Döviz kurundaki artış nedeniyle Türk Lirası’nın hızlı değer kaybı sürüyor. İstanbul ve Ankara’da dövizdeki artış ve hayat pahalılığı nedeniyle sokağa çıkan çok sayıda kişi hükümeti protesto etti.
Euronews, ekonomide yaşanan gelişmelerle ilgili okuyucularının sorularını Ekonomist Doç. Dr. Oğuz Demir’e yöneltti.
“Merkez Bankası’nın faiz indirimi ne anlama geliyor, ekonomiyi nasıl etkiliyor?”
”Cumhurbaşkanı ‘faiz sebep enflasyon sonuç’ savı ile diyor ki faiz indirirsek yatırım artar, yatırım arttığı için üretim artar, üretim arttığında da fiyatlar gevşer. Kendi içinde tutarlı ama uygulamaya geldiğinde böyle bir karşılığı yok. Çünkü bu uzun vadeli bir bakış açısı ve faizleri indirebilmeniz için de sizin enflasyonunuzun düşük olması gerek. Tam tersi bir ilişki var. Enflasyon yüksek olduğunda faizleri indirirseniz talep patladığı için enflasyon daha da artar, ikinci olarak TL’nin getirisi negatife düştüğü için insanlar dövize yöneliyor ve maaliyetler artıyor. Yani çift kanaldan enflasyon daha da yükseliyor. Siz faizi düşürdükçe enflasyon artıyor, öyle olunca da istediğiniz düşüş gerçekleşmiyor. Yani Sayın Cumhurbaşkanının ‘faiz sebep enflasyon neticedir’ tezinin bir karşılığı yok. Tam tersi, enflasyon yükseldikçe faiz yükseliyor. Bizim yapmamız gereken bir noktadan sonra faizleri arttırarak enflasyonu kontrol altına almak. O fiyat istikrarı sağlandıkça da faizleri düşürerek üretimi arttırmak. Bunu geçmişte yapmadık, şimdi hiç olmayacak bir zamanda denediğimiz için de Merkez Bankası bu kararları aldığında daha fazla dolarizasyon, daha fazla maliyet atışı ve dolayısıyla daha fazla fiyat artışı ile karşı karşıya kalıyoruz.”
“Aralık ayında Merkez Bankası yine faiz indirimine giderse sonuçları ne olur?”about:blank
”Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan o konuda net. Asıl mesele ABD ve dünyada ne olacağı ve bunun bize nasıl yansıyacağı… Bizde zaten görünüm olumsuz. Türkiye’nin şu anda kurun gerilemesini sağlayacak bir hikayesi yok. Dünyada ise kurun daha da artmasını sağlayacak gelişmekte olan ülkelerde, bir Amerikan enflasyonu ve Amerika’da parasal genişlemedeki azalmanın hızlanması süreci var. Yani hem Amerika’daki parasal genişlemedeki yavaşlamanın hızlanması hem de bizde faiz indirimi gündeme gelirse biz tıpkı kasım ayında yaşadığımız durumu tekrarlarız. Çünkü Türkiye ile ilgili çok fazla belirsizlik var.”
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarının ardından kurda hareketlenme yaşanıyor. Cumhurbaşkanı bu reaksiyonun geleceğini bilerek mi konuşuyor?”
”Bunu çok önemsemediğini söyledi Sayın Cumhurbaşkanı. Merkez Bankası da ‘Bizim kurda bir seviye arayışımız yok, sadece fiyat dalgalanmaları yüksek. Vatandaşımız dikkatli olsun’ dedi. Yani bunu biliyorlar, ama önemsemiyorlar. Önemsemediklerini de ifade ediyorlar zaten. Geçmişte de Berat Albayrak benzer şeyi yapmıştı. Ben kura bakmıyorum demişti. Dolayısıyla öyle görünüyor ki bu Berat Albayrak döneminde uygulanmaya başlamış. Sonra kurdaki sıçrayışla birlikte Naci Ağbal ve Lütfi Elvan ile birlikte kesintiye uğramış o politikayı hükümet devam ettiriyor. O yüzden kurdaki o seviyeyi önemsemediklerini ve umursamadıklarını söylüyorlar. Ama bu mümkün mü? Şuan piyasa kitlenmiş durumda, döviz alım-satımında ciddi sıkıntılar var, dalga boyu artmış, vatandaş bugün daha yeni benzine zamla karşı karşıya kalacak. Her ne kadar hükümet burada bir hedef koymuyorum dese de, aslında burdaki gidişatın ne kadar vahim olduğunu görmek durumunda. Ama bakmıyorlar, görmüyorlar. Ve bunun artacağını da biliyorlar.”
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın savunduğu sistem içinde ne olursa ekonomi düzelir? Ülkeye para girdisiyle ekonomide bir rahatlama mümkün olur mu?”
”Kurdaki artış bir döviz talebiyle ortaya çıkıyor. Eğer bu talebi karşılayacak miktarda piyasaya döviz arzedilebilinirse ki hükümet bunu ihracat ile yapmayı bekliyor. Ama bunun hiç bir zaman bu kadar çabuk olmayacağını biliyoruz. Kısa vadede yüklü bir sermaye girişi durumu kurtarabilir fakat pratik olarak kurtarmaz. Neden? Bugün Merkez Bankası da, yabancı bir kaynaktan gelecek milyarlarca dolar da bir kaç gün içerisinde tüketilir. Ondan sonra ne yapılacak? Asıl mesele o döviz talebinin ortaya çıkmasına neden olan unsurları ortadan kaldırmak. Bunu geçmişte Merkez Bankası rezervleri satıldığında denediler. 128 milyardan fazla dövizi piyasaya satmış olmamıza rağmen, biz o dönemde bile kuru tutamadık… 7’yi geçmesin diye uğraştılar ama olmadı.”
