Dr. Abbas Karakaya
Abbas KARAKAYA I Şair, Yazar, Akademisyen : Bir kuşağın öyküsü

Yayınlanma:
4 yıl önce|
Yazan:
Erol Taşdelen
Erol TAŞDELEN : Abbas merhaba. İsminle hitap ediyorum, zira tanışıklığımız üniversite yıllarına (1990’lara) gidiyor. Bu yüzden resmiyetle hitap edemiyorum sana. Okurlarımız seni ağırlıklı olarak “çevre”yle ilgili yazılarından tanıyor ama başka ilgi alanların olduğunu da biliyorum. O zaman, eğitiminden, okullardan başlayalım, biraz kendini tanıt dersem, kimdir Abbas Karakaya?
Abbas KARAKAYA : Evet, seninle tanışmamız 1990’lara, İstanbul Üniversitesi Beyazıt yerleşkesine gidiyor. Ben İstanbul Üniversitesine geldiğimde ilk üniversitemi bitirmiştim. 1984 yılında Heybeliada Deniz Lisesini bitirdim. 1988’de yine o zaman Heybeliada’da bulunan Deniz Harp Okulu’ndan (DHO) teğmen rütbesiyle mezun oldum. Harp okulu son sınıftayken üniversite sınavlarına girdim. Ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümünü kazandım. İşte o yıllarda, Beyazıt kampüsünde ortak arkadaşlar vasıtasıyla tanıştık seninle. İyi ki de tanışmışız.
E.T. : Aynı duygularımla. Ortak çok paydaşımız var. O nedenle uzun yıllar yüz yüze görüşemesek de bir şekilde yollarımızın kesişmesi devam etti. İstanbul Üniversite yıllarından neler kaldı sende?
A.K. : Askeri okullarında okuyanların ‘karma okullarda, üniversitelerde okumak’ gibi bir hayali olurdu. Ben bunu gerçekleştirdim. Okula düzenli olarak gidemesem de o yıllardan tanışıp görüştüğüm arkadaşlarım oldu. Güzel arkadaşlıklardan başka iktisadın ne olup ne olmadığını, politik iktisadın varlığını, ekonominin siyasiliği vb. hep orada öğrendim, diyebilirim. Gülten Kazgan‘dan ders almak, İzzettin Önder‘in derslerine katılmak İstanbul Üniversitesi serüvenimin bana kazandırdıkları. Her ne kadar gemide çalışırken okumanın tahmin edilebilecek zorluklarını yaşamış olsam da.
E.T. : Haklısın, Gülten Kazgan, Tülay Arın ve İzzettin Önder hocalarımızı ben de İktisatta yüksek lisans derslerinden tanıma şansım oldu. Nihat Falay; Sevim Güngör; Süleyman Barda; Esfender Korkmaz hocalarımızı da eklememiz gerekiyor belki. Kıymetli insanlar. Örneğin Tülay Arın hocamız ciddi sağlık sorunu yaşadı, uzun yıllar Çapa Hastanesinde tedavi gördü ama belli etmedi; derslerini aksatmadı. Beyazıt otobüsünü beklerken durakta karşılaşmıştık en son kötü gözüküyordu. Nur içinde yatsın, ayak üstü yeni kitaplar önermişti. İdealist kuşağın son temsilcileri idi benim gözümde bu hocalarımız, zaman bu düşüncemi haklı çıkardı maalesef. Sonra seninle bağlantımız koptu ABD’de akademi günlerin başladı diye hatırlıyorum; neler oldu daha sonraki hayatında.
A.K. : Yüzbaşı olmama bir yıl kala kıdemli üsteğmen rütbesinde Bahriye’den ayrıldım. Yıl 1996 idi. 1997-2012 yılları arasında Amerika Birleşik Devletlerinde bulundum. Ohio State Üniversitesi’nde yüksek lisans, İndiana Üniversitesi’nde doktoramı tamamladım. Doktora tezim Cemal Süreya’nın şiiri üzerineydi. 2012 yılında Türkiye’ye dönmeden önce, en son Lawrence’da, Kansas Devlet Üniversitesi’nde ders veriyordum. ABD’deki yıllarımda yabancılara Türkçe, Türk Kültürü, Çeviride Türk Edebiyatı, Sineması gibi dersler verdim.

E.T. : Akademik kariyerindeki kararlılıkta hiç kuşkusuz askeri günlerindeki düzenli ve disiplinli yaşanan günlerin etkisi olmuştur. Tabi askeriyede Denizciler özellikle Bahriyeliler kıymetli ve elit olarak görülür dışardan bakınca da. Çok yazar çıkardı. Belki onun da etkisi ile sonra senin şiir kitapların ile tanıştık; şair olarak karşımızda bulduk. Bu süreç nasıl başladı.
A.K. : İlk şiir kitabım 2006 yazında İstanbul’da çıktı. O sıralarda, Bloomington şehrinde doktoraya devam ediyordum. O kitaptaki kısa özgeçmişim şöyle yazmıştım:
İstanbul Çağlayan doğumluyum
Sivas Kangal görünse de resmi evraklarda
1980’lerde parasız yatılı okudum Heybeli bir adada
Gemilerde bir dokuz yılım geçti sonra
Öğrenciyim yine şimdi, denizi olmayan küçük bir Bloomington’da
Bu ilk kitabım. Sonrası… gelir (mi) elbette.
Bu dizeler şimdiye kadar bu söyleşide söylediklerimi veciz bir şekilde söylemiş. Yani on dört yaşında deniz okullarıyla giymeye başladığım üniformayı on sekiz yıl sonra 32 yaşında çıkardım. Ve yeni sulara açıldım. Bu ayrılış, yeni bir hayata geçişin, denizdeki yıllarıma dair şiirler de var bu ilk kitapta. Mesela, onlardan biri ‘Okyanuslarla’ adlı şiirim. O şiirin girişinde şöyle demişim:
Beni buraya kadar getiren pusulamı
derine attım.
Bu sularda söyledim
Söyleyeceklerimi
bulunsa da eksiği.
Bahriye’den ayrılışımı düşününce, Can Yücel’in Deniz Gezmiş için yazdığı Mare Nostrum adlı şiirinin şu iki dizesi aklıma gelir: En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim / O, onun en güzel metresini koştu. Şiirdeki gibi ben de en genç iki rütbenin naifliği, heyecanı ve merakı içinde gemileri, uzun seyir günlerini, denizin mecbur ettiği dayanışmayı en güzel haliyle yaşadım. Yaşadım ve yaşadıkça oraya ait olmadığımı da gördüm, aslında “gösterdiler” demek daha doğru. Deniz kuvvetlerinde kalsaydım ne olurdu? Balyoz kumpasının bir mağduru da ben olurdum herhalde. Bu yüzden, en tatlı yerinde bırakıp başka bir serüvene atıldım, diyeyim.
E.T. : Amerika yıllarından neler kaldı, nasıl hatırlıyorsun?
Amerika’da aslında ‘korunaklı’ bir çevrede kaldığımı söyleyebilirim. Ben Amerika’ya okumaya gittim. Kaldığım üç şehir de Amerika’da ‘college town’ denilen, yaşamın merkezinde büyük bir üniversite kampüsünün olduğu yerlerdi. Kampüs çok kozmopolit bir ortamdı, dünyanın birçok yerinden, kültüründen insanla tanışma fırsatım oldu. Çok Amerikalı arkadaşlarım da oldu.
Amerika denince benim aklıma ilk önce yalnızlık geliyor. Bu da hem iyi, hem zor bir durum. Zengin, konforlu kütüphaneleri geliyor. Hayatımda evimden sonra en çok zaman geçirdiğim yer herhalde kütüphanelerdir. Neyi özlüyorsun dersen, en çok kütüphanelerini.
Konumuz bu değil ama, ben bu kampüslerde neredeyse her milletten, ülkeden insanlar gördüm. Her ülkenin, her ulusun kendine ait değerleri, özel günleri, sembolleri vs. olduğunu yaşayarak gördüm. Yabancı arkadaşlarım oldu. Şunu çok daha iyi anladım ki milliyetçilik, “en iyi millet biziz” demek son derece aptalca bir düşünce, ideoloji. Çünkü her milletin, her ülkenin kendi bahçesi var, onlara o güzel. Bizimki yahut bir başkasınınki neden en güzel olsun ki!
O zamanlar, özellikle ABD’deki ilk yıllarımda hep şunu söylerdim, kafayı milliyetçilikle bozmuşları göndereceksin yurtdışında bir yere. Ama kısa süreli, turist olarak değil. En az altı ay oralarda yaşasınlar, günlük hayata katılıp aslında dünyadaki insanların nasıl da birbirlerine benzediklerini, benzer ihtiyaç ve beklentileri olduğunu anlasınlar diye.
E.T. : Uzun yıllar kaldın ABD’de diye biliyorum. Özellikle Z Kuşağının aklında yurt dışı hayalleri var. Kıymetli bilgiler bunlar onlar için de. Gündelik hayatın nasıl geçiyordu.
A.K. : Valla, Amerika’daki on beş yılımı, Amerika serüvenimi araba almadan, arabasız tamamladım. Bir ara, bir yakın arkadaşımın volvo marka arabası vardı, onu ortak kullandık. Bu arabanın şiiri de vardır birinci kitabımda. Onun dışında, ulaşım aracım belediye otobüsleri ve bisikletimdi. Bakkal alışverişini bisikletle yapmak her zaman kolay olmazdı. Soğuk havalarda, karda kışta mesela. O zaman Amerikalı, Türkiyeli arkadaşlarımdan rica ederdim, beni onlar getirip götürürdü markete. Ben, “ev alma, komşu al” sözüne galiba çok inandım, çok benimsedim. 🙂

