Connect with us

EKONOMİ

Türkiye’nin 2019 yılı kişi “başına fiili bireysel tüketim düzeyi” 67 oldu

Yayınlanma:

|

Ülkelerin gelişmişlik düzeylerinin karşılaştırılmasında kişi başına gayrisafi yurt içi hasıla temel alınırken, tüketicilerin göreli refah düzeylerinin karşılaştırılmasında kişi başına fiili bireysel tüketim endeksleri daha uygun bir gösterge olarak kabul edilmektedir. Fiili bireysel tüketim, tüketicilerin satın aldığı mal ve hizmetlere ek olarak devlet veya kar amacı olmayan kuruluşlar tarafından sağlanan (eğitim, sağlık vb.) hizmetleri de kapsamaktadır.

TÜİK verilerine göre; Kişi başına fiili bireysel tüketim düzeyi 27 Avrupa Birliği ülkesi ortalaması 100 iken, Türkiye için 67 oldu ve AB ortalamasının %33 altında kaldı. Karşılaştırmalarda yer alan 37 ülke arasında kişi başına fiili bireysel tüketim değeri en yüksek ülke 135 ile Lüksemburg, en düşük ülke ise 39 ile Arnavutluk oldu.

SGP’ye göre kişi başına fiili bireysel tüketim değerleri, 2019, [AB27=100]

Kaynak: Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (Eurostat)

Türkiye’nin fiili bireysel tüketime ilişkin fiyat düzeyi endeksi 41 oldu

Fiyat düzeyi endeksi, ülkelerin ulusal para birimlerinin karşılaştırmalı olarak döviz kuruna göre alım gücünün göstergesidir. Bir ülkenin fiyat düzeyi endeksi, 100’den büyük ise bu ülke karşılaştırıldığı ülke grubu ortalamasına göre “pahalı”, 100’den küçük ise bu ülke karşılaştırıldığı ülke grubu ortalamasına göre “ucuz” olarak ifade edilmektedir.

Türkiye’nin fiili bireysel tüketime ilişkin fiyat düzeyi endeksi, 2019 yılı sonuçlarına göre 41 oldu. Bu değer, AB ülkeleri genelinde 100 Euro karşılığı satın alınan aynı mal ve hizmet sepetinin Türkiye’de 41 Euro karşılığı Türk Lirası ile satın alınabileceğini gösterdi.

Okumaya devam et

EKONOMİ

SOSYAL PİYASA EKONOMİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI VE ALMANYA UYGULAMASI

Erol TAŞDELEN Sosyal Piyasa Ekonomisi’nin doğduğu ve Almanya özelinde direkt uygulandığı, Almnaya’nın İkinci Dünya Savaşı enkazından çıkışının ve tekrar ayağa kalkmada önemli bir model olan Sosya Piyasa Ekonomisini pratiğini inceledi…

Yayınlanma:

|

Batı Avrupa ülkelerinin bazılarında köklü bir biçimde yer­leşmiş, geleneği olan parlementer sisteme -İngiltere, Fransa gibi­ karşılık Alman parlamentarizmi geçmişi pek uzun olmayan bir re­jim görünümünü taşımaktadır[1]. Parlamenter demokratik bir reji­min kurulabilmesi ise ancak Wilhelm Almanya’sının savaşta yenik düşmesiyle mümkün olmuş; bu rejim altında önderlik ürünü oyna­mak da reformist Sosyal-Demokratlara düşmüştür. Bugünkü Batı-Al­manya demokrasinin başlangıç tarihi III.Reieh’in düşüşünü iz­leyen Müttefik İşgali’nin sona erme tarihi olarak kabul edile­bilir[2].

II.Dünya Savaşı sonunda yenik çıkan Almanya’nın toprakları İngiltere, Fransa-A.B.D., Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmişti. Sovyet işgal bölgesi içinde kalan eski başkent Berlin de aynı şekilde dört güç tarafından paylaşılmıştı. Yani 1945 yılın­da dört ayrı Almanya ortaya çıkmıştı. İki ayrı Alman devletinin kurulması 1949’da oldu. Batılı üç devlet kendi işgalleri altın­daki toprakları birleştirmesiyle Federal Alman Cumhuriyeti, Sov­yet bölgesinde de Demokratik Alman Cumhuriyeti kuruldu. Her ne kadar Postdam’da (Temmuz-Ağustos 1945) Üç Büyükler Almanya’nın tek bir ekonomik birim olarak tutulması ve değişik işgal bölge­leri için ortak bir siyaset uygulanmasını kararlaştırdılarsa da, Batılı ülkelerle Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin bozul­masıyla başlayan soğuk savas birbirinden ayrı iki Almanya’nın ortaya çıkmasına neden oldu[3].

Almanyanın özerkliğini kısıtlayan sınırlamalar kademe kademe kaldırıldı ve 1955’de, Londra ve Paris Anlaşmaları ( l955’de) gere­ği B. Almanya tamamen bağımsızlığını kazandı.

Sovyetler Birliği, kendi işgal bölgesinde, Alman militarizmi­nin tarihsel temeli olan Prusya “Junkerleri”nin topraklarını parçalamağa ve endüstriyi hızla devletleştirmeğe başladı. A.B.D. ise, Almanya’da liberal bir ekonomi anlayışına dayanan federasyon kurmak istiyordu[4]. D.Almanya’daki ekonomik uygulamalar ayrı bir araştırma konusu oluşturduğundan burada üzerinde durulmaya­caktır. Araştırma konusuna esas olan “sosyal piyasa ekonomisi” B.Almanya’da uygulandığından, burada B.Almanya üzerinde durula­caktır.

Sosyal piyasa ekonomisi yaklaşımı F.Almanya’da bütün kitle partilerince benimsenerek toplumun ortak ekonomik sistem yak­laşımı olarak kabul edilmiştir. Yaklaşım önce Hristiyan Demok­rat Partisinin 1949’daki Düsseldorf Toplantısında benimsenmiş­tir.  Alman Sosyal Demokrat Partisi ise 1959’daki Godesberg Prog­ramından sonra sosyal piyasa ekonomisine yönelmiştir[5]. Alman Sosyal Demokrat Partisi, Godesberg Programında, ünlü ”  mümküm olduğu kadar piyasa ekonomisi, gerekli olduğu kadar planlama” formülünü benimsemiş ve bu anlayışa iktidarında sadık kalmış­tır[6]. Schiller ve Schmitt’in uygulamalarıyla sosyal demokrat ekonomik sistem yaklaşımı olarak gündeme gelmiştir. Bu yaklaşım­da Keynesci politikalar sosyal piyasa ekonomisiyle bütünleşti­rilmiştir. Öte yandan Alman Liberal Partisi de sosyal piyasa e­konomisini benimsemiştir. Böylece iktidar değişmelerine karşın, Almanya’nın ekonomik sistem modeli olmaya devam etmektedir[7].

Sosyal demokrat partilerin piyasa sistemini tercih etmesi, Marxizmden kopmuş, bağımsız sosyal demokrat çizginin doğuşunu belirlemiştir. Piyasa ekonomisinin, sosyal piyasa ekonomisi ola­rak düzenlenmesi ve Almanya’da ilk uygulamasının ortanın sa­ğındaki partilerde gerçekleştirilmesi, başlangıçta Alman Sosyal Demokrat Partisinin bu yaklaşıma ısınmasını geciktirmiştir. An­cak zaman içinde, bu çekingenlik kaybolmuş ve Sosyal Demokrat Parti de sosyal piyasa ekonomisine sahip çıkmıştır. 1980’li yıl­lardaki uygulamalarda sosyal demokrat partiler sosyal piyasa e­konomisine daha çok sahip çıkma durumdadır[8].

Sosyal piyasa ekonomisinin Almanya’daki uygulaması üç ana döneme ayrılarak incelenmektedir.

Sosyal Piyasa Ekonomisinin İlk Dönemi: Bu dönem 1948’deki pa­ra reformu ile başlayıp 1960’lara kadar süren savaş sonrası e­konominin yeniden kurulması dönemidir. Ekonominin yeniden kurul­masına yönelik ilk dönemde, ekonemik düzen politikası öncelik ve ağırlık kazanmıştır. Piyasa ve rekabet sistemine işlerlik ka­zandıracak uygulamaların, sosyal kontrolle birlikte uygulaması­na yönelik önlemleri ağırlık verilmiştir. Ekonominin yeniden ku­ruluş dönemi olduğu için, yatırım malları endüstrisine ağırlık verilmiş, fakat çok geçmeden tüketim malları endüstrisinin de planlı biçimde feşviki yoluna gidilmiştir[9].