“Ekonomik iyileşme için erken seçim olmalı mı?”
”Ya politikayı ya da politikacıları değiştirmemiz gerekiyor. Hükümet bu politikanın değişmesini istemiyor, bilakis kendisi değiştirdi. Dolayısıyla bu şartlarda tek çözüm bir erken seçim ve bu politikanın oylanması… Çünkü hükümet hepimizin hayatını derinden etkileyen bir makas değişikliği yaptı. Elbette siyasi koşullar bunun belirleyicisi ama ekonomide şu süreci çevirebilmemiz ve belirsizlikleri ortadan kaldırabilmemiz için erken seçim olabilir. Kısa vadede bir erken seçim kararı başlarda piyasanın bir miktar sert tepki vermesine neden olsa da öngörülebilirliği arttırması, Merkez Bankası başta olmak üzere bir çok kurumun üzerindeki siyasi baskının 3-4 ay ötelenmesi gibi sonuçları nedeniyle bizi nefes aldıracak duruma getirebilir. Sonrasını seçim sonuçlarına göre değerlendirmek gerekir.”
“İktidar değişirse ekonominin iyileşmesi ne kadar sürede mümkün olur?”
”Kısa vadede bir iyileşme olacağı kesin, bir altı-dokuz aylık sermaye girişi ya da içerde bir öngörülebilirlik ve heyecan ortamıyla beraber bir hikaye yazılabilir. Ama buradaki asıl sorun Türkiye ekonomisinin kalıcı hasar görmüş alanları. Eğitimden tutun da sanayi yapısı, bugün hükümetin üzerinde çok durduğu cari denge meselesine kadar ciddi sorunlarımız var. Bir tarafıyla hükümet aslında iyi bir şey denemek istiyor ama yanlış zamanda deniyor. Türkiye’de cari açık sorununu çözebileceğimiz zamanlar vardı. O zaman yapmadık ama bunu çok uygunsuz zamanda yaptıkları için bize zarar veriyor. Bir değişimde hükümetin altı-dokuz aylık iyileşmeden sonra bu sorunlara kalıcı çözüm üretmek için neşteri eline alıp almayacağına bağlı olarak biz bu soruya yanıt verebiliriz. Eğer yeni hükümet kim olursa olsun, sermaye girişleriyle bir süre rahatlık sağlayıp sorunları çözmezse aynı sorunlar devam eder. Ama Türkiye ekonomisi son beş yıldır ciddi hasar aldı, bunu düzeltmek de bir iki günle olamayacak.”
“Özellikle sosyal medyada döviz yükseldikçe ülke ekonomisinin battığına dair paylaşımlar yapılıyor. Ülke olarak battık mı?”
”Ülkeler batmaz. Arjantin yıllardır sorun yaşıyor. Battı mı? Venezuela dünyaya kapandı, battı mı? Bir şekilde devam ediyor. Buradaki mesele batma noktasına getirmemek… O tartışmayı ve de güvensizliği yaratmamak… Türkiye battı mı sorusunu soracak duruma getirmemektir mesele. Ama geldiğimiz noktada vatandaşın aklına bu soru geliyorsa zaten kötü yönetildiğimizin en temel göstergesi bu olur. Batmak olmaz, daha yüksek faizle borçlanırsın, yine hazine, yine vatandaş borçlanır. Ama bir şekilde sistem devam eder. Bu sistemde de inanılmaz hasar görmüş, işini, işletmesini kaybetmiş insanlar ortaya çıkar. O insanlar ciddi sosyal sorun demektir. Yani geriye dönüp işi buraya getirmeden, o faiz seviyelerine gitmeden, birileri batmadan, birileri de işsiz kalmadan bu sorunları çözmeye odaklanmak gerekir. Ama şu anda hükümetin ortaya koyduğu politikaya Türkiye vatandaşlarının dayanabilecek takati yok. Çünkü son beş yıldır ciddi gelir erimesi yaşamış, ciddi hayat pahalılığıyla karşılaşmış ve zaten iş bulmakta güçlük çeken, gelirinden mutsuz olan milyonlarla karşı karşıyayız. Şu şartlarda uygulanacak bir politika seti değil bu. Kısa vadede şu şartlar altında yapabileceğimiz çok bir şey yok.”
“Ekonominin düzelmesi için kısa vadede neler yapılmalı?”
”Ya politika, ya politikacı ya da bunun işaretleri verilecek. Bu da ancak bir erken seçim kararıyla mümkün… ”
İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.
Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.
“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?
Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.
Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.
Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar
1. Performansın Göz Ardı Edilmesi
Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.
2. Vasatlık Teşviki
Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.
3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski
Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.
4. Adalet Algısının Bozulması
Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.
Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler
Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.
Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.
Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.
Pozitif Yanı Var mı?
Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.
Alternatif Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret
Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.
Eşitlik mi, Adalet mi?
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.
Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.
Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.
Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..
Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.
İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı “The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.
Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü
Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.
Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması
Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.
Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik
Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.
Teknoloji Tarafsız Değildir
Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.
Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?
Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?
Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.
Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?
“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:
“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”
Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.