E.T. : Benim gördüğüm, yaşam tarzında ve şiirlerinde Çevreye duyarlılık ana eksen konumda. Bu duyarlılığın temelleri nereden geliyor?
A.K. : Tam bilmiyorum, bilemiyorum. Bazı şeylerin kaynağını çıkaramıyor insan ama mesela 1980’lerdeyken, yani onlu yaşlarda, etrafıma, fiziksel dünyaya bakıp ‘ya bu dünya, yollar, evler falan değişiyor, insan yaşlandığında, alıştığı çevreyi, doğduğu çevreyi bulamazsa ne yapar, nasıl hisseder’ gibi soruların aklımda geçtiğini hatırlıyorum. Cumhuriyet gazetesi okunan bir evde büyüdüm. O zamanlarda, Cumhuriyet’te yazan mimar Oktay Ekinci‘nin yazılarını okurdum. Kent sorunlarına, betonlaşmaya dair yazılar yazıyordu. Herhalde kent sorularına, doğaya duyarlığım o yıllardan oluşmaya başlamış olmalı. Bir de tabii, biz, benim kuşağım arabaların az olduğu, kırların, boş arsaların çok olduğu güzel bir dönemin çocuklarıyız.
E.T. : Kesinlikle haklısın. Artık çocukların dizleri, dirsekleri kanamıyor ama o güzelliklerden mahrum büyüyor. Ağaca tırmanmadan büyüyen çocuklar var günümüzde. Zaman nasıl etkiledi bizleri?
A.K. : 1980’lerde neo-liberalizm zehri bu ülkeye askeri darbeden sonra Turgut Özal ile ekilirken, çocukluğumun 1970’lerini 1980’den sonraki değişimlerle karşılaştırmış olmalıyım. Dolayısıyla, ben yaşlanınca nasıl bir çevrede yaşayacağım sorusu aklıma gelmiş olabilir. 1980’lerin sonu, 1990’ların başı olmalı, bir gün, bir arkadaşımla Kadıköy’den Karaköy’e geçiyoruz vapurla; Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesine dikilmiş oteli, Gökkafes adlı ucubeyi, Barbaros yokuşunda okuduğum ortaokulun (Beşiktaş Atatürk Deneme Lisesi) önüne dikilmiş oteli göstererek “bunların hepsi biz yaşarken oldu” dedi. Ki bu sözü aklımdan çıkmadı. Kısaca, İstanbul’un tanınmaz, bugünkü haline gelişin tohumları biz gençken atıldı.
E.T. Bizler, Ataköy düzlüğünde futbol oynayan ve Florya ‘Güneş Plajın’da denize giren bir nesiliz. İstanbul nasıl oldu da bu hale geldi şaşıyor insan. Güncel konulardan, Marmara Denizinin “deniz salyasına” boğulmasına ne diyeceksin?
A.K. : Çok büyük acı. Beş yıl Heybeliada’ya vapurlarla gidip geldik öğrenciliğimizde. Vapurları, Marmara’yı tanıma, sevme yıllarım. Marmara’nın öldürülmesi de aslında o yıllarda başlamış. Deniz bilimcisi Levent Artüz, ilk öldürücü darbenin İSKİ’nin 1989 yılında Ahırkapı önlerinde başlattığı derin deniz deşarjı olduğunu ve ne yazık ki Marmara’nın 1989’dan önceki haline dönmesinin imkânsız olduğunu söylüyor. Marmara felaketi “bayrak inmez, ezan susmaz, vatan bölünmez‘ masalının bizi getirdiği son noktanın en tipik örneği: ‘Dünyada hiçbir örneği olmayan bir şey, bir ülke kendine ait bir denizi yok etti.’
Marmara denizi ölürken, ona ağır işkenceler de yapıldı. Maltepe, Yenikapı dolgu alanları, Yassıada’nın betonlanması gibi bir nice kötülük. Ben de bunları görerek Marmara’ya bir ağıt yazmıştım. 2015’de çıkan üçüncü kitabımdan bu şiir.
Marmara Denizine Ağıt
Mermerin mermer olduğu günlerden adın
Köpek öldüren aromalı denizi Bizans’ın, Marmaros
En siyasi denizi ülkenin, en cumhuriyetçi
Vapurlar denizi, İstanbul denizi
Prenses adalarının annesi, en yerli yelken bezi
Erdek, Şarköy, Hereke, İzmit, Tuzla, Yalova
Yol gözleyen penguenlere döndün
Ölüme terk edilmiş anaokulu bahçesi
Haritalarda atlanan, boynu bükük deniz
Dibin yüzeyin sarılık, salgın, sintine
Üvey anne kadar yokmuş değerin
Oksijen çadırına alınacak ilk deniz
Çanına ot tıkadılar Yenikapı’da, Maltepe’de, yanarım
Canın burnunda, olta balıkçıların aç, perişan
Artık zehirli balık bile çıkmıyor Marmara’dan
E.T. : “Gezi olayları” diye geçiyor ama aslında çevreye sahip çıkma; yapılan dayatmalara “yeter artık” çığlığıydı. Karamsarlığın yıkıldığı, ‘apolitik’ denilen yeni nesil gençliğin hak arama, özgürlüklere müdahale edilmesine isyanı olarak değerlendiririm Gezi’yi ben. Senin için Gezi ne anlama geliyor ve ileriye yönelik ne gibi izler bırakacak?
A.K. : Hayatımda daha sonra ‘Gezi direnişi’ var. Senin Gezi hakkında söylediklerine tamamen katılıyorum. Geziyi adlandırmana da katılıyorum. Son derece meşru, haklı, alnı ak, güçlü bir ‘çığlık’ ya da kıvılcımdı. Öncelikle bir kent hakkı ve ekolojik mücadeleydi. Yankısı, tutuşturduğu mücadele ateşi büyük ve etkili oldu. Özgürlükler mücadelesine dönüştü. Bir il hariç tüm Türkiye’de, hatta dünyanın başka bir sürü coğrafyasında karşılık, destek buldu, ilham verdi. Gezi muazzam bir kolektif hareketti. Duyguydu, dayanışmaydı, “başka bir hayatın mümkün olduğunu” gösterdi, gösterdik birbirimize. Çok şey öğrendik ondan. Bu toprakların, Ortadoğu’nun ve dünyanın gördüğü en onurlu, en haklı, en alnı açık itirazlarından biridir. Gezi sürüyor, bitmedi. Ama Gezi’nin ayrıntılı tarihi de henüz yazılmadı. O tarih yazıldıkça bu pırıltılı mirasa sahip çıkanlar artacak. Bir de şunu söylemek isterim, o zamanki siyasi yapılar, siyasi partiler Gezi’de ortaya çıkan enerji ve bilinci kendilerine katamadılar, yararlanamadılar, geliştiremediler. Gezi’nin güzelliği, değeri diyorum ama Gezi’de yitirdiğimiz canları düşününce hep bir eksiklik duygusu, kocaman bir burukluk buluyor beni. Onları devlet teröründen kurtaramamanın acısı… Anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Gezi’de yitirdiğimiz Hasan Ferit Gedik ile o zaman oturduğum Etiler’deki Sanatçılar Parkı Forumunda tanışmıştım. Gezi Koyun Çocukların Adını adlı kitabımda ona da selam yollamıştım:
gündüz gökkuşağıyız göğün yüzünde
geceleri bir samanyolu
ışıklar taşıyoruz aya
tarihin birikmiş öfkesini
hayatı var eden suların öfkesini
Hasan Ferit Gedik’in Spartaküs öfkesini ve ışığını
taşıyoruz kadın erkek el ele
Biliyorsun, Gezi’nin gerisinde Taksim ve Gezi Parkını talan edecek projelere itirazlar vardı. Ben de Taksim Dayanışması (TD) çatısı altındaki bu itirazları dillendiren insanlar arasındaydım. TD’ye Ekim, Kasım 2012’de bireysel olarak katılmıştım. Yine orada, o zamanda çok güzel insanlarla tanıştım. Dayanışmayı, yoldaşlık duygularını yoğun yaşadım. Taksim’e korku duymadan çıktığımız günler. Sokaklarda polis şiddeti olmasına karşın büyük bir iyimserlik, ferahlık ve dostluğun, kardeşliğin olduğu günlerdi.
O günlerde nişanlım Sibel Tatar düğün töreni hazırlıkları içindeydi. Ben Taksim’de, Gezi parkındaydım. O günleri yazdığım Sokaklar adlı şiirimi Sibel’e, Ali İsmail Korkmaz ve Mücella Yapıcı’ya ithaf ettim.
Sokaklarda
A.İ. Korkmaz, M. Yapıcı, S. Tatar’a
sirke, süt, maske, ölüm gazı ve kan.
gökyüzüne benziyorduk gittikçe
azaldıkça yüreklerimizde korku
çoğalıyordu damarlarımızda güzel hayat
beklenmedik bir fotosentez haliydi sokaklarda
korktuğumuzu saklamadıkça birbirimizden
durdukça yan yana
inatçı, eşitlikçi, tanıdık
doğanın ışığı
görünmez bir sis halinde
doluyordu hücrelerimize,
doluyordu
insanın kardeş kanı bir de.
E.T. : Şiir kitaplarının yanında çeviri yazıların ve kitapların da var. Yazmak mı zor çeviri yapmak mı? Çeviri yapılacak kitapları ve yazıları nasıl belirliyorsun?
A.K. : Çeviri çok emek yoğun bir iş. Ben sevdiğim, topluma yararı olacak, değerlerimle uyumlu yapıtlar seçiyorum çevirmek için. İkisi de zor. Hangi dilde yazarsan yaz yazı zor iş. Havada uçuşan bir şeyleri yakalayıp sabitleme çalışması. Çeviri ise sabitlenmiş bir şeyi hedef dilde en doğru, en etkili söyleme işi. Bu da zor, her ne kadar önünüzde sabitlenmiş bir ileti olsa da, onu başka bir dilde söylemeye çalışırken yine şeyler, kelimeler, anlamlar uçuşuyor; siz oradan anlamlı bir yapı çıkarmaya çalışıyorsunuz. Zor olmalarından başka her iyi pratiği birleştiren şey bir yapı ortaya çıkarıyorsun. Ve onun insana verdiği haz. Bu işlerde emeğinin karşılığını alan çok çok az, ezici bir çoğunluk bu haz için yapıyorum. Ben de onlardan biriyim.
E.T. : Çok önemli bir şairimizden, İkinci Yeni’nin öncülerinden Cemal Süreya’nın kült kitabı Üvercinka’yı çevirdin İngilizce’ye.
O benim çevirim değil, ortak bir çeviri. Indiana Üniversitesinde benden Türkçe dersi almış, eski bir öğrencim, arkadaşım Donny Smith’le ortak bir çeviridir. İçimize sinen bir çalışma oldu, galiba benzer çalışmalara bakıldığında, biz çıtayı yükselttik. Şöyle ki; kitaba Cemal Süreya’nın en uzun denemesi -Sevginin Halleri- çevirisi, Ülkü Tamer’in Cemal Süreya hakkındaki yazısı, benim Üvercinka üzerine eleştiri yazım Talat Sait Halman’dan bir yazı, Donny Smith’ten çevirmenlerin notu adlı bir yazı ve en sonuna da bir sözlükçe koyduk. Tüm bunları “şiirleri İngilizceden okuyanlara iyi bir geri plan versin diye” yaptık. Tabii ki şiirleri çift dilli bastık. Bir de, şahane bir kapak resmi kullandık. Görebilseydi, eminim, Cemal Süreya da çok beğenirdi. Ressam arkadaşım İlhan Berrin Sunsay’ın şahane bir resmiydi. Kitaptaki şiirlere çok yakışan bir görsel oldu. Kitap 2010 yılında Indiana University Turkish Studies Series’den çıktı. Şu an, Amerika’da üniversitelerde kullanılan bir kitap.

E.T. : Son kitabın “Taşıran Damlaların Cesareti” El Yayınları tarafından yayınlandı, dağıtımı yapıldı. Son kitap ile ilgili geri dönüşler nasıl oldu? Kendi adıma konuşursam, senin şiirlerinde hayatın gerçekleri ile yüzleşiyor insan. Yalın bir dil tercih ediyorsun ve “Kurumamış Alın Teri”, “Utanır Kızılırmak” gibi şiirlerinde olduğu gibi tarihe notlar düşüyorsun. “Türkiye’nin Markası” adlı şiirin de böyle bir şiir. Kitap çıkmadan önce bu şiirini okumuş ve o zaman da çok beğenmiştim. İlk şiirini ne zaman yazdın? Ve şiir senin için ne ifade ediyor diye sorsam?
A.K. : Taşıran Damlanın Cesareti dördüncü şiir kitabım. İşaret ettiğin gibi, yalın bir dilim var, kitaptaki birçok şiire tarihe düşülen notlar olarak da bakılabilir. Bu kitap üç temel tema etrafından dönüyor: savaş karşıtlığı, doğanın yüceltilmesi ve Mir Ulaş nezdinde çocuklara şiirler. Şair İsmet Alıcı geçenlerde Doğayı Kucaklayan Savaş Karşıtı Şiirleriyle Abbas Karakaya başlıklı uzunca bir yazı yayımladı kitabım hakkında. Sen de bu yazıya yer verdin Banka Vitrini’nde. (https://bankavitrini.com/2021/06/09/tasiran-damlanin-cesareti/)
Şiirlerimle hayatım çok iç içe. Yani Cemal Süreya’nın dediği gibi ‘şairin hayatı şiire dâhil‘ benim hayatım yazdığım şiire kolayca da seçilebilecek ölçüde dâhil. Başka türlüsünü beceremiyorum. İşte bak, bu söyleşide bile şiirlerden kaçamadık. Tersten gidersek, ilerde, ama ne zaman, nasıl bir bağlamda olur, tabii ki bilemem, hayatımın bu ilk söyleşisi de şiirimde yerini alacaktır kuvvetle muhtemel.
Şiir benim için ne? Okuyorum, izliyorum, dinliyorum… Birçok sanat ürünüyle hemhal oluyorum, ‘tüketiyorum’ ama bana tüketici olmak yetmiyor, o yüzden yazıyorum şiir. Benim kendime getirdiğim açıklama bu.
İlk şiirimi neydi, kime yazdım, net olarak çıkaramıyorum. Ama ortaokulda karşılık bulamayan bir aşka hem başka şairlerden, hem kendi şiirlerimden oluşan bir tomarı (içinde Cahit Sıtkı Tarancı, Ümit Yaşar Oğuzcan’dan şiirler vardı) ona ulaştırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Ortaokul, lise birinci sınıf zamanları diyeyim. Ama en başta neyi örnek alıp ya da kime öykünüp yazdığımı bilmiyorum.
Hayat, yaşanan şeyler, şiirden önce gelir bence. Yani şairlik şiirden önce hayata, dünyaya karşı aldığımız bir tavır, bir duruştur. Şiir yazmak sonra gelir. Peki, bu tavır nedir diye sorarsan, kendi adamak, karşılık beklememek, güçlüden yana olmamak gibi şeyler diyebilirim. ‘Ekmek yemese de şiir/ Ekmek almaya gider sabahları’ dizelerinde olduğu şeydir duruş. Kendini dünyanın merkezine koymamaktır biraz da.
E.T. : Abbas Karakaya’ya baktığımda dışardan “yaratıcı ve iz bırakıcı” bir yapı görüyorum. Yeni projeler var mı?
Mahcup ediyorsun beni Erol. Ne diyeyim, bilemedim. Çok sağ ol. Çizgi çekilip aktifler pasifler çıkarıldığında, yani muhasebe tamamlandığında belli olacak. Dilerim senin yaptığın yoruma yakın bir toplama ulaşmış olabilirim en sonunda. Son kitapta Yıldızlarla Rakı adlı şiirimde iddialı bir şeyler söylemişim: (…) Bu şiirde yazıyorum/ Sözlerim boşuna/ Söylenmiş olmayacak. Bakalım, bu dizelerdeki niyeti, temenniyi ne kadar, nasıl geçirebileceğim fiiliyata. Ben de merak ediyorum.
E.T. : Bir de senin neredeyse 2020 yılından bu yana “Çekmeköy-Farabi Sokak Mağdurları”yla dayanışman var. Banka Vitrini’nde onlar hakkında çok yazdın son bir yıl içinde. Neler oldu Farabi Sokak’ta? Dışardan bakınca, bir ‘dere ıslahı’ var gibi görünüyor. Ama aynı zamanda imar rantı yaratma girişimi de var. Rant yaratılırken yok edilen, parçalanan hayatlar var. Benim de sık sık haberleştirdiğim Suna Duman mağduriyeti var. İnsanların 30 yıldır yuva belledikleri yerlerden atılıp arsalarına çok katlı apartman inşaatlarına ruhsat verilmesi gibi absürt bir durum da var ortada. Yetkililer, sorumlular tepkisiz kalarak hukuksuzluğa onay veriyorlar galiba. Bu iş nereye kadar gidecek çözüm umudu var mı?
A.K. : Ben yerel mücadeleyi önemsiyorum. Fiziki çevremizin hali nasıl yaşadığımızı, düşündüğümüzü de etkiliyor. İşte bu yüzden kent ve doğa hakları, kısaca yaşam alanları savunucusu olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Belirttiğin gibi son bir yıldır Çekmeköy Serindere-Farabi Sokak Mağdurlarının yanındayım.
Çekmeköy Belediyesi ve İSKİ’nin imar oyunlarıyla 2018’de Farabi Sokak’taki altı ev yıkıldı. Farabi Sokak imara açılarak yok edildi. Gerekçe ya da işin kılıfı olarak dere koruma bandına kalmalarıydı. Oysa hiçbir dere koruma bandında değildi, derenin çok üstündeydi. Yani evler boşuna yıkıldı, aileler dağıtıldı. En tuhafı İSKİ yaptığı işin, korsan ıslahın projesini hala mahkemeye sunamadı. Yargı süreci sonuçlanmadı.
Evi yıkılan genç bir kadın Suna Duman evlerinin yıkıldığı yeri terk etmedi. 2 Ağustos 2018‘den bugüne, derme çatma, altı metrekarelik bir kulübede direnişte. 1056 gündür orada Adalet Nöbeti tutuyor. 2019’da göreve gelen yeni İBB yönetimi de mağduriyetleri gidermedi. İBB, İSKİ, yerel siyasetçiler neden kendilerinin sebep olduğu bu sorunu çözmüyor, anlayamıyoruz. Ama Farabi Soka Mağdurları kazanacak, çünkü yapılan yıkımların hiçbir hukuki ve teknik dayanağı yok. Üç buçuk yıldır mücadele ediyoruz (ben son bir yıldır daha yoğun olarak içindeyim). Kazanacağız çünkü güneş balçıkla sıvanmaz.
E.T. : Son kitabında, kitabın sonuna koyduğun kısa özgeçmişinde ‘seslendirme yapıyor’ gibi bir ifade var. Bunu biraz açar mısın?
A.K. : Seslendirme son beş yılda akıllı telefon almamla hayatıma girdi. Akıllı telefona uzun bir süre direndim, sonunda 2016 yazında aldım. Biliyorsun, bu telefonların ses kayıt etme özelliği var. Bu özellik sayesinde şiirler kaydedip eşe, dosta yollamaya başladım. Çok olumlu yorumlar aldım, alıyorum. Madem öyle dedim, Kasım 2020’de WhatsApp üzerinden bir ‘masal okuma grubu‘ oluşturdum çocuğu olan ailelerle. Hafta içi her gün sabahları bir kısa masal kaydedip gönderdim. Fena da olmadı. Sekiz ay sürdü, Haziran’da biz de tatile girdik. Oğlumuz Mir Ulaş’a hep masal anlatmak isterdim, bu masal grubunun oluşmasının esas sebebi bu. Buradan bir çocuk ya da yetişkin radyo tiyatrosuna gidebilir miyiz, diye düşünüyorum. Her ne kadar görsel bir çağda olsak da ben sesin, radyonun daha büyülü bir şey olduğuna inanıyorum. Bir mikrofon alarak seslendirme işini bilgisayarla, biraz ‘profesyonelce’ yapmayı planlıyorum. Bakalım, nasıl olacak.
E.T. : Son dönemde Boğaziçi Üniversitesi’ndeki olaylar da seni çok üzdü. Boğaziçi üniversitesinde neler oluyor. Sen yurtdışında da eğitim aldın ve öğretim görevlisi olarak bulundun oralarda bu tip olaylar yaşanır mı?
Boğaziçi gerçekten müstesna bir kurum. Hem fiziksel yapısı, hem kurumsal kimliği, öğrenci öğretmen ilişkileri, kütüphanesi vb. bakımlardan Türkiye’nin en önde gelen üç dört üniversitesinden biri. Hatırlarsan, MB’nin atanmasıyla başlayan protestoları bir iki kez Banka Vitrini için haberleştirmiştim de.
Yazık ediyorlar bu güzel topluluğa, güzel kuruma. Ama Boğaziçililer kazanacak, er ya da geç. Tabii dileğimiz bu kazanmanın geç olmaması. Boğaziçili çok arkadaşım var, öğretim üyeleri muazzam bir dayanışma içindeler. Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan ilke ve fikirlerden vazgeçmiyorlar, öğrencileriyle beraber büyük bir dayanışma içinde savunuyorlar. Çekmeköy Farabi Sokak Mağdurlarının kazanacağı gibi Boğaziçililer de kazanacak. Bu zor günler geçecek. Çünkü diretiyorlar. Haksızlıkları, hukuksuzlukları sineye çekmiyorlar.
Amerika’da yaşadığım yıllarda, üniversitelerde böyle bir absürtlük ne duydum, ne de yaşadım. Üniversitelerin iç işlerine bu kadar karışılmaz. Okuduğum, çalıştığım üç üniversitede de bu kurumlara katılır katılmaz bana kullanacağım ofis gösterilip hem odamın hem odamın bulunduğu binanın anahtarı verildi ki böylece istediğim zaman ofisimi kullanabileyim. Dahası, oralarda üniversite kütüphaneleri dâhil, kampüsler tüm yurttaşlara açıktır. Boğaziçi Üniversitesininse sadece girişleri değil, bitişiğindeki sokaklara kadar barikatlar, tel örgülerle kaplı. Çevik kuvvetler, ara sokakta tomalar… Onlarla bizler arasındaki fark bu işte! Daha derine, ayrıntıya gitmeye gerek yok. Ama Boğaziçi kazanacak. Direnenler kazanacak. Tarih bunu böyle yazar.
E.T. Boğaziçililer için şiirin var mı?
A.K. : Özel olarak Boğaziçililere yazılmış bir şiir yok son kitabımda. Ama Ankara Yüksel Direnişçilerine ithaf ettiğim bir şiir var ki kitaba adını veren ifade o şiirde geçiyor. O zaman bu şiir bu söyleşinin son sözü olsun. Ormanını, deresini, parkını, okulunu, sokağını koruyan, haklarını, özgürlüklerini hırsızlara, yağmacılara karşı savunan, direten herkese, o ‘taşıran damlalara’ gitsin bu şiir
Cesaretle
Ankara Yüksel Direnişçilerine
Güneş yükselen sıcağı
Gece inen soğuğu
Emen kayalar gibi ayakta
Can taşıyan herkesle candaş
Kirpi, anız, gökyüzü, çiğdem
Ağaçların şarkısını söylüyor
Yeraltı sularının dilini de biliyor
Artıyor şeylerin ışığı onunla
Güzel inat, zarafet ve korku
Taşıran damlaların cesareti ve anda
Çatıdan bir yüreği var
Yağdıkça yağıyor üstüne
Ondan öğreniyorum ben de
Yaşamayı cesaretle
E.T. : Abbas Karakaya olarak aynı zamanda editörlüğünü yaptığım sosyal sorumluluk projesi olan günümüzün vitrini; bankavitrini.com sitesinde ağırlıklı çevre ve toplum sorunları ile ilgili yazılar kaleme alıyorsun. Öncelikle uzun yıllar görüşmemiş olmamıza rağmen kırmayıp sitemizde yazılarını paylaştığın için teşekkür borcum var. Toplumun ortak sorunları toplumsal göz ile olaylara bakan insanları bir araya getiriyor. Kendi adıma senin yazılarını keyif ile okuyorum; yazılara önemli ölçüde okuyucu kitlesi de oluştu ve tepkiler çok olumlu. Toplum ve çevre sorunlarını şahsi sorun gibi algılayıp dillendirmek ve yazıya dökmek vicdanen de insanı rahatlatıcı bir süreç. Yaşam tarzı, düşünce tarzına yansımış, çelişki bulunmayan birisin. Tekrar emeklerin için teşekkür ederim.
A.K. : Ben teşekkür ederim. Vasiyet şiiri ile veda edelim.
Ağaçlara özenirdi desinler
Yaprakların fısıltısını duymaya çalıştı
Razı gelirse dalı olayım bir ağacın
Su taşıyayım köklerinden en tepeye
Çayıra uzanayım yorulduğumda
Cırcır böceği de olabilirim çalılarda
Dr. Abbas Karakaya
ÇOCUKLAR/BÜYÜKLER İÇİN YAZ OKUMALARI-1

Yayınlanma:
1 gün önce|
18/06/2025Yazan:
Dr. Abbas Karakaya
Kitap sevgi ve umut demektir. Kitap okunan yerde hala sevgi ve umut var demektir. Yedi yaş ve üzeri çocukların okuyabileceği birkaç kitap tavsiye edebilirim. İyi bir çocuk kitabını yetişkinlerin de zevkle okuyabileceğini düşündüğümden başlığı öyle attım. İlk kitabımız bir şiir kitabı olsun. Şiir öğretilen bir şeydir. Öbür sanatlar gibi doğuştan gelmez. Mesela, müzik, resim yeteneği gibi değildir.
Şiiri sevdirecek müthiş bir kitap size: Şiir Gemisi; Ayla Çınaroğlu.
Bu kitaba MUK ile geçen yaz başladık. Kitap elimizde yıprandı. Alıp okuduğunuzda çocuk ya da torunlarınızla aynı heyecanı duyacağınıza bahse girebilirim. Kitaptaki sade, yalın resimler de Ayla Hanım’a ait.
İşte oradan bir şiir:
YAZ GELDİ
Sonunda yaz geldi işte
Şimdi her yerde güneş var
Havada, toprakta, suda
Gözlerimde güneş var
Uzun yolların tozunda
Kırların kokusunda
Denizlerin tuzunda
Yosununda güneş var
Suların şıpırtısında
Arının vızıltısında
Otların hışırtısında
Soluğumda güneş var
Gölgeye serilen kilimde
Karpuz çekirdeğinde
Kirazda, dutta, incirde
Şimdi her şeyde güneş var.
Ayla Çınaroğlu; Şiir Gemisi: sayfa 60
Abbas Karakaya-Akademisyen, Şair
Dr. Abbas Karakaya
HOLLANDA’DA NE GÖRDÜK, NE DUYDUK? : GEZİ NOTLARI…

Yayınlanma:
2 ay önce|
09/04/2025Yazan:
Dr. Abbas Karakaya
Karımın iş ziyaretini oğlanın dönem arası tatiliyle çakıştırıp uçtuk Hollanda’ya. 28 Mart- 5 Nisan arası oğlana ve bana dokuz gün tatil. Üç saatlik uçak yolculuğu ile beş asır ileriye gittik. (En azından) şehircilik pratikleri bakımından. Dönüş uçağını beklerken kendi kendime sordum: Bu ziyaretten ne öğrendin? Çok geri bir ülkede yaşadığımızı (bir kez daha) anladım. Evler, yollar, sokaklar bu kadar düzenli, temiz ve bakımlı mı olur! Sanırsın legodan yapılma kentler. Kartpostallardaki resimler gibi yapılar, sokaklar. Bu yorumum ne taraflı ne de sadece bana ait. Gidip gören her gözün kolayca yapabileceği tespitler. Ve dönüp kendimize baktığımızda, “çok kalitesiz bir hayatı çok pahalıya yaşamak” da bizim payımıza düşen.
HAYRANLIK UYANDIRAN ŞEHİRCİLİK
İmrendirici kentler kurmuş Hollandalılar. Kanallar ve bisikletliler ülkesi. Bisiklet bir eğlenme ya da spor aracı değil. Arazisinin dümdüz olması hasebiyle günlük hayatın bir parçası; yaşlı, genç, çocuk, kadın, erkek herkesin en yaygın ulaşım aracı. Araba yollarının iki yanında bisiklet yolu ve yaya kaldırımlar var. Sokaklar, kaldırımlar sadece sağlam insan için değil, engellileri de sokağa çağıran bir biçimde. Bisiklet kullanamayacak kadar yaşlı insanlar tekerlekli yürüteçlerle sokaklardalar. Parklar park, imara açılmamış. Sadece bank ve çöp tenekeleri var. Çocuklar için oyun donatıları. Genel olarak yapılar kaldırımlara sıfır yapılmıyor. Kaçak kat yok. Önlerinde boş alan ya da yeşil alan var. Yapı herhangi bir sebeple yıkıldığında yıkıntılar yolları kapatmasın diye. Oysa deprem ülkesi de değil Hollanda. Yeraltından geçen atık su sistemlerine, yeraltına döşenmiş kablolara vb. erişim için yapılmış kapaklar öyle özenli yerleştirilmişler ki yolla hemzemin olmuşlar. Var mı, yok mu belli değiller. Türkiye’dekiler nasıl?
Elli bir yıldır Hollanda’da yaşayan bir arkadaşımızın apartman dairesinde kaldık. Dairesinin iç tasarımı ve kimi ayrıntıları dikkatimi çekti. Kaldığımız dairenin bulunduğu dört katlı apartman dikdörtgenler prizması şeklinde olup yapı doğu batı yönünde konumlandırılmış. Böylece, dairlerdeki bir oda ve mutfak sabah güneşini; öbür iki yatak odası ve salon da akşam güneşini alıyor. Batı yönündeki salon ile bir yatak odasının hizalarına gelecek şekilde iki geniş balkon var. Derinliği bir buçuk metre yakın ve korkulukları insana güven veren balkonlar. İstanbul’da yaşadığım apartmanın korkulukları dayanırsan kendini aşağıda bulacağın cinsten.
Evin iç mekan kullanımında asıl ilginç olansa şu: evin girişi(antre) küçük tutulmuş. Eve girer girmez solunuzda bir kapı var ki bu, banyonun kapısı. Dışarıdan, yağmurdan kaçıp eve girdiniz, ıslak halinizle, şemsiyenizle banyoya atabilirsiniz kendinizi. Banyonun içinden geçip mutfağa giriyorsunuz. Yani banyo antre ve mutfak arasında. Banyoya hem mutfaktan hem de girişten hemen sonra, yani koridordan erişim var. Mutfakta bir şey döküldü, kırıldı, temizlik malzemesine ihtiyacınız var, süratle banyoya erişip müdahale edebilirsiniz. Ayrıca, diyelim misafiriniz var, salonda yatırıyorsunuz, ama mutfakta işiniz var. Salondakiler rahatsız etmeden banyoya, oradan mutfağa geçebiliyorsunuz. Küçük tutulmuş giriş alanından içeriye, koridora devam ederken/geçerken bir kapı var ki bu da evdeki ısı yalıtımına destekliyor. Tahmin edebileceğiniz gibi banyonun içinde tuvalet yok. Tuvalet antreyi sınırlayan kapıyı geçtikten sonra sol tarafa düşüyor. Evin toplam üç odası ve salona da en yakın mesafede. Ayrıca, temiz ve atık su borularının geçtiği alanlar (banyo, mutfak, tuvalet) birbirlerine asgari mesafede tutulmuşlar.
EV TASARIMINDAKİ AYRINTILAR
Dokuz gün kaldığımız dairede bazı ayrıntılar var ki onlara da değinmek isterim. Daire kapısının eşiğinde mini bir rampa var ki bu eve tekerlekli sandalyeyle rahatça girmeyi sağlıyor. Mutfağın salona açılan kapısı ve antredeki bitişindeki kapının bir kısmı boylamasına, eni otuz santimlik şeffaf cam. Cam kısımdan içeriyi, kapıyı açmadan görebilmeyi sağlıyor bu cam kuşak. Evde üç duvarda, farklı derinliklerde gömme dolap var. Biri mutfak malzemeleri için. Pencereler geniş tutulmuş ve pencerelerin altında kaloriferlerin üstüne gelecek biçimde 25-30 cm genişliğinde raflar monte edilmiş. Yer kazandıran küçük ama etkili bir çözüm. Banyo ve tuvaletin kapı eşiklerinde hafif bir yükselti var ki bu, su basması halinde evin geri kalanına su yayılmasın diye. Tuvalet ve banyonun elektrik düğmeleri dışarıda değil, içerde.
Evleri daha kullanışlı ve güvenli hale getiren bu küçük dokunuşlardan bazılarına Anadolu’daki gezilerimde rastlamıştım. Mesela, Safranbolu’da, Mardin’de gezdiğim evlerde gömme dolap, pencere önlerine eşya konulacak raflar görmüştüm. Ancak şimdi yaşadığımız evlerde, yeni yapılan konut inşaatlarında neden böyle kullanışlı ayrıntılara yer verilmiyor? Bu soruya birçok açıdan cevaplar verilebilir. Herhalde bu denli kötü bir şehirlere ve kullanışsız ve güvenliksiz konutlara mahkum edilişimizin sebeplerinden biri de şehircilik, mimarlık alanlarında geleneğin kesintiye uğratılmasıdır. Tarihsel olarak bu alanlarda bilgi, birikim, tecrübeyi taşıyan insanları yok eder ya da ülkeden sürerseniz böylesi durumlara düşmek şaşırtıcı olmasa gerektir. Şimdi, bilgimiz de birikimimiz de yeterli seviyede, yurtdışında da o kadar inşaat yapıyoruz savunması yapılabilir, ama yurtdışında yapılan inşaatlarla, ülkede yapılanlar acaba aynı kalitedeler mi? Ya da kendi yurttaşına neden bu kadar kötü, kalitesiz, kullanışsız konutlar (mesela TOKİ konutları) yapıyorsunuz sorusu yanlış bir soru mu?
EMSAL BİR SOSYAL DEVLET
Buraya kadar anlattıklarım hemen hemen her gözün görebileceği şeyler. Şimdi de Hollanda’da yarım asrı devirmiş, orada emekliliğe hak kazanmış, evinde kaldığımız arkadaşımızdan duyduklarımıza kulak verelim. Türkiye’nin tersine, Hollanda sadece kağıt üstünde değil, uygulamalarıyla da gerçek manada bir sosyal devlet. Evinde kaldığımız arkadaş, sosyal devlet uygulamalarının zenginliği bakımından Hollanda’nın dünyadaki ilk üç ülkeden biri olduğunu söyledi. Örnekler verdi. Mesela, başka bir işte çalışıp emekli olsanız da olmasanız da 65 yaşına gelen herkese devlet emekli maaşı bağlıyor. İki emekli insan sadece devletten aldıkları emekli aylıklarıyla yaşayabiliyor. Ev kirası maaştan fazla değil. Arkadaşımızın kaldığı daire belediyenin. Mülkiyeti onun değil, ama ölene kadar evi kullanma hakkı var. Belediye evdeki onarım, düzenli bakım işlerini de üstleniyor. Tuvalet taşı, lavabo, bataryalar, mutfak tezgahı gibi parçalar, donatılar aralıklarla yenileniyor. Emekli insanlara belediye özellikle yardımcı olup ihtimam gösteriyor. Evlerine temizlik personeli gönderiyor düzenli aralıklarla. Diyelim evde büyük bir tamirat çıktı, evin boşaltılıp tamir edilmesi gerekiyor. Oturduğunuz ev tamir edilene kadar, belediye size yeni bir ev temin ediyor.
