Connect with us

EKONOMİ

Korkut Boratav: Ekonominin çökmesini değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz

Yayınlanma:

|

Türkiye’nin efsanevi hocası, nam-ı diğer “Hocaların Hocası” Prof. Dr. Korkut Boratav’la mayıs seçimlerinin ardından ilk kez sohbet etme imkanı bulduk. Korkut Hoca bizi evinde, çalışma odasında ağırladı. Değindiğimiz hemen her konuda bir kaynak ve bir veri paylaştı. Burada hepsine yer verme imkanımız olmadı. Ama yaptığı değerlendirme ve analizler, özellikle son birkaç yılda çokça ağırlaşan toplumsal bunalımı anlamayı kolaylaştırdı. İçinden çıkılmaz olanı bizler için anlaşılır kılarken, neden sonuç ilişkilerini her zamanki gibi telaşsız, sakin ve yavaş yavaş tartıştı bizimle. Bir zamanlar benim de öğrencisi olduğum Boratav’dan, yıllar sonra bu kez çok kritik bir dersi daha dinlemiş olduk. Bizzat içinde yaşadığımız dönemde, Türkiye’nin bir durgunluk ve çürümeye sürüklenişinin dersi…

Konuştuğumuz konular can sıkıcı olsa da Hoca, her zamanki gibi güler yüzlü kibarlığı, aydınlık zihni ve ince esprileriyle sohbeti kolaylaştırdı. Zaman zaman hüzünlendi, bazen öfkelendi, eleştirdi. Ama çokça üzgündü.

Seçim öncesi ve sonrasında iktidarın uyguladığı ve enflasyonda çok hızlı bir artışa neden olan politika kararlarını değerlendiren Boratav, bu politikaların Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 2015 seçim yenilgisinden sonra belirlendiğini ve asla bir seçim kaybetmemek için bedeli ne olursa olsun bu “büyüme” odaklı politikayı uygulamaya soktuğunu söylüyor. Bu konuda “Erdoğan’ın Haziran 2015’te kaybettiği seçimi kazanmanın siyasal yöntemi ‘şiddet’ olmuştu. Ekonomik yöntemi de ‘büyüme’ oldu” tespitini yaparken, ekonomideki bozulma ve yoksullaşmaya rağmen, iktidarın seçim kazanmasındaki nedenleri analiz ediyor. Ekonomide bir çöküşü değil ama durgunluk ve çürümeyi yaşadığımızı vurgulayan Boratav’ın, Orta Vadeli Program (OVP), TCMB’nin faiz kararı ve yeniden ekonominin başına getirilen Mehmet Şimşek’le ilgili tespit ve tahlillerinin oldukça çarpıcı bulunacağını tahmin ediyorum. Yakın geçmişe ve yakın geleceğe ilişkin değerlendirme ve öngörüleri ise epeyce tartışılacaktır.

Hocam seçimden sonra ilk kez konuşuyoruz. İlk sorum şu olsun, bu mayıs seçimlerinden sonra muhalif seçmen çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Dahası ölüm kalım seçimi denilen bir seçimin ardından sanki hiçbir şey olmamış gibi her şey eskiye döndü. Sizin seçimden önce bir yazınızı hatırlıyorum, iktidarın değişeceğine dair siz de bir kanaat belirtmiştiniz. Siz de hayal kırıklığı yaşadınız mı ya da umutsuzluk ya da öfke? Nasıl karşıladınız seçim sonucunu?

Açıkça söyleyeyim, Türkiye toplumunun Türkiye’nin sağlığı selameti ve özellikle Türkiye halklarının refahı ve gönenci için bu iktidarın son bulması gerektiğini düşündüğüm için ben de büyük hayal kırıklığına uğradım. Hemen şunu ekleyeyim, birçok meslektaşım “Kriz var ve Erdoğan iktidardan gidecek” öngörüsü içindeydi. Ben bu görüşü hep biraz rezerv karşıladım. Çünkü bir kere dar iktisat mantığıyla Türkiye seçim dönemine bir ekonomik kriz içinde girmedi.

CUMHURBAŞKANI ‘BÜYÜME’ ÖNCELİĞİNİ 2015 SEÇİM YENİLGİSİNDE ALGILADI

Siz yaşanan ekonomik sorunların bütününü ekonomik kriz olarak adlandırmıyorsunuz. Bunu teknik tanımı nedeniyle mi tercih etmiyorsunuz?

Hayır, iki anlamda da yok. Teknik olarak 2 çeyrek dönem Milli Gelir gerilerse resesyon, yani daralma denir; kriz değil. Eğer bu gerileme daha uzun sürerse ekonomik kriz denir. Ekonomik krizin finansal boyutu da olabilir; dış borç krizi olabilir. Ama temel gösterge Milli Gelir hareketlerinde aranır. Diyelim daralma 12 aya çıktığı zaman genellikle ekonomik kriz denir. Bu anlamda Türkiye 2009’dan bu yana ekonomik bir kriz yaşamadı. Sonraki yıllarda Türkiye’nin büyüyen bir ekonomide emek karşıtı ağır bir bölüşüm şokundan geçtiğini gözlüyoruz. Bu durumu, bence toplumsal bunalım diye adlandırmak doğru olur. Cumhurbaşkanı, büyüme önceliğini Haziran 2015 seçim yenilgisi sonrasında algıladı. Ve o tarih aşağı yukarı neoliberal istikrar programından kopma tarihidir. 2015’te o zamanki Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’ya, “faizleri neden indirmiyorsun?” diye fırça attı. Erdem Başçı o tarihte Erdoğan’a uzun bir brifing verdi. Anlattı ki, enflasyonla mücadelede faizleri düşürmek sermaye çıkışına yol açar ve döviz yukarı çıkar. Türkiye’de enflasyonu belirleyen en temel etken de döviz kurudur. Bu tespiti yaptı. Bu tespit sermaye hareketlerine açık bir ekonomide tek etken değildir; ama esas olarak doğrudur. Yani döviz kurunun enflasyonu pompalayan etkisi ise kesinlikle başattır. 2017’den sonra Merkez Bankası’nın politika faizlerinde Erdoğan belirleyici oldu.

ERDOĞAN’IN HAZİRAN 2015’TE KAYBETTİĞİ SEÇİMİ KAZANMASININ SİYASAL YÖNTEMİ ‘ŞİDDET’ OLMUŞTU. EKONOMİK YÖNTEMİ DE ‘BÜYÜME’ OLDU

Peki burada şu soru oluyor o zaman, hükümetin giriştiği bu kaotik politikalar bütünü bir hatayla mı, yoksa enflasyonun patlayacağını bile bile mi yapıldı? Neden?

Cumhurbaşkanı bu yönelişinin ekonomik amacını TÜSIAD’a çıkışırken söyledi. “Biz size düşük faizle kredi veriyoruz. Sizin tek göreviniz ucuz kredileri üretime, yatırıma, ihracata tahsis etmektir.” Erdoğan’ın kafasındaki ekonomik model, şirketlere pompalanan düşük faizli kredilerin büyümeyi, dolayısıyla istihdamı da sürüklemesidir. AKP’nin Haziran 2015’te kaybettiği seçimi Kasım’da kazanmanın siyasal yöntemi “şiddet” olmuştu. Ekonomik yöntemi de bu büyüme oldu. Erdoğan, iş çevrelerinin özellikle inşaat sektörünün nelere karşı duyarlı olduğunu biliyor. Devlet teşviklerine, düşük faizle bol teşvikli kredilere güveniyorlar.

