Connect with us

Dr. Abbas Karakaya

ABBAS KARAKAYA: MARATON BİR YOLCULUKTAN NOTLAR

Yayınlanma:

|

Maraton bir yolculuk oldu. Bavulları hazırlayıp koltuğa uzandığımda saat gece yarısını iki geçiyordu. Koltuktan fırlayıp pili dolan telefonuma baktığımda saat 02:17 kendimi Ali gibi hissettim. Beni kimse uyandırmadı, saat alarmı falan çalmadı. Yolda giyeceklerimi giyindim hemen. Çıkmadan önce annemle babamın yattığı odaya yöneldim. “Gidiyorum” diyerek onlarla öpüştüm. Kalkmadılar. İlk kez beni uğurlamıyorlardı kapıdan.

Bavullarımın olduğu üst kata çıktım. Son biri iki parçayı, bavulları tam açmadan, sokuşturdum. Bavul hazırlamada son dakikacıyım. Bu işin de tadını çıkarırım. Aslında herkes az biraz ama değişik ölçülerde öyledir, eğer bavulunuzu hazırlamak başka birinin görevi değilse. Hayat biraz da bavul hazırlamaya benzer.

En başında niyetler, arzular, planlar, öngörüler, hayaller gırladır. Bir iki adım bunlara göre atılır atılırsa; sonraları ipin ucu kaçar; hayat çoğumuzu bir yerden bir yere atar, görünmez bir rüzgârın etkisiyle. Bavul hazırlamak da öyle: Önce bir şeyleri itinayla katlar, paketler koyarız bavula. Evden çıkma saati yaklaşırken unutulan, son anda hatırlanan her neyse sıkıştırılır, sokuşturulur bavula. Başlangıçtaki, kafamızdaki düzen ve plana göre yerleştirme güme gider.

İSTANBUL HAVAALANI

Tam planladığımız gibi- bir dakika geç kalarak- 03.01’de yola revan oluyoruz. Yol boş olduğundan 40 dakikada İstanbul Havaalanı’ndayız. Arkadaşım beni bırakıp dönüyor. İki bavul ve bir sırt çantasıyla, giden yolcu salonuna giriyorum. Bavullar ve ben ilk kontrol noktasından geçiyoruz. İki bavulu THY görevlisine, sorun çıkmadan teslim edip rahatlıyorum. Yurt dışı çıkış harcı 150 TL. Bu anlamsız ve fahiş harcı ödüyorum. Yoksa pasaport kontrolünden geçemeyeceğim. İçinden sadece iki yudum aldığım plastik su şişemle ikinci ve son güvenlik kontrol noktasına ilerliyorum. Burada, suyuma el konuluyor. Neymiş, güvenlikmiş! Sanki bu noktadan sonraki ışıklı, aynalı içki satan dükkânlardan, barlardan, restoranlardan su alamayacakmışım gibi. Ha bir de şu küçük ama mide bulandıran bir durum var: Şişemi önceden boşaltırsam, bu kontrolden sonraki alanlara yerleştirilmiş sebillerden doldurabilecekmişim, ama tabii ki palavra. Uçağımın kalkacağı kapıya etrafı seyrede seyrede yürürken sadece bir tek sebil gördüm ki o da kuytu bir yere konulmuş. Bile isteye, insanlar görmesin diye. Oysa ABD, Avrupa’daki havaalanlarında son kontrolden çıkıp uçağa gidene kadar yol kenarında ve de uçaklara binilen her kapıda sebiller oluyor. İstanbul Havaalanında olmayan sebillerin tersine, Kızılay’ın bağış toplama kutuları insanın gözüne sokuluyor.

Uçağa geçeceğimiz alanda son bir kez daha pasaport ve uçakta yanımıza alacağımız çanta/lar kontrol ediliyor. Bu, ilave eziyet ABD’ye uçan yolculara uygulanıyor. Herhalde bu, imparatorluğun raconundan olsa gerek!

MARATON YOLCULUK

İstanbul’dan Şikago’ya (11 saat), oradan otobüsle Indianapolis eyaletine (5,5 saat), oradan da Bloomington şehrine (1,5 saat arabayla) ulaşmam, bu vasıtalara ulaşma ve bekleme sürelerini sayınca, evden çıkıp eve girmem arasındaki süre 24 saate yaklaştı. Şikago O’Hare Havaalanı’nda maraton engelli maratona döndü. Önce uçaktaki saatler, sonra Şikago bahsi.

UÇAKTA  

Uçak tam dolu değildi. Oturduğum üçlü sıranın orta koltuğu boştu. Rahat bir yolculuk oldu. THY’nin mürettebatı nazik ve güler yüzlüydü. İkramlar fena değildi. On bir saatin ilk dört, beş saatini uyuyarak, sonraki zamanı, her koltuğun arkasına yerleştirilmiş medya düzeneğinden sesli kitaplar dinleyerek geçirdim. Bir de film izledim. Uzun uçak yolculuklarındaki davranışlarımın değiştiğini fark ettim. Önceki yolculuklarımda THY’nin şarap ikramlarını hiç geri çevirmez, hatta yolculuk boyunca fazlasını ister, içtikçe düşünür, hayal kurar, günlüğüme bir şeyler yazardım. Son iki uçuşumda böyle yapmadım. Yazdığım gibi, kendimi sesli kitapların büyüsüne bıraktım. Görüntüyle karşılaştırıldığında ses bana daha büyüleyici geliyor. Hayal dünyamıza daha fazla yer bıraktığı için. Benzer şekilde, televizyon mu, radyo mu derseniz, ben daha çok, radyo derim.

ŞİKAGO’DA

Uçuşta her şey yolunda gitti ve sonunda uçak park etti. Uçakta dağıtılan battaniyelerden ikisini sırt çantama atarak hızlı adımlarla pasaport kontrolüne doğru yürümeye başladım. Hızlı yürüyordum, zira sırada bir otobüs yolculuğu vardı. Otobüsü kaçırmamalıydım. İki bavulla metroya nasıl binecektim, kalabalıktan nasıl sıyrılacaktım, bavulları idare edebilecek miydim, aklım bu sorularla meşguldü. İşte bu yüzden sakince acele ediyordum. Pasaport kontrolünden çabuk geçtim.

Üzerlerinde uçaklardan çıkan bavulların taşındığı hareketli bantların bulunduğu alana geçtim. Bavullarımı bekledim. İkinci bavulumun gelmesi uzun sürdü. İkinci bavulum derinliği az, plastik bir kutu içinde geldi. Bavulun ağzı açıktı, daha doğrusu bavulun fermuarları dikiş yerlerinden atmıştı. Yani bavul kullanılmaz,  bu haliyle içinde eşya taşıyamaz hale gelmişti. Ağzını kapatmanın bir yolunu bulmalıydım. Havaalanından sonra metroya, sonra otobüse bineceğim, bavulun içindekiler… Aklımdan geçip durdu. Maraton (az) engelli bir maratona dönmüştü.

Hem böyle küçük arızalar, terslikler Şikago O’hare’de daha önce de gelmişti başıma. ABD’ye ilk gelişimi hatırlıyorum. Sene 1997. Şikago O’Hare havaalanına inip pasaporttu, gümrüktü falan derken nefes nefese koştuğumuzu hatırlıyorum Ayfer ve Laine ile. Bağlantı uçağını yakalamak için. Yakaladık mı, kaçırdık mı, şimdi hatırlamıyorum. Ama bir yolunu bulup varmak istediğimiz yer varmıştık.

Adım adım git dedim, kendi kendime. Önce gümrükten geç, bavullarındaki yiyecekleri kazasız belasız, el konulmadan bir geçir hele, sonrasını düşünürsün, dedim kendi kendime. Hareketli bantın üstünde kayan bavullara bakarken, benim gibi bavullarını bekleyen birine, gümrükteki köpeklerin havlamalarını duyunca, ‘dilerim köpekler bavullarımızdaki iyi yiyeceklerin kokusunu almazlar’ diye espri yaptım.

Getirdiğim yiyecekleri tahmin etmek zor değil. Türkiye’den gelen insanların burada bulamadıkları ya da aynı kalitede ve uygun fiyata bulamadıkları şeyler. Tabii ki en başta zeytin ile peynir. Onlardan başka, kış için bitki çayları (adaçayı ve ıhlamur) ve onların saz arkadaşları tarçın, zencefil, karanfil. Arpa ve tel şehriyeler, vanilya, kabartma tozu gibi Sibel’in özellikle istediği, Bloomington’da satılmayan şeylerdi. Neyse, iki bavulla, birinin ağzı açık olduğu halde ama içinde ne var, ne yok, aç bakalım gibi sorulara muhatap olmadan gümrükten geçtim.

Sıra fermuar dikişleri atmış bavulu taşınabilir hale getirmekti. Fotoğrafını çekip Sibel’e de ‘önerin nedir’ diye sordum. Ondan öneri gelene kadar ben bir yolunu buldum. Önce fermuarı dikişleri atmış bavuldan bir iki büyük parçayı sağlama bavula tıkıştırdım. Sonra, uçaktan aldığım iki battaniyeyi ip gibi kullanarak bavulu iki kez sarıp sıkıca bağladım. Ki böylece bavulu taşıyabildim. Bavulun başını bağlamıştım. J

İki bavulu tekerlekli arabada sürerek metroya bineceğim yere geldim. Gidecek metroyu gösteren zenci bir orta yaşlı adama para kesemin içindeki bütün bozuklukları, teşekkür ederek avucuna döktüm, ferahlık ve sevinç içinde. O da bana teşekkür etti. Bavullarla kendimi otobüse atmaya çok az kalmıştı. Ferahlık hissimin sebebi buydu. Gün ortası olduğu için metro tıkış tıkış, kalabalık değildi. Bu da bavullarla rahat hareket etmek anlamına geliyordu ki bu da güzel bir şeydi. İneceğim durakta, bavulları kolayca metronun vagonundan çıkardım. Bir kişinin sığabildiği yürüyen merdivenlerle yukarı çıktım. Burada, bavullarımı gören metro görevlisi zenci bayan oturduğu yerden kalkıp kapıyı açtı eşyalarımla turnikeden geçemeyeceğim için. Ona da ağzı dolusu, hem de iki kere  ‘thank you mam,’ dedim. Bavulları yeraltından yeryüzüne, kaldırıma çıkarmak için son bir merdiven dizisi kalmıştı. Merdiven dizisinin başında yukarı, ışık gelen kaldırıma bakarken biri yanıma yaklaştı ‘do you need help?’ diye sordu. Ya, evet, evet dedim. İçine eşya aktardığım bavulu biraz da zorlanmayla alıp yukarı, kaldırıma çıkardı. Ne kadar incesiniz, teşekkür ederim, dedim. Bir şey değil, dedi. Hazır, yakalamışken, Union Station nerede, biliyor musunuz, diye sordum. Biz buralı değiliz, bilmiyoruz, dediler. Sordum, Florida’dan gelmişler gezmeye. Bir kez daha teşekkür ettim ve elimi uzatıp tokalaştım. Siz talep etmeden, yardıma ihtiyacı olduğunuzu anlayıp yardım edilmek ne kadar ince, duyarlı, şık bir davranış.

Kaldırımlar yeknesak ve düzgün olduğu için rahatlıkla sürebildim bavulları. Otobüsün kalkacağı söylenen Union Station’ı da buldum. Ama gelin görün ki ortada otobüsler yok. İki istasyon binasına da girdim çıktım. Levhalarda sadece tren saatleri yazıyor. Telaşlanmaya başladım. Otobüsler nerede? Bir kadına sordum, şuraya doğru yürü, dedi. Ben otobüs değince, otobüslerin toplandığı bir terminal bulmayı bekliyorum. Ama öyle olmadı. Zenci bir adam yaklaştı, dedi Grey Hound otobüsüne mi bineceksin, ha evet dedim. Şurada, biraz ilerde dedi. İşaret ettiği yöne doğru yürümeye başladım, o da yanımda. Meğerse caddenin birine yanaşıyormuş otobüsler. Yani, Union Station’dan değil Union Station area’sından (civarından, yakınından) kalkıyormuş. Metroyu gösteren zenciye para verdiğim gibi, bu Şikagolu genç zenciye da para verdim. Aslında, zaten kendisi talep etti. Ona da iki yirmi beş sent ve iki kağıt dolar verdim. Aslında, yolda görüp para verdiğim zenciler Amerikan usulü dilencilerdi. Sizden yaptıkları küçük bir yardım karşılığında para istiyorlardı. Ne korkunç, acı verici bir durum. Başka bir yazımda değinirim ama şimdilik şunu yazayım: benim gördüğüm ve hissettiğim Amerika zenci vatandaşlarını gözden çıkarmış. Acılı bir tarih. Ben de yüzyıllardır ve hala ezilen, haksızlığa uğrayan bir topluluktan geldiğim için onlara kendimi yakın hissediyorum.

YOLCULUĞUN SONUNA DOĞRU

Yolculuğa çıkmadan önce hele bir bavulları otobüse atayım gerisi kolay, diyordum. Planladığım gibi, otobüsün kalktığı yeri bulmam biraz zaman alsa da, otobüse yetişip bavullarımı otobüse attım. İnerken zenci kadın şoföre teşekkür ettim. Burada, gerek şehir içi, gerek şehirlerarası otobüslerde inerken şoföre teşekkür ediyorsun. Otobüs yolculuğu beş buçuk saati buldu. Otobüs Indiana mısır tarlaları arasından geçip Indianapolis’e ulaştı. Anlatacak, kayda değer bir şey olmadı. Olsaydı, yazıyı uzatırdım. J

Sibel ile oğlumuz Ulaş beni Indianapolis’den almaya gelmişlerdi. Arabayla kaldığımız şehre döndük. Eve girip bavulları açtığımızda saat 21.30’u gösteriyordu.

