Connect with us

EKONOMİ

Prof. Dr. İzzettin Önder : Üretenler tüketenler

Oysa emek meselesi bir çıkar çatışmasından çok öte, bir hak mücadelesidir. Ürettiğine yabancılaşan emeğin üretimine kavuşması mücadelesidir.

Yayınlanma:

|

Ekonomi üretim ve tüketim faaliyetlerinden oluşuyor. Üretenler ürettiklerini tüketemediği bir dünyada sıkıntı çekmekte, üretilenleri tüketenler ise fazla bir külfete katlanmadan mutlu ve müreffeh yaşamaktadır. Böyle bir toplumda huzur olur mu, özgürlük ve demokrasiden söz edilebilir mi? Bunların yanıtlarını vermede aceleci olmayalım, önce biraz tarihe, sonra da günümüze gelelim, bakalım süreç nasıl gelişmiş.

Çok gerilere gitmeyelim, ünlü 1789 Fransız Devrimi ile işe koyulalım. Batı Dünyası tarihinde önemli bir dönüm noktası olan, Fransa’da mutlak monarşiyi yıkan ve cumhuriyeti inşa eden bu muazzam hareket özgürlük, kardeşlik ve dayanışma şeklinde üç ilkeyi de günümüze dek söylem olarak kafalarımıza kazımıştır. Bu bir devrim midir? Hayır; çünkü üretim ve üretim araçları üzerinde mülkiyet ilişkisi değişmemiştir, dolayısıyla Sovyet Devrimi gibi bir alt-yapı devrimi değildir. Peki, 1789 bir üst yapı devrimi midir? Evet, zira seçme ve seçilme hakkı önceleri bu hakka sahip olmayanlara da tanınmıştır. Tarihin bir kesitinden yapılan her giriş geride yaşananlar ile de önemli ipuçları sağlar, çünkü yaşanan her devir kendinden öncesinin birikimli sonucu ve eseridir. Nitekim kölelik devrinden farklı aşama ve süreçlerle feodalizme ve kapitalizme geçişlerde alt kesimlerde daima mücadele bayrağı yükselmiş, çok güçlü köylü isyanları yaşanmış, fakat her mücadelenin sonucunda oluşan yeni dönemin beyleri eski dönemin ağalarından oluşmuştur. Fransız Devrimi de bu kuralın bir istisnası değildir. Evet, söz hakkı olmayan “aşağı kesim halk”a seçme hakkı verilmiştir, fakat böylece oluşacak mecliste her türlü yasal değişiklik hakkı tanınmamıştır; çoğunluk idaresinin geçerliliği kabul edilmiş, fakat azınlıkların haklarının korunması da bir demokrasi kuralı olarak teminat altına alınmıştır. Günümüzde dahi çok önemli bir demokratik hak olarak tanınan azınlık hakkı kuralı, aslında, giderek yaygınlaşan yoksullar kesiminin parlamentoya hâkim olarak azınlıkların elindeki üretim araçlarının mülkiyet biçiminin değiştirilmesinin önlenmesine yönelik idi. Kısacası, dönemsel özelliğiyle azınlık hakkı, azınlıkların elindeki servetin korunma gerekçesi idi. Böyle sosyal-siyasal anatomik yapıda siyasal demokrasiden söz edilebilir, fakat ekonomik demokrasi epey uzaklardadır. Ekonomik üretim ve çıkar ilişkileri üzerine inşa edilmiş bir siyasal yapı sol demokrasi olmadığı gibi, sosyal demokrat olarak dahi görülemez.

Fransız sosyal devriminden yaklaşık bir asır sonra 1840’larda İngiltere’de yaşanan sanayi devrimi emekçiler için uyanma fişeği rolü gördü. Fransa’da yaşanan siyasal devrime karşın bu kez İngiltere’de bir ekonomik devrim sistemi zorluyordu. Çünkü emekçi istismarı artık su yüzüne çıkmaya ve toplumu rahatsız etmeye başlamıştı. Gerçi 1600’lerin sonuna doğru John Locke, 1750’lerde Adam Smith emek-değer teorisini ortaya atmışlardı, fakat alt-yapı üretim ilişkileri teori gücüyle değil, sermaye gücüyle devinir. Nitekim bu iki ünlü düşünüre Ricardo ve daha başkaları da katılmış olsa da Karl Marks 1867 yılında ünlü eseri Kapital’in ilk cümlesini “Kapitalizm muazzam bir meta birikimi” şeklinde kuracaktı. En kibar ifadesiyle büyük usta bu ilk cümlesi demektedir ki: “Ey benden yaklaşık bir asır önce gelmiş olan politik iktisat ekolünün düşünürleri, emek değer teorisini siz ortaya atmış ve yaratılan metanın sahibinin emek olduğunu siz söylemiştiniz. Şimdi bakıyorum da aradan geçen koca bir asır boyunca muazzam bir meta yığını oluşturulmuş, adına ‘kapitalizm’ diyebileceğim bu sistemde emekçiler maalesef ortada gözükmüyor!” Kısacası, büyük üstat meta yaratanların aynı zamanda meta tüketenler olması gerekirken, durumun böyle olmadığını belirtmektedir. Evet, klasik dönem üstatları emek değer teorisini ortaya koymuşlardı, fakat sömürü kavramını kavrayamamış, sömürüyü net olarak bulamamışlardı, çünkü o dönemde sömürü Marks dönemindeki kadar aleni değildi.

Bu uzun ifadelerle anlatmaya çalışmam o ki, klasik dönemin büyük üstatları, üstelik de sorunun esasını, biraz kapalı olarak da olsa, saptamış oldukları halde sömürüyü anlayamamışlarken, biz bugün sömürünün bu denli aleni olduğu bir dünyada kullandığımız kavramlar ve mücadele yöntemlerimizle acaba neye hizmet ediyoruz? Emek mücadelesini yürütürken, utangaç tavırlarla kapitalizmin kavramlarıyla işi götürmeye kalkarak emekçiye mi, yoksa amaçtan bağımsız olarak, sisteme mi hizmet etmiş oluruz? Aslında bu sorunun yanıtını da büyük üstat, herhalde bizim fikirsel bağımlılığımızı öngörmüş olacak ki, kendi özgün ifadesiyle vermektedir. Emek cephesinden mücadeleyi samimi olarak yürütenlerin fikirsel bağımlılığı da maalesef, emekçinin üretim faaliyetine olan yabancılaşması gibidir. Marks’ın dört kategoriye böldüğü yabancılaşmanın ikinci kategorisini insanın (emeğin) üretimine yabancılaşması oluşturur. Üretimine yabancılaşan emek, üretim sürecinde oluşan sömürü ilişkisine de yabancılaşır ve süreci tam olarak kavrayamaz. Her şeyi yabancılaştırarak görünüşünü içeriğinden farklılaştıran kapitalizmin sömürülen emekçiye sağladığı huzur(!) sistemin inanılmaz başarısıdır.

Ancak, üstat tam bir ahlâk sembolü olarak, “şeylerin görünüş biçimleriyle özleri dolaysız olarak çakışsaydı bilim tümüyle gereksizleşirdi” ifadesiyle emekçinin üretime ve emeğine yabancılaşmasının çözümlenmesini bilimin görevi olarak anlatmıştır. Fakat işin ilginç yanı şurasıdır ki, üstadın politik iktisat ekolünden ayırdığı, günümüzün ana-akımı olarak cehaletini sürdüren “bayağı iktisat” olarak tanımladığı ekolün bu görevi yapması olanaklı değildir çünkü, bayağı iktisadın görevi sistemin ideolojisini üretip, topluma yayarak meşrulaştıran önemli bir üst-yapı sosyal kurumu olma işlevini yerine getirmektir. İşin düğümlendiği yer de burasıdır.  Maalesef, tüm emek tartışmalarında benim de takıldığım yer burasıdır. Şöyle ki, bizim “emek” yahut “emekçi” sözüne karşılık “sermaye” çıkmakta, böylece üretim için gerekli emek-sermaye birlikteliği, karşılıklı çatışmalar perdelenmiş olarak, ortaya serilmektedir. Emek mücadelesi kavramının ortaya atılması da durumu kurtaramamaktadır. Çünkü emek mücadelesinin karşısına, aynı derecede halklı görülebilen, sermaye mücadelesi koyulabilmektedir. Böylece mesele hak mücadelesinden çıkar çatışmasına dönüştürülmüş ve göreli güç dengesine göre oluşan sonuç tartışmasız kabul edilir konuma çekilmiş olmaktadır. Oysa emek meselesi bir çıkar çatışmasından çok öte, bir hak mücadelesidir. Ürettiğine yabancılaşan emeğin üretimine kavuşması mücadelesidir. Bu mücadelenin ilk basamağını, bayağı iktisat söylemlerinden uzaklaşarak emek üzerindeki yabancılaşma psikolojisinin ortadan kaldırılması, gözler önündeki sis perdesinin temizlenmesi oluşturur. Bu görevi ise ancak ideolojik kılıftan sıyrılmış akademisyenler ya da aydınlar yapabilir. Evet, mücadeleyi emekçiler yapacak, ancak emekçilerin mücadeleci ruhunu baskılayan yabancılaşma olgusunun izale edilmesi gerekir. Görevin tanımı böyle olmalıdır ve bu görev de akademiye ya da aydına düşer.

Aydın ya da akademi aydınlanma görevini yaparken, seçeceği kavramlar sisteme uyumlu ya da sistemle bağışık olamaz. Örneğin, eğer ücret yaratılan katma değerden ayrılan bir pay olarak görülüyorsa, emekçilerin “ücret hakkı” kavramı, emek-değer teorisini kabul eden Ricardo’nun sömürüyü anlamasını engelleyen tuzağa çeker bizi. Bu tuzak sermayeye katkı yaparak, ileri dönemler daha yüksek oranda sömürüyü ve işsizliği gündeme taşır. Kavramlar meselesini burada keselim, ileriki dönemlerde zaman zaman bu konuya dönerek bilinç bilemesi yapabiliriz.

Kavramlarla birlikte ve onlar kadar önemli diğer bir mesele de mücadelede yürüyüş temposunun belirlenmesidir. Açıktır ki, bugün yapacağımızı bir mücadelenin hemen yarın sonucu alınacak değildir. Hatta belki bugün mücadele edenler sonucu görmeden terk-i dünya edeceklerdir. Ancak, tüm mücadeleler tarih bilincinin oluşumuna katkı yapmanın yeri ve zamanı geldiğinde volkanı harekete geçirmede rolü büyük olur. O nedenledir ki, her mücadelenin tarihe not düşmek olduğu bilinciyle, sisteme karşı olduğu, ölçülü olarak da olsa, belirli dozlarda belirtilmesi kaçınılmazdır. Aksi halde, ruhu ve nihai hedefi olmayan mücadele görüntüsü, sermayenin de istediği şekilde, mücadele ettiği zannına kaptırılan emekçilere nefes aldırdığı sürece sisteme hizmet etmiş olur.

İzettin Önder – manifesto.com

Okumaya devam et

EKONOMİ

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Yayınlanma:

|

İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.

“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?

Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.

Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.

Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar

1. Performansın Göz Ardı Edilmesi

Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.

2. Vasatlık Teşviki

Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.

3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski

Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.

4. Adalet Algısının Bozulması

Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.

Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler

  • Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.

  • Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.

  • Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.

Pozitif  Yanı Var mı?

Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.

Alternatif  Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret

Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.

Eşitlik mi, Adalet mi?

“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.

Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.

Erol TAŞDELEN-Ekonomist    www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Mevcut Enflasyon ve Faiz Oranlarıyla Yatırımcı Yeni Yatırım Yapar mı?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.

Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..

Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.

Onur ÇELİK-CFO/YMM

Okumaya devam et

EKONOMİ

Geleceğin Uzun Tarihi: Hayaller, Teknoloji ve Gerçeklik Arasında Bir Yolculuk

Yayınlanma:

|

İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.

Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü

Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.

Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması

Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.

Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik

Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.

Teknoloji Tarafsız Değildir

Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.

Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?

Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?

Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.

Nicole Kobie The Long History of the Future – Narrative Species

Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?

“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:

“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”

Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.