Adı ekonomik kriz olmayabilir ama burada yaşanan bir buhran var. Yoksulluk, fakirlik, pahalılık, geçim sıkıntısı enflasyon… Halk bir kriz, buhran hissediyor. Bu ekonomik buhran neden seçim sonuçlarına yansımadı?

Şöyle düşün, büyüme devam ediyor. İstihdam, üretimin, büyümenin türevidir. İstihdamın oy getirecek bir unsur olduğunu biliyor. Ekonominin büyümesi neoliberal modelin izlendiği 2011-2015’te yüzde 4,1’e indi; Haziran’da AKP seçimi kaybetti. Neoliberal istikrar reçetelerini çiğnedi; 2016-2022’de ekonomi yüzde 4,3 büyüdü. Bir kere neoliberal modelden kaçarak büyümenin sürdürülebileceğini (yani neoliberal yobazlığın bir noktada yetersizliğini) de ortaya koydu Erdoğan. İkincisi bu sürecin bölüşüm sonuçları ile ilgili: Bankalar şirketlere düşük faizle kredi pompalıyor; büyümeyi sağlıyorlar. Fakat emek örgütsüz. Kaynak tahsisi ve bölüşüm tamamen bankaların ve şirketlerin denetiminde. Ortaya çıkan emek karşıtı ağır bölüşüm şokunu Saray fiilen hedefliyor. Ana muhalefet farkında değil.

GERÇEK MAĞDURLAR BEYAZ YAKALI EMEKÇİLER

Ama bu sorunun bölüşüm sonuçları en geniş olarak dar gelir grupları için yıkıcı oluyor ve iktidar sadece kendisi için bir risk olmasın diye bile bu olumsuz sonuçları telafi edecek bir şey yapmaya gerek duymadı. Neden?

Gerek görmüyor çünkü. Büyümenin, genişlemenin bölüşüm sonuçlarının algılanması, Saray’ın halk sınıfları üzerindeki ideolojik hegemonyasının derecesine bağlıdır. Seçim sonuçları bu etkeni yansıtıyor. Gözleyen, ilgilenenler için bölüşüm sonuçları ortadadır: 2016 ve 2022 arasında ilk 500 büyük şirketin kârlarının katma değerdeki payları 12,4 puan arttı. Net millî gelirde sermayenin payı 10,8 puan arttı. Her iki durumda da ücretlerin payındaki zıt yönlü kayıpların pahasına… Nasıl sağlandı? Örgütsüz bir iş gücü piyasasında emek rezervleri de var. Bu emek rezervleri milyonlarca göçmen tarafından da kuşatılmış. İş çevrelerinden, “göçmenler olmasa bizim sanayimiz çöker” açıklamalarını hatırlayın. Bölüşümü bozan ikinci konjonktürel ivme enflasyon… Şimdi bak, Batı’da enflasyon tartışmalarında “kârların sürüklediği enflasyon” olgusu vurgulanıyor. İster Ukrayna krizi sonrasında enerji, ham madde, temel girdi maliyetlerinde meydana gelen; ister enflasyona karşı yapılan asgari ücret artışları olsun her maliyet artışı, şirketler tarafından kârlardan fedakarlık bir yana, kâr marjlarını yükseltmekte de fırsat olarak kullanılıyor. Türkiye’de de bu doğrultuda tespitler var.

Üretimle beraber istihdam artıyorsa, fiyatların anlık bölüşüm etkisi bir geçim sıkıntısı olarak algılanır. Günlük hayatın olağan halidir. Muhatabı belirsizdir. Enflasyon 2021’in sonundan itibaren hızlandı. Gerçek mağdurlar daha çok beyaz yakalı, enflasyona karşı güvence mekanizmaları genellikle geçmişte devlet tarafından da gözetilen, hızlanan enflasyona karşı çaresiz kalan büyük kentlerin beyaz yakalıları. Yani şöyle söyleyelim. Muhalif oyların dağılımına baktığımızda, bütün büyükşehirler, kıyı şeridi, genellikle işçi sınıfının nitelikli ve kalabalık katmanları. Siyasal özgürlüklere, hayat tarzlarına müdahalelere dönük duyarlılıkları yüksek. Konut, eğitim giderleri üzerindeki baskılar, bu katmanların yaşam düzeylerini doğrudan ve hızlı etkiliyor.

Ama burada şunu netleştirmemiz gerek, bu sorun beyaz yakalılar için bir sorun ama mavi yakalılar için sorun değil demiş olmayalım. Ya da öyle mi diyorsunuz?

Hayır, bu kadar ağır bir sorun değil.

BÜYÜK KENT YOKSULLARININ SAFLARINDA ‘NİÇİN YOKSULSUNUZ?’ SORUSU YANITSIZ KALIYOR

Neden çok yoksullar ama?

Hayır, bir kere AKP’nin sosyal devlet kurumlarının, düzenlemelerinin dışında yerleştirdiği yaygın bir sosyal yardım ağı var; telafi edici rolü önemli. Kurumsallaşmadığı için iktidar değişikliği ile bu destek öğesini kaybetme tehlikesi endişe yaratıyor.

Burada ikinci ve ideolojik bir etken de var. AKP’nin 20 yıllık hakimiyeti, özellikle sağa kayan ve Cumhuriyetçi söylemini kaybetmiş olan ana muhalefetin etki alanını iyice daralttı. Günümüz ortamıyla ilgili bir örnek vereyim. Necmi Erdoğan, Kayıp Halk başlıklı araştırmasını bu yakınlarda yayımladı. Kitap, bugünkü toplumsal bunalım ortamında yoksularla yapılan çok sayıda yüz yüze röportajı da değerlendiriyor. Ve ortaya çıkıyor ki büyük kent yoksullarının saflarında “niçin yoksulsunuz?” sorusu yanıtsız kalıyor. Zira, yetişkin hayatları boyunca bu soruyu sınıf karşıtlığı, sınıf mücadelesi perspektifi ile gündeme getiren akımlarla karşılaşmamışlar. Düzeni suçlamak bir yana, günlük hayatlarında ve çalışma koşullarında karşılaştıkları işverenleri, zenginleri veya hükümeti sorumlu görmelerine yol açacak sınıfsal refleks ve algılama melekesi dumura uğramış. Bu durumda örneğin Erdoğan’ın iç ve dış siyaset ve ekonomi söyleminde sürekli ortaya çıkan tutarsızlıkları sergilemek veya insan hakları ihlallerine dayalı muhalefet söylemleri tümüyle etkisiz kalıyor.

İSLAMCI FAŞİZMİN DÜNYA GÖRÜŞÜNE TESLİM OLAN CHP YÖNETİMİ, KENDİ TABANINDA VE GEÇMİŞ BİRİKİMİNDE VAR OLANI LAİK DUYARLILIKLARI FELCE UĞRATTI

Bu, sosyalist partiler dışındaki tüm partilerin sağcı ya da sağa yaslanmış olduğunu mu gösteriyor?

