Bizim ülke olarak enteresan bir yeteneğimiz var: Kimse bizi sıkıştırmazsa, biz kendi kendimizi sıkıştırırız. Dünya bizi rahat bıraksa bile, illa bir şekilde kendimize kriz yaratmayı beceriyoruz. İşin içinde hem siyaset hem de ekonomi varsa, bu yeteneğimiz tavan yapıyor. Siyasetin aldığı kararlar cüzdanlarımızı etkiliyor, ekonomik krizler ise siyasetin rotasını çiziyor. Bu iki kardeşin ilişkisi, “Ekonomi hasta olduğunda siyaset hapşırır,” diyen Amerikalı siyaset bilimci James Carville’in sözlerini doğrular nitelikte.
İşte, 19 Mart 2025 tarihi tam da bu açıdan ileride genç araştırmacıların dikkatle altını çizeceği bir dönüm noktası olacak gibi görünüyor.
Son iki yılda ekonomi yönetimi ‘rasyonel adımlar’ dedi, sessiz sedasız işler yürüttü. Faizler yüzde 8,5’ten yüzde 50’ye kadar çıktığında bile çok fazla iç siyaset konuşmadık. “Siyaset bu yükü taşır mı?” dedik ama çok da üzerinde durmadık. Ta ki kendi içimizden bir kriz yaratana kadar…
Mevcut ekonomi yönetiminden önce bize anlatılan masal, “Türkiye zenginleşecek, ihracat uçacak, Çin’i geçeceğiz” şeklindeydi. Fakat bu hayaller hızla yerini tarihte görülmemiş enflasyona, ceplerimizin boşalmasına, bugün çözüp yarın yeniden patlayan ekonomik sıkıntılara bıraktı. Hayal dünyasında yaşanamayacağını anlayınca da, “akılcı politika” diyerek yeni ekonomi ekibi göreve başladı.
Ama gel gör ki, bu rasyonellik bazı kurumların kapısından içeri adımını bile atamadı. Mesela TÜİK… Kamudaki harcamalar aynen devam etti, maliye politikaları para politikalarını desteklemedi ama yine de gecikmeli de olsa normalleşmeye yönelik adımlar atıldı. O saçma sapan Kur Korumalı Mevduat işi son buldu, Merkez Bankası daha serbest hareket etmeye başladı. Enflasyon belki istediğimiz hızda düşmedi ama en azından nefes almaya başladık.
Elbette, yapılanlar tamamen doğru değildi, eksikler vardı, yanlışlar da… Ben de birçok noktada sesimi yükselttim. Örneğin, Merkez Bankası’nın politika faizini TÜİK rakamlarına göre ayarlamasının hatalı olduğunu defalarca vurguladım. Sanayicilerin güçlü TL yüzünden nasıl zorda kaldığını söyledim. Bunlar benim gördüklerim; başka biri daha farklı bakabilir. Fakat ortada hiç kazanım yok demek, emeğe saygısızlık olurdu.
Tam “işler biraz yoluna girdi” derken, 19 Mart’ta yine kendimize yeni bir kriz çıkardık. Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve ardından yaşanan olaylar, uygulanan ekonomik programa ciddi bir darbe indirdi.
Program çöktü demek kadar “Hiçbir şey olmamış gibi aynen devam ediyoruz” demek de gerçeklikten uzak bir yaklaşım olur. “Gerçeklerle savaşarak onlardan asla kurtulamazsınız,” der Franz Kafka. Gerçek şudur ki, Türkiye ekonomisine ve geleceğine olan güven bir kez daha sarsıldı.
Cumhurbaşkanlığı yarışında Erdoğan’ın en büyük rakibi olarak görülen İmamoğlu’nun gözaltına alınması içeride başka, dışarıda başka yankılandı. İçeride “terör ve yolsuzluk” iddiaları öne sürülürken, dünyanın en önemli finans gazetelerinden Financial Times bu işi hiç de öyle okumadı.
Gazetenin Mehmet Şimşek’in ekonomik başarılarının tehdit altında olduğunu vurgulayan analizinde şu ifadeler çok çarpıcı:
“Türk Lirası’nın düşüşü, yatırımcıların Türkiye’nin yapısal reformlara olan bağlılığına güvenmediğini gösteriyor. NATO’nun önemli bir üyesi olarak kritik role sahip Türkiye, ekonomik reformlar konusunda ciddi adımlar atarken, İmamoğlu’nun gözaltına alınması Türkiye’de demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusunda ciddi soru işaretleri oluşturuyor.”
Evet, yabancı yatırımcıların ve dünyanın gözü Türkiye’de. Financial Times sadece bir gazete değil, yatırımcıların fikir aldığı, dünyada sözü dinlenen bir kaynak. Orada çıkan bir haber, yatırımcıları uzaklaştırmaya yetebilir. Hele ki Batı basınının genel görüşü bu olayı “muhalefetin tasfiyesi” olarak nitelendiriyorsa…
Biz, içeride hükümetin yolsuzluk konusunda pