1990’lı yıllardan başlayarak 2010’lu yıllar boyunca küresel mali sermaye emekçilerin yaşam koşullarını ağırlaştıran neoliberal ajandasını dünyada artık çelişki ve çatışmaların kalmadığı biçimindeki postmodern iddia eşliğinde yürürlüğe sokmuştu. Bu ajanda sol, ‘merkez’, merkez sağ partilerle yürütüldü ve artık sol ve sağ diye bir şeyin kalmadığı, herkesin aynı gemide olduğu ilan ediliyordu.
Fransa’da işçilerin kazanılmış haklara kapsamlı bir saldırı paketi olan Juppe Planı’na karşı haftalar süren eylemleri durumun pek de öyle olmayacağını, dünyanın emek ve sermaye gibi iki kutba ayrılmış halinin devam edeceğini gösteriyordu. Latin Amerika halkları özelleştirmelere, emeklilik yaşının yükselmesine, eğitimin paralı hale getirilmesine karşı mücadele etmekteydiler. Ortamı bir süre Chavez gibi ABD karşıtı ulusal burjuva liderler, Lula ve Dilma Roussef gibi eski gerillalar, solcu bilinen İçi Partisinin Blair’i yönetti fakat dünya çalkalanmaya devam etti ama yaygın bir hayal kırıklığı yaratarak; çünkü düzen aynı düzendi.
Yunanistan direnişi, Arap isyanları, Trump karşıtı eylemler, iki yıl sonra domino etkisiyle yayılan halk hareketleri ve pandemiden az önce patlayan yeni bir dalga halkların tepkisini kayıt altına aldı. Bunlara Fransa’da Sarı Yelekliler hareketiyle İngiltere’de çok sayıda sektör işçilerini harekete geçiren eylemleri de eklemek gerekir.
Çatışmasızlık vaadi metropol ülkelerde de periferide de bir yalan olmuştu. Halkların açıkça karşı karşıya geldiği özelleştirmeci yönetimlerin devrilmesiyle birlikte sisteme aparatı bu kez yeni radikal sağ, popülist veya faşist olarak adlandırılan liderlerin iktidara taşındığı bir süreçle format atıldı.
Bu tür liderler gökten zembille inmedi elbette, yükselen bir grafik çizen kitle tabanı da oluşturmuşlardı. İşsizlik, yoksulluk, açlık ve yüksek enflasyonla boğuşan emekçilerin radikalleştiği böylesi dönemlerde demokratik, refah içinde yaşanan, sosyal politikaların işlediği bir değişim eşliğinde geleceğe kefil olarak halk hareketini örgütleyen eski sosyalist ve sol örgütler zaten ağır bir yenilgiye ve kimileri de yozlaşmaya maruz kaldıklarından, üstelik kötüleyici bir iktidar propagandasının altında, sahadan çekilmişler ve kitleler kendi haline bırakılmışlardı. Bunun sonucu ulusa ait mitleri ya da eski imparatorlukları yeniden kurma hayalini kışkırtarak halkı kurtaracaklarını vadeden sayısız faşizan örgütün ve partinin belirmesiydi.
Macaristan’da Orban, Polonya’da Donald Tusk, Hindistan’da Modi ve Türkiye’de Erdoğan, Arap ve Ortadoğu ülkelerinin kadim diktatörlük sistemleri de eklendiğinde dünyanın başlıca faşizan çehrelerini oluşturuyorlar. 2022 yılında yapılan seçimlerde Hollanda da göçmen düşmanlığıyla prim yapan Geert Wilders ve Arjantin’de ‘deli’ namlı Javier Milei’nin, İsrail’de altıncı kez Netanyahu’nun iktidara gelmesi, Yeni Zelanda’da benzer eğilimdeki bir iktidarın kurulması dünya kapitalizminin artık eskisi gibi yönetilmeyeceğini, faşizmin sınırlarında dolaşan partilerin, direksiyonun başına geçtiğini gösteriyor. Sırada geçen seçimde cumhurbaşkanlığında ikinci tura kalan Le Pen var, Brezilya’nın Bolsanaro’sunun gözü de yeniden iktidar olmakta.