Ne yazık ki ve de pek de şaşırmayacağımız şekilde ne yazık ki oradaki bazı Türkiyeliler bu sosyal uygulamaları kötüye kullanıyor. Mesela, Hollanda’da oturmadığı halde sosyal yardım almayı başaranlar! Ya da Fethullahçılar adlı cemaatin Hollanda’daki ‘Siyah Okul’ projesi yoluyla Hollanda devletinden milyonlarca Euro teşvik alıp bu parayı eğitim ya da okula harcamak yerine ceplerine indirmeleri gibi. ABD’de ‘charter okullarında’ yaptıkları gibi.
GEZİP GÖRDÜĞÜMÜZ YERLER
Hollanda’da dokuz gün içinde ‘gördüklerim’ ve ‘dinlediklerimin’ böyle. Şimdi, yazımı biraz daha alışıldık bir gezi yazısına benzetmek istersem, gezdiğimiz yerlere kısaca değineyim. Gezip gördüğümüz yerler tahminim o ki bilinen, turistlerce de ziyaret edilen yerler. Bu yerler hakkında değişik mecralarda benzer bilgiler bulabilirsiniz. Bu yüzden, uzatmadan bir şeyler yazarsam, sırasıyla aşağıdaki yerleri gördük:
- Malieveld parkı: İlk gün Lahey’deki protestolara katıldık. Hollanda’da okuyan/yaşayan çoğu genç, büyük bir grup Erdoğan’ı Malieveld parkında protesto etti. Aynı gün Mini-Hollanda (Madurodam) denilen alanı ziyaret ettik. Hollanda’daki denizcilik, kanal yapımı ve tren taşımacılığına vurgu yapılmış. Zemini kumdan, içinde ahşap bir gemi de olan güzel bir oyun sahası var çocuklar için.
- Keukenhof lale bahçesi: On yedinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndan götürülmüş lale çiçeğinin yurdu artık Hollanda. İçinde seyirlik bir yel değirmeni de olan, kanal gezintisi yapılabilen büyük bir lale bahçesini gezdik. Hem kapalı hem açık mekanlarda onlarca çeşit lale ve başka çiçekler gördük. Lale bahçesi üzerinden muazzam bir ekonomi yaratılmış. Mart’ın son haftasından Mayıs’ın ortasına kadar süren lale mevsiminde dünyanın dört yanından insan akıyor buraya. Biletler de ucuz değil.
- Rotterdam’da Euromast adındaki kuleye çıktık. Kanallar kentini bir de yükseklerden izledik. Ren nehri ve kanallar üzerine kurulu Avrupa’nın en büyük limanlarından biri Rotterdam’da. Nehir ve kanallar üzerinde yürüyen büyüklü küçüklü tekneler saat gibi çalışıyor. Kuleden sonra, Akdeniz ürünlerinin satıldığı bir semtte bir balıkçı dükkanında balık yedik. Buradaki düzen de dikkat çekici.
- Amesterdam’a da uğradık. Büyük kentlerde otopark hem büyük bir sorun hem pahalı. 3-4 saat kaldık, ayrılırken 32 Euro park parası ödedik. Büyük İstasyon (Amsterdam Central) çok güzel bir yapı. İstasyonun olduğu yer şehrin merkezi gibi. Feribotlardan çıkanlar, binenler, otobüs durakları, metrolardan inenler, binenler, bisikletliler; sanki herkes orada. Ancak bu kalabalığa, yaya, otobüs, taksi vs. trafiğine rağmen kaos ve karışıklık yok. Aynen yuvalarına yiyecek taşıtan karıncalarda olduğu gibi. Bir saate yakın süren dolmuş-tekneyle kanallar gezintisine katıldık. Kanal boylarındaki tarihi yapıların korunmuş olması ve bakımlı olmaları dikkat çekici.
- Kinderdijk adlı kasabaya gittik. UNESCO’nun 1994 yılında Dünya Kültürel Mirası olarak tescillediği yel değirmenlerin olduğu kasaba. Kanaldaki teknelerle ya da yürüyerek değirmenleri ziyaret ediyorsunuz. Değirmenler denizde su yükseldiğinde kabaran suyu denize doğru gönderiyor ve karanın sular altında kalmasını engelliyor. Bu işi yapan ve şimdi elektrikle çalıştırılan devasa pompalar var ama sitim ve elektrikli makineler bulunmadan önce farklı yönlere yerleştirilmiş değirmenler bu işi görüyormuş. Değirmenlerin gövdelerinin değirmenleri çalıştıran, bakımını yapan ailelerin evleri olduğunu öğrenmek ilginçti. Don Kişot’un değirmenlere açtığı savaşın hiç de kolay bir savaş olmadığını düşündüm gezerken. Değirmen kanatlarının biri çarpsa acillik olursunuz.
- Delft şehri de güzeldi. Burada da kanal gezisi yaptık. Üniversiteden mezun olan gençlerin bisikletlerini kanallara atmak gibi bir gelenekleri varmış. Teknede kaptanlık yapan 21 yaşındaki kadın her yıl kanaldan 500-600 bisiklet çıkardıklarını söyledi. Mahalle arasındaki bir parkı çok beğendik.
- Kaldığımız Rozenburg kasabasına yakın bir pazara da uğradık. Pazar Türkiye’de kurulan pazarlara benziyor. Nerdeyse her türlü ihtiyaç (yiyecek, giyecek, mutfak eşyaları vs.) var. Bir de fazlası var: çocuk kitapları satan bir tezgah gördüm pazarda. Pazarda kızarmış yağ kokusu eksik değildi. Ve iki şeyden geliyordu bu koku. Bizim sokaklarda en kolay, en yaygın bulduğumuz atıştırmalık simitse Hollandalıların Frits adını verdikleri patates kızartması. Pazardaki kokunun birinci kaynağı buydu. Sadece pazarda değil, kentin başka yerlerinde de patatesçiler önünde uzun kuyruklar gördük. Yağ kokusunun ikinci kaynağı ise kızartılmış nehir/deniz balıkları ve deniz ürünleriydi. Pazarcıların arasında Hollandalılar kadar, yabancılar da vardı. Türkiyelilerin satış yaptığı balık tezgahında levrek aldık. Çok lezzetli ve tazeydi. Levreğin lezzeti büyük olasılıkla deniz levreği olmasındandı. İnşallah bu yazımı okur ve onlara da teşekkür ettiğimi okurlar.
- Ev sahibimiz tam bir yemek ustasıydı. Yaşadığı yer Rozenberg yerel televizyonu için zamanında yemek programları yapacak denli usta bir aşçı. Sekiz gün boyunca hem gözümüzü hem midemizi doyurdu. Bir kez de buradan teşekkür ederiz. Yazımın ana temalarını da kendisi ve kıymetli hayat arkadaşıyla konuşmalarımızdan süzdüm. Ona da daveti, ev sahipliği için teşekkür ederiz ailecek.
Bitirirken….
Evinde kaldığımız arkadaşıma bodoslama bir soru da sordum: Hiç kötü şey yok mu bu ülkede? Soruma yalnızlık var, bir sürü insanın evinde kimsesiz, bir başına ölüsü bulunuyor, insanların çok bireyci, dedi. Ayrıca, ben de kasabayla şehirler arasında toplu taşımacılığın olmadığını, insanların arabaya bağımlı olduğu gözlemledim. Ancak yazımın başında da söylediğim gibi şehircilik pratikleri bakımından iki ülke arasında birçok şey kıyas bile kabul etmez. Bir de belediyenin bütçesini nerelere harcadığı konusu var, gerçek sosyal belediyeciliğin güzel örneklerini hala veriyor Hollanda.
İyi gezmeler, görmeler, düşünmeler…
Dr. Abbas Karakaya
ŞAİR HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL ÇEKMEKÖY’DE ANILDI