Kritik dönemeçlerde dahi parlamenter muhalefetin duyarsızlığı hazindir. 2017 Referandumu bir rejim değiştirme operasyonunun kritik aşamasıydı. İktidarın ana hedefinin İslamcı bir rejim olduğu da ortadaydı. CHP’nin “muhafazakâr, İslâmî duyarlılığı yüksek çevrelerden oyları almalıyız” saplantısı yüzünden bu mesele anayasa oylamasında öne çıkmadı; sağ ve sol kanatları olan Cumhuriyetçi bir cephe altı yıl önce oluşturulabilirdi. Gündeme dahi gelmedi. Tuhaf bir durumdayız: Türkiye’de siyasal mücadelenin en acil sorunlarından laikliği korumak, niçin sadece ve sadece sosyalist partilerin öncülüğündedir?

İslamcı faşizmin dünya görüşüne teslim olan CHP yönetimi, kendi tabanında ve geçmiş birikiminde var olanı laik duyarlılıkları da felce uğrattı.

Şimdi bak, aslında Cumhuriyetçi duyarlılıklar, CHP’nin seçmen tabanından çok daha geniş kalabalıklarca sahiplenilmiştir. Gezi hareketinin kitlesi bu kalabalıklardan oluşuyordu. Hatta Mayıs’ta Erdoğan’a karşı oy kullanan 25 milyon da Gezi kitlesinin türevidir. Bu muhalefeti sandıklarda birleştiren temel etkenin, sola açık Cumhuriyet değerleri olduğunu düşünüyorum.

Muhalefet bu aydınlanmacı yaklaşımı terk etmemiş olsaydı, iktidarın devamı için oy veren o 27 milyon seçmene ulaşabilir miydi?

CHP yönetimi, temsili demokrasinin bir sonraki seçime odaklanan en “oportünist” biçimini benimsemiştir. Laik, Cumhuriyetçi duyarlılıkları yüksek, Alevi bir çekirdeği seçimlerde “CHP listelerine mahkum” görüyor; “karşı mahalleden de oy almam lazım iktidar olabilmem için”, diyor. Ama yüzde 25 çekirdeğini hiç aşamıyor. Çünkü gerçekte savunduğu, benimsediği bir dünya görüşü yok. Türkiye toplumunun birikimleri ile de bağlarını koparmış.

1960 sonrasında Türkiye işçi sınıfı hareketi ve parlamenter muhalefetin dışına taşan sınıf mücadeleleri sosyalist ve devrimci akımlarla iç içe girmiştir. “İslâmî değerler”, 1960 sonrasında filizlenen sınıf mücadelelerini, militan sendikalaşmayı temsil eden DİSK’i, yüzbinlerce işçiyi Taksim’de toplayan 1 Mayısları, 12 Mart muhtırasını da tetikleyen 15-16 Haziran yürüyüşünü, yakın geçmişte Ankara’daki Tekel işçilerinin direnişini engelledi mi? Halk sınıflarının kültürel kimliğinin önemli bir öğesi olan Müslümanlık, onların, sola, sosyalizme açılmalarına, devrimci hareketlere katılmalarına engel olmamıştır. Zaten bu durum, Cumhuriyet devrimleri söz konusu olduğunda Türkiye toplumunun tümü için de geçerlidir.

FİNANS KAPİTALİN TALEPLERİNİN KARŞILANMASI GEREKİNCE ŞİMŞEK’İ ÇAĞIRMAK ZORUNDA KALDILAR

Seçim sonrası ekonominin başına Mehmet Şimşek getirildi, TCMB başkanı ve yönetimi değişti. Bunu nasıl görmek gerekir? Gerçekten Erdoğan’ın bütün o faiz ısrarına rağmen ekonomi yönetimi ortodoks politikalara mı dönüyor gerçekten yoksa bu sadece yerel seçime kadar bir yöntem mi olacak? Yerel seçimden sonra nasıl devam eder, nasıl görüyorsunuz? 

Şöyle düşünün, Mayıs 2023’te ekonomi tıkanmıştı. Saray iktidarının neoliberal istikrar ilkelerini çiğneyen politikaları iki alanda dengesizlik yaratıyor. Enflasyonu pompalıyor ve cari işlem açığını artırıyor. Şu anda bu türden kırılganlıklar içine sürüklenmiş ve olası dış borç krizlerine aday olan ülkelerden biri Türkiye. Yani bu açığı dış borçlarla sürdürmenin imkanı sınırlandı. Derecelendirme kuruluşlarından Türkiye’ye de bol miktarda uyarı geldi. Mayıs 2023 dönemecinde, dış borcun 206 milyar dolarının bir yıl içinde ödenmesi gerekiyor. Bir yıl içinde bu dış finansman gereksinimine 50 milyar doları aşması beklenen cari işlem açığını da ekleyin. Bu toplamın döndürülme derecesi uluslararası finans kapitale bağlı. Enflasyonu frenleyen finansal istikrar reçetelerine dönüş talebi onlardan geldi. Bu talepleri karşılamak için mecburen eski ekipten Mehmet Şimşek çağırıldı.

MEHMET ŞİMŞEK, FİNANS KAPİTAL İLE ERDOĞAN’IN ÇELİŞKİLİ ÖNCELİKLERİNİ UZLAŞTIRMA ÇABASINDA

Ancak Mehmet Şimşek’in, kritik durumlarda Cumhurbaşkanından bağımsız kararlar alabileceğine dair pek de güçlü bir inanç yok?

Şimşek, finans kapitalin istikrar programını Türkiye’ye getirme göreviyle geldi ama Erdoğan hâlâ sabit fikirlerinden tam vazgeçmiş değil. Küçülmeye karşı direniyor. Çünkü yakın gelecekte bir de yerel seçim var. İktidarını mutlaklaştırmak için yerel seçim önemli. Bu yüzden yeni program iki ayrı muhatabın önceliklerini karşılamaya çalışarak hazırlandı. Birincisi finans kapitalin enflasyonu düşüren istikrar, diğeri RTE’nin aradığı (en azından Mart 2024 seçimlerine kadar) büyüme öncelikleri…  Örneğin finans çevreleri TCMB’nin politika faizinin yeni programın (OVP’nin) 2024 hedefi olan yüzde 35’e yerleşmesini talep edecekler. Bu, 10 puanlık faiz artışı anlamına gelir. Erdoğan Mart 2024 seçimlerinden önce bu boyutta bir ayarlamaya, ekonomiyi daraltıcı etkisi yüzünden direnecektir. Mart 2024 sonrasına kaydırılırsa sineye çekebilir.

Bu tür uzlaşılar, en azından önümüzdeki aylarda gündemde olacaktır. Her sene Türkiye’nin dış borcunun belli bir artış temposuyla sürdürülmesini uluslararası dev yatırım bankaları sağlıyor. Ama Türkiye devlet tahvillerinden birinin vadesi gelen faiz yükümlülüğü, o andaki döviz kısıtı nedeniyle ödenemezse, Türkiye Hazinesi temerrüde düşer ve dış borç krizine sürüklenir. Benzerleri, bu yakınlarda Arjantin’in, Sri Lanka’nın başına geldi. Dünya ekonomisinin bugünkü ortamında bu riskle karşı karşıya kalan çok sayıda ülke var.

Mehmet Şimşek bunu önleyebilir mi sizce?