Abbas Karakaya – 23-24 Ekim 2022, Bloomington

 

Okumaya devam et

Dr. Abbas Karakaya

KÜÇÜKLERE/BÜYÜKLERE YAZ İÇİN KİTAPLAR-3

Yayınlanma:

|

Cemal Süreya’nın Aritmetik İyi, Kuşlar Pekiyi adlı bir çocuk kitabı var. 1980’lerde Çocukça adlı dergide yayımlanmış 12 yazının bir araya getirilmiş hali. Necati Güngör’ün Süreya ile yaptığı bir söyleşiyle günlüklerinden çocuk edebiyatına değindiği bölümleri de içeren kitabı resimleyen Mustafa Delioğlu.  Çocukça dergisindeki yazılarda ‘‘yedi sekiz yaş grubunu’’ hedeflediğini ve bu yaştaki çocukların ‘‘öğrenci olmayan yanlarına’’ seslendiğini belirtiyor günlüklerinde.

Kitaptaki 12 yazı birbirinden bağımsız. Süreya’nın şairliğiyle genel kültürünü birleştirdiği ama bir şairin elinden çıktığı çok belli olan metinler. Yedi sekiz yaş olmasa da ilkokulu bitirmiş çocukların ve de yetişkinlerin zevk alacağı, çocukların gözünden başarıyla kotarılmış uzun olmayan parçalar.

On iki yazının birincisinde Gözlüklü adında hayali bir kahraman nasıl yazacağı konusunda Süreya’ya öğütlerde bulunur. ‘Gözlüklü’ Süreya’ya çocukların her şeyi anlayacağını, her şeyden söz edebileceğini söyler önce. Ancak bilgiçlik taslama diye uyarırken ‘‘serüvenlerden, düşlerden de söz etmesini’’ salık verir. Süreya’ya bilgi de verebileceğini söyleyen ‘Gözlüklü’ nihai amacının ‘’çocuklarda okuma tadı yaratmak’’ olduğunu da ekler. Gülmek adlı sekizinci yazıda ‘Gözlüklü’ tekrar söz alır ve Süreya’ya ‘’küçük şeyleri işle, küçük şeyler önemlidir ama hepsi de gerçeğe dayanmalıdır’’ öğüdünde bulunur. Hemen devamında, ‘‘Sözgelimi, Atatürk’ün kuru fasulyeyi çok sevdiğini biliyor muydun?’’ diye öğüdünü örnekler.

Şair Süreya’nın aslında kendi kendine verdiği bu öğütleri yazılarında etkileyici bir biçimde pratiğe döktüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. On iki yazı içinde benim içimi en çok ısıtan Renkler Ölmüyordu, Issız Ada ve Yılbaşı Gecesinde İller adlı parçalar. YGİ adlı son yazıda 1984’in son gecesi illerin bazılarında neler olduğuna kısa kısa değinir Süreya. Erzurum’daki şakacı bir otobüsle yazı şöyle biter:

İşte daha birçok şey oldu.

Erzurum kar altındaydı.

Bir kadın üşüyordu.

Bir otobüs bir yokuşu tırmanırken birdenbire durdu. ‘‘Buraya kadar arkadaşlar!’ diye bağırdı yolculara. ‘‘Ben geri dönüyorum.’’

Döndü. Hızla aşağı doğru ilerlemeye başladı. Yolcular önce şaşırmış, sonra da korkmuşlardı. Hepsi buz kesilmişti sanki. Ama biraz sonra otobüs yeniden göründü. Bu kez çok neşeliydi! ‘‘Şaka!’’ dedi, ‘’şaka yaptım yahu! 1 Nisan şakası olur da 1 Ocak şakası olmaz mı?’’

