Connect with us

EKONOMİ

2002’deki kırılmayı doğuran şartlar yeniden oluştu mu?

Yayınlanma:

|

Chicago İllinois Üniversitesi’nden Prof. Ali Akarca, 2023 seçimlerini 2002 örneği üzerinden incelediği yazının ikinci bölümünde değerlendirmelerde bulunuyor.

Bir önceki yazımızda, taraftarları değiştiği halde değişmeyen veya taraftarları değişmediği halde değişen partilerin, taraftarlarını başka bir parti arayışına sevk ettiğini anlatmıştık. Partinin kronik olarak kötü bir idare gösterdiği ve yolsuzluklara bulaştığı zamanlarda da benzer bir durumun ortaya çıktığını belirtmiştik. Ancak, taraftarlarının bir partiyi temelli terk etmeleri için kendilerine uygun bir alternatifin ortaya çıkmasının gerekliliğine de parmak basmıştık. Simdi, 2023 seçimi öncesinde, bu şartların ne kadar yerine geldiğine bakalım.

AK PARTİ TARAFTARLARININ TERSİNE BİR YÖNDE DEĞİŞTİ

AKP’nin, son on yılında, ilk on yılına göre, hem ideoloji, hem idare, hem de ekonomik performans bakımlarından çok değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İki dönem gündüz ile gece gibi.

Âdemi merkeziyetçiliği, seçimle gelenin seçimle gitmesini ve atanmışların seçilmişlere hükmedememesini savunan parti, şimdi atanmış İçişleri bakanının emri ile seçilmiş belediye başkanlarını kayyumlarla değiştiriyor. Kendi belediye başkanlarını bile, hiç bir gerekçe göstermeden, zorla istifa ettiriyor. Daha önce kendilerine yapıldığı gibi, muhalefet belediyelerine zorluklar çıkarıyor, yetkilerini ve imkânlarını kısıyor ve merkezi yönetime devrediyor.

Eskiden, Yüksek Askeri Şura tarafından, yargı kararı ve temyiz hakkı olmaksızın, ordudan atılmalara karşı çıkan parti, şimdi kanun hükmünde kararnamelerle memurların işlerine aynı şekilde son veriyor.

Başlangıçta, genel başkanınınkine yakın güçleri olan ileri gelenlerinin, bakanlarının, milletvekillerinin, belediye başkanlarının, il teşkilatlarının katkı yapabildiği müzakere ortamı, yerini tamamen otoriterliğe ve tek adamlığa bırakmış vaziyette. İsveç Göteborg Üniversitesi V-Dem Enstitüsü’nün her yıl açıkladığı 2022 Demokrasi Raporu’nda, Türkiye, son on yılda en fazla anti-demokratik hale gelen ülkeler arasında yer alıyor. Demokrasi endeksinde 179 ülke arasında 147’nci sırada.

Akdamar Kilisesi’nde ve Sümela Manastırı’nda cumhuriyet döneminde yapılan ilk ayinlere izin veren ve gayri-Müslim vakıfların mallarını iade eden AKP iktidarı, şimdi Ayasofya’yı cami yaparak ve kendi öncülüğünde imzalanan İstanbul anlaşmasından çıkarak oy kazanmaya çalışıyor. Bu, partinin başarılı 2002-2011 dönemi yerine yüzde 20’lere talim edilen 2002 öncesine dönmek, çıkarılan gömleği tekrar giymek demek. Bunun, son yirmi yılda daha şehirlileşen, sekülerleşen ve modernleşen muhafazakâr taraftarlarını ve özellikle onların büyük kentlerde yetişmiş çocuklarını partide tutmakta ne kadar başarılı olacağı meçhul. Partiye DYP ve ANAP gibi partilerden gelen merkez sağ seçmenleri partiden soğutacağı ise aşikâr.

Cesur bir adımla, Kürt açılımını başlatan parti, MHP desteğini alabilmek için neredeyse onun kadar ultra milliyetçi oldu. Bunun, Kürt kökenli taraftarlarını hayal kırıklığına uğratmaması imkânsız. Öte yandan, bütün milliyetçilik söylemine rağmen, Çin ile aramızın açılmaması için, Uygurlara yapılan zulme sessiz kalınmasının ise milliyetçi taraftarlarını rahatsız edeceği açık.

Refah ve Fazilet partilerinin Avrupa karşıtlığını bıraktıktan sonra, Avrupa Birliği ile bir fasıl açıp bir fasıl kapatan ve vizeleri kaldırma noktasına kadar getiren parti altında şimdi ilişkiler donmuş vaziyette. Dış politikada müttefiklerimizle bile çatışmalı bir hale gelindi. İyi ilişkilerimiz olan Arap ülkeleri ve Israil ile önce aramız acildi, şimdi tekrar iyileştirilmeye çalışılıyor.

İlk başta, pazar ekonomisini ve serbest rekabeti önemseyen ve Milli Görüş’ün devletçiliğini terk eden iktidar, şimdi enflasyon ile mücadeleyi, tanzim satışları düzenleyerek, devlet mağazaları açarak, zincir marketlere, hal esnafına ve soğan depolarına ceza keserek yapmaya çalışıyor. Özel şirketleri döviz almamaya, kazandıkları dövizi satmaya ve bankaları düşük faizli krediler vermeye zorluyor. İthalatı düşürmek için gümrük duvarlarını yükseltiyor. Kurduğu Varlık fonuyla, devleti ülkenin en büyük holdinginin sahibi yapmış durumda. Ülke, saygın düşünce kuruluşu The Heritage House’un Ekonomik Özgürlükler endeksinde, bu yıl 2021’e göre dünya sıralamasında 31 basamak birden düşerek 177 ülke arasında 107. ve 45 Avrupa ülkesi arasında 42. oldu. Kısmen özgür ülkeler arasından çıkarılarak çoğunlukla özgür olmayan ülkeler kategorisine kondu. AK Parti’nin, müdahaleci ve devletçi bir partiye dönüşmesinin hala daha partide kalan liberalleri rahatsız edeceği şüphesiz.

AK PARTİ ALTINDA ÖNCE İYİ OLAN İDARE VE EKONOMİK PERFORMANS SONRA BOZULDU

İdare ve yolsuzluklar bakımından, durum giderek 2002 kırılması öncesini andırmaya başladı. Orman yangınlarıyla mücadelede gösterilen yetersizlik, 1999 depremlerindeki acizliğe, dere yatağında yapılmasına izin verildiği için selin yıktığı binalar, fay hattında inşa edilmesine izin verildiği için 1999 depreminde yıkılanlara, Sedat Peker’in ortaya attığı yolsuzluk iddiaları da Susurluk kazasının ortaya çıkardıklarına benziyor. Uluslararası Şeffaflık Örgütünün yolsuzluktan arınmışlık sıralamasında, 2003-2013 arasında, 77’ncilikten 53’üncülüğe çıkan Türkiye, o zamandan bu yana 46 basamak düşerek 96’ncılığa inmiş vaziyette.

Suriye ve Afganistan’dan gelen göçün iyi idare edilmemesi ve göç ile ilgili politikalar geliştirilmemesi sorunlarını da belirtmek lazım.

Ekonomik performansa gelince, AK Parti’nin ilk on yılında, 3,5 kat artarak, 2013’de 12582 dolara ulaşan ve 2023’de 25 bin dolara çıkarılması hedeflenen kişi başına gelirimiz şimdi 9539 dolara gerilemiş durumda. 2002 sonundaki yüzde 38 seviyesinden 2010’da yüzde 4’e kadar düşürülen ve 2017 ortalarına kadar da tek hanelerde tutulan enflasyon oranı şimdi yüzde 80’nin üstünde. Gelir dağılımı performansında da benzer bir durum söz konusu. Gelir eşitsizliğini gösteren ve 0 ile 1 arasında değer alan Gini katsayısı, 2003 yılında 0.42 iken 2007de 0.38’e düşürülmüştü ama simdi tekrar 0.42’ye çıkmış vaziyette.

Ekonominin geldiği duruma Covid-19 salgını ve Ukrayna savaşı gibi dış etkenlerin sebep olduğu düşünülebilir ama bozulma daha önce başlamıştı. Durum, son dokuz yıl içinde yedi seçim ve bir referandum yapılması ve gelecek secime çok az zaman kalması yüzünden sürekli popülist ekonomik politikalar uygulanması ile de ilgili. Ancak en önemli etkenin iktisat ilmi ile çelişen politikalara geçmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu politikaların başında, kur artışlarını ve faizleri enflasyon oranının çok altında tutmaya çalışmak geliyor. Ekonomi teorisi ve diğer ülkelerde yaşanan örnekler, sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, bunların mümkün olmadığını ve gerçekleştirilmeye çalışılması halinde cari açığı, enflasyonu ve kuru patlatacağını, Merkez Bankası rezervlerini eriteceğini gösteriyor.

Nitekim öyle oldu. Ancak, piyasa ekonomisine dönmek yerine, her hafta bir yenisi açıklanan talimatlarla piyasa ile çaresizce mücadeleye devam ediliyor. Simdi bir de kredi faizini, adi konmadan yükseltilen mevduat faizinin çok daha altında tutma gayreti başladı. Bunu mümkün kılmak için devlet, iki faizin arasındaki farktan fazlasının yükümlülüğünü üzerine almış vaziyette. Bu, maliye politikasını da bozduğu için Türkiye’nin CDS primi arttı. Yani faiz düşürelim derken diş borca ödenecek faiz arttırılmış oldu. Ayrıca, negatif faizli kredilere talep, arzın kat be kat üstünde olduğu için krediler ekonomik rekabet yerine politik bağlantılara göre dağıtılıyor. Bu da, verimliliği ve dolayısıyla büyümeyi olumsuz etkiliyor. Gelir dağılımını kredi alabilenler lehine bozuyor.

Cari açığın çok büyümesinin ve Merkez Bankası rezervlerinin eksiye gelmesinin, 2002 öncesindeki gibi, ülkeyi dış ekonomik şoklara ve dış politik baskılara karşı korumasız bıraktığını belirtmekte fayda var. Rahip Brunson olayında başkan Trump’ın verdiği ültimatomun doğurduğu ekonomik çalkantılar, Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerde yaşanan U-dönüşleri, Uygurlara yapılanların görmemezlikten gelinmek zorunda kalınması ve Ukrayna harbinin yarattığı enerji fiyatı artışlarının Türkiye’yi diğer ülkelerden daha fazla etkilemesi, bu duruma örnek gösterilebilir.

Kısacası, 2002’dekine benzer bir durum için, gecen yazımızda bahsettiğimiz ilk üç şarttan sadece biri gerekliyken, her birinin gerçekleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak, dördüncü şartın yerine geldiğini, yani bir alternatifin ortaya çıktığını söylemek güç.

HENÜZ UYGUN BİR ALTERNATİF ORTAYA ÇIKMADI

Bir önceki yazımızda, alternatif olacak partinin, partilerini bırakmak isteyen seçmenleri, benzer bir dünya görüşüne sahip olduğuna, iyi bir idare ve ekonomik performans göstereceğine, yolsuz olmayacağına, kayda değer miktarda oy alabileceğine ikna etmesi ve benimseyebilecekleri bir gelecek vizyonu sunması gerektiğini belirtmiştik. Şu ana kadar, muhalefet partilerinden hiç biri bu şartları tam olarak yerine getirmiş değil. CHP ve İyi Parti dışındaki muhalefet partilerinin oy oranları anketlerde bir-iki puanın üstüne çıkmıyor. Kısır bir döngü içindeler. Taraftarları az olduğu için taraftar çekemiyorlar. Bazıları, sadece göçmen/sığınmacı karşıtlığı ve aşı karşıtlığı yaparak oy toplamaya çalıştıklarından zaten çok dar bir kesime hitap ediyorlar.

CHP, AK Parti’den kopmayı düşünenler için ideolojik bakımdan uygun bir parti değil. Bunun bir göstergesi, 2007 ile 2015 arasında AKP oyları iki defa 8-9 puan inip çıktığında, CHP oylarında kayda değer bir değişimin yaşanmamış olması. Simdi, CHP genel başkanı birçok konuda helalleşme başlattı ama partisi içinden buna kuvvetli bir destek gelmiyor. Anketler de şu ana kadar helalleşmenin parti oylarında bir artış meydana getirdiğini göstermiyor.

Deva ve Gelecek partileri, AKP’liler için ideolojik bakımdan uygun ama yukarıda bahsettiğimiz gibi, oylarının birkaç puanı geçmemesi, yer değiştirmek isteyen seçmenleri onlardan uzak tutuyor. Birleşebilseler ve Özal ’vari bir vizyon yaratabilseler, belki bunu kırabilirler. Bu konuda, liderlerinin AKP geçmişleri ile ilgili birer öz eleştiri yapmalarının ve altılı masadaki partilerle, uyumları yansıra, farklılıklarına dikkat çekmelerinin de faydaları olacaktır.

Saadet ve Yeniden Refah partilerine gelince, Milli Görüş çizgisini sürdürdükleri için, o çizgiye geri dönmesinden dolayı AK Parti’den ayırılmak isteyenlere bir seçenek olmaları imkânsız.

İyi Parti’nin alternatif olma potansiyeli ise gayet yüksek. Sağ kanatta ve mecliste ciddi miktarda sandalye kazanacağından şüphe yok. Ancak, onun oy oranı da yüzde 12-14 civarında donmuş gibi. Diğer milliyetçi partilerle yarışmak yerine merkeze kayabilirse, merkez sağdaki seçmenler için daha uygun bir alternatif haline gelebilir. Liderinin DYP’de siyaset yapmış bir kişi olması da bu bakımdan bir artı.

Ayrıca, muhalefet partilerinin bir alternatif olabilmeleri için İktidarın kötü yönetmesi yeterli değil. Seçmenleri, kendilerinin daha iyi yöneteceklerine de ikna etmeleri lazım. Seçmenler, geçmiş tecrübelerinden, koalisyonlar altında ekonomik performansın, rant kavgası ve yolsuzluklar ile mücadelenin pek de iyi olmadığını biliyorlar. Muhalefet liderlerinin, neden bu sefer durumun farklı olacağını inandırıcı bir şekilde izah etmeleri gerekiyor.

