Connect with us

EKONOMİ

Korkut Boratav Cumhuriyet’in 100 yıllık ekonomik yolculuğunu anlattı

Yayınlanma:

|

Türkiye Cumhuriyeti, 100. yaşına siyasal ve toplumsal alanda olduğu gibi ekonomi alanında da birçok sorunla giriyor.

100 yıl önce dünya için ilham kaynağı olan bir ulusal kurtuluş savaşı sonucunda ve köklü devrimlere imza atılarak kurulan Cumhuriyet’in birçok kazanımı sonraki iktidarlarca geriye götürüldü.

Türkiye’nin önde gelen iktisatçılarından Prof. Dr. Korkut Boratav, Cumhuriyet’in 100 yıllık yolculuğunun ana hatlarını SÖZCÜ’ye anlattı.

Cumhuriyet’in 88 yılına bizzat tanıklık eden Boratav, sorularımıza verdiği yanıtta, ekonomideki kırılma dönemlerini ve bugün gelinen tabloyu özetledi.

‘CUMHURİYET YARI SÖMÜRGE BİR EKONOMİ DEVRALDI’

Cumhuriyet’in devraldığı Osmanlı ekonomik mirasının temel özelliklerini kısaca anlatabilir misiniz? 

Cumhuriyet 1923’te yarı-sömürge özellikler ve on yıl süren bir dizi savaşın ağır mirasını taşıyan bir ekonomi devraldı.

Osmanlı toplumunun yarı-sömürge kimliğinin hukukî bağlarının temizlenmesi Lozan’da gerçekleştirildi. kapitülasyonlar ve yabancı sermayeye güvence sağlayan düzenlemeler kaldırıldı.

Yeni Türkiye’ye düşen Osmanlı borçları taksitlere bağlandı; bunların tahsilini güvenceye alan Düyunu Umumiye İdaresi kapatıldı; vergi sistemi merkezî devlete intikal etti. Gümrük tarifelerini, dış ticaret kurallarını belirleme yetkisinin zaman içinde Cumhuriyet yönetimine devredilmesi sağlandı.

1923’te Türkiye ekonomisinin bileşenleri arasında organik bağlantılar zayıftı. Demiryolları ağı, tümüyle yabancı sermayenin mülkiyetindeydi; dış piyasaların ihtiyaçlarına göre oluşturulmuştu.

Dünya ekonomisinde Türkiye, bir ham madde ihracatçısı olarak yer alıyordu. Örneğin buğday ihraç ediyor, unu dahi ithal ediyordu.

Modern bir sanayi temelinden yoksundu. 1915’te yapılan bir sanayi sayımının sonuçları azgelişmişliği yansıtıyordu: Bugünkü Türkiye’nin sınırları içinde zanaat özelliği taşımayan 182 sanayi kuruluşunda sadece 14 bin işçi çalışmaktaydı.

Mustafa Kemal Şubat 1923’teki İktisat Kongresi’ni açarken yaptığı konuşmada, acil ekonomik gündemin hem yeniden inşa, hem de sanayileşme olduğunu ortaya koyacaktı. Yeni Cumhuriyet’in hükümeti bu gündemi zaman geçmeden uygulamaya başladı.

Kitabınızda 1908-1922 ile 1923-1929 dönemleri arasında çarpıcı bir sürekliliğin olduğunu, 1930-1939 döneminin öncesi ile belirgin bir kopmayı temsil ettiği söylüyorsunuz. 30’ların farkları nelerdi ve neden böyle bir kopma yoluna gidildi?

İttihat Terakki hükümetleri Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımlılık ilişkilerini “millî iktisat politikaları” içinde hafifletmeyi tasarlıyordu. Ekonominin yönetimini yabancı sermayenin uzantısı olan gayri-müslim “komprador” çevrelerden arındırmak hedefleniyordu.

Devlet teşviklerinde, ihalelerinde Müslüman ve Türk müteşebbislere öncelik verilecek; yeni ve millî bir Türk burjuvazisi böylece oluşabilecekti. Bu yöntemlerin bir bölümü 1914-1918’in savaş ekonomisi ortamında uygulandı. Kemalist liderler bu uygulamaları biliyordu. 1923 sonrasının koşullarında tekrarladılar. Örneğin bazı tekellerin işletmesini yeni-yetme yerli şirketlere verdiler.