Bu dönemde, Kore savaşının yarattığı ekonomik canlanma, ekonomi üzerine olumlu etki yapmıştır. Para reformu sonrasından beri hazırlıkları devam eden, Rekabet Sınırlamalarına Karşı Kanun 1957’de çıkarılabilmiştir. Bu kanun sosyal piyasa ekonomisinin temel yasası olarak kabul edilmektedir. Zira, piyasaların rekabet yoluyla düzenlenmesi, rekabetin korunup geliştirilmesi bu ka­nunla sağlanmaktadır. Bu dönemde sosyal piyasa ekonomisi, ekono­mik büyümenin en iyi sosyal politika olduğu şeklinde bir yakla­şıma sahiptir. Ancak bu teze geçerlilik kazandıran temel gerçek, Almanya’nın 19.yy’dan beri çok iyi bir sosyal güvenlik sistemi­ni zaten kurmuş olmasında yatmaktadır. Çalışanların korunması, çalışma sürelerinin düzenlenmesi, iş sözleşmesinin hukuksal a­çıdan korunması, sosyal sigorta sistemi ve iş piyasasının düzen­lenmesi sağlanmış bulunmaktaydı. Böylece, sosyal piyasa ekonomi­sinin sosyal-politik temelleri hazır bulunmaktaydı. 1949’da top­lu iş sözleşmesinin bağımsız işçi ve işveren sendikalarınca ka­rara bağlanmasını düzenleyen yasal düzenlemeler getirilmiştir[10].

Almanya’da işçinin yönetime katılmasına ilişkin uygulamalar, endüstrileşmenin yarattğı toplumsal ve ekonomik sorunlara bir tepki olarak doğmuştur. İşçi katılımının siyasal ve ekonomik bu­nalım dönemlerinde güçlendiği görülmüştür. Katılma düşüncesi ilk kez 1840’larda endüstrileşmenin yol açtığı geniş işsizlik, kötü çalışma koşulları ve işçiler arasındaki yaygın rahatsızlığı gi­dermek amacıyla ortaya çıkmıştır. Almanya’da işçinin yönetime katılması düşüncesi 1880’lerde iyice güncellik kazanmıştır. İş­çiler çalıştıkları işletmelerde karar verme sürecine katılma isteklerini gittikçe artırmışlardır. 1905 yılında kabul edilen bir yasa ile, 100 ve daha çok işçi çalıştıran bütün maden işlet­melerinde işçi komitelerinin kurulması zorumluluğu getirilmiş­tir. 19l6 yılında çıkarılan Yardımcı Hizmet Yasası ile 50 ve da­ha çok işçi çalıştıran işletmelerde ücretli ve maaşlılardan o­luşan işçi komitelerinin kurulması zorunlu kılındı. Bu komiteler fabrikada çalışan işgörenleri temsil eden bir organ olacak; çalı­şanların fabrikanın örgütlenme biçimine, ücretlere ve öteki çalışma koşullarına ilişkin istek ve yakınmalarını işverene i­letmekle görevli olacaklardı. Komitelerin, işverenle uyuşmazlığa düşmeleri halinde, yeni kurulan özel mahkemelere başvurma hak­ları olacaktı. 15 Kasım 1918’de işçi sendikaları ile işverenler arasında imzalanan Ulusal Sözleşme, iki taraftan eşit sayıda temsilcinin katılacağı Ortak Endüstri Birlikleri’nin oluşturulmasını öngörüyordu. Bu yönde başlatılan uygulama, gerçekte, işçi­lerin belirli konularda işvereninkine eşit haklarla yönetime katılması ve birlikte yönetim anlamını taşıyordu. 20 Ocak 1934’de kabul edilen yeni yasaya göre, işçi-işveren ilişkileri “iş top­lumu” (ya da çalışma toplumu) ilkesi gereğince yönetilecekti. Bu ilke, işverenin önder (führer), onun ücretli ve maaşlı işgö­renlerinin de izleyenler olarak hareket etmelerini ve bunların ulusun ve devletin ortak gönencini geliştirmek üzere birlikte çalışmalarını öngörmekteydi. Gerçek yönetim ve denetim yetkile­rini işverende toplayan bu uygulamaya Aralık 1946’da BirIeşik Denetim Komisyonu tarafından son verilmiştir. Kabul edilen yeni bir yasa ile birlikte yönetim yeniden canlandırılmıştır. Birlik­te yönetim, işçi kuruluşlarının büyümesi ve bilinçlenmesi ile beraber giderek güçlenmiş; 9 Nisan 1949’da çıkarılan. Toplu Sözleşme Yasası ile kendini tamamen kabul ettirmiştir. Birlikte yö­netimin tüm endüstri işletmelerine uygulanmasını öngören tasa­rı ise, 20 Temmuz 1952’de kabul edildi[11].

Batı Alman birlikte yönetim sistemi, batı ülkelerinde bugüne dek gerçekleştirilmiş bulunan endüstriyel demokrasi yöntemler­inden en etkin ve en gelişmiş olanıdır.

Sosyal piyasa ekonomisinin ilk döneminde (1948-60), emekli­lik maaşlarının değişen koşullara uydurulması, çalışanların sos­yal sigorta sistemine alınmasıyla, sosyal güvenlik sisteminin daha da gelişmesi sağlanmıştır. Bunlar yanında toplumun geniş kesimlerinin mülk sahibi yapılması sosyal güvenlik anlayışının merkezi konusu olmuştur. Banka tasarrufları ve konut edinme ö­zellikle teşvik edilmiştir. Ancak “önce büyüme, sonra gelir dağılımı” görüşü[12] ekonominin yeniden kurulması döneminin ka­panması ile değişmiş, sosyal adalet ön plana çıkmaya başlamış­tır[13].

Sosyal Piyasa Ekonomisinin İkinci Dönemi: Ekonominin yeni­den kurulma düzeninin kapanması ve hızlı ekonomik gelişme, sos­yal piyasa ekonomisinin gerçekleştirmek istediği toplumsal ve sosyal politika önlemlerinin daha çok ön plana çıkmasına yol açmıştır.

1958’de parasının konvertibilite kazanması ile dünya ekono­misine açılarak bütünleşmeye girmiştir.1961’deki dış ticaret yasası çıkarılmıştır. Bu yeni düzenleme ile sosyal piyasa ekonomisinin kuralları dış ticaret alanına da uygulanmaya başla­mıştır. Bu arada enflasyon ve ithal edilmiş enflasyonla karşı­laşılmıştır. Fakat şimdiye kadar istikrar politikası olarak da­ha çok para politikasına bağlı kalınmıştı. Oysa yeni durumda enflasyon sorunu konjonktür politikasına yeni araçlar gerektir­miştir. İşgücü kalitesinin arttırılması için eğitim ekonomisi ön plana çıkmıştır. Ayrıca büyümenin maliyetleri ve çevre sağ­lığı dikkati çektiği gibi, uzun dönemli büyümenin ön koşulu o­larak kamusal altyapı hizmetlerinin gerekliliği kendini daha çok hissettirmiştir[14].

Müller-Armack’a göre sosyal piyasa ekonomisi, önceden belir­lediği amaçlara daha etkin ve tutarlı biçimde devam etmelidir. Bunun için toplumsal çerçevenin genişletilerek toplumsal amaçlara ağırlık verilmesi önerilmiştir. Böylece yeni bir toplumsal politika; rasyonel bir toplum politikası oluşturulmak istenmiş­tir. Para politikasının yanında, konjonktürel bir maliye politikası, uzun dönemli bir bütçe politikası, çevre sağlığı ve alt­yapı politikası gerekli olmuştur. Yeni çözümlere gidilemeden 1966-67 ekonomik krizi kendini göstermiştir. Bunun sonucunda da­ha çok muhafazakar eğilimli Hristiyan Demokrat Parti iktidardan ayrılmıştır. Sosyal Demokrat Parti ile getçekleştirilen kısa bir büyük koalisyondan sonra, Sosyal Demokrat Parti bu kez küçük Li­beral Parti ile koalisyon oluşturarak iktidara gelmiştir. Sosyal­ Liberal koalisyonun Sosyal Demokrat Ekonomi Bakanı Schiller li­teratülde ağırlık kazanmaya başlayan “bilimsel veya rasyonel e­konomi politikası” yaklaşımına dayanmıştır. Böylece ikinci dönem­deki amaçlar gerçekleştirilmeden sosyal piyasa ekonomisinin ü­çüncü dönemi başlamıştır[15].