Milei seçilir seçilmez devlet kurumlarının ve bakanlıklarının tabelalarını bir tahtanın üzerinden sökerek şov yaptı. Kadın haklarına saldırdı ve bundan sonra her kararı kendisinin vereceğini ilan etti.

Parlamenter rekabetin sürdüğü fakat giderek yasama ve yürütmenin tek adamlarda merkezileştiği yönetim biçimini eski faşizmlerle kıyaslamak doğru olmaz. Ancak kitleleri efsanelerle uyutan eski faşizmin irrasyonalizmi Aydınlama’dan bu yana kurallara, tasnife, kesinliklere dayalı bir yönetim aklının yerini aldı. Milei’de en keskin içimde bedenleşen bu irrasyonalizm yeni faşizmin alametifarikası. Diğer liderler de aynı delilik reflekslerini bu nedenle değişen derecelerde gösteriyorlar.
ULUSUN DÜŞMANLARI VE KURTARICILARI
Mevcut dünyadan bıkmış olan ama bu durumu değiştirebilecek örgütlü güce ve bilince sahip olmayan kalabalıkların bir kısmını mobilize eden bu süreç, ulusun kurtuluşu davasının düşmanlara ve kurtarıcılara ihtiyacı vardı ve bunları çıkardı. Dünyanın demografik haritasını değiştiren yoğunlaşmış göç hareketi en yoksul ülkelerin bedbaht emekçilerini ölüm pahasına ekonomisi gelişkin ülkelere doğru süpürürken, bu sınıf mücadelesi bakımından deneyimsiz ve kayıtsız iş gücünden sınırsız biçimde yararlanan sanayi ve hizmet sektörü için göçmen düşmanlığı söylemi hem yerli emekçilerin hem de yeni gelenlerin kuşatılmasını sağlıyor.
Yoksulluğun, işsizliğin, düşük ücretin sorumlusunun yerli işçilerin işlerini elinden alan, haklarını geriye çeken göçmenler olduğu propagandasının karşılık bulduğu bu ortamda genişlemiş emek saflarını ayrıştırmanın da mazereti.
Amerika’yı yeniden ‘büyük’ yapmak, eski Macaristan İmparatorluğu’na dönmek ya da Osmanlı İmparatorluğu topraklarında hak iddia etmek gibi iktidar retorikleri gibi fetih ve savaşla büyüme stratejisi yayılıyor. Bu gerçekte birikmiş yeniden değerlenebilmek için ihtiyaç duyduğu genişlemiş pazar, dolaşım, yatırım coğrafyalarının mitsel karşılığı. Adı faşiste çıkmamış partileri bile hızla geriye çekiyor.
Yeniden paylamış süreci şiddetli bir rekabet eşliğinde sürerken vurucu insan kaynağı kara bayrakların altına diziliyor. Almanya’nın Savunma Bakanı Pistorius “Ordumuz Avrupa’da çıkacak bir savaşa hazır olmalı, halk arasında daha fazla ülke savunmasına yönelik bir zihniyet değişikliği” çağrısında bulunurken epey uzak görüşlüydü. Yeni faşizmler işçi sınıfı ve emekçilerin algılarının değişimi ve saldırgan eğilimlerinin geliştirilmesine oynuyor. Nüfus terbiyesi bir gereklilik oldu.

İRRASYONEL VEYA AKLISELİM
Bu genel tablo içinde burjuvazi yasal düzenini kendi elleriyle dejenere ediyor. Sermayenin şu anda altından kalkamadığı dünya siyasi arenasındaki gerilim bir ileri bir geri ilerliyor; bölgesel savaşlarla başa sarıyor, yorulup dinleniyor ama ilerliyor. Kendisiyle birlikte kürenin yıkımını hazırlıyor.