Lozan Antlaşması Osmanlı gümrük tarifelerinin ve serbest dış ticaret ilkelerinin 1928’e kadar sürmesini öngörüyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünya ekonomisi, dış ticaret ve uluslararası sermaye hareketleri canlanma konjonktürüne girmişti.

İzmir İktisat Kongresi’nde, siyasi imtiyazlar elde etmeye çalışmadığı sürece yabancı sermayenin teşviki hususunda fikir birliği oluşmuştu. Yabancı sermaye ile ortaklıklar 1923 sonrasında bu çerçeve içinde yaygınlaştı.

Bu etkenler, “dışa açık, serbest ticaret koşullarında özel teşebbüse yaygın devlet desteği” diye özetlenebilecek bir ekonomik strateji anlamına gelir. Cumhuriyet’in ilk yılları, bu anlamda önceki on yıl ile bir paralellik temsil eder.

‘1929’DAKİ KOPUŞ İKİ ETMENDEN KAYNAKLANDI’

1929’daki “kopuş” ise iki farklı etkenden kaynaklandı. Bir kere, Lozan Antlaşması’nın beş yıl boyunca engellediği korumacı dış ticaret politikalarını uygulama fırsatı o yıl doğuyordu.

Hükümet ithalata yüzde 46 oranında bir gümrük tarifesi getirdi. Ayrıca sektörlere göre farklılaşan ithalat kısıtlamaları (kotalar) uygulamaya başladı. Önceki yüzyılın ticaret anlaşmaları ile başlayan serbest ticaret rejimine böylece son verildi.

İkinci etken, Büyük Buhran’ın 1929’da ABD’de patlak vererek sonraki on yıl boyunca tüm dünya ekonomisini sarsmasıdır. Etkileri Türkiye’de de çok sert oldu. Tarımsal fiyatlar çöktü ve Türk lirasının sert devalüasyonuna yol açan bir para krizi gerçekleşti.

Dış ticarete dönük korumacı önlemlerin para ve döviz piyasalarına da taşınma zorunluluğu algılandı. Merkez Bankası’nın kuruluşu, Hazine ve Merkez Bankası tarafından döviz işlemlerinin denetiminin üstlenilmesi ve Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu kritik adımlar oldu.

Yeni koşulların algılanması bu kurumlaşmalara yol açtı. Tümü, önceki yedi yıllık dönemin açık ekonomi/serbest ticaret stratejisinin son bulması anlamına geliyordu.

Ekonomik bağımsızlık için Cumhuriyet hangi adımları attı? Atılan adımlar yeterli oldu mu?

Büyük Buhran’ın şoku altında, dış ticaret ve para/döviz piyasalarında sözünü ettiğim korumacı önlemler el yordamıyla, adeta deneme-yanılma yöntemleri ile icat edildi.

“Keşfedildi” demiyorum. Çünkü dünya ekonomisinin merkezini oluşturan Avrupa ve ABD’de veya emperyalist sistemin çevresinde yer alan azgelişmiş ekonomilerinin hiçbirinde uygulanmıyordu.

Dış rekabete karşı korunma, Teşvik-i Sanayi Kanunu ve onu tamamlayan düzenlemelerle cömertçe desteklenmeye de başladı. Umulmaktaydı ki, koruma ve devletçe destekleri yerli ve millî sermayenin yeşermesini; Cumhuriyet Türkiye’sini sanayileşmeye taşımasını sağlayacaktı.

Bir anlamda İttihatçıların “Millî İktisat” programının ana hedefleri böylece gerçekleşecekti. 1930-1932 yılları bu doğrultuda üç yıllık bir deneme dönemidir. Kemalist liderler bu dönem içinde keşfettiler ki yerli burjuvazi bu tarihsel görevi ifa edecek özellikler taşımamaktadır.

Korumacı duvarların gerisinde serbest bırakılan piyasa güçleri, kısa dönemli vurgunlar için çok verimli bir ortam oluşturmaktaydı. İstatistiklerde sanayi olarak kayda giren birçok faaliyet, aslında, ithal edilen malzemenin sınırlı değişiminden ibaretti. Tekelci fiyatlarla satılıyor, fırsatçı iş adamlarına büyük sağlıyordu.

Ayrıca devlet destekleri büyük çapta yolsuzluklara yol açmaktaydı. Bu koşulların yarattığı yeni zenginler ise ekonomiye yaratıcı bir dinamizm getirme yeteneğinden, eğiliminden yoksundu.

Devrimci kadrolarda yozlaşma eğilimleri belirdi. Buhran koşullarında gelir dağılımı kalabalık emekçi kitleler aleyhine dönüştü; yoksulluk yaygınlaştı. Halk sınıflarının tedirginliği sokaklara, meydanlara taştı.

Önceki yıllarda yoğunlaşan üstyapı devrimleri, hatta Cumhuriyet’in geleceği tehdit altında mıdır? Bu kritik dönemeçte Mustafa Kemal’in bu sorgulamayı yaptığı anlaşılıyor. 1930-31 yıllarında yakın arkadaşları ile uzun bir yurt gezisine çıktı.

Ekonomik stratejide atılacak ikinci kritik adım bu sorgulamanın sonunda kararlaştırıldı. 1931’de Mustafa Kemal iktisadi alanda, partinin programının devletçilik olduğunu açıkladı. Birkaç ay sonra yapılan Cumhuriyet Halk Fırkası (CHP) kongresinde devletçilik, Parti programının temel ilkelerinden biri olarak kabul edildi.

Korumacılık-devletçilik sentezi böylece oluştu. 1933-1939 yıllarında olgunlaştırılan bir sentezden söz ediyorum. Bu muhteşem sentezdeki, korumacı öğe, dünya krizine karşı etkili bir savunma mekanizması sağladı; emperyalist sistem buhran içinde debelenirken, sistemden kısmî bir “kopma”yı gerçekleştirdi. Devletçi öğe ise, korumacılıktan türeyen artık (rant) üzerinde merkezî denetim oluşturma ve bu kaynağı sanayileşmeye dönüştürme olanağı sağladı.

‘1930’LAR: DIŞ DENGE İÇİNDE HIZLI BÜYÜME’

Kemalist liderler, böylece, 1930’lu yılların başlarındaki koşulların bir sanayileşme fırsatı yarattığını doğru bir biçimde algıladılar. Sonunda hedeflerine en etkili biçimde hizmet eden iktisat stratejisini ve politikalarını keşfettiler. Devletin üretken, yatırımcı, denetleyici işlevlerini öne çıkardılar. Ekonomik hedeflerini 5 yıllık iki sanayi planı içinde bütünleştirdiler.

Hedef sosyalizm değil, gecikmeden, acilen sanayileşme idi. Özel sektör devletçi sanayileşmenin ivmesi ile gelişti. Başvekil İsmet (İnönü) 1933’te Kadro’da yayımlanan “Fırkamızın Devletçilik Vasfı” başlıklı makalesinde “devlet işletmeleri hangi sektörlerde gereklidir” sorusunu, berrak bir çerçevede açıkladı. Bugünün iktisatçıları için dahi öğreticidir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin farklı dönemleri itibariyle ekonomik göstergelerini gözden geçirelim: Korumacı-devletçi sanayileşmenin olgunlaşmış dönemini temsil eden 1933-1939 yılları, yüzde 8,3’lük millî gelir ve sanayi sektörünün yüzde 10’luk büyüme ortalamaları ile öne çıkıyor.

Daha da önemlisi Dünya Buhranı içinde ve dış denge sağlanarak gerçekleştirilmiştir. Üstelik demiryolları, limanlar, kabotaj, madencilik millîleştirilmiştir.

Dış denge içinde hızlı büyüme, Cumhuriyet tarihinin diğer dönemlerinde gözlenmez. Bu tespit, dönemin özgünlüğünü daha da dikkat çekici kılar.

‘1946: DEVRİMCİ İVMENİN TÜKENDİĞİ DÖNEMEÇ’

1946 sonrasında Türkiye’nin genellikle kronik dış açıklara ve dışa bağımlı yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Bugün de dış açıklar ve dış finansman ihtiyacı en önemli konulardan biri. Türkiye neden bu sorunu çözemiyor?

1946, Cumhuriyet’in devrimci ivmesinin tükendiği, CHP iktidarının sağa kaydığı bir dönemeçtir. Türkiye, önceki yıllarda özenle izlediği büyük güçler arasındaki tarafsızlık ilkesini terk etti.

Savaş yıllarında iktisat kadroları planlama ve devletçi sanayileşme stratejisine dönüşü hedefleyen bir program oluşturmuştu. Hükümet bu tasarıyı askıya aldı.

Marshall Programı ile birlikte Amerikalı uzmanların önerileri benimsendi. Türkiye, savaş sonrasının dünya sistemi içinde ham madde ihracatçısı konumuna rıza gösterdi.