Mehmet Şimşek herhalde Orta Vadeli Programın hazırlanışında belirleyici rol oynadı. Özellikle makroekonomik hedeflerin, finans kapitalin de aradığı istikrar perspektifini içermesi lazım. Aynı zamanda Erdoğan’ın aradığı büyüme devam etmeli. Yani Erdoğan faiz politikalarına filan karışmasa bile büyümenin sürmesi lazım. Onun için Şimşek’in demeçleri iki önceliği bir arada içeriyor: “İhracata ve üretime dönük büyümeyi teşvik edeceğiz ama faizleri de yükselteceğiz. Tüketimi caydırarak üretimi beslemeyi düşünüyoruz.”  Bu tutarlılığı güç bir ikilemdir. Finans kapitalin ve Erdoğan’ın çelişkili önceliklerini uzlaştırma çabası söz konusu…

SEÇİMDEN SONRA ERDOĞAN, IMF PROGRAMININ VE OVP’NİN ÖNGÖRDÜĞÜ BÜTÜN KEMER SIKMA YÖNTEMLERİNİ UYGULAYACAK

OVP’de söyledikleri şu mu? En geniş halk kesimlerinde kemer sıkılacak ama büyümeyi sağlayacak sermayeye teşvikler ve destek sürecek?

Bunu hedeflerden görüyoruz, hedefler şöyle: 2 ayrı büyüme rakamı var burada birisi Türk lirasıyla hesaplanan sabit fiyatlı reel büyüme diyelim. Yüzde 4,4’ten 4’e düşecek 2024’te. Yani ekonomi biraz yavaşlayacak. 2026’da büyüme yüzde 5’e çıkacak. Erdoğan buna razı olabilir. Ama herhalde o da gözetilerek, dolarlı büyüme temposu çok yüksek öngörülmüş. Çünkü milli geliri ölçen fiyat endekslerinde dolar, deflatörün altında kalıyor. 2023’te deflatör, yüzde 62.6, doların artış tahmini yüzde 44. 2024’te deflatör yüzde 55 dövizin artışı oranı yüzde 54.

ŞİMŞEK, NEW YORK’A FİNANS KAPİTALİN ENDİŞELERİNİ DAĞITMAK İÇİN GİDİYOR

Yani kuru tutacağım diyor, bunu nasıl sağlar?

Yani dolar iç fiyatlardan daha düşük bir tempoyla seyredecek. Bunu sağlayacak varsayım da örtülü olarak yer alıyor: Bu program finans kapitale hitap ettiği için yüksek tempolu sermaye girişi olur. Peki finans kapitale hitap etmesi nerede? Bir, enflasyon hedefine yükseltilecek faizlerde; iki Faiz Dışı Kamu Dengesi’nin Milli Gelir’e oranında. Bakıyoruz 2023’de yüzde 3,7 oranındaki açık; 2026’da yüzde 1,1 oranında fazlaya çıkıyor. Yani kamu dengesi 4,8 puanlık daralma gerçekleştirecek. Yani büyük kemer sıkma kamu maliyesinde. Yani finans kapitale “hem kamu maliyesinde kemer sıkıyoruz; hem de politika faizlerimizi de yükseltmeye başladık” diyoruz. Erdoğan’a da, muhtemelen “on puanlık faiz artışlarını ikinci yarıda, seçimden sonra yoğunlaştırırız” diyorlar. Erdoğan’ı tatmin etmek için 2026’ya yüzde 5 büyüme hedefi koymuşlar. Ama IMF’nin Türkiye ile ilgili öngörülerinde bu hedef yüzde 3’tür. Türkiye ekonomisi için yüzde 3’lük bir büyümeyi istikrarlı ve finans kapital tarafından desteklenir bir model olarak görüyor IMF.  Bu büyüme, belli bir istikrara yetiyor. Dış kaynak aktarımını da sağlıyor. İstikrar öngörülerini IMF çok abartılı tutmuyor. Mesela yüzde 20 civarında enflasyonla devam edilir, Türkiye için idare eder. Türkiye yüzde 2 oranında dış açığı sürdürebilir.

Yüzde 3’lük büyüme temposu öngören IMF senaryosu, Türkiye’yi, şu anda içinde yaşadığımız toplumsal bunalıma mahkum etme, hatta ağırlaştırarak mahkum etme anlamına geliyor… Çünkü ekonominin durgunlaşması, atıl iş gücünde (yani geniş anlamlı işsizlik oranında) artışları devam ettirecektir. Türkiye’nin şu anda dörtte biri, yüzde 24’ü atıl işgücü. Yani işgücü piyasasından kopmuş olan faal nüfus…

(Hoca burada TÜİK’in, yayınladığı işgücü istatistiklerinde “işsiz” saymadığı ve adına “ümidini kaybeden, iş aramayan ama çalışmaya hazır olanlar” denilen grubu kastediyor. Bu ve çeşitli eksik istihdam gruplarındakilerin de dahil olduğu işsizlik oranına geniş tanımlı işsizlik ya da atıl işgücü deniliyor.)

Zaten Türkiye’nin yüzde 5’lik büyüme hedefi Erdoğan’ı memnun etmek üzere konulmuş bir rakam. Mevcut işsizlik oranını artırmayacak bir büyüme temposu olarak öngörüldüğü için önceki OVP’lerde de yer alıyordu. Bu büyüme hedefi, finans kapital için enflasyonu daha yükseğe çıkaracağı için onun sineye çekeceği eşiği aşacak. Mehmet Şimşek bu ayın 19’unda New York’a uluslararası bankalarla görüşmek ve bu endişeleri dağıtmak için gidiyor. Ay sonunda da IMF 4. Madde müzakereleri için Ankara’ya geliyor. Türkiye için öngördüğü programla OVP’yi karşılaştıracak. 2026 büyüme hedefinin yüzde 5 olması sorgulanabilir.

(Hoca’nın söz ettiği IMF’yle 4. Madde görüşmeleri, herhangi bir kredi içerikli standby anlaşması olmasa da, her yıl üye ülkelerle ikili görüşmeler yapılmasını, bir IMF ekibinin üye ülkeyi ziyaret ederek, ekonomik ve mali bilgileri toplamasını ve ekonomi yönetimiyle ülkenin ekonomik gelişmelerini ve politikalarını görüşmesini kapsıyor. IMF, bu ziyaretinde Türkiye’nin makroekonomik politikalarını gözden geçiriyor ve finansal sistemin sağlamlığına bakıyor. IMF’nin bu görüşmeler sonucunda yayınlayacağı rapor dünyaya, uluslararası piyasalar ve yatırımcılar için önemli bir referans oluyor.) 

OVP DİYOR Kİ, 2024’TE ENFLASYON FARKI ÖDEMELERİNİ UNUTUN

Bu çerçeveyle önümüzdeki yıl, 2024 yılında Türkiye ekonomisini bekleyen en önemli sorun anlaşılan yine geçim sıkıntısı ve yoksulluk olacak? 

Özellikle seçimlerden sonra, emekçi sınıfların durumu daha da vahimleşecek. Bunu açıkça OVP’de söylüyor. “Yönetilen, yönlendirilen fiyatlar, yani bu fiyatlardan kastettiği emekli maaşları ve kamu sektörü ücret ayarlamaları, geçmiş enflasyona endeksleme davranışının azaltılmasına yardımcı olacak şekilde belirlenecektir” diyor. Yani milyonlarca emekçinin bir nebze cankurtaranı olan enflasyon farkı ödemelerini unutun. Büyüme temposunun durgunlaşması da atıl işgücünü yüzde 24’ü de aşan oranlara taşıyacak.

ACEMOĞLU’NUN DÜŞÜK VERİMLİLİK DEDİĞİ ŞEY BİR SEBEP DEĞİL, SONUÇTUR

Geçtiğimiz günlerde Prof. Daron Acemoğlu bir röportaj verdi. Biliyorsunuz Kemal Kılıçdaroğlu’nun da seçim öncesi danışmanlığını üstlenmişti. Dedi ki, “Türkiye’nin esas problemi düşük verimliliktir” Buna katılır mısınız?

Verimlilik düzeyi bir sebep değil, bir sonuçtur bir kere. Esas olan şudur: Türkiye’de ortalama verimlilik düzeyinin temel sürükleyici unsuru yatırım temposu ve bileşimidir. Büyük dönüşüm, üretim profilinin değişmesini gerektirir. Bir kere üretim kapasitesinin artışı sermaye birikimi ile gerçekleşir. İkincisi sermaye birikiminin bileşiminin değişmesi ise, ortalama verimliliği artıracak sektörlere yönelme ile gerçekleşir. Bunun tarihsel örnekleri var. İkinci dünya savaşı sonrasında Almanya, Japonya. Daha sonraki dönemde Kore ve Çin… Acemoğlu, tespitinde sonuca değiniyor.

TCMB FAİZİ YÜZDE 30’A ÇIKARMAK İSTER AMA SARAY’I NÖTRALİZE ETMEK İÇİN 2 BUÇUK PUAN ARTIŞA GİDEBİLİR

TCMB Para Politikası Kurulu 21 Eylül’de toplanacak ve bir faiz artışı bekleniyor. Sizce nasıl bir karar çıkacaktır?  

Yeni başkan yüzde 25’ten yüzde 30’a çıkarmayı istemektedir büyük ihtimalle. Ama Saray’ı nötralize etmek için 2 buçuk puan artışa da gidebilir. RTE’nin gözetimi altında, finans kapitali ve IMF’yi tatmin edecek bir uzlaşma arıyor ekip. Uzlaşmayı bozacak unsurlar da var. Mesela Kavcıoğlu, BDDK başkanı. Mesela KKM problemini nasıl çözecekler belli değil.

Seçim öncesi olası bir iktidar değişikliğinde muhalefete, “hemen kaldırmayın” uyarısında bulunmuştunuz, tam olarak neye karşıydı uyarınız?

İktidar değişseydi, döviz kurunun istikrarlı kalması, hedeflenmesi büyük önem taşıyordu. 125 milyar dolarlık bir potansiyel döviz talebi KKM mevduatında Türk lirası tasarruflarında yatıyor. Bu düzenlemeyi birdenbire kaldır, tutamazsın; döviz kuru sıçrar gider. Şimdi iktidar KKM’yi yavaş yavaş bozmaya çalışıyor. Bozulan para döviz mevduatına gittiği anda kurları yukarı çekecek tabii.

EKONOMİNİN ÇÖKMESİNİ DEĞİL, DURGUNLAŞARAK ÇÜRÜMESİNİ YAŞIYORUZ

Hocam şu soruyla da çok karşılaşıyoruz: Seçim öncesi özellikle muhalefet ve ekonomistler diyordu ki, iktidar böyle yaparsa çöküşe gidiyoruz, şöyle devam ederse ekonomi çöküyor. Ama baktık ki ekonomi çökmedi, çökmüyor. Elbette çökmesin de o halde niye çöküyor deniliyordu işte çökmedi. Neden?

Efendim ekonominin çökmesi değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz. Çürüme ve dağılma diye de bir süreç var. Uzun sürerse doğal hal budur diye; en kötüsü afyon gibi alışırsınız, hayat budur diye. Örneğin ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan diplomalı işsizleri veya geleceği olmayan üniversite öğrencisi gençleri bünyesinde barındıran, zaman içinde bu durumu artıran toplumsal bir ortam…

Çöküşten daha kötü bir şey bu. Çok uzun sürerse, çürümeye alışırsan bir türlü yaşar gidersin. Diğer bir uçta da o vahşi kapitalizmden nemalananlar, büyük rantları gelire dönüştürerek parazitleşen yaşam tarzlarını sürdürenler var.

SON YILLARDAKİ GELİŞMELER, SERMAYENİN İSTİKRARLI TAHAKKÜMÜNÜ SAĞLAYAN BİR MODELDEN, GİDEREK VAHŞİLEŞEN BİR KAPİTALİZME GEÇİŞTİR

Cumhuriyetin 100. yılını bitirmemize günler kala şu soruyu size bilhassa sormayı çok önemsiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında, vadettiklerini de düşünerek geldiğimiz noktada sermaye ve emek açısından tahlili nasıl yaparsınız?  

(Korkut hocanın burada yüzü gölgeleniyor. Susuyor ve önüne bakıyor. Sonra, bunu koymayalım söyleşimize, diyor. Neden hocam, diyorum. “Kötümserim de onun için” diyor. Artık üzgün ve sessiz. Sessizliği ben bozuyorum)

Bunu niye soruyorum biliyor musunuz hocam? Bir yandan Türkiye’de siyasal İslam’ın 20 yıllık etkisini her şekilde hissediyoruz elbette ama ben esas sorunun şu olduğunu düşünüyorum: Türkiye’nin, Cumhuriyet tarihi boyunca öyle ya da böyle korunduğu vahşi kapitalizme topyekûn teslimi yaşanıyor artık. Tüm kural ve hukuku yok ederek, özelleştirmeler yoluyla, emeğin örgütlülüğünün kırılmasıyla, sermayenin kuralsız hırçınlığıyla, küçük ayrıcalıklı grupların reel iktidarıyla bir vahşi kapitalizme sürükleniyor Türkiye. Oysa Cumhuriyet fikri öyle değildi. Siz ne düşünürsünüz diye merak ediyorum.

Son yıllardaki gelişmeleri, sermayenin istikrarlı tahakkümünü sağlayan bir modelden, giderek vahşileşen bir kapitalizme geçiş olarak da nitelendirebiliriz. Saray’ın neoliberal programı, bu dönemde sermayenin ölçüsüz ve hızla ihya edilmesini hızlandıran bir kargaşaya dönüştü. Bu ortamda kredi pompalamaları ölçüsüz servet eşitsizliklerini besleyerek gelir dağılımındaki abartılı kutuplaşmanın kaynağı oldu. Enflasyon, kârları şişirerek beslendi. Bugünlerde yeni ekonomi ekibi sermayenin neoliberal (ama yürüyen) biçimine, gelir ve servet dağılımındaki kutuplaşmaları koruyarak dönüş çabasında. Erdoğan, dört yıllık iktidar garantisini güvenceye alırsa, IMF’nin hedeflediği türde sermaye tahakkümüne razı olabilir. O modeli on iki yıl uyguladı.

Öte yandan toplumsal çürümenin, kapitalizmin vahşileşme konjonktürünün ötesine giden İslamcı faşizm boyutu da var. Emekçi sınıfların saflarında İslamcı faşizmin kök salmasını önleyecek tek direnme gücünün, Cumhuriyetçi ve sosyalist bir muhalefet cephesinde olduğunu düşünüyorum. Bu seçenek, bugün sadece Türkiye’nin birkaç parçaya ayrılmış olan sosyalist, komünist, devrimci partilerinde, örgütlerinde var.  Ve bu partilerin bugün hareketsiz olan geleneksel Cumhuriyetçi kalabalıklarla, örneğin CHP’nin kitle tabanıyla bütünleşmesi gerekiyor.