Sosyal Piyasa Ekonomisinin Üçüncü Dönemi: Bu dönemde rasyo­nel ekonomi politikası yaklaşımı önem kazanmıştır. Rasyonel eko­nomi politikasının yönlendirici ve şekillendirici görevi, mevcut ekonomik durumla toplumda arzulanan ekonomik durum arasındaki farka bağlı olarak belirlenmektedir. Burada ekonomik kaynakların sınırlılığı nedeniyle ekonomi politikasında öncelikleri belir­lemek gerekmektedir. Rasyonel düşünceye bağlı yaklaşım, o andaki bilgi düzeyinin ışığında çeşitli seçenekler arasından beklenti­lere ve amaçlara en uygun olanının seçilmesini gerektirmektedir. Ekonomi politikasında, rasyonel ekonomi politikasının araçları i­le ekonomik düzen politikasının temel ilkelerine uygunluk arasın­daki çelişkinin çözümü, belirlenen konseptlerin içsel tutarlık içinde ele alınmasıyla sağlanabilir. Seçilen araçlar, belirlenen konsepte uygunluğu açısından değerlendirilmektedir. Seçilen araç­ların fiili ve şekli uygunluklarının değerlenririlmesi gerekmek­tedir. Bunun için seçilen araçların dozajlama ve kullanılma süre­lerinin dikkate alınması gereklidir[16].

F.Almanya, öncelikli ilkesi piyasa düzeni (yani özgür tüketim ve işyeri seçimi, özel mülkiyet, serbest rekabet, serbest giri­şimcilik, mal ve faktör fiyatlarının ademi merkeziyetçi biçim­de oluştuğu) olan, ama aynı zamanda ekonomi ve toplumun genel gelişiminde yatırım, tüketim, istihdam, sosyal transferler ve ka­musal girişimcilik olarak devletin etkin rol aldığı bir ekonomidir. F.Alman Anayasasının “sosyal hukuk devleti” anlayışı­na uygun olarak sosyal demokrasinin sosyal devlet modeli benim­sendi. Toplumsal ve ekonomik sürecin doğrudan ve dolaylı devlet müdahaleleriyle yönlendirme ve planlaması yapıldı. Uygulanan politika, artan demokratikleşme ve ayrıcalıkların kaldırılmasıy­la toplum içindeki politik ve ekonomik güçle iktidarın yeniden dağılımını sağladı. Özel mülkiyetin kötüye kullanımı önlenmiş ve eskiden kalmış bazı hukuk kurallarının liberalleşmesi sağlanmış oldu. İstikrar içinde büyüme amacı izlenerek, fiyat istikrarı, yüksek istihdam düzeyi, ödemeler dengesi ve sürekli büyüme ger­çekleştirildi. Merkezi ve yerel yönetimlerin bölgesel yapı po­litikaları koordine edildi. İstihdam yapısını iyileştirici, ça­lışmayı teşvik yasası getirildi. Mesleki eğitimi ve eğitime teşvik yasasıyla bu alanlar düzenlendi. Özel ayrıcalıklar kaldırı­larak toplumsal alanın demokratikleşmesi ve liberalİeşmesi sağ­landı. Çalışma ve sosyal boyut birlikte öngörüldü[17].

Liberallesme ve demokratiklesme politikası öncelikle şu alan­larda gerçekleştirildi:

1.İşletme düzeni,

2.Rekabet yasasının yeniden düzenlenmesi,

3.Yönetime katılma.

Almanya’daki rasyonel (bilimsel) ekonomi politikasının geliş­mesine paralel olarak, aynı zamanda Fransa’daki planlama yakla­şımı da AET ( bugün AT ) içinde taraftar bulmaya başlamıştır. İşte bu ortam­da Almanya’da Sosyal Demokratların iktidara gelmesi ile ekonomi bakanı Schiller rasyonel, Sosyal piyasa ekonomisi yaklaşımını savunmuştur. Burada daha çok, ekonomi politikası ile makro süre­ci yönlendirirken, mikro yönlendirme piyasalara bırakılmaktadır. 1967’de kabul edilen “ekonomik istikrar ve büyüme yasası” ile ekonomi politikasının yönlendirme görevi piyasa ekonomik düzeni çerçevesinde dört amaç etrafında somutlaştırılmıştır:

  1. Fiyat istikrarı,
  2. Yüksek istihdam düzeyi,
  3. Dış ticaret dengesi,
  4. Sürekli ve dengeli büyüme[18].

Makro süreç olarak ekonominin genel yönlendirmesinin araçla­rı, maliye politikası araçlarıyla genişletilmiştir. Bu amaçlar birlikte ekonominin genel dengesini belirlemektedir. Bu dengenin bozulması durumunda devletin ekonomi politikası ençok aksayan amaç konusunda yoğunlaşmaktadır. Ekonominin genel gelişmesi, bağımsız bilimsel bir komisyonca, yıllık olarak değerlendirilerek rapor haline getirilmektedir. Alınan önlemlerin sisteme uygunlu­ğuna genel olarak bağlı kalınmaktadır. Yine bu düzenlemeler, klasik ve statik tam rekabet düşüncesi yerine, ekonomik özğür­lükle, ekonomik gücün belli bir senteze ulaştığı optimal reka­bet yoğunluğu yaklaşımına dayalı olan dinamik süreç oluşturan fonksiyonel ve etkin rekabet, piyasa düzeninin yönlendirilmesi için ekonomik düzen, ekonomik süreç (konjonktür-büyüme) ve eko­nomik yapı politikaları yeni bir sentez ve etkinliğe ulaşmış­tır[19].

Pratiğe açık bir yaklaşım olarak makro ekonomik yönlendirme­nin uzun dönemli gelişmesi üzerine yapılan çalışmalar, büyüme yaklaşımının “kaliteli yaşam” ; “çalışma ortamının insancıllaş­tırılması”; demokratikleşme, yeni bir “tam istindam” anlayışı; gelir dağılımında adalet; yeni bir büyüme ve yapısal politika ve özellikle sektörel yapı politikası önerilmektedir. Yeni sek­törel yapı politikasının sosyal piyasa ekonomisindeki yaratacağı yeni değişikliği dördüncü dönem olarak değerlendirmeler ya­pılmaktadır. Sosyal piyasa ekonomisinin gelecekteki gelişmesi için stagnasyon ve enflasyonun olmadığı ve otomasyonun gerçek­leştiği bir ortamda daha çok sosyal güvenlik ve daha çok sosyal adalet yaratıcı integrasyon formülüne ihtiyacı olduğu ileri sürülmektedir[20].

Erol TAŞDELEN – Ekonomist      www.bankavitrini.com

BİRİNCİ BÖLÜM:

KRİZE ÇARE: ‘SOSYAL PİYASA EKONOMİSİ’ Mİ? – BankaVitrini

[1] E.Çam,”Devlet Sistemleri”,Der yay.İst.1987,s.243.

[2] G.Therborn,”Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu”, Çeviren:Ş.Tekeli,l.Baskı,Versö yay.Ank.1989,s.23.

[3] E.Çam,a.g.e. ,s.252.

[4] O.Sander,”Siyasi Tarih -Birinci Dünya Savaşının Sonun­dan 1980 i e Kadaı’-“, Imge ki t. yay. ,Ank.1989, s. 201.

[5] H.Erkan-C.Erkan,a.g.e.,s.ı06.

[6] İ.Cem,a.g.e.,s.l56.

[7] H.Erkan-C.Erkan,a.g.e.,s.106.

[8] H.Erkan-C.Erkan,a.g.e.,s.l27.

[9] H.Erkan,a.g~e.,s.ll4-115.

[10] H.Erkan,a.g.e.,s.115.

[11] İ.A. Dicle “Endüstriyel Demokrasi ve Yönetime KatıIma”, Ank.,ODTÜ,1980,s.139-146…. Birlikte Yönetim konusunda daha geniş bilgi için bknz.a.g.e. ,s.139-161.

[12] A Century of Pay, (London,1968,s.312) adlı eserinde E.H. Phelps-Brown,1895-1960 yılları arasındaki dönemin büyük bir bö­lümünde, ücretli başına yıllık ortalama ücretin, sanayide yaratı­lan yıllık ortalama katma-değere (yıllık ortalama gelire) ora­nının, A.B.D., İngiltere,Almanya ve İsveç’te düştüğünü, buna kar­şılık aynı ülkelerde bu dönemde, reel ücretlerin,üretkenlik ar­tışına paralel olarak yükseldiğini gösteriyor. Phelps-Brown’un ücret/gelir oranı dediği şey Marksist iktisatta kabaca v/s+v şeklinde ifade edilen orana takabül ediyor. Oysa ücret/gelir 0­ranındaki bir düşme, sömürü haddinin yani s/v’nin artması de­mektir.(G.Therborn,a.g.e.,s.53).

[13] H.Erkan,a.g.e.,s.115. (3) H.Erkan,a.g.e.,s.115.

[14] H.Erkan,a.g.e.,s.115. (3) H.Erkan,a.g.e.,s.116.

[15] H.Erkan,a.g.e.,s.115-116.

[16] H.Erkan,a.g.e.,s.117-118.

[17] H.Erkan-C .Erkan, a.g. e. , s .152-153.

[18] H.Erkan,a.g.e~,s.118

[19] H.Erkan,a.g.e.,s.118-119.

[20] H.Erkan,a.g.e.,s.119.

Okumaya devam et

EKONOMİ

KRİZE ÇARE: ‘SOSYAL PİYASA EKONOMİSİ’ Mİ?

Avrupa Genelinde, Almanya özelinde Ekonomide ana politika SOSYAL PİYASA EKONOMİSİ oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın ekonomik atağının teorik altyapısını oluşturan Sosyal Piyasa Ekonomisi kriz dönemlerinde kurtarıcı formül haline gelerek diğer ülkelere de yayıldı. AB’nin oluşmasında bu ortak aklın katkısı büyük oldu. Erol TAŞDELEN Sosyal Piyasa Ekonomisi koşullarının genel yapısı ve Türkiye’de uygulanabilirliği açısında bir yazı dizisi ele aldı…

Yayınlanma:

|

Sosyal piyasa ekonomisinin, ekonomik ve politik düşüncesinin ayrıntılarını incelemeden önce, onun ortaya çıktığı ortama kısaca bakmak yardımcı olabilir. 1936 yılından 1948 yılına kadar, gerek Hitler ve gerekse Müttefik İşgali dönemlerinde, Alman ekonomisi sıkı denetimlere tabi olmuştu. Fiyatların dondurulması, karne uygulaması ve umutsuz bir şekilde yetersiz olan para sistemi, yıkıcı ekonomik sonuçlar doğurmuştu: Üretim düşmüş, karaborsa yaygınlaşmış, normal parasal mübadelenin yerini takas almıştı[1].

Sosyal piyasa ekonomisinin uygulamadaki gelişimi üzerinde ileride durulacağı için, burada teorik çerçevenin Almanya’da oluştuğunu ve uygulamanın da Almanya’da gerçekleştiğini belirtmekle yetinelim.

Ekonomik politikanın başarılı olabilmesi için konseptler[2] şeklinde sunulması gereklidir. Zira, ekonomi politikası konseptleri, ekonomik politikasına ilişkin ilke, yöntem, amaç, araç ve amaca uygun kurumlarla, belirlenen önlemleri karşılıklı ilişkiler açısından tutarlı biçimde sunan temel çerçeve ve kurallar bütününden oluşmaktadır. Ekonomide belirlenen genel ekonomi politikası konseptinin,  özünde ekonomik sistem ve düzen konsepti yer almaktadır. Arzulanan ekonomik düzeni korumaya ve geliştirmeye yönelik olan ekonomik düzen politikasında, belirlenen temel ilke, amaç ve araçlarla önlem bütününün bir içsel tutarlılığa sahip olması gereklidir. Ayrıca ekonominin o andaki mevcut durumuna uygun olarak hazırlanması ve böylece dışsal tutarlılığa sahip olması zorunludur[3].

Oluşturulan ekonomik düzen politikası konseptleri, ekonomik düzenlerin temel yönlendirme ve koordinasyon ilkelerine uygun olarak, ya piyasa mekanizmasına ya da merkezden yönetime (bununla merkezi planlamaya) dayandığı görülmektedir. Konumuzun piyasa ekonomileriyle sınırlı olması nedeniyle burada sosyalist ekonomik düzen konseplerine girmiyoruz.

Piyasa ekonomisine ilişkin temel ekonomik düzen konseptlerinin ilk bilimsel analizleri, Freiburg Okulu olarak da  adlandırılan Ordo- liberalleri tarafından geliştirilmiştir.  Ordo- liberallerinin ekonomik düzen konsepti W. Eucken’in çalışmalarına dayanır.

Eucken, serbest piyasa ekonomisi içinde tam rekabetin bir “ordronaturel” (doğal-düzen) olarak kendiliğinden var olmayıp, bir “Ordro-Social” (Sosyal-Düzen) olarak devlet tarafından organize edilmesi ve yasal önlemlerle korunması gerektiğini savunmuştur. Bunun için devletin bilinçli olarak bir ekonomik düzen politikası izleyerek, ekonomik düzeni yasal ve kurumsal çerçeve  olarak yaratılması ve düzenlenmesi gereğini ortaya koymuştur. Eucken’e göre serbest piyasa ekonomik düzenin var olmasını sağlamak veya yaratmak için yedi temel ilke belirlenmektedir. Bunlar:

  1. Tam rekabet, (rekabet fiyatının oluşması),
  2. Para istikrarı,
  3. Açık piyasa,
  4. Özel mülkiyet,
  5. Sözleşme özgürlüğü,
  6. Özel birimlerin faaliyetlerinin sonucunda tam sorumlu olmaları,
  7. Ekonomi politikasının sürekliliği ve değişmezliğidir.

Serbest rekabet düzeninin işlerliğini sürdürebilmesi için dört düzenleyici ilke daha söz konusudur:

  1. Monopol denetimi,
  2. Piyasa gelir dağılımının maliye politikası ile düzeltilmesi,
  3. Üretim faktör ve kaynaklarının korunması (sosyal güvenlik),
  4. Asgari ücretin belirlenerek işgücünün konjoktür dalgalanmalarından korunması[4].

Eucken’in bilimsel düzeyde geliştirdiği bu ilk ekonomik düzen politikası konsepti, yetersiz ve ütopik bulunmuştur. Özellikle “tam rekabet” varsayımının pratik değeri olmadığı, bu yüzden Orda-liberallerinin[5] ekonomik konseptlerinin tarihsel bir değeri olduğu savunulmaktadır.

Ancak bu alandaki tartışmalar piyasa ekonomisi için pratik değeri olan sosyal piyasa ekonomisi konseptinin gelişmesini sağlamıştır. A. Müller-Armack’ın teorik olarak geliştirdiği; önce Erhard tarafından uygulanan ve sonra sosyal demokratlar dahil olmak üzere geliştirilerek B.Almanya’da savaş sonrası dönemden beri kesintisiz uygulanmaktadır[6].

Sosyal piyasa ekonomisinin bilimsel formülasyonu ilk olarak A. Müller-Armack (1945) tarafından gerçekleştirilerek, klasik liberalizm yada ilkel kapitalizmle sosyalizm arasında üçüncü bir yol ve yeni bir sentez olarak sunulmuştur.[7]

Sosyal piyasa ekonomisinin temel biçimi[8]:

  1. Çalışma ve başarı rekabeti (fonksiyonel rekabet), tüketici isteklerine daha iyi cevap vermekte ve aynı zamanda sosyal gelişmenin temeli olmaktadır.
  2. Özgür çalışmanın, özel girişimcilik ve özel mülkiyetin önkoşulu olan sosyal dengeleme. Sosyal güvenlik, çevrenin insalcıllaştırılması, eğitimin imkanlarının genişletilmesi gereklidir. Sosyal dengeleme aynı zamanda da, çalışma ve başarı rekabetinin düzenlenmesi ve geliştirilmesinin temelidir.