Sonraki dönemlerde kronik dış açıklar, emperyalist sisteme bağımlılığın hem sebebi, hem de sonucudur. 1930’lu yılların korumacılık-devletçilik sentezine dönüş nadiren gündeme geldi.

Devletçi sanayileşme stratejisinin ılımlı bir tekrarını, 1963-1967’yi kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı temsil eder. Bu planlama anlayışında devletçilik değil “karma ekonomi” öne çıkar. İthal ikameci bir sanayileşme programı, teşviklere, kısmî müdahalelere dayandırılır. İlk üç planlama döneminde başarılı sonuçlar da gerçekleşir.

Ne var ki, uluslararası sermayenin sınırsız tahakkümünü hedefleyen neoliberal dalga Türkiye’yi de etkileyecektir. 1980 darbesi ile karma ekonomiye dayalı planlı sanayileşme stratejisi tarihe karışır. Sonraki altmış yıl boyunca Türkiye ekonomisi uluslararası sermaye hareketlerindeki dalgalanmalara bağımlı bir gelişme biçimi izler.

‘2023: TOPLUMSAL BUNALIM VE DIŞ BAĞIMLILIK’

Geçen ay verdiğiniz bir mülakatta “ekonominin çökmesini değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz” demiştiniz? Bunu biraz açabilir misiniz?

Cumhuriyet’in yüzüncü yılına toplumsal bir bunalım ve kronik dış bağımlılık içinde giriyoruz.

AKP’nin son Beş Yıllık Plan belgesindeki hedefleri, öngörüleri ciddiye alamayız. Onun yerine uluslararası sermayenin önde gelen kurumlarından IMF’nin 2028’e kadar Türkiye için yaptığı gerçekçi öngörülere göz atalım: Türkiye ekonomisinin yüzde 3’lük ve “istikrarlı” bir büyüme temposu izleyeceği beklenmektedir.

“İstikrar”, ekonominin durgunlaşması, dış açıkların, enflasyonun, işsizliğin ılımlı veya yüksekçe oranlara yerleşmesi anlamına gelmektedir. 2023’ün toplumsal bunalımını kronikleştiren bu öngörülerin bileşkesini kriz değil, durgunlaşarak çürüme olarak ifade ediyorum.

Türkiye toplumunun bu neoliberal cendereye mahkumiyeti kabul edilemez. Radikal, köktenci, devrimci bir ekonomik, toplumsal dönüşümün mücadelesini vermeliyiz.

sözcü

Okumaya devam et

EKONOMİ

S&P Türkiye’nin kredi notunu yükseltti

Yayınlanma:

|

Yazan:

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu S&P Türkiye’nin kredi notunu B’den B+’ya yükseltti.

S&P geçen Aralık ayında Türkiye’nin kredi notunu “B” olarak teyit ederken not görünümünü durağandan pozitife revize etmişti.

Diğer derecelendirme kuruluşu Moody’s Ocak ayında görünümü durağandan pozitife çekmiş, Fitch Ratings ise Mart ayında Türkiye’nin kredi notunu yükseltmişti.

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi’ye göre enflasyonla mücadelede başarı kriterleri: “Kalıcı olmalı ve istihdam yaratmalı”

Yayınlanma:

|

Yazan:

Ekonomi yönetimi hem Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hem de Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan Amerika’da temaslarda bulunuyor. MB Başkanı, enflasyonun hem aylık hem de yıllık bazda 2024’ün 2. yarısından itibaren düşmesinin beklendiğini belirtti. Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işın Çelebi yaptığı değerlendirmede enflasyonla mücadelenin başarılı olmasını temenni ettiğini belirterek, başarı kriterlerini açıkladı. Çelebi’ye göre başarı öncelikle kalıcı olmaktan geçiyor. İkincisi de istihdam yaratan bir başarı olmalı. FED’in enflasyonla mücadele programında en önemli göstergelerden birinin, istihdam yaratma olduğuna değinen Işın Çelebi, “Türkiye’de de istihdam yaratma kriterini enflasyonla mücadele programının yanına koymak gerekiyor. Üretim, istihdam demek zaten. Üretim, üretkenlik ve verimliliği sağlamak gerekiyor. Bu anlamda cari denge, cari açık vermekten ziyade, bu cari açığı nasıl finanse ettiğiniz ve bu finansmanı nerelerde kullandığımız önemli.” açıklamasını yaptı. Büyüme, üretkenlik ve verimliliğin döviz arzıyla ve yabancı sermaye girişiyle takviye edileceğini belirten Çelebi, Türkiye’nin yabancı sermaye girişini hızlandırması gerektiğine dikkat çekti. “Bunun için Türkiye’nin mutlaka hukuk altyapısını, yabancı sermaye ve dünyaya güvence verecek şekilde uluslararası hukuka uygun hale getirmeli. Bunu belirtmek benim vatandaşlık görevim. Bugün bu anayasa değişikliği tartışmaların başladığı bir dönemde bunu söylemeyi bir görev addediyorum.” dedi.

