Cumhuriyetin kuruluşundandan 1950’ye kadar yönetimde olan CHP yönetimin 14 Mayıs 1950’de seçim yoluyla iktidarın DEMOKRAT PARTİ-DP‘ye el değiştirmesi küçümsenemez. Daha da önemlisi, parlementer rejimin gereği olarak geniş halk kitlelerinin toplum sahnesinde, artık seyirci değil, aktörler olarak yer alması sonucunu doğurmuştur. Siyasi iktidar, bu tarihten sonra, en azından seçimden seçime, işçi, köylü, esnaf gibi kalabalık halk kesimlerinin ekonomik ve sosyal isteklerini dikkate alarak, bunlara şu ya da bu biçimde yanıt vermek zorunda kalacaklardır. Bu zorunluluk, iktisat politikalarında ve bölüşüm ilişkilerinde, varlıklı sınıfların kısa dönemli çıkarları ile çelişebilen unsurların sürekli olarak yer alması sonucunu doğuracaktır. Bazı çözümlemelerde “popülist” bir rejim olarak da nitelendirilen bu ortamın egemen sınıfların denetiminden çıkmamasının, bunların uzun dönemli çıkarlarını zedelememesinin ön-koşulu, doğrudan halk sınıflarının temsil etme ve/veya bunları örgütleme iddiasında solcu bir siyasi muhalefetin iktidar alternatifi olarak gelişmesine imkan vermemesidir[1].
Egemen sınıfların partisi olan DP sendika ve grev hakkının savunuculuğunu yapmış, geniş ölçüde bu yolla sendikalı işçi kitlesinin de desteğini savunarak, asker-sivil bürokrasiye sırtını dayamış olan CHP’den iktidarı alabilmıştir. DP, iktidarı süresince de grev hakkını tanımadığı, sendika hakkını önemli ölçüde kısıtladığı işçi kitlesinin olmasa bile sendikaların önemli bir kesiminin bağımlılık ölçüsüne varan desteğinden yararlanmıştır[2].
DP’ye sendikaların desteğinde CHP’nin iktidar dönemindeki sert tutumunun etkisi olmuştur. 5 Haziran 1946’da Cemiyetler Kanunu değiştirilerek sınıf temeli üzerine kurulu cemiyet kurma yasağı kaldırılınca sendika hakkı da kanunen tanınmış oloyurdu. İşçiler hızla sendikalar kurmaya başladılar. Ancak, kısa süre sonra iktidarın sendika hakkını gerçekten tanımaya hazır olmadığı anlaşıldı. 17 Aralık I946’da sıkıyönetim kararıyla yeni kurulmuş olan sendikalar, aynı yıllarda kurulmuş olan ve Şefik Hüsnü’nün önderliğinde faaliyet gösteren Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ve Türkiye Sosyalist Partisi ile beraber kapatıldılar. 20 Şubat I947’de yürürlüğe giren Sendikalar Kanunu, grev ve toplu sözleşme hakkından söz etmediği gibi, siyasetle uğraşan sendikaları da yasaklamaktaydı.
1949’da DP programında grev hakkına yer verilmişti. DP iktidarının ilk yılında işçilere grev hakkını vermek üzere bir kanun tasarısının hazırlandığı kamuoyuna açıklanmıştır. Ancak, çok geçmeden bu tasarı Meclise sunulmadan rafa kaldırılmıştır. DP’nin 15 Ekim 1951’de onaylanan programında ise bu haktan ve buna ilişkin olarak toplu sözleşme hakkından sözedilmez.
1954’de yapılan genel seçimlerden önce 10 sendika önderi tarafından “İşçi ve İşçi Dostu Milletvekillerini Destekleme Komitesi” kurulur. Komite, seçimlerde işçilikten yetişme ve işçi dostu milletvekilleri adaylarının desteklenmesini ister. Komitenin faaliyatleri önlenir. DP iktidarı, bir yandan sendikaların en ilkel fonksiyonlarını bile “siyaset” olarak nitelendirerek yasaklarken, diğer yandan sendikaları kendi çizgisinde poletize etmek için büyük çaba sarfetmiştir.