Bu geniş cephe yakın geçmişte kendiliğinden oluştu. İlk örneği 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinde ortaya çıktı. Sosyalistler bu aşamada liberal akımın darbecilik suçlamasından etkilendi; çoğunlukla uzak durdu. Altı yıl sonra Gezi’deki kalkışmanın ortak simgesi Mustafa Kemal’in kalpaklı resimleri oldu. Ortaya çıktı ki, hareketin özlemleri, sınıfsal ve ideolojik eğilimleri ile sosyalizme, hatta komünizme dönüktür. Sosyalistlerin, devrimcilerin yanılgısı son buldu; ancak hareketin örgütlenmesini üstlenemedi. Mayıs seçimlerinde Saray iktidarına karşı çıkan 25 milyon, Gezi hareketinin fiilen ve ana eğilimleri itibariyle türevidir. CHP liderliğinin böyle bir göreve layık olmadığı ortadadır. Şu andaki siyasal algılamaları, platformları itibariyle sosyalist, komünist, devrimci örgütler bu geniş cepheyi sahiplenecek nitelikleri taşıyor. Örgütleri, mümkün mertebe iş birliği, eşgüdüm içinde CHP’nin Cumhuriyetçi tabanı ve birikimi ile birleşerek, Siyasal İslam’ın karanlığına karşı güçlü bir direnme odağı oluşturabilir. Türkiye toplumunun, halkının gönenci, gelecekteki devrimci dinamizmi için kritik bir ilk adım böylece atılabilir.

Gülümhan Gülten-DUVAR

Okumaya devam et

EKONOMİ

“Kamuda tasarruf”un arkasında yatan gerçek

Yayınlanma:

|

Yazan:

Şimşek’in olmayan programının “kamuda tasarruf” kısmı bu hafta açıklandı. Orta Vadeli Plan gibi bu paket de genel olarak dilek ve temennilerden müteşekkil gözüküyor olsa da kamuda tasarruf paketinin ve genel olarak kamuda tasarruf söyleminin arkasında yatanlara bir göz atıp önümüzdeki dönemde bizi nelerin beklediğine bakmakta fayda var.

1. Kamuda tasarrufla enflasyonun ilgisi ne?

Faiz artışları ve ücretlerin baskılanması gibi kamu harcamalarının azaltılması da yüksek enflasyon oranlarının aşağı çekilmesi için gerekli bir adım olarak sunuluyor. Ancak kamu harcamalarında yapılacak bu tasarrufun enflasyonu hangi kanaldan ve ne kadar düşürmesinin beklendiğine dair somut bir plan ya da açıklama tabii ki sunulmadı.

Standart iktisat teorisine göre, eğer bir ekonomide toplam talep toplam arzın üzerinde seyrediyorsa, bu ekonomide önce girdi fiyatları ardından da mal ve hizmet fiyatları yükselişe geçer. Bu modelin temel varsayımı, ekonominin halihazırda tam istihdamda olduğu ve kapasite kullanım oranının da daha fazla artırılamayacak kadar yüksek olduğudur.

Bu temel varsayım altında kısa vadede üretim artırılamayacağından ötürü, fiyatlardaki artış eğilimini durdurmak için talebin kısılması önerilir. Yüksek faizler, talebi kısmanın bir yöntemidir. Yüksek faizler, krediyi pahalı hale getirerek krediyle yapılan tüketim ve yatırım harcamalarını azaltabilir. Aynı zamanda, bugün tasarruf yapıp yarın daha fazla tüketme imkanı sunarak gelirlerin bir kısmının harcanmamasını sağlayarak da talebi sınırlayabilir. Ekonomideki toplam talebin toplam arzla uyumlu hale gelmesiyle de fiyatların artış eğilimi kontrol altına alınabilir.

Kamu harcamalarını azaltmanın da benzer bir mantığı vardır. Kamu harcamalarını azaltmak, toplam talebi düşüreceğinden ekonomideki “aşırı talebin” dizginlenmesine yardımcı olur ve dolayısıyla da enflasyonu düşürücü bir etkide bulunabilir.

Ekonominin tam istihdamda olmadığı (yani işsizliğin yüksek olduğu) ve şirketlerin üretim kapasitelerinin tamamını kullanmadığı koşullarda “aşırı talep” kaynaklı bir enflasyondan söz etmek mümkün değildir. İthal girdi ve özellikle de ithal enerji kullanımının yüksek olduğu bir ekonomide döviz kurlarının hızla artmasıyla tetiklenen ve yüksek kâr marjlarının sürüklediği bir enflasyondan söz ediyorsak bu basit ilişkinin çalışmayacağı açıktır. Hele ki enflasyon beklentileri kalıcılaşmış, gelir ve varlık eşitsizlikleri artmışken.

En azından kamu harcamalarının ithalat yaratan kısmı azaltılıyor olsaydı Türkiye ekonomisi için döviz açığını azaltacağı için dolaylı olarak enflasyon üzerinde negatif etkide bulunabileceğini söyleyebilirdik. Ancak bu olmadığı gibi kamunun döviz (ve altın) cinsinden iç ve dış borçlanmasına dair bile herhangi bir unsur görünmüyor tasarruf paketinde.

Yüksek faiz, ücretlerin baskılanması ve kamu harcamalarının azaltılması politikalarını enflasyonun düşürülmesi adına savunan iktisatçıların bir düşünce tembelliği içerisinde olduğu söylenebilir. Ancak mesele bununla sınırlı da değil. Çünkü bu politikaların hem ideolojik bir yanı hem de değer üretimi ve bölüşümü ilişkilerine doğrudan ve dolaylı müdahale eden yanları mevcut.

2. Kamu bütçesi ve vergiler: Yeniden bölüşüm

Kamunun topladığı vergiler ve yaptığı harcamalar, en basit ifadesiyle, ekonomide üretilen toplam değerin bir kısmını yeniden dağıtma işlevine sahiptir. Bu anlamda da hem vergilerin kimden ve ne kadar toplandığı hem de harcamaların hangi alanlara yapıldığı bir toplumun önceliklerini ve o toplumdaki güç dengelerini doğrudan yansıtır.

Dolayısıyla vergilendirme ve harcama kalemlerinde yapılan her değişiklik de aslında öncelikle yeniden bölüşüm ilişkilerine yapılan bir müdahaledir. Ancak, müdahale genellikle sadece yeniden bölüşüm ilişkileriyle kalmaz, doğrudan üretim ve bölüşüm ilişkilerini de etkileyecek ve değiştirecek unsurlar içerebilir.

3. “Kamuda tasarruf”un esas amacı

Kamu harcamalarının kısılması, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin birçoğunun özel sektöre devredilmesi ve kamu varlıklarının özelleştirilmesi 1980’lerden bu yana IMF ve Dünya Bankası programlarının asli bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor.