Işın Çelebi, buna ek olarak Türkiye’nin mutlaka gri listeden çıkması gerektiğine değinerek, Avrupa Birliği tam üyelik yolunda ısrarla ve kararlılıkla yürümenin önemine işaret etti. Çelebi, “Şimdi Avrupa Birliği üst yönetimi, Türkiye’yi sadece iş birliği yapılacak bir ülke konumuna oturtmaya çalışıyor. Bunu aşmak ve tam üyelik yolunda da ısrarcı olmak lazım. 2005 ile 2010 arasında Türkiye’ye yabancı kaynak girişinin en yoğun olduğu dönemde, yıllık 20-25 milyar dolarlık döviz girişi ve yabancı sermayenin girişinin olduğu, direkt yatırımların yapıldığı dönemler de Türkiye’de enflasyonun %10’a düşmesini sağladı. Bundan örnek alarak, yabancı sermaye girişini mutlaka sağlamak zorunda. Bu da ancak Uluslararası hukuka uyumlu ve Avrupa Birliği tam üyelik yolunda adımlar atmakla gerçekleşebilir.” hatırlatmalarında bulundu.

“Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden”

Altınbaş Üniversitesinden Prof. Dr. Işın Çelebi, Türkiye’deki vergi adaletsizliğine değindiği konuşmasında, Türkiye’nin parasal politikalarını maliye politikalarıyla yani bütçe politikalarıyla desteklenmesini tavsiye etti. “Sadece para politikasıyla faizi, kuru sabitleyerek, ücretleri sabitleyerek enflasyonla mücadele programını tek başına yürütemeyiz. Bunu bütçe politikalarıyla ve maliye politikalarıyla bütünleştirmemiz lazım. Vergi konusu çok önemli. Türkiye gördüğüm kadarıyla gelir üzerinden vergi alan bir ülke. Vergi politikamızı, dolaylı vergilerle uyguluyoruz. Toplam vergi gelirlerinin %68’i de dolaylı vergilerden yani akaryakıttan aldığımız vergi, sigaradan aldığımız vergidir. Vergi adaletini bozan ve düşük gelir gruplarının vergi yükü altında ezilmesine yol açan bir sisteme sahibiz. Oysa biz vergiyi hem tabana yaymalıyız hem vergi oranlarını düşürerek geniş kitlelere vergi tabanını yayıp vergi alabilecek hale getirmeliyiz.” önerisinde bulundu.

“Finans sektöründeki muafiyetler ve istisnalar azaltılmalı”

Finans sektöründe büyük muafiyetler ve istisnalara dikkat çeken Çelebi, bunların mutlaka azaltılması gerektiğini kaydetti. “Vergi gelirlerini arttırmanın bir diğer yolu da kayıt dışı ekonomiyi, vergi sisteminin içine almak” diyen Çelebi’ye göre, vergi oranlarını düşürerek, vergide devrim yapılmalı. Tüm vergi sistemini ele alarak, biraz hafifletmeli. İşe düşük gelir gruplarına yük olan dolaylı vergileri azaltarak, %68’den %50’ye indirmeyi hedef alarak başlanmalı. Bu tür bir vergi reformuna Türkiye’nin acil ihtiyacı olduğunu ileri süren Çelebi, “Harcamalar üzerinden değil, gelir üzerinden vergi alacağımız bir sistem olmalı. Tabanı genişletebilmek ve adaleti sağlayabilmek önemli.é diye konuştu.

Işın Çelebi, ilk 3 aylık bütçe açığının 513 milyar liraya ulaşmasını da değerlendirerek, “Bütçe açığının, 2024 yılında 2,2 milyar TL’nin üzerinde olacağı öngörüldü. Şu anda mart sonu itibariyle 513 milyar TL’lik bir açık oluştu. Gördüğüm kadarıyla yıl sonu itibariyle 2 milyar TL’lik bütçe açığı programa uygun halde gidiyor. Bu noktada vergi gelirlerini arttırıcı reformlar yapılırsa, bütçe açığının hedeflenen doğrultuda gerçekleşeceğini düşünüyorum. Bunu da önemli buluyorum.” diye konuştu.

“Büyümeden vazgeçilebilir ama gelir dağılımı adaletli olmalı”

Cari açığın aylık 3,3, yıllık olarak da 31,8 olduğunu hatırlatan Çelebi, “Bu, geçen yıla göre yıllık bazda bir daralmanın sonucu. Ekonomiyi daraltarak, büyümenin %3’ün altına düştüğü bir durum gözüküyor. O bakımdan büyümeden vazgeçebiliriz. Ama gelir dağılımının adaletli olması ön planda olmalı. Yani büyümeden vazgeçtik, daraltıyoruz ekonomiyi. Oysa bir ekonomi, cari açık verdiği zaman dışarıdan kaynak temin etmeli. Çünkü ekonomik büyüme, dış kaynakla sağlanır, iç tasarrufla değil. Bu kadar cari açıktan korkmamak lazım. Eğer ihracatın ithalatı karşılama oranını da yüzde 80’lerin üzerine çıkarabilirseniz, bu cari açık problemini karşılayabilirsiniz.” önerilerinde bulundu. Çelebi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın 2023 Şubat ile 2024 Şubat dönemine dair açıkladığı listeye baktığınızda, ihracatta yaklaşık 400 milyon dolarlık bir artış olduğuna dikkat çekti. Buna karşılık ithalattaki daralmanın da Türkiye’nin büyümesinin durmasından kaynakladığını işaret etti. Bunun bir tercih meselesi olduğunu belirten Çelebi, sözlerini şöyle tamamladı; “Benim kişisel kanaatim, Türkiye % 3’ün altında bir büyüme çizgisine sahip olmamalı. Türkiye’nin döviz arzını arttıracak politikalardan vazgeçmemeli. Şimdi kurun enflasyona etkisinin, %50 olduğunu söyleyen bir görüş var. Bunun matematiksel modeli yanlış. Buna %100 karşıyayız ve katılmıyoruz. Bir iktisatçı ve matematikçi mantığıyla söylüyorum. Bunun enflasyona etkisi % 50 değil, % 10-15 gibidir. Kuru serbest piyasalara bırakmak lazım. Bu açıdan Merkez Bankası politikalarını gözden geçirmesi gerektiği kanaatindeyim.”

Okumaya devam et

EKONOMİ

Prof. Dr. BORATAV: Yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi

Prof. Dr. Korkut BORATAV, BİRGÜN gazetesine 31 Mart yerel seçimlerini değelendiren bri röportaj yaptı: Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi?

Yayınlanma:

|

Yazan:

AKP’nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı ülkenin gündemindeyken sizce neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu?

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama, on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güney-Doğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansıması büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleşti. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. Kısmen 2024 seçimine katılmayarak; dörtte üçü de CHP’ye yönelerek…

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine yol açmış; mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Yoksullaşma ekonomi büyürken, istihdam artarken gerçekleşti; algılanması da bu yüzden güçleşti. Ama, algılanmayı frenleyen temel etken, bence, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlanmıştı.

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; öne çıktı; “sahte, içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardılar. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca etkili oldu.

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP iktidarının ekonomide ve siyasal anlamda atacağı adımlar bekliyor. Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı?

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor.

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir?

Mehmet Şimşek geleneksel neoliberal reçeteyi uyguluyor; enflasyona daraltıcı politikalarla son vermeyi öngörüyor. Temel araçlardan biri, emek gelirlerinin bastırılmasıdır. Şimşek de ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır.

Bugünkü ekonomik ortam, 1990’lı yılların yüksek enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücretler, emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortamın bir benzeri tekrar oluşacaktır.

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi?

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl boyunca sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri bugün açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir.

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… Türkiye’nin 2028 ve sonrası için bu ekonomik ortam önerilmektedir…

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır?

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların eşgüdümü, mümkünse birleştirilmesi önemlidir.

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı.

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak, adeta kendiliğinden” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi hak etmesi, özümsemesi büyük önem taşıyor. Sadece CHP’nin değil, tüm Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.