Yayınlanma:
4 ay önce|
24/02/2025Yazan:
Dr. Abbas Karakaya
Çekmeköy merkezli Şiirle Karşılaşmalar ekibi olarak 22 Şubat Cumartesi akşamı şair Hasan Hüseyin Korkmazgil‘i andık. Karlı, kışlı bir İstanbul akşamında bizi yalnız bırakmadı insanlar. Yerler kar, buz; insanlar gelemez sanıyorduk. Geldiler, dışarının soğuğuna aldırmadan. Çok mutluydu insanlar. Ülkenin şu halinde herkes kendi gibi düşünenlerle beraber olmak, içini dökmek istiyor. Müzik vardı, şiir vardı, söz vardı. Sanki 1984’te aramızdan ayrılmış şairin tabutunu taşıdık, elden ele geçirdik kolayca. Azime Korkmazgil‘i de unutmadık. Seyirciler de söz aldı, şiir okudu. Şiirle Karşılaşmalara ilk kez katılıp sahnede şiir okuyanlara kitap hediye ettik.
Salondaki en büyük şair (72 yaşında) ile en küçük şiir okuru/şair adayı (9 yaşında) yan yana çıktılar sahneye. Herhalde en çok buna sevinirdi görseydi Hasan Hüseyin. Ama duydu o bizi. Evet, biz de onun şiirden anladığı gibi, umudu diri tutmaya çalışıyoruz. Ben de bu yüzden Karagün Dostu adlı şiirini okudum. Acıyı Bal Eyledik adlı programımız başladığında saat 19.00 idi, bittiğindeyse saat 21.45’di. Daha ne olsun? Eksiğiyle fazlasıyla yaşıyor Hasan Hüseyin Korkmazgil. Yaşıyor Acıyı Bal Eyleyenler. Yaraları sarılmış bir ülke bırakacağız çocuklarımıza. And olsun, sözümüz olsun Hasan Hüseyin’e.
Şiirle Karşılaşmalar Ekibi adına
Abbas Karakaya
FARK YARATANLAR
FARK YARATANLAR
KATEGORİ
- ALTIN – DÖVİZ – KRIPTO PARA (841)
- BANKA ANALİZLERİ (139)
- BANKA HABERLERİ (3.137)
- BASINDA BİZ (60)
- BORSA (449)
- CEO PERFORMANSLARI (36)
- EKONOMİ (2.850)
- GÜNCEL (3.197)
- GÜNDEM (3.180)
- RÖPORTAJLAR (48)
- SİGORTA (133)
- ŞİRKETLER (2.240)
- SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK (474)
- VİDEO Vitrini (19)
- YAZARLAR (1.048)
- Ali Coşkun (23)
- Arif Öztan (7)
- Ayşe Muzaffer Sunguroğlu (7)
- ChatGPT (26)
- Dr. Abbas Karakaya (64)
- Erden Armağan Er (45)
- Erol Taşdelen (565)
- Gizem Taşdelen (7)
- Gülbeyaz Gergün (63)
- Kemal Emirhan Mendi (1)
- Murat Şenol (26)
- Mustafa Akpınar (40)
- Onur ÇELİK (34)
- Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz (80)
- Serhat Can (6)
- Süleyman Çembertaş (16)
- Tungay Dere (18)
- Uğur Durak (33)
- Zuhal KARABULUT (5)
YAZARLAR