Muhalefet partilerden bir alternatif çıkmamasının ana sebebi ise bir gelecek vizyonu sunamamaları. Seçmenleri, işleri daha iyi yapacaklarına ikna edebilseler bile bu kâfi değil. İyi işler yapacaklarını da göstermeleri gerekiyor. Önerdikleri yegâne değişiklik, güçlendirilmiş parlamenter sistem. Ancak, tek adamlıktan şikâyet eden altılı masa partilerinin bu konuda imzaladıkları mutabakat metninde önseçimden hiç bahsedilmiyor. Bu durumda, bir sonraki seçimdeki adaylığı parti liderinin iki dudağı arasında olacak milletvekillerinin, cumhurbaşkanı veya başbakan olan liderlerini nasıl güçlü bir şekilde dengeleyip denetleyebileceklerini ve liderlerinin nasıl zaman içinde otoriterleşmeyeceklerini seçmenlere anlatmaları çok zor.

İstatistikler de yukarıdaki analizi doğrular mahiyette. Güvenilir kamuoyu araştırması şirketlerinden Metropoll’ün yaptığı aylık anketlerde, her beş seçmenden üçünün ekonominin kötü yönetildiğini belirtmesine rağmen, ekonomiyi kim düzeltir diye sorulduğunda, Erdoğan diyenler, neredeyse ondan hemen sonra gelen Kılıçdaroğlu, Akşener ve Babacan’ı seçenlerin toplamı kadar. 2018’de AK Parti’ye oy verenlerin yarısından fazlası, simdi oy vereceklerini söyleyenlerin üçte birinden fazlası, birkaç ay öncesine kadar ekonomi kötü yönetiliyor derken, bu oranlar simdi sırasıyla yüzde 27 ve yüzde 15. Şubat ayında yüzde 25 olan kararsızların oranı devamlı eriyerek Eylülde yüzde 14’e gelmiş. Aynı sure içinde AK Partili kararsızlar dokuz puandan beş puana inmiş. Bu yüzden, partinin oy oranındaki düşüş durmuş, hatta hafif yükselişe geçmiş vaziyette.

AKP, Kasım 2015 ve Haziran 2018 seçimleri arasında yedi puan oy kaybetmişti. Son anketler, o zamandan beri 9-14 puan kadar daha taraftar kaybettiğini gösteriyor. Yani şimdiki oy oranı yüzde 29-34 arasında tahmin ediliyor. Bunun olağanüstü bir kayıp olmadığını ve tipik iktidar yıpranması, ekonomik performansa verilen tepki, stratejik oy verme ve iktidar avantajı gibi faktörlerle açıklanabileceğini 5 Temmuz 2022 tarihli Karar gazetesindeki yazımda izah etmiştim. Yani parti bir hayli geriledi ama bu, kendi kendine yaptıkları ile. Muhalefetin başarıları ile değil. AK Parti hala birinci parti konumunda.

SONUÇ

AKP’lileri yeni bir ev arayışına iten şartlar fazlasıyla oluşmuş vaziyette ama pek çoğunun uygun bir ev bulmakta zorluk çektikleri de ortada. Bu yüzden yerlerinde kalmaya veya dönmeye karar verenler artmaya başladı. Bu trendi durdurmak veya tersine çevirmek için muhalefet partilerinin çok az zamanları kaldı. Kısa bir süre içinde etkili yeni stratejiler geliştiremezlerse, 2023’de, 2002’dekine benzer bir kırılmanın hiç beklenmemesi lazım.

Ali AKARCA – KARAR Gazetesi

Okumaya devam et

EKONOMİ

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Yayınlanma:

|

İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.

“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?

Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.

Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.

Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar

1. Performansın Göz Ardı Edilmesi

Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.

2. Vasatlık Teşviki

Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.

3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski

Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.

4. Adalet Algısının Bozulması

Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.

Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler

  • Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.

  • Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.

  • Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.

Pozitif  Yanı Var mı?

Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.

Alternatif  Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret

Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.

Eşitlik mi, Adalet mi?

“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.

Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.

Erol TAŞDELEN-Ekonomist    www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Mevcut Enflasyon ve Faiz Oranlarıyla Yatırımcı Yeni Yatırım Yapar mı?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.

Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..

Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.

Onur ÇELİK-CFO/YMM

Okumaya devam et

EKONOMİ

Geleceğin Uzun Tarihi: Hayaller, Teknoloji ve Gerçeklik Arasında Bir Yolculuk

Yayınlanma:

|

İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.

Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü

Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.

Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması

Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.

Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik

Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.

Teknoloji Tarafsız Değildir

Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.

Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?

Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?

Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.

Nicole Kobie The Long History of the Future – Narrative Species

Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?

“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:

“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”

Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.