Şimşek’in bu hafta açıkladığı programın da bu bağlamda 3 ana amacı olduğu söylenebilir:

1. Dış sermayeye daha fazla kaynak ayırmak: Daha önce “Şimşek “programı”nın aritmetiği”nde yazdığım gibi içerideki talebi azaltacak her adım dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılabilecek kısmı yükseltmeye yaramaktadır. Çalışanların ve emeklilerin reel gelirlerini düşürmek, onlara yönelik kamu harcamalarını kısmak, onlardan daha fazla vergi almak ve onların borçlanmasını zorlaştırıp daha pahalı hale getirmek bu kesimin elindeki harcanabilir geliri düşürmek suretiyle milli gelirden bu kesime ayrılan payın düşük tutulması, dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılan kısmı artırır. Kemer sıkma politikalarını uluslararası finans için önemli kılan nedenlerin başında bu gelir. Dış sermayeye, bize döviz getirirseniz size yüksek faiz ve kâr payı ödemesi yapacağız ve bu ödemeleri yapabilmek için de kendi çalışanlarımızın boğazından kısacağız mesajı verilir. (1)

2. Krizi fırsata çevirmek: Çalışanların örgütsüz, güçsüz ve dağınık olduğu koşullarda “kamuda tasarruf” ya da “kemer sıkma” politikalarıyla sermayenin çıkarına adımların önü açılır. Ücretleri ve emekli aylıklarını düşürmek, esnek ve güvencesiz çalışmayı yaymak, kamunun sağlaması gereken temel hizmetleri giderek daha fazla özel sektöre devretmek, sosyal yardımları ve kamu hizmetlerini azaltarak çalışanları daha düşük ücretlerde çalışmaya mecbur etmek, kamuya ait varlıkları ucuza özel sektöre devretmek “kamuda tasarruf” paketinin ilerleyen dönemdeki versiyonlarından bekleyebileceğimiz gelişmelerdir. Bu haliyle de Şimşek ve “programı”nın sermayenin tüm kesimlerinin desteğini alması şaşırtıcı değildir. (2)

3. İdeoloji ve algı: Oğuz Oyan’ın oldukça yerinde tespitiyle “yoksullaşan halkın en büyük özveriyi yapması beklenirken iktidarın kamu harcamalarında da bir takım sözde tasarrufları zorunlu oldu. Dolayısıyla bu paket, programın psikolojik ve ideolojik zemininin hazırlanması, geniş halk kesimlerinin kendi aleyhlerine çalışacak bir programa razı edilebilmesi açısından da farz oldu”. (3) Açıklanan tasarruf paketi de “işte iktidar da üzerine düşeni yapıyor” algısının oluşturulması için şimdiden kullanılmaya başlandı bile.

4. Bu daha başlangıç

Aslına bakarsanız, göreve geldikten neredeyse bir sene sonra “kamuda tasarruf” paketini açıklayan Şimşek’in çalışmaya yeni başladığını söyleyebiliriz. Ücretlerin bastırılması, emeklilerin açlığa mahkum edilmesi, kamu çalışanlarının servislerinin, lojmanlarının ellerinden alınması gibi adımların hiçbiri enflasyonu tek haneli rakamlara indirecek adımlar değil.

Enflasyon, TL’nin reel değerlenmesi ve baz etkisiyle biraz inmeye başladığında “program”ın çalıştığı öne sürülecek ve enflasyonu daha fazla indirip ekonomiyi istikrara kavuşturmak için geniş kitlelerden daha fazla fedakarlık istenmekle de kalınmayacak kamunun elinde kalan varlıklar, araziler vs. yerli ve uluslararası sermayeye ucuza devredilecek. Nihayetinde Şimşek ve ekibinin bu konuda 2000’lerden oldukça fazla deneyimi var. Bu paketteki “değerli lojman ve sosyal tesisler”in sermayeye satılması maddesi bunun ilk adımı olarak görülebilir. (4) Benzer şekilde, Varlık Fonu adı altında tamamen denetim dışına çıkarılmış kamu varlıklarının akıbetinin ne olacağını da önümüzdeki dönem bize gösterecek.

5. Sonuç yerine

Esas amaç gerçekten kamuda tasarruf olsaydı yapılacak şeyler belliydi. Örneğin, “Şimşek sadece İstanbul Havalimanı’nın bir yıllık kirasını Cengiz ve Kalyon’dan alabilse, açıkladığı ‘tasarruf paketinin’ hedeflediği rakamın neredeyse yarısı kadar kaynağı bütçeye koyabilirdi.” (5) Ya da şirketlerden toplanmayan, affedilen vergiler, şirketlere tanınan çeşitli muafiyetler ve verilen teşvikler, bütçede artan faiz ödemeleri, kamu-özel işbirliği adı altında sermayenin belli kesimlerine aktarılan kaynaklar, askeri maceralar için harcanan paralar, iktidar sahiplerinin çoklu maaşları, astronomik huzur hakları vs. vs.

Ancak, yine Oyan’ın tespitiyle, kamuda gerçek bir tasarrufun ucu “sermayeye ve yolsuzluk ekonomisine dokunacağı için yasak alandır. Her durumda Şimşek’in boyunu ve meşrebini aşar.” (3)

Bu şekilde değerlendirildiğinde “kamuda tasarruf”un Şimşek “programı”nın iki hedefiyle de gayet uyumlu olduğu görülmekte. Tekrar hatırlatmak gerekirse bu iki hedef, Türkiye ekonomisinin kronik döviz açığı sorununu bir süreliğine de olsa gidermek ve Nebati programının emeğe saldırısının sonuçlarını kalıcılaştırıp daha öteye götürmek olarak belirlenmiş durumda.

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, karşı karşıya bulunduğumuz program, nihayetinde, ülke kaynaklarının bir avuç finansal spekülatöre aktarılması ve ülkenin ücretli çalışanlar ve emekliler için bir cehenneme çevrilmesi programıdır.

Özgür Orhangaziozgurorhangazi.com

Notlar:

(1) Şimşek “program”nın aritmetiği

(2) https://www.gazeteduvar.com.tr/is-dunyasindan-kamuda-tasarruf-paketine-destek-haber-1691071

(3) https://haber.sol.org.tr/yazar/tasarruf-mu-dediniz-393343

(4) Özelleştirme İdaresi’nin Urla’daki taşınmaz ihalesi için hazırladığı reklam filmi, belki de önümüzdeki dönemde göreceklerimizin bir fragmanı olabilir: https://twitter.com/bahadir_ozgr/status/1790043345818968518

(5) https://www.gazeteduvar.com.tr/simsek-once-kalyon-ve-cengizden-milyar-euroluk-kirayi-alsin-makale-1691043

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

GARANTİ BBVA TÜRKİYE RAPORU

Yayınlanma:

|

Yazan:

TCMB ihtiyaç duyulduğu sürece sıkılığın korunacağı, yeni mali tedbirler ise politika bileşiminin daha koordineli olacağına işaret etmektedir. Politikaların gecikmeli etkisi göz önüne alındığında, hala sağlam olan tüketimi kontrol altına almak için ek makro ihtiyati önlemlere ihtiyaç duyulacağına inanıyoruz.