Ancak bu durumda halkların, sınıfların mücadele potansiyeli ortadan kaldırılabilmiş değil. Emeğin bulunduğu kutup İsrail saldırganlığını kınama eylemlerinde, işçi haklarına saldırılarda olduğu gibi, kendisini bölünmeye maruz bırakan saflaşmaları dağıtarak faşizme karşı bir potansiyeli de geliştiriyor.
Kürenin selameti, küresel mali sermayenin irrasyonelliğinin değil halkların aklıseliminde yatıyor.
Faşizmin delileri
Hollanda seçimlerinde Geert Wilders’in yüzde 23 oranında oy ve 150 üyeli Hollanda Parlamentosunda 37 sandalye kazanarak başa geçmesi ve Arjantin’de Javier Milei’nin yüzde 30 civarında oyla iktidara gelmesiyle birlikte ‘sağ popülizm’in veya faşizmin yükselişinin sebepleri üzerine kazı çalışması yeniden başlamış görünüyor. Macaristan, Polonya, Hindistan, Türkiye, İtalya ve Bolsanaro’lu Brezilya’yı, burjuva demokrasisinin kalesi olarak görülen İngiltere’nin muhafazakar iktidarını, Fransa’da Le Pen’in yükselişini, Yeni Zelanda’nın yeni hükümetini de buna eklersek ‘yükseliş’ trendine, birbirine benzemeyen iki ülkenin daha dahil olması ister istemez tedirginlik yaratıyor.
‘90’lardan itibaren yaklaşık 15 yıl kadar Latin Amerika ülkelerini yöneten eski gerilla veya sol gelenekten isimlerin yaydığı eski iyimserlik yok artık. Bunların çoğu kirli ilişkilere, rüşvete karıştıkları gibi, neoliberal soygun ve sömürü düzeninin alabildiğine semirmesine yol açarak miatlarını doldurup gitmişlerdi. Sonra atmosfer değişti. Öncekilerin hırsını mekanın daha hırslı diktatörleri dolduruyor.
Trump gibi, ikinci seçimde yenilince kaslı, dövmeli adamlarını kongre basmaya sevk eden bir pop figürün pervasızlığını elindeki testereyle katmerlendiren ve adı deliye çıkan Milei, dünyanın zıvanadan çıkmışlığının şimdiki simgesi. Hollanda’da Geert Wilders faşizmi karşısında seçmeni Dilan Yeşilgöz’ün ondan aşağı kalmayan gericiliğiyle sınayan siyasal sistem de göz önünde bulundurulduğunda aklını yitirmenin boyutunun epey büyüdüğü söylenebilir. Her yeni gelenle faşizm biraz daha yayılma imkanı buluyor. Burası psikiyatristlerin alanında kalsın ama göz de görüyor hani.
İsrail’in Filistin’e saldırılarına destek vermek için Netanyahu’nun ayağına koşan ‘liberal’ liderlerin motivasyonu ile taze faşist liderlerinki arasında bir fark olmadığını da görüyor göz. Ne oluyor da dünya kara gömleklilerin aktüel taşıyıcılarıyla doluyor.
Çünkü yerkürenin yeniden paylaşımının gündeme gelmesiyle birlikte devlet teşvikleri ve ucuz emekten el konulan muazzam artı değerle birikmiş sermayenin yeniden değerlenme alanları kazanabilmek için verdiği kavga, fay hatlarını germiş bulunuyor. İkincisi; başlıca emperyalist devletlerin ortak politikalarından yılmış yoksulların yeni yaşam alanları bulmak için ölüm pahasına aktığı ülkelerdeki iş gücü rekabeti yerli ve göçmen işçiler arasındaki gerilimi artırdıkça devletlere nüfuz mühendisliği için bir fırsat da doğuyor. Faşizmin başlıca retoriği olan ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımında düşman deposunu dolduruyor göçmen emekçiler. Böylece giderek yoksullaşmanın sorumlusu olarak ucuz iş gücü kaynağı göçmen varlığına işaret edilebiliyor. Artı değer depoları doluyor ve sermayenin değerlenme ihtiyacını büyütüyor.