1946-1957 yıllarında işçi kitlesinin DP’ye sağladıcı destek “sendikacılık hareketinin onay ve açık davranış tesbiti sonucu değil fakat açığa vurulmamış rızası ve onayı ile olmuştur. 1957 yılından sonra DP açık olarak işçi haklarına, temel özgürlüklere karşı cephe alıp, emeği, fakiri ve büyük halk kitlelerini sömürücü bir kapitalist düzenin temsilcisi durumuna gelince, işçiler yavaş yavaş desteklerini DP’den çekmişlerdir.
1950-1960 döneminin başlarında Türk sendikacılığının yapısını derin bir biçimde etkileyen bir başka gelişme daha ortaya çıkmıştır. Bu, Amerikan etkisinin Türk sendikacılık hayatında etkisini göstermesidir. Truman Doktrini ve Marshall Planı uygulamalarının bir parcası olarak Amerika’nın, çeşitli ülkelerdeki sendikacılık hareketlerine, kendi uluslararası çıkarlarına ters düşmeyecek bir biçim ve “yön verebilmek için çaba sarfettiğini görüyoruz. Türkiye’de ABD Elçiliği, AID, ICFTU, AFL-CIO temsilcileri gibi çeşitli kanallarla meydana gelen bu ilişkilerin peşinde Türk-İş kurulmuştur.
1955 sonrası dönemde, yönetime karşı temel uğraşı (yeni yasal düzenlemelerle) hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönünde verildi
Fiyat artışları nedeniyle gelir düzeyi sarsılan ve ekonomik konumunu büyük ölçüde yitiren kamu bürokrasisi, bu politik gelişme karşısında etkinliğini kaybetmeye başladı. Bu sürece, kısa sürede kazanç sağlaması olanaklarının yaygınlaşması katkıda bulundu.
Particilik, birçok kişi için zenginleşme ve nüfuz kazanma yolu olmuştur. Ufak bir örnek vermek için Diyarbakır’ı ele alalım:CHP zamanında Hacı A. ve Hacı S., CHP’ li olma yoluyla zenginleşmiş kişilerdir. Hacı A., parti kanalıyla Petrol Ofis bayiliğini elde etmiştir. DP döneminde, T.D., 1950 yılında parasız iken, banka kredileri yoluyla köylüyü borçlandırıp arazisini satın alarak 18 bin dönüm araziye sahip bir çiftlik ağası haline gelmiştir. Özellikle yokluk ve tahsis yıllarında DP, parti nüfuzuyla zenginleşme sistemini en geniş ölçüde uygulayacaktır[3].
1945’de 18,7 milyon olan nüfus, 1950’de 20.9, 1955’de 24, 1960’da 27.7 milyon olmuştur. 1945-50 arasında %2.1 olan yıllık artış oranı 1950-55 döneminde %2.7, 1955-60 döneminde %2.8 olarak gerçekleşmiştir.
1950-60 döneminde şehirleşme hızlanmış, kırsal kesimlerden büyük şehir merkezlerine hızlı bir iç göç başlamıştır. 1927-50 arasında nüfusun şehir/köy oranı %25/75 olarak sabit kaldığı gözlenmektedir. Bu oran 1955’de 29/71, 1960’da 32/68 olarak gerçekleşmiştir.
Nüfus yoğunluğu ortalaması bütün Türkiye için sıra ile 1950, 1955 ve 1960’da (kilometrekareye) 27,31 ve 36’dır. Aynı yıllarda bu yoğunluk Avrupa yakasında 67,83 ve 95’dir. Nüfus yoğunluğu olarak 1950-55 arasında Marmara, Ege ve Karadenizde detişmediğini (47), 1955-60 arasında 55’e çıkmaktadır. Batı Anadolu’da ise 1950’de 23.7 olan yoğunluk 1955’de 37’ye yükseliyor fakat 1960’da 31’e düşüyor.
Okur yazar oranı, çağ nüfusu içinde, 1945’de %30’dan 1960’da %39.5’a yükseliyor
1950-60 dönemi içindeki 1950 fiyatlarıyla adam başına GSMH %38.6 artış göstermesine karşın, kamu hizmetinde çalışan aylıklı ve ücretli memurların 1960 yılındaki gelir artışı 1950’ye göre %9 oranında yükselmiştir. Demek oluyor ki, 1950-60 döneminde yurdun ortalama yaşama düzeyindeki bir artış olmasına karşılık, kamu kesiminde çalışan aylıklı ve ücretlilerin yaşama düzeyindeki artış, genel artışa göre daha düşüktür.
İşçi Sigortalarına bağlı işçi ücretleri incelenirse bu dönem içinde ortalama %25 bir gelir artışının sağlanmış olduğu, fakat bu artışın, yine genel artışın altında kaldığı görülmektedir.
Tarım kesimindeki gelir artışı ise %20 dolaylarında olmuş, yine genel artış düzeyi altında kalmıştır.
Sağlık kurumlarındaki yatak sayısı, 1945’de 16.133 iken 1960’da 45.807 olmuştur.
DP’ye dinci cephe ile sıkı ilişkileri yönünden sert eleştiriler gelmiştir. İktidarlarının ilk haftasında Türkçe ezanı, Arapça ezana çevrilmesi ve tutan-tutmayan inkılaplar ayrımını yapması bununla birlikte başbakanın (Menderes), parlamentoya -daha doğrusu kendi Meclis grubuna- “siz isterseniz hilafeti geri getirebilirsiniz” demesi, DP’yi “karşı-devrimci” olarak nitelendirilecektir.
Din konusunda tavizler gerçekte 1946 seçimlerinden sonra CHP tarafından veriliyor. 1946-50 seçimleri arasında, hükümet esas olarak tavizkar ve yatıştırıcı bir politika izledi[6]. İlkokullara din dersi konması (1949), Hacca gideceklere döviz tahsis edilmesi (1948), İmam Hatip kurslarının (1949), İlahiyat Faküıtesinin(1949) açılması halkın CHP’yi değerlendirilmesinde değişiklik yapmamıştır[7].
H.V.Velidedeoğlu’ya göre, Atatürk, çağdaş doğrultudaki devrimin kök salıp yaşaması için onu halk mektepleri, halkevleri ve halkodaları yoluyla topluma mal etme yolunu tutmuştu. Karşı devrimcilerde karşı devrimin Türk toplumuna yayılması için önce gizli, sonraları açık olarak Kuran kursları açtılar. Bu kurslar büyük bir hızla ülkeye yaydırıldı. Atatürk ve İnönü döneminde sinmiş olan tarikatlar yeniden harekete geçti ve şeyhler yörelerine topladıkları müritleriyle karşı devrim karanlığını bütün ülkeye yayma yolunu tuttular. DP iktidarı bu gidişe göz yumuyordu[8]
DP, iktidarı döneminde 5.000 tane cami yaptırılmış, 15.000 tane turbe halka açılmıştır. Böyle bir sonuç şaşırtıcı olmamalıdır, çünkü 1946-50 dönemi muhalefetinin bir odağı pazar ise öbürü de dindi.
N.Mazıcı’ya göre, azgelişmişlik çemberini kıramamanın temel nedeni, ekonomiktir. Bu ülkelerde iktidar partileri, ekonomik sorunların çözümünde zorlandıklarında, hükümetten düşmemek için kitlelerin dikkatini, ekonomiyle ilgili olmayan alanlara çekerek seçmen desteğini sağlama yoluna giderler[9].
1945-50 arası, zamanın en güçlü muhalefet partisi olan DP anayasanın uygulanmadığından yakınmış, iktidara geçtiği 1950-60 süresi içinde de, onu kendi çıkarlarına göre uygulamıştır. Bu dönemde tüm bunalımlar her mahallede milyonerler yaratmak, oy avcılığını anayasal bir kurum haline getirmek, ekonomik çıkmazlara battıkça insan hak ve hürriyetlerini kısmak yetkilerini saptırmak isteyen bir iktidarın “anayasa dışı” eylem ve işlemlerinden gelmiştir[10].
İktisadi ve sosyal bunalımla ve bundan beslenen muhalefetle baş edemeyen DP iktidarı, hukuku ve demokrasiyi çiğneyen eylemlere girişti. Bunların ortak hedefi, siyasal muhalefetin bastırılmasıydı. 1924 Anayasasına da pek çok yönden aykırı düşen bu eylemler daha 1954 seçimleri öncesinde başladı. CHP’nin mallarına bir “kanun”la el kondu, bunlar hazineye aktarıldı (1954). Seçimlerinden az önce Millet Partisi bir adli mahkeme kararıyla kapatıldı (1954). Radyodan siyasi partilerin seçim konuşması yapması yasaklanarak hükümete tek yanlı propaganda olanağı sağlandı (1954). Yine siyasal partilerin seçim dönemi dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyebilmeleri yasaklanarak, hükümete ve iktidara büyük avantaj kazandırıldı (1956). Ara seçimler yapılmadı. Mubalefetin seçimlerde işbirliği yapması yasaklandı (l957). İçtüzük değişikliği ile meclisde muhalefetin soru ve gensoru yoluyla denetimde bulunması engellendi. Radyonun yanısıra idare de partizanlaştırıldı, o kadar ki DP İl Yönetim Kurulu Vilayet binasında toplanır oldu. Üniversite özerkliğine karşı tavır takınıldı, eleştirileri hoş karşılanmayan bazı profesörler bakanlık emrine alınarak üniversiteden uzaklaştırıldı. Basın ve söz özgürlüğü kısıtlandı. Bu arada, siyasal muhalefet ve bunun ileri gelenleri daha açık baskılara da hedef oldular. Parti liderleri tutuklandı (Bölükbaşı), hükümetin hoşgörüsünden yararlanan saldırgan grupların eylemlerine hedef oldu (Uşak, Topkapı …vb. olayları). İktidar partisine oy vermeyen iller ilçe (Kırşehir), ilçeler bucak (Abana) yapıldı. Bütün bunlar olurken, Cumhurbaskanı da tarafsızlığını yitirmiş, yine DP’nin Başbakanı gibi davranır olmuştu. Nihayet, meclisteki çoğunluğuna dayanarak “CHP’nin yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı faaliyetleri”ni soruşturmak üzere bir Tahkikat Encümeni kurduran DP, daha sonra bu kurula yargı yetkileri de tanıyan bir Vazife ve Selahiyet Kanunu (1960) çıkarttı[11].
Bardağı taşıran damla da bu sonuncusu oldu. Kanunun çıkarılmasını izleyen gün İstanbul ve Ankara’da başlayan ve ilan edilen sıkıyönetime karşın bir ay süren öğrenci gösterileri kamuoyunun geniş desteğini de kazandı. Bu arada, iktisadi bunalım ve siyasal muhalefetin büyümesi, sanayi burjuvazisinin de bir kesimini muhalefet cephesine itmişti. Bu mücadele ordu saflarını da etkiledi. En çok da, demokrasinin tıkanması ve rejim bunalımından dolayı tedirgindiler. Ayrıca, iktidarın kolladığı ümmet kültürü ile aydınların, gençliğin ve ordu mensuplarının taşıyageldikleri (burjuva) laik idoloji arasında da önemli bir çelişki vardı.
SONUÇ
Demokrat Parti, 27 yıllık tek partili, elitist-bürokratik yönetime karşı bir tepki olayıdır. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının sıkıntılı yıllarına karşı bir “popülist” tepkidir. Ancak şurası bir gerçektir ki bu tepki 1950’lere giden dünya konjonktürünün bölgesel mantığına uygun düşen bir tepkidir. Genelde DP, ekonomik kalkınmaya, dış yardıma, dışa açılmaya öncelik veren ve soğuk savaş yıllarına denk düşen bir Amerikan alternatifidir.