Önemli noktalar

  • TCMB, yılın ikinci enflasyon raporunda 2024 yılı ara enflasyon hedefini 2 puan yukarı yönlü revize ederek yüzde 38’e yükseltmiş, öngörülen aralığın üst sınırını değiştirmeyerek yüzde 42’de tutmuştur. Yılın ilk dört ayında enflasyonun beklenenden 4 puan daha güçlü gelmesi, Mart ayındaki ilave sıkılaştırma ile sapmayı telafi edemeyecekleri için bu revizyonu yapmalarına neden oldu.
  • TCMB, sıkılaştırmanın talep koşulları ve enflasyon beklentileri ve dolayısıyla enflasyon eğilimi üzerindeki gecikmeli etkilerini gözlemlemek istemektedir. Enflasyon eğiliminde belirgin bir bozulma olması durumunda ilave sıkılaştırma uygulanacağının sinyallerini vermeye devam etmektedirler.
  • İç talep, yüksek enflasyon beklentileri, servet etkileri ve kredi kartı harcamalarının kullanılabilirliği ile desteklenmeye devam etmektedir. Parasal aktarım mekanizmasını güçlendirmek amacıyla mevcut düzenlemeleri gevşetmek için sürdürülebilir bir yol başlatmak için finansal koşulların daha uzun süre sıkı tutulmasına ihtiyaç duyulacaktır.
  • En son açıklanan mali paket, 2024’te GSYİH’nın %0,2-0,3’ü civarında tasarruf anlamına geliyor. Önümüzdeki dönemde yeni tedbirler de alınacak ve bunların birçoğu orta vadede etkili olacaktır.
  • Enflasyon eğilimi, daha koordineli bir politika bileşimi ile yıl sonu enflasyonunun TCMB tahmin aralığının üst sınırı olan %42’nin altına düşecek bir düzeye yükselmesi durumunda, 4Ç24’te çok kademeli adımlarla gevşemeye başlamak için sınırlı bir alan olabilir. Ancak, gecikmeli mali etkiler ve perakendeci harcamaları üzerindeki makro ihtiyati politikalar, daha erken bir kesinti döngüsü olasılığını azaltıyor.

Raporun tam hali için:

https://www.bbvaresearch.com/wp-content/uploads/2024/05/Policy-Pulse_what-to-think-about-policy-mix_May24.pdf

Raporun tamamını okumak için buraya tıklayın

Policy-Pulse_what-to-think-about-policy-mix_May24

 

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Yabancılar Türkiye’ye Neden Yatırım Yapıyor

Yayınlanma:

|

Yazan:

Aralık 2023 itibariyle Türkiye’de doğrudan yabancı yatırım stoku 264 milyar dolara ulaştı. Toplam yabancı firma sayısı da 88 bin seviyelerine erişti. En fazla yatırım yapan ülkeler arasında Hollanda, Almanya, ABD, Fransa, Azerbaycan ve Katar gibi aktörler bulunuyor. Son dönemde atılan adımlarla birlikte yabancı yatırımcı meselesi tekrar ön plana çıkıyor. Özellikle yerel seçimler sonrası yabancıların Türkiye ilgisinin arttığı görülüyor. Uluslararası kuruluşların kredi not artırımlarına eşlik eden yabancı yatırımlar daha çok Avrupa ülkelerinden geliyor. Seçimlerden sonraki beş hafta incelendiğinde 6 milyar doları aşan bir miktarın swap, borsa ve devlet tahvilleri aracılıyla Türkiye’ye geldiği anlaşılıyor. Bu finansal girişe 1 Nisan-5 Mayıs arasında yerleşiklerin 7,84 milyar dolarlık dövizden TL’ye geçişi eşlik ediyor.

Doğrudan yabancı yatırım beklentisinin aylık 1,5 milyar dolar olduğu göz önüne alındığında dört aylık süreçte 5 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırımın geldiği söylenebilir. Yaşanılan döviz girişine eşlik eden diğer bir süreçte Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının (TCMB) döviz rezervi birikim politikası yer alıyor. Son iki haftada 17 milyar dolarlık rezerv arışı seçimler sonrası 20 milyar doları aşmış gibi duruyor. Yabancı yatırımların bir diğer etkisi de enflasyon beklentilerinin iyileşmesinde görülüyor. TCMB’nin beklenti anketlerinde Ocak-Mayıs ayları içerisinde 12 aylık enflasyon beklentisi yüzde 45’lerden yüzde 35’lere kadar geriledi. Yılın sonuna doğru yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 10’lar düzeyine kadar düşebilir. Bir çıktı olarak Türkiye’ye gelen yabancı yatırımlar enflasyonla mücadeleyi daha kolay hale getiriyor ve istihdam, üretim gibi alanlara pozitif katkı sunuyor.

Son yıllarda Türkiye’ye hangi ülkeler en fazla yatırım yaptı diye bakıldığında Hollanda’nın açık ara önde olduğu görülüyor. Hollanda’yı İngiltere, ABD, İsviçre ve Almanya izliyor. 2019-2023 döneminde 32 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım çeken Türkiye’nin en fazla yurt dışı yatırımı Hollanda’da yer alıyor. İngiltere ile de benzer bir ikili ilişkinin olduğunu söylemek mümkün. 25 milyar doları aşan dış ticaret hacmine bir o kadar ikili yatırım hacmi eşlik ediyor. Diğer yatırım yapan ülkelerle de benzer ilişkilerin olduğu görülüyor. Ocak-Nisan 2024 döneminde de benzer aktörlerin Türkiye’ye yatırım yaptığı ve dış ticaretle bağlantılı şekilde hareket ettiği anlaşılıyor.

S&P, Citibank ve JP Morgan gibi uluslararası finans kuruluşların olumlu açıklamaları ve Türkiye’nin kredi notunu yukarıya taşımaları yabancı yatırımcı ilgisini hem miktar hem de fiziki olarak artırıyor. Diğer bölgelere kıyasla Avrupa ülkeleri önde gelen yatırımcılar olarak öne çıkıyorlar. Fakat Türkiye’nin denge politikası göz önüne alındığında Çin, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerden yatırımların artması muhtemel. Son yıllarda Batı Asya ülkeleri Katar, BAE, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi aktörlerle yapılan yatırım anlaşmaları bu açıdan değerlendirilebilir. Özellikle Türkiye’nin imalat sanayi üretimi mevcut ülkeleri Türkiye’ye yatırıma yönlendiriyor. Genel olarak enerji ihraç eden Batı Asya ülkeleri kendi yerli sanayilerini tecrübe ve teknoloji transferiyle kuvvetlendirmek istiyor. Türk Savunma Sanayinin son yıllarda elde ettiği saha başarıları da (Irak, Ukrayna, Azerbaycan, Libya, Etiyopya ve Doğu Akdeniz) Türk sanayisine olan ilgiyi teşvik ediyor. Dünyanın en büyük 12. silah ihracatçısı haline gelen Türkiye’nin ilerleyen dönemlerde daha fazla yatırım çekmesi muhtemel.

Özellikle Türkiye’nin Araştırma ve Geliştirmeye (AR-GE) aktardığı ortalama yıllık 10 milyar dolar Türk sanayisini daha modern hale getirdi. 2003-2023 döneminde 166 milyar dolarlık AR-GE yatırımı Türk sanayi firmalarını teknoloji merkezli dönüştürdü ve dünyayla daha entegre yaptı. Dünyanın en büyük 13. sanayisini inşa eden ve 80 binden fazla üretim tesisiyle ürün çeşitliliğine sahip Türkiye’nin potansiyel taşıdığı ve daha fazla yatırımcı çekmesi beklenebilir. Sonuç itibariyle Ocak-Nisan 2024 dönemi mevcut potansiyel ve yatırım ivmesinin önemli bir göstergesi olarak okunabilir.

Deniz İSTİKBAL-WorldofTürkiye

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.