Üçüncüsü; sermaye düzeni eşitsiz ve sıçramalı gelişim içindedir ki bazı ülkelerin iktisadi olarak öne çıkmasını diğerlerinin gerilemesi takip eder. ABD sermayesinin Çin kapitalizminin büyümesi karşısında göreli gerilemesi kuşkusuz bu dengesizlik içinde fırsatlar yarattı. Türkiye gibi imparatorluk varisi, Hollanda gibi kapitalizmin başlangıcındaki en büyük sömürgeci ülkelerin hırsını tetikleyen de bu dengesiz büyüme içindeki fırsatlar ve vaatler oldu.
Kendi yurttaşlarına geçmişi geri getirmek vaadinde bulunan faşizan liderlerin Hollanda’yı geri alacağız, yeniden büyük Amerika ya da Yeni Osmanlı sloganları önceki kuşaklardan daha zor koşullarda yaşayan ve giderek gerileyen nüfusu etkileyebiliyor. Sloganların içeriğini kendi durumlarından yola çıkarak doldurabildikleri mottolar seçmenlerin oy tercihini etkiliyor.
Dünya tekelleri paylaşım sürecindeki şiddetli rekabeti gerilimler, şiddeti artan uzun süreli bölgesel savaşlar, dengesiz ortaklıklar kurarak yatıştırmaya çalışırken çözmeye çalıştıkları İskender düğümünün karşısına ortaya testereli deliler çıkarması normal. Ama Hitler’in akıl sağlığı da bir sebep değil, sonuçtu.
O delilerden birinin, başlattığı iki savaşı da kaybetmiş Almanya’nın Savunma Bakanı Pistorius “Ordumuz Avrupa’da çıkacak bir savaşa hazır olmalı, halk arasında daha fazla ülke savunmasına yönelik bir zihniyet değişikliği” çağrısında bulunuyor ve Yahudi sermayesiyle daha İkinci Dünya Savaşı’nda kurulmuş ilişkileri bugüne uyarlamak için kendi ülkesindeki Nazi rejiminin geçmiş antisemitizmini şimdi İsrail siyonizmine destekle temize çekmeye çalışıyor.
Almanya Savunma Bakanının telaffuz ettiği zihniyet değişimi dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin algı yönetimi anlamına geliyor.
Arjantin’in yeni başkanı beyaz bir tahtadan içinde Kadın Bakanlığının da olduğu bakanlık tabelalarını söküp fırlatırken emekçilerin pek de hayrını görmediği mevcut sistemin görünür kalelerini yerle bir edeceği mesajını veriyordu. Kendilerine yüzde yüz elli enflasyondan, açlık ve yoksulluktan başka bir şey getirmeyen sistemin zaten yerle bir olmasını isteyen Arjantin halkının değişim isteğine kendi uğursuz seçeneğini açmış oldu hem de azınlık oyuyla.
Dünya halkları örgütsüzleştirilerek kendi güçlerine epeydir güvensizleştirildiler. Dünya burjuvazisinin zaten ıskartaya attığı kendi ‘demokrasi’si zihniyet operasyonundan geçen emekçilere birtakım deli kurtarıcıları veya hukuk tanımaz maceraperestleri seçenek olarak çıkarıyor sadece.
Kesinlikleri olan, yasal bir dünyayı emekçiler kendi mücadeleleriyle kurmuşlardı. Yeni gelenlerin, yani faşist liderlerin en büyük derdinin halkın mirasının ve kesinliklerin emekçiler aleyhine tasfiye edilmesi olduğu ortada. Kendi şovlarını, gel geç akıllarını yasallığın, altı boşalmış hakların alternatifi olarak sunmaları da bundan. Sınırsız, engelsiz yol almak isteyen sermayenin kural tanımaz hareketine yol açmak, savaşa hazırlamak için. Örgütsüz halkları boş vaatlerle oyalamak için.
Tarihte örneği çoktur.
Nuray SANCAR-Evrensel