Böylece piyasa ekonomisi, rekabet düzeni olarak korunmakta ancak, bu düzen sosyal açıdan dengelenmektedir. Müller-Armack’a göre piyasa ekonomisinin temel formülü ancak ikisi ile birlikte ortaya konmaktadır.

Birinin ihmal edilmesi, sosyal piyasa ekonomisi dışında kalan ilkel kapitalizme ya da sosyalizme kayma tehlikesini yaratır. Bu yaklaşımda sosyal dengeleme ve sosyal güvenlik, ekonomik özgürlüklerinin ve rekabetin, dolayısıyla serbest çalışma, özel girişimcilik ve özel mülkiyetin önkoşulu ve garantisi olmaktadır. Rekabet sistemiyse ekonomik gelişmenin dinamik öğesidir. Bu ikisinin yarattığı “diyalektik sürecin birlikteliği” sayesinde ekonomik sistem canlı, dinamik ve gelişme yeteneğine sahip olur. Burada piyasa ve rekabet özgürlüğüyle sosyal dengeleme bağdaştırılmıştır. Böylece toplumda sosyal uzlaşma ve barış amaçlanmaktadır. Sosyal piyasa ekonomisi özde bir piyasa ekonomisidir, ancak bundan öte, “sosyal” bir piyasa ekonomisidir[9]. “Sosyallik ilkesi, bireyin piyasadaki özgürlüğünü sosyal dengeleme ile bağdaştıran bir yaklaşım olmaktadır. Bu nedenle Müller-Armack, Sosyal piyasa ekonomisini, sosyalizmin ve Sosyalist ekonomik sistem konseptinin seçeneği olarak görmektedir[10]. Piyasada bireysel özgürlükler savunulurken, piyasada sosyal sorumluluk da (Social- responsibility) savunulmaktadır[11].

Bu yaklaşımda piyasa ekonomisinin rekabetle düzenlenmesi gereği vurgulanmaktadır. Bu nedenle sosyal piyasa ekonomisinde şu politikalar izlenir[12]:

  1. Rekabet düzeni, çalışma ve başarı rekabeti olarak gerçekleştirilecek bir aktif rekabet politikası,
  2. Rekabetin tamamlanmasını sağlayacak ve etkin olmadığı alanlarda devletin müdahalesini düzenleyen, sektörel, bölgesel ve yapısal nitelikli aktif bir ekonomi politikası,
  3. Rekabetin istikrara kavuşması için aktif bir konjonktür, para ve büyüme politikası,
  4. Rekabet sonuçlarının düzeltilmesini sağlayacak bir gelir dağılımı ve sosyal güvenlik politikası şeklinde oluşturulan politikalar önerilmektedir.

Sosyal piyasa ekonomisinde toplumsal uzlaşma: Müller-Armack sosyal piyasa ekonomisinin, toplumsal uzlaşma ve barışa (Soziale İrenik, irenik: Yunancada barış sevgisi anlamına gelmektedir) dayanmaktadır. Katoliklerin ortaçağda geliştirdikleri korporasyon (ahilik benzeri mesleki, sosyal amaçlı organizasyonlar) ve düzen düşüncesi, prostanların sosyal ve çalışma ahlakı; sosyalizmin sosyallik düşüncesi ve liberalizm inceleme konusu olmuş, yaşanan dünyanın şekillendirilmesinde bunların uzlaşma sağlayabileceği alan ve ortak nokta olarak sosyallik düşüncesi belirlenmiştir. Sosyallik düşüncesi, sosyalizmin geleneksel isteği, katolikliğin düzen düşüncesi, protestanlığın mesleki dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma anlayışı ile yeni liberalizmin organizasyon düşüncesinin ortak temeli olmaktadır[13].

Rekabet içindeki dünya görüşlerinin yaklaşım ve uzlaşmasını sağlamaya yönelik olan sosyal piyasa ekonomisi, bu zıtlıkların birliğini gerçekleştirmeye yönelik olduğu için “diyalektik bir yöntem” olarak görülmektedir. Zira zıtlıkları gidermeyi veya bağdaştırmayı amaçlamakta, bunlardan bir bütün oluşturmaya çalışmaktadır.

Sosyal piyasa ekonomisinde birey yalnızca üretici veya tüketici fonksiyonunu yerine getiren bir ekonomik birim değildir. Aynı zamanda bireyin kişiliği ve bunun geliştirilmesine önem vermektedir. Genel toplumsal düzen içinde bireye ve kişiliğinin gelişmesine özel bir önem verilmektedir[14].

Sosyal piyasa ekonomisinin dayandığı temel toplumsal düzen düşüncesi, devlet, ekonomi, toplum ve hukuk alanlarını birlikte dikkate almaktadır. Sosyal piyasa ekonomisinde klasik liberallerde olduğu gibi “sınırlı” devlet düşüncesi değil; ancak fonksiyonel açıdan daha iyi işleyen devlet düşüncesi egemendir. Zira gerek piyasa düzeninde rekabetin korunup gelişmesi; gerekse “Sosyal” politika önlemlerinin alınması ve bunun ötesinde konjonktür ve büyüme politikalarının, rekabet ve sosyallik ilkeleriyle bağdaşır biçimde uygulanması ”daha az devlet değil, daha iyi işleyen devleti” gerektirmektedir. Fakat sosyallik ilkesini aşırı genişleterek, devletçiliğinin sistem değişimine yönelmesine karşıdır. Sosyal dengelemenin sınırı, -piyasa ekonomisinin korunması ilkesine uyularak- devletle, piyasanın veya özel ekonomik planlarının rekabete düştüğü yere kadar uzanmaktadır[15].

İşçi sınıfı partisinden halkın partisine dönüşmekle gururlanan sosyal demokrat parti tarafından öne sürülen liberal sosyalizm (treiheitticher sociatismus) Willy Brandt’ın şu sözleri ile bayrak açıyordu, “olabildiğince rekabet, gerektiği kadar planlama”[16]. Başka bir deyişle, Alman Sosyal demokrasisinin programında, piyasa ekonomisi kuraldır; planlama, daha doğrusu devlet müdahalesi, istisnadır. Bu müdahale, kapitalizmin eksiklerinin, çarpıklıklarını gidermekiçin ve ekonominin genel dengelerini, hatta özgür rekabetini sağlamak için öngörülmüştür[17].

Sosyal piyasa ekonomisinde, rekabete dayalı sistemin sosyal dengelenmesi olumsuz yan etkileri gidermeye yönelik olmalıdır. Devletin işlevi, kişilere daha çok kaynak aktarmak değil, bireye daha çok sosyal sorumluluk ve olgunluk imkanı yaratarak refahının artırılması şeklinde anlaşılmaktadır. Yani buradaki devlet endüstri toplumu öncesinin “devlet babası” değil, endüstri toplumunu “organize edici” ve “yönlendirici” devlettir[18].

Sosyal piyasa ekonomisi, piyasa düzeniyle toplumsal dayanışmayı bağdaştıran bir ekonomi politikası ya da politik ekonomi oluşturmuştur.  Rekabetle sosyal dayanışma, endürtri toplumunun ekonomik başarısıyla sosyal güvenlik sistemiçelişen değil, birbirini bütünleyen öğeler olarak ele alınmıştır. Bu yönleriyle klasik ve neo-klasik yaklaşımlardan ayrılmaktadır. Bu yaklaşım sayesinde eski tarzdaki sınıf kavramı ortadan kaldırılmış, uzlaşma, dayanışma ve sosyal barış içinde çözümler gündeme gelmiştir[19].