Kurumsal Finansın Stratejik Rolü: Kriz Dönemlerindeki Önemi

RİSK YÖNETİMİ YENİDEN TANIMLANIYOR

Prof. Dr. YILMAZ: Bütçe açıkları dizginlenebilir mi?

Prof. Dr. BORATAV: ABD-Çin ilişkileri: Bir gezinti

Müşterilerinizin Konkordato İlan Etmesi Nedeniyle Uğrayacağınız Zararlardan Korunma Yolları

Telefon Operatörleri Dolandırıcılıkta Ne Kadar Suçlu?

İran-ABD hattı sıcak: Polymarket fiyatlıyor, FED pas geçti, gözler TCMB’de

UŞAK’ın en köklü Market Zinciri EGEŞOK Konkordato aldı

KGF KREDİLERİ ÖNCEKİLER GİBİ BANKALARIN ZOMBİ FİRMALARINA GİTMESİN

İmalatçı KOBİ’lere 30 milyar liralık KGF geliyor….

Siyasi Gerginlik Ekonomiyi Geriyor: Reel Sektör Nefes Alamıyor!

Krediye Ulaşamayan Sanayici Batıyor…

Yeni KGF Krediler çözüm olur mu?

KİL VE BENTONİT TESİSLER NE İŞE YARAR?
- SON DAKİKA HABERİ: Borsa günü düşüşle tamamladı 19/06/2025
- Bankacılık sektöründe mevduat rekoru: 23,7 trilyon TL’yi aştı 19/06/2025
- SON DAKİKA | Merkez Bankası’nın faiz kararı belli oldu! 19/06/2025
- Bakan Bayraktar: İran'dan doğal gaz sevkiyatı devam ediyor 19/06/2025
- Kur Korumalı Mevduatta gerileme sürüyor 19/06/2025
- Türkiye'nin "en güçlü" gayrimenkul yatırım şirketleri açıklandı 19/06/2025
- TCMB rezervlerinde artış: Swap hariç net rezervler 35,5 milyar dolara yükseldi 19/06/2025
- Trump Fed Başkanı Powell'a eleştirilerini sürdürdü 19/06/2025
- Kartlı harcamalarda yıllık artış enflasyonun altına indi 19/06/2025
- Döviz mevduatları üç hafta sonra artışa geçti 19/06/2025
- Gelişen ülkelerdeki güncel faiz ve enflasyon oranları 19/06/2025
- TCMB'nin brüt rezervi üç ayın en yüksek seviyesinde 19/06/2025
- Yabancılar iki hafta sonra tahvilde alıma döndü 19/06/2025
- Yabancılardan üç ayın en yüksek hisse alımı 19/06/2025
ALTIN – DÖVİZ
BORSA
KRIPTO PARA PİYASASI
Popüler
-
GÜNDEM4 yıl önce
Sedat Peker’in bahsettiği otel: Günlüğü 106 bin TL
-
GÜNCEL2 yıl önce
Zara Ve Mango’ya Üretim Yapın Tekstil Devi Konkordato Talep Etti
-
BANKA HABERLERİ2 yıl önce
TCMB Başkanı için ismi geçen GAYE ERKAN First Republic Bank’tan ayrılma süreci
-
BANKA HABERLERİ4 yıl önce
AKBANK çöktü : Dijital Bankacılık sorumlusu GMY CİVELEK ortada yok!
-
BANKA HABERLERİ4 yıl önce
HSBC terbiyesizliği : “Sabancı alana “AKBANK bedava”
-
BANKA ANALİZLERİ3 yıl önce
YILIN İLK YARISINDA İŞBANK RAKİPSİZ LİDER AKBANK SONUNCU SIRADAN KURTULAMIYOR
-
GÜNDEM1 yıl önce
Bankacılığı bırakıp eskortluk yapmaya başladı: Haftalık kazancı dudak uçuklattı