**********

Evet, bu haftalık bu kadar. Kitap okunan yerde sevgi ve umut vardır. Sevgi ve umutlu bir hafta…

Dr. Abbas KARAKAYA

 

Okumaya devam et

Dr. Abbas Karakaya

KÜÇÜKLERE/BÜYÜKLERE YAZ OKUMALARI-II

Yayınlanma:

|

Kitap okunan yerde sevgi ve umut vardır sloganımızı tekrarlayarak bu yazımıza başlayalım. Bu yazıda iki kitap var. Birincisi, Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık (Balaca Gara Balıg) adlı şaheseri. Sadece İran’da değil, dünyanın pek çok yerinde okunmuş ve çok sevilmiş bir kitaptır bu. Yaşadığı derede sıkılan, derenin sonunu merak eden Küçük Kara Balık annesinin ve çevresindeki büyüklerin tüm itirazlarına rağmen evinden, yani deresinden ayrılır ve dünyanın geri kalanının (ırmak, göl, deniz) keşfine çıkar. Engellerle, tehlikelerle karşılaşsa da yolundan vazgeçmez. Gördükleri, yaşadıkları mücadele etmenin, dayanışmanın, yeni şeyler öğrenmenin, zorluklarla karşılaşıp kendi gücü ve sınırlarını keşfetmenin mutluluğunu yaşatır Küçük Kara Balığa. Küçük Kara Balığın hayatı, yolculuğu onu tanıyana balıklara arasında dilden dile anlatılan bir efsaneye dönüşür. Öykünün sonunda ihtiyar bir balık KKB’ın hayatını ‘on iki bin torununa’ anlatır. Ve dinleyici yavru balıklardan birinin düşüne ‘deniz’ girer. Adı Küçük Kırmızı Balık olan bu yavru balık ‘Sabaha kadar denizi düşündü durdu’. Hikayemiz bu tümceyle biter.

İkinci kitabımız da bir evden ayrılış, kendini bulma hikayesi. Rusya’nın tanınmış çocuk kitapları yazarı Eduard N. Uspenski’nin Fedor Amca adlı kitabı. Fedor Amca öykünün ana kahramanı olan altı yaşında bir çocuk. Ailesi, çok sevdiği, konuşan kedisinin evde yaşamasına izin vermeyince evden ayrılır, bir köyde yaşamaya başlar. Köyde daha başka hayvan arkadaşları da olur. Doğayı, hayvanları, insanları birinci elden tanımak zorunda kalır. Gülmece türünde usta işi bir kitap. Küçük Kara Balık’a göre Fedor Amca’nın evden ayrılış sebepleri farklı olsa da iki karakter de aklına koydukları şeyi itirazlara rağmen gerçekleştirirler. Fedor Amca köyde yaşarken anne ve babasını mektupsuz bırakmaz. Ancak gelip eve götürmelerini önlemek için yaşadığı köyün adını, adresini bildirmez. Kitabı aslından çeviren Faruk ünlütürk’ün çevirisi de çok güzel. G. Kalinovski’nin sevimli, sade çizimleri de kitabın lezzetini artırıyor.

Karşı çıkmayı ve kararlı olmayı didaktizme düşmeden anlatan bu iki ölümsüz, güzel kitap kalbinizde ve zihninizde iz bırakacak. Okuması sizden.

Okumaya devam et

Dr. Abbas Karakaya

ÇOCUKLAR/BÜYÜKLER İÇİN YAZ OKUMALARI-1

Yayınlanma:

|

Kitap sevgi ve umut demektir. Kitap okunan yerde hala sevgi ve umut var demektir. Yedi yaş ve üzeri çocukların okuyabileceği birkaç kitap tavsiye edebilirim. İyi bir çocuk kitabını yetişkinlerin de zevkle okuyabileceğini düşündüğümden başlığı öyle attım. İlk kitabımız bir şiir kitabı olsun. Şiir öğretilen bir şeydir. Öbür sanatlar gibi doğuştan gelmez. Mesela, müzik, resim yeteneği gibi değildir.

Şiiri sevdirecek müthiş bir kitap size: Şiir Gemisi; Ayla Çınaroğlu.

Bu kitaba MUK ile geçen yaz başladık. Kitap elimizde yıprandı. Alıp okuduğunuzda çocuk ya da torunlarınızla aynı heyecanı duyacağınıza bahse girebilirim. Kitaptaki sade, yalın resimler de Ayla Hanım’a ait.

İşte oradan bir şiir:

YAZ GELDİ

Sonunda yaz geldi işte
Şimdi her yerde güneş var
Havada, toprakta, suda
Gözlerimde güneş var

Uzun yolların tozunda
Kırların kokusunda
Denizlerin tuzunda
Yosununda güneş var

Suların şıpırtısında
Arının vızıltısında
Otların hışırtısında
Soluğumda güneş var

Gölgeye serilen kilimde
Karpuz çekirdeğinde
Kirazda, dutta, incirde
Şimdi her şeyde güneş var.

Ayla Çınaroğlu; Şiir Gemisi: sayfa 60

Abbas Karakaya-Akademisyen, Şair

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.