1950’li seçim sonuçları, DP oyları tüm illerde artmış ya da azalmıştır.
Bölgelerarası gelişmişlik düzeyi ile DP oyları arasında olumlu bir ilişkinin bulunduğunu söylemek mümkündür. Genellikle, sanıldığı gibi CHP oyları gelişmiş sayılan kesimlerde, şehirlerde yoğunlaşmamıştır. Tersine, CHP köylerde ve geri kalmış bölgelerde daha büyük güce sahiptir.
1950’li seçimlerdeki gelişmelerde ekonomik etkenin temel rolü üstlendiği söylenebilir. Nitekim ekonomik durumun çok iyi olduğu, ABD ekonomik yardımının arttığı ve askeri harcamaların büyük ölçüde dış katkılarla karşılandığı 1950-53 döneminden sonra DP oyları artmış, sonraki yıllarda (1954-1957) yaşanan ekonomik başarısızlıklar nedeniyle de DP büyük oy kaybına uğramıştır.
Ekonomik durum, 1957-1960 döneminde de başarısız olduğuna göre 1960 yılında yapılacak bir seçimde DP’nin oy kaybına uğraması ve sonuçta iktidarı kaybetmesi yüksek bir olasılıktır. DP’nin 1960’da iktidardan uzaklaşmamak için göze aldığı antidemokratik girişimleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir.1946 sonrasında demokrasi, insan hakları, özgürlükler, anayasal düzen konusunda DP’nin etkin kampanyası, vaatlerine karşın göze aldığı bu girişimler sonuçta askeri darbeye neden olmuştur. DP’nin iktidardan uzaklaştırılması ayrı bir araştırma konusu oluşturulduğundan, burada incelenmemiştir.
İncelenen dönem Türkiye tarihi açısından çok ilginçtir.
Çok partili rejime geçişin hareket ve canlılığının halka verdiği heyecan, tarım kesiminde gelirin hızla artması, yeni zenginliklerin ortaya çıkması, şehirlere göçün hızlanması, kapalı ekonomiden kısmen de olsa dışa açılma, alt yapı yatırımlarındaki artış, özel teşebbüse ağırlık verme… vb. değişimler döneme damgasını vurmuştur.
1950-60 döneminin, özellikle ikinci yarısı enflasyona, dış ödeme sıkıntılarına ve devalüasyona şahit olmuştur.
1950-60 dönemi araştırmacılar tarafından çeşitli şekillerde değerlendirilmekte ve yorumlanmaktadır:
D.Avcıoğlu’na göre, “…1946-l950 yıllarında ortam hazırlandıktan sonra, Menderes döneminde Türkiye, kapitalist yoldan hızla kalkınma çabasına girmiştir. 1950 seçimleri sonucu, DP’nin halk kitleleriyle aydınların çoşkunluğu içinde iktidara gelmesi, büyük toprak ve ticaret çıkarlarının tam zaferini teşkil etmektedir. Yeni iktidar askeri iktisadi ve siyasi alanda Amerikan isteklerini itirazsız yerine getirecektir. Bunun karşılığında beklediği dolar Ve daha fazla dolardı. Umulan ölçüde dolar gelmeyince, bir süre sonra işler sarpa saracak ve enflasyon çıkmazına düşülecektir[12]”.
S.Tanilli’nin değerlendirmesi ise şöyle: “DP’nini doğuşu, gelişimi, halk yığınlarının geniş ilgi ve desteğini de görse, özünde “halka karşı” bir harekettir. Çünkü, çıkarları geniş halk kitlelerinin çıkarlarıyla zıtlaşan sınıf ve zümrelerin sözcüsüdür. Dışa bağımlı büyük sermayenin sözcüsü olarak çıkmıştır sahneye. Ve toplumdaki en geri ve kapitalizm öncesi kesimlerle bağlaşıklıgını sağlamlaştırır, onların sömürü ağı içindeki geniş halk yığınlarına dayanarak iktidara gelir[13]“.