Sosyal piyasa ekonomisi toplumun organizasyon yapısının çok aşamalı ve merkezi olmayan, yani ademi merkeziyetçi bir özellik  göstermesini öngörür. Bağımsız ve özgür birimlerin ekonomik sürece olabildiğince katılımını amaçlayan sosyal piyasa ekonomisinin bunu sağlayacak bir organizasyon yapısı göstermesi öngörülmektedir. Sosyal piyasa ekonomisi doğmatik olmaktan çok pragmatiktir. Bu nedenle toplumdaki mülkiyet ve karar yapısında çoğulculaşmaya fırsat tanır. Açık toplum esas alınması, enformasyon yapısının herkese açık olmasını öngören bir politikaya dayanır. Rekabet süreciyle düzenlenen piyasalarda ekonomik birimler birbirini kontrol eder. Özetle, sosyal piyasa ekonomisi, ekonomi politikasıyla sosyal politikayı bütünleştirdiği gibi, bunlarla uyumlu bir kültür ve eğitim politikası, demokratikleşme, katılım ve açık toplum politikası izlemektedir[20].

Sosyal piyasa ekonomisinin varlık ve işleyisini belirleyen öğeleri şöyle özetleyebiliriz[21].

  1. Başarı rekabeti: Piyasa sisteminin varlığı ve işleyişini belirleyen temel öğe başarı rekabetidir. Burada rekabet, “bırakınız yapsınlar” ilkesine göre değil, ekonomik birimlerin başarı yarışı şeklinde düzenlenmesine bağlı olarak oluşmaktadır. Yani yasal ve kurumsal olarak düzenlenmiş rekabet söz konusudur.
  1. Sosyal dengeleme: Burada sosyal dengeleme, ihtiyaç içindeki insanlara yardım etmekten çok, çeşitli kurumsal organizasyonlar içinde onları ekonomik süreçle bütünleştirmek anlamına gelmektedir.
  1. Başarı rekabeti ve sosyal dengelemenin birlikteliği: Sosyal piyasa ekonomisinin varolabilmesi için başarı rekabetiyle sosyal dengeleme birlikte ve aynı ağırlıkta uygulanmalıdır. Sosyal piyasa ekonomisi, yalnızca kuru bir ekonomizme bağlanmayıp, toplumsal bütünün sosyal boyutunu da dikkate almaktadır. Piyasa ve devlet işlevsel bir bütün oluşturmakta, bu sayede sosyal anlaşma, sosyal barış, sosyal güvenlik, sosyal adalet ve sosyal refah gibi temel toplumsal amaçların gerçeleşmesi sağlanmaktadır.
  1. Yasal ve kurumsal düzenlemeler: Devlet anayasalarında belirlenen temel hak ve özgürlüklerden başyayarak, sözleşme özgürlüğü, açma ve yerleşim yeri özgürlüğü ve özel mülkiyet hakkı başta gelir. Rekabetin işleyişini düzenleyen yasalarla rekabet –karter- kurumunun düzenlenişi, sosyal güvenlik ve çalışmayla ilgili yasal düzenlemeler sosyal piyasa ekonomisinin önemli önkoşullarıdır. Öte yandan mali düzen ve para düzeni, yani bütçe, vergi, merkez bankası ve bunların işleyişinin düzenlenmesi, sosyal piyasa ekonomisi için gerekli önkoşullardır. Bütün bu yasalar ve kurumsal yapı, merkeziyetçi olmayan karar ve koordinasyon yapısının varlığını belirlemektedir.
  1. Ekonomi politikaları: Ekonomi politikaları sosyal politikalarla bütünleştirilmelidir. Uygulanan ekonomi politikası fiyat istikrarını sağlamalıdır. Çünkü fiyat istikrarının bozulduğu bir ortamda rekabet ve piyasa ilişkileri de bozulur. Fiyat istikrarıyla birlikte istihdam ve gelir dağılımı da dikkate alınmalıdır. Sosyal piyasa ekonomisinin sosyal boyutu, istihdam ve gelir dağılımıyla herkese “refah” sağlar. Herkese refah sağlanmasının en kolay yolunun büyümeden geçtiğinin bilincindedir. Gelir dağılımının yanında, serveti kitlelere yaygınlaştıracak bir servet politikası oluşturmak amacındadır.
  1. Başarı(çalışma) motivasyon ve kontrolü: Sosyal piyasa ekonomisinin “temel motivasyon sistemi” başarı ve başarıya eşdeğer bir ödüllendirilmeye dayanır. Bu da ancak, sosyal sıfatla bütünleşen rekabet süreci içinde gerçekleşir. Burada ekonomik birimlerin çaba ve başarısı, kar ve fayda olarak ödüllendirilirken, başarısızlıklarından da yine kendileri sorumludur. Ekonomik birimlerin kendi faaliyetlerinin sonucundan ancak kendilerinin sorumlu olması durumunda sistemin motivasyon ve kontrol mekanizması etkin işlemektedir.
  1. Ekonominin belirli düzeyde maddi, personel ve kurumsal altyapıyla donatılmış olması: Sosyal piyasa ekonomisinin etkin olarak varlığı için, mal ve faktör akışkanlığının, üretimin, tüketimin yeterli düzeyde gerçekleşebildiği maddi altyapı donatımı, bu sayılanların gerçekleşmesi için miktar ve nitelik olarak yeterli insan gücü (personel) donatımı gereklidir.
  1. Sosyal piyasa ekonomisine uygun kültür ve eğitim politikalarıyla çoğulcu demokrasinin varlığı: Sosyal piyasa ekonomisi çatışmacı değil uzlaşmacı bir kültür politikasıyla bağımsız kişiliğe sahip, başarıya yönelik, dinamik insanların bulunduğu bir ortamda varolabilir. Bu kültürel ortam da ancak çoğulcu parlamenter demokraside gerçekleşebilir. Sosyal piyasa ekonomisi açık bir toplum programıdır. Bu nedenle kültür, eğitim ve demokrasi politikasının bu anlayışa dayandırılması gereklidir.

Erol TAŞDELEN – Ekonomist      www.bankavitrini.com

[1] N.P.Barry, “Yeni Sağ”, Çeviren:Dr. C. Aykan, Tisamat, 1989, s.201.

[2] Ülkemizde “konsept” karşılığı olarak “Model” kavramı kullanılmaktadır. Oysa “model”, bir olgunun basite indergenmiş soyut düşünsel düzeydeki teorik yapısıdır. Sınırlı değişkenler arası ilişki basit ve kapalı bir sistem oluşturur.

Konsept ise, içerik olarak kapsamlı ve açık system oluşturan; kendi içinde ve mevcut durumla uyumlu ekonomi politikası paketlerinin oluşturduğu bütündür. Bu nedenle ikisi farklı anlam ve içeriğe sahiptir.(H.Erkan’ın notu)

[3] H.Erkan, “Sosyal Piyasa Ekonomisi – ekonomik sistem ve piyasa ekonomisine işlerlik kazandırılması –“, Konral adenauer Vakfı, İzmir, 1987,s.107.

[4] H.Erkan, a.g.e., s.108-109.

[5] Bu hareket  içindeki düşünürlere genellikle Alman Yeni-Liberalleri denilmiştir. Fakat bunlar için sık kullanılan isim, “Ordo”adı altında çıkardıkları yıllıktan dolayı, “Ordo-Liberaller” olarak adlandırılır.

[6] H.Erkan, a.g.e., s.109.

[7] H.Erkan-C. Erkan, “Ekonomide Sosyal Demokrat Alternatif”, Altın kit. Yay. 1989.

[8] H.Erkan, a.g.e., s.110.

[9] H.Erkan-C. Erkan, a.g.e., s.103-104.

[10] Daha geniş bilgiiçin bakınız, Müller-Armack, A. (1978), “Die Grund formen der Sozialen Marktwirtshaft”, Ludwig-Erhard- Vakfı: Symposion I: Soziale Marktwirtschaft  als nationale und internationale-Ordnung, Bonn-Aktuell, Stuttgart.

[11] H.Erkan, a.g.e., s.110-111.

[12] H. Erkan, a.g.e., s.111. H.Erkan-C. Erkan, a.g.e., s.104.

[13] H. Erkan, a.g.e., s.111.

[14] H.Erkan, a.g.e., s.112.

[15] H.Erkan, a.g.e., s.112-113.

[16] F.Fejtö, “herşeye Rağmen Sosyal Demokrasi”, Çeviri:T. Güneş-N.Güneş, Verso yay., Ank., 1989, s.158.

[17] İ.Cem, “Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir?”, Cem yay.1984.

[18] H.Erkan-C.Erkan, a.g.e., s.104-105.

[19] H..Erkan-C.Erkan, a.g.e., s.105-106.

[20] H..Erkan-C.Erkan, a.g.e., s.106-108.

[21] H..Erkan-C.Erkan, a.g.e., s.108-111.

 

Okumaya devam et

EKONOMİ

UĞUR GÜRSES: İkinci Yüzyıla Yeni Bir Yol Haritası

Yayınlanma:

|

Yazan:

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken Türkiye bir yol ayrımında. Hem çoğulcu, uzlaşmacı demokratik parlamenter rejime dönüş, hem de artık sürdürülemez bir ekonomik modelin değişimi kaçınılmaz. Her iki alanda gerekli olan ‘taşıyıcı kolonun’ hukukun üstünlüğünün sarsılmayacak biçimde tesisi olduğuna da hiç şüphe yok.

Ekonomik model hem yurttaşlarının son 10 yılda aynı yerde duran gelir seviyesi ile patinaj yapıyor, hem de yoksulluk oranında iyileşme getirmeyen bir tabloda seyrediyor. Her iki alanda rota değiştirerek, sağlanacak iyileşme ile toplumun refahını arttırmak mümkün.

Ekonomideki hane halkı tüketimine dayalı ‘çekici lokomotif’ siyasi krizler, ‘dur-kalklar’ ile istikrarsız bir süreçte ekonominin sürdürülebilir bir patikada ilerlemesine olanak sağlamadı. Sermaye akımlarının yön değiştirmesi, döviz şokları, enflasyonun fiyat istikrarına erişimden uzak bir seviyede dalgalanması dalga boylarını hep büyüttü.

Küresel ekonomideki savrulmalar ve yön değişikliği, arz-tedarik zincirlerindeki kopmalar da ilave şoklar getirdi.

Türkiye, küresel ekonomide gelişmiş Batı ile 21. Yüzyılın büyüme merkezleri olan Hindistan ve Çin gibi Doğu ekseni arasında mevcut altyapı ve lojistik başta olmak üzere ekonomik gelişmişliği ile eşsiz bir konumda olmasına karşın, sahip olduğu ekonomik model değişimi konusunda ilerleme sağlayamadı. Siyasi iktidarın siyasi kriz içinde sarıldığı tercihle, yerel parada kredi büyümesi, inşaat-konut büyümesi ve hane halkı tüketimine dayanan bir döngüden çıkılamadı.

2008-2009’da patlak veren küresel kriz, 2020’de küreyi saran pandemi, 2022’de Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali, küresel ekonomide büyük sarsıntılar yarattı. Enerji ve emtia, gıda arzı ve tedarik zincirdeki dar boğazlar, patlayan enflasyon, ekonomik yavaşlama gibi bir dizi sorun, Türkiye’nin yeni bir model gerekliliğini daha da çok öne çıkarıyor.

Nedir bu potansiyel model değişimi?

Daha yüksek oranda doğrudan yatırımlar alan, buna bağlı olarak sürdürülebilir ekonomik büyüme ve istihdam rayına oturan, bununla da ihracat kapasitesini büyütebilen modeller olarak özetlenebilir.

2022 yılına, Türkiye’nin doğrudan yatırımlar bakımından son 20 yılın net olarak ‘sıfır noktası’ denilse yanlış olmaz. Ödemeler dengesi verilerine göre, 2022 Ağustos itibariyle ülkeye gelen doğrudan yatırım ile yerleşiklerce doğrudan yatırım için çıkarılan fonların neti 5.8 milyar dolar.  Gelen doğrudan yatırımların içindeki 6.6 milyar dolarlık gayrimenkul için yapılan yatırımlar hariç tutulduğunda net olarak 777 milyon dolarlık negatif bir tablo ortaya çıkıyor.

Gayrimenkul için gelen yatırımlar hiçe sayılsa bile 5.8 milyar dolarlık net giriş 800 milyar dolarlık bir ekonomi için çok düşüktür.

İşte bu girişlerin büyütülmesi, ülkenin ihtiyacı olan sermayenin kalıcı ve uzun vadeli olabilmesi için gerekli birkaç ‘sütun’ var.

Bunların başında, ekonomide fiyat istikrarının sağlanması ve uzun vadeli faizlerin kalıcı olarak çok düşük seviyelere gelmesi, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve yolsuzlukla mücadele geliyor.

Halkın gelir ve refah seviyesinin yükseltilmesi için inşaat kolonları değil, hukuk ve yolsuzlukla mücadele kolonlarının dikilmesi gerekiyor.

Enflasyon, hukukun üstünlüğü ve yolsuzlukla mücadele konularındaki ‘sütunların’ kararlılıkla güçlendirilmesi gerekiyor.

Her üçü de gerek toplumun gerekse yatırımcıların güveninin tesis edilmesi ve devamı için çok önemli.

Kurumları işleyen, kuralları ayrım gözetilmeksizin her birey ve kuruma eşit biçimde uygulanan bir ülkede, orta ve uzun vadeli bir yatırım perspektifi olan girişimci için ‘sürprizler’ olmaz. Bu daha fazla yatırımı, istihdamı ve gelir artışını getirir.

Enflasyon ve fiyat istikrarı konusunda neler yapılabileceği bellidir. Güçlü ve bağımsız bir Merkez Bankası ve liyakate dayalı atamalarla, basiretli bir para politikası ülkenin parasına güveni tesis eder. Enflasyon konusundaki tahminler, alınan kararların sonuç alacağına dair beklentiler temellenir.

Hukukun üstünlüğü konusunda da nitelikli bir çoğunluk sağlanması koşulu ile Meclis’te farklı partilerin uzlaşması kaçınılmaz olur. Yargı sisteminin üst kurulu olan HSK’da ‘siyasi amigolar’ yerine mesleğine saygısı olan yargıçlar atanır.

Sadece HSK ataması ile değil, güçler ayrılığının oldukça katı biçimde hayata geçirilmesiyle ‘üst yapısı’ kurumsallaştırılabilir. Bunlar uzlaşma ile Meclis’ten çıkarılabilecek, toplumun da onayını rahatlıkla alabilecek konular.

Her düzeyde hesap veren-hesap soran bir hukuk düzeni güçler ayrılığı ile mümkün.

Hesap veren-hesap soran, şeffaflığı sağlayan bir siyasi zeminde yolsuzluk en düşük düzeye çekilebilir. Bu da en önemli taşıyıcı temel üçüncü sütun olan yolsuzlukla mücadele sütununun tesisine getiriyor bizi.

Türkiye giderek hesap verme, hesap sorma kurumunu kaybeden bir ülke oldu. Bu durum siyasi kulvardaki gidişattan bağımsız değil. Giderek otoriterleşen, hesap vermeyen, şeffaflığı karartan, güçler ayrılığını çökerten bir siyasi rejim altında yolsuzlukla mücadele bir tarafa, rejimin kendisi yolsuzluğun merkezi halini aldı.

Yolsuzluk nedir?

‘Yolsuzluk’ Uluslararası Şeffaflık Derneği’nce (Transparency International) şöyle tanımlanıyor: “Emanet edilen gücün özel kazanç için kötüye kullanımı”. Bir topluma faturasını ise şöyle açıklıyor: “Yolsuzluk güveni aşındırır, demokrasiyi zayıflatır, ekonomik kalkınmayı engeller ve eşitsizliği, yoksulluğu, sosyal bölünmeyi ve çevresel krizi daha da kötüleştirir.

2014 yılında yapılan G20 Liderler Zirvesi’nde ülke liderlerine dağıtılan bir çalışmada, yolsuzluk tanımı şöyle yapılıyordu; “kamu gücünün özel kazanç için kötüye kullanılması”. Türkiye’yi temsil eden dönemin Başbakanı ise yolsuzluğu şöyle tanımlamıştı: “Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu? Ayakkabı kutusu içerisinde söylenen olaylar, Halk Bankası’ndan alınan ya da soyulan para değildir”.

Temel sorunun en yukarıda, ülkeyi yönetenlerin yolsuzluğu yolsuzluk olarak tanımlamamasında olduğunu not etmek gerekiyor.

G20 için hazırlanan raporda, yolsuzluk 3 ana grupta tanımlanıyordu.

Birincisi rüşvet; bireyler ya da şirketler tarafından kamu görevlilerine, kendi sorumlulukları altındaki yönetsel kararları etkilemek için yapılan ödemeler, rüşvet olarak adlandırılıyor. Rüşvet, hükümet düzenlemeleri ya da faaliyetleri kapsamındaki yönetsel kararlara dönük oluyor. Türkiye      pratiğinde, kamuda süreçleri içinde kurallara uygun yapılabilecek işlerin yapılması için bile oldukça yaygın olduğuna hiç şüphe yok. Kamu görevlilerinin normal sürede yapabileceği işi ‘savsaklamama primi’ olarak bile rüşvet mekanizmasının çalıştığı açık.

İkincisi kamu varlıklarına dönük hırsızlık; kamu görevlileri tarafından zimmete geçirme ya da kamu ve özel danışıklı biçimde yapılan yolsuzluktur. Buna ilave olarak, reel ya da finansal kamu varlıklarının piyasa fiyatının altında illegal transferi, kamuya yapılacak ödemelerin ya da vergilerin kaçırılması, kamu fonlarının harcanması gereken yerlere değil de özel kullanıma aktarılması. Yapılmamış işi yapılmış gibi gösterme ve eksik kabul.

Üçüncüsü ‘himayeci’ yolsuzluk; yolsuzluk yazınında ‘kayırmacılık’, ‘akraba kayırmacılığı’ ve ‘yanaşmacılık’ olarak adlandırılan yolsuzluk tarzlarını içeriyor. Burada özel kesimde yer alanlara siyasal ya da kamusal bir hamilik söz konusu. Tanımında da kamu sözleşmelerinin ya da transfer harcamalarının tahsisinde kamu görevlilerince özel kişi ya da kurumlara, ‘kitabına’ ve kurallara uydurularak ayrıcalıklı muamele yapılması var. Buna mali transferlerde ve profesyonel iş fırsatlarının kamu yetkililerince ‘özel ayrıcalık’ yapılarak onaylanması da var.

G20 dokümanında yolsuzluğun ‘düşük değerli’ ve ‘devasa değerli’ olarak iki uçta telaffuz edildiğine atıfla, ‘devasa değerde’ yolsuz işlemlerin kamu görevinde yüksek hiyerarşide yer alan kamu görevlilerince yapıldığına işaret ediliyor. Buradan hareketle, farklı kombinasyonlara farklı adlar da veriliyor; yüksek rakamlı sistematik yolsuzluk yapan yüksek kamu yetkililerine ‘kleptokrasi’, menfaati sağlayanın yüksek hissesinin bulunduğu ‘himayeci’ tip yolsuzluğa ‘ahbap-çavuş kapitalizmi’ (Crony capitalizm) deniliyor. Bunlar ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

Tanımlar şu açıdan çok önemli; yolsuzluğun ne olduğu, nasıl işlediği, hangi çerçevede yapıldığı tam olarak tanımlanıp kabul edilirse bunun nasıl önleneceğine dair kurallar oluşturulabilir. Hangi alanlarda daha fazla şeffaflık sağlanabilir, hangi denetim süreçleri çalıştırılabilir; bunlara kapılar açılabilir.

OECD’nin Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele ile düzgün iş yapma ilkelerinin belirlendiği 20 yasal araç listesi bu konuda yol gösterici.

Ancak Türkiye koşullarında siyasi partiler yasasına da konulacak siyasi ahlak kuralları ile bunların hesap verme ve şeffaflığı ile ilgili ikincil düzenlemeler ve hükümler öncelikli olmalı.

Refah ve yolsuzluk

Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin ülke sıralamasına bakılırsa ilk 10 sırada yer alanlar şu ülkeler; Danimarka, Finlandiya, Yeni Zelanda, Norveç, Singapur, İsveç, İsviçre, Hollanda, Lüksemburg, Almanya.

Bu ülkelerin neredeyse tamamının refah ülkeleri olarak tanımlanmasıyla, hukukun üstünlüğü endekslerinde üst sıralarda olmalarıyla yolsuzluk algısında en iyi puanlara sahip olmaları arasındaki ilişkinin çok yüksek olduğu da açık.

Türkiye ise 180 ülke içinde 96. sırada yer alıyor. Milli gelirde ilk 20’de olup, 5 kat aşağıda yer alıyor. 2013’te 50 olan puanı ise 2021’de 38’e düşmüş durumda.

Uluslararası karşılaştırmalarda tarihsel olarak son 10 yılda en belirgin düşüşün Türkiye ve Bosna Hersek’te olduğuna işaret ediliyor. Bunun sebepleri arasında ise en başta ‘otokratik lider ve partilerinin elinde güç yoğunlaşması’ ve yargı bağımsızlığının altının oyulması, devletin ele geçirilmesi. Üst düzey yolsuzlukların cezasız kalması, özel çıkarların hizmetindeki yasa yapma, yargının büyük yolsuzluklar karşısında etkisiz soruşturması ya da yapmaması.

En yakın gelişmelerden biri de Türkiye’nin, yurt dışında rüşvet veren şirketlere karşı hukuki yaptırımları “az uygulayan ya da hiç uygulamayan” kategorisinde yer alması.

Yoksullukla yolsuzluk yarışta

Dünya Bankası, 2030 yılına kadar hem aşırı yoksulluğu sona erdirme hem de gelişmekte olan ülkelerdeki en yoksul yüzde 40’lık kesim için ortak refahı artırma şeklindeki ikiz hedefine karşı en büyük engellerden birinin yolsuzluk olduğunu vurguluyor.

Dünya Bankası, yolsuzluğun yoksullar ve en kırılgan kesimler üzerinde orantısız bir etkisi olduğunu, sağlık, eğitim ve adalet dahil hizmetlere erişimi azalttığını, maliyetini de yükselttiğini vurguluyor.

Dünya Bankası uzmanları çalışmalarında, yolsuzluğun düşük olduğu ülkelerde kamu gelirlerinin GSYH’nın yüzde 4’ü kadar daha fazla olduğu sonucuna varıyorlar.

2019’daki bir yayında IMF uzmanları, OECD ülkelerinde kamu alımlarının GSYH’nın yüzde 13’ü kadar olduğunu hatırlatarak, hükümet alımlarının yolsuzlukta en ‘sıcak’ noktalardan biri olduğuna işaret ediyorlar.

“Büyük projelerin genellikle maliyetleri karşılaştırmayı zorlaştıran ve rüşvetleri gizlemeyi ve maliyetleri şişirmeyi kolaylaştıran benzersiz özellikleri olduğuna” işaret edilen makalede, büyük yolsuzlukların genellikle inşaat ve savunma malzemeleri gibi karmaşık ve maliyetli projelerle ilişkilendirilmesinin nedeninin bu olduğunu vurguluyorlar.

Böylelikle, sonuçta eğitim ve sağlık harcamalarının yolsuzluğun yüksek olduğu yerlerde daha düşük olma olasılığına ve buna bağlı olarak da işçi üretkenliğinin ve yaşam standartlarının iyileşme olasılığını daha az hale getirdiği savunuluyor.Yapılan çalışmalarda, yolsuzluğun gelir eşitsizliğini ve yoksulluğu büyüttüğü, ekonomik büyümeyi azalttığı, sosyal harcamaların etkisini ve seviyesini gerilettiği, servet dağılımını da etkilediği ve eğitimde fırsat eşitsizliğini de körüklediği gösteriliyor.

Türkiye eğer model değiştirerek yeni bir yüzyılda ülkesini “refah ülkesi”, ekonomisini düşük enflasyonlu sürdürülebilir büyüme patikasında doğrudan yatırım alan bir ülke pozisyonuna getirmek istiyorsa yoksulluğu azaltmak istiyorsa yolsuzluğu katı biçimde gündeminden atması gerekiyor. Yapılan çalışmalar, kurallı ve kurumları çalışan ülkelere akan sermayenin, doğrudan yatırımların büyüdüğünü söylüyor. Özellikle de kaynak ülke düşük yolsuzlukla yol alıyorsa.

Okumaya devam et

KATEGORİLER

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www paravitrini com © "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKAVİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 - Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.