bankası, Calvi aracılığıyla Latin Amerika’daki antikomünist hareketlere para aktarıyordu.
Mafya, kara parayı aklamak için Banco Ambrosiano’yu kullanıyordu.
P2 Mason Locası, bu sistemin koruyucusu ve dağıtıcısı konumundaydı.
Calvi’nin ölümünün ardından Vatikan, Banco Ambrosiano’nun çöküşünden sonra 250 milyon dolarlık zararı kısmen üstlendi ve tazminat ödemeyi kabul etti. Ancak bu adım hiçbir zaman tam bir sorumluluk kabulü olarak görülmedi.
V. Yargı Süreci ve Cevapsız Kalan Sorular
2005 yılında İtalya’da Roberto Calvi’nin öldürülmesine dair yeni bir dava açıldı. Mafya ile bağlantılı beş kişi yargılandı. Ancak 2007 yılında hepsi delil yetersizliğinden beraat etti. Cinayet hâlâ resmen çözülmüş değil.
Bugün bile şu sorular cevap bekliyor:
Calvi gerçekten neyi biliyordu?
Vatikan bu yapıdan ne kadar haberdardı?
P2 Locası ve mafya, Vatikan’la ne düzeyde iş birliği yapıyordu?
Calvi’nin ölümü neden İngiltere’de gerçekleşti?
VI. Sonuç: Bir Bankerin Ölümünden Fazlası
Roberto Calvi’nin ölümü, sadece bir banka başkanının trajedisi değil; aynı zamanda din, finans ve suç dünyasının birbirine nasıl karışabileceğinin en çarpıcı örneğidir. Bu olay, Vatikan Bankası’nın şeffaf olmayan yapısını dünya kamuoyunun gündemine taşımış ve uluslararası finansal sistemdeki kara delikleri görünür kılmıştır.
Aşağıda doğrudan Calvi olayını konu alan ve dolaylı olarak ilham alan bazı filmleri ve belgeseller listesi:
Konu: Roberto Calvi’nin ölümü, Banco Ambrosiano skandalı ve Vatikan-Mafya-P2 ilişkisi detaylıca anlatılıyor. Gerçek olaylara, arşiv görüntülerine ve tanıklıklara dayanıyor.
Öne Çıkan: Cinayetin yıllar boyunca nasıl örtbas edildiği ve İtalyan yargısının çaresizliği gözler önüne seriliyor.
🎬 2. Il Banchiere di Dio (Tanrının Bankeri) – 2002
Yönetmen: Giuseppe Ferrara
Oyuncular: Omero Antonutti, Pamela Villoresi
Konu: Doğrudan Roberto Calvi’nin hayatını ve ölümünü merkezine alan bir İtalyan yapımı biyografik filmdir.
Detay: Filmde Calvi’nin Vatikan, mason locası ve mafya ile ilişkileri dramatik bir şekilde işlenir.
🎬 3. The Bankers of God: The Calvi Affair (I banchieri di Dio – Il caso Calvi) – 2002
Yönetmen: Giuseppe Ferrara
Konu: Yine Calvi’nin hayatını, Banco Ambrosiano’nun yükselişini ve düşüşünü, Vatikan’la bağlarını ve ölümüyle ilgili komploları ele alır.
Detay: Filmde olaylar hem tarihi gerçekliğe hem de teorilere dayalı biçimde işlenir.
🎬 4. The Godfather Part III (Baba 3) – 1990
Yönetmen: Francis Ford Coppola
Karakter: “Frederick Keinszig” karakteri Roberto Calvi’den esinlenilmiştir.
Konu: Filmde Vatikan Bankası, İtalyan mafyası ve küresel finans çevreleri arasındaki karanlık ilişkilere değinilir.
Detay: Filmdeki “Immobilaire” şirketi ve Vatikan Bankası skandalı, Calvi olayından doğrudan esinlenmiştir. Calvi’nin ölümüyle benzerlikler taşıyan bir sahne de bulunur.
🎬 5. The Pope’s Banker (BBC Belgeseli – 2014)
Konu: Vatikan Bankası’nın tarihsel rolü, Calvi’nin ilişkileri ve ölümü detaylı olarak analiz edilir.
Platform: BBC Four
Belgesel Niteliği: Bilimsel ve arşiv temelli bir anlatı sunar.
🎬 6. Our Godfather – 2019 (Netflix)
Ana Konu: Mafya itirafçısı Tommaso Buscetta’nın hikayesi
Bağlantı: Belgeselde Roberto Calvi cinayetiyle bağlantılı olan Cosa Nostra (Sicilya mafyası) yapılanmalarına dair bilgiler yer alır.
🎥 Ayrıca İlham Alınan Bazı Diğer Yapımlar:
Angels & Demons (2009): Vatikan’ın karanlık güç yapıları, masonik referanslar.
Spotlight (2015): Finansal değil ama dini kurumların şeffaf olmayan yapısı üzerine benzer bir sorgulama yaklaşımı.