DP olayını demokratik bir devrim olarak gören araştırmacılar da vardır.
Bazı araştırmacılar ise Atatürkçülük adına bir “karşı devrim” olarak yorumlamaktadırlar.
Oysa, 1950 olayını iç ve dış faktörleri dikkate alarak, tarihsel süreç içinde değerlendirmek gerekir. l950’ler Türk demokrasisi açısından güzel başlayan fakat sonu aynı güzellikle bitmeyen yıllardır.
Erol TAŞDELEN – Ekonomist
*************************
KAYNAKÇA
[1] K.Boratav;1988,”Türkiye İktisat Tarihi 1908-I985″,Gerçek yay. İst.,I.Baskı,s.73-74.
[2] A.lşıklı;1990,”Sendikacılık ve Siyaset”,İmge yay.Ank. 4.Baskı,s.309.
[3] D.Avcıoğlu;1978,”Türkiye’nin Düzeni”,Tekin yay,,s.530·
[6] Ç.Keyder;1989,Türkiye’de Devlet ve Sınıflar,İletişim yay.İst.I989,I.Baskı.s.96.
[7] İ.Cem;1982,Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi,Cem yay. İst.,_.Baskı,s.343·
[8] H.V.Velidedeoğlu,”Karşı Devrimin Programı”, Cumhuriyet,2 Nisan I989,sayı:23209.
[9] N.Mazıcı;1989, “Türkiye’ de Askeri Darbeler ve Sivil Rejime Etkileri”,Gür yay.İst.,I.Baskı,s.284. Daha sonraki dönemlerde dinin siyasette kullanılması geleneği değişmeyecek 2000 yılında 270 milyon YTL olan Diyanet İşleri Bakanlığı’nın bütçesi 2007’de 1.638 milyon YTL, 2008’de 1.998 milyon YTL olacaktır. 2007’de İçişleri Bakanlığı bütçesi 783 milyon YTL, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bütçesi 632 milyon YTL, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın 280 milyon YTL, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığın 249 milyon YTL olacaktır. Başka bir ifade ile Diyanet İşleri Bakannlığı’nıın bütçesi Tarım Reformu genel Müdürlüğü bütçesinin 38,4 katı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın 7,1 katı, Ulaştırma Bakanlığının 2 katı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın 2,2 katı ,Petrol İşleri genel Müdürlüğü’nün 355,6 katı oalcaktır. Listeyi uzatmakkolaydır. Türkiye 2008 yılına geldiğinde 67 bin okul, 1.220 adet hastane, 6,300 sağlık ocağı, varken 85.000 cami mevcuttur. Cami toplamı Toplam İslam alemindeki cami taplamından daha fazladır ( !! ). 77.000 doktora karşılık 90.000 din görevlisi mevcuttur. 1.435 adet kütüphaneye karşılık 3.852 adet kuran kursu mevcuttur. 81 ile yayılan kuran kruslarına karşılık 13 kennet devlet tiyatrosu mevcuttur. 1 opera derneği, 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneğine karşılık 35.000 cami yaptırma derneği mevcuttur. Geçen yıllara rağmen tablo değişmemiştir.
[10] T. Z. Tunaya;1988, “İnsan Derisiyle kaplı Anayasa”, Arba yay. İst.,2.Baskı,s.32.
[11] B.Tanör;1986,”İki Anayasa 1961-l982″,Beta yay.İst..,s.I3-l4.
[12] D.Avcıoğlu, 1978, “Türkiye’nin Düzeni-l”, l2.Baskı, Tekin yay.s.576
[13] S.Tanilli,”Uygarlık Tarihi-Çağdaş Dünyaya Giriş-“,Say kit.yay.İst.1981,5.Baskı,s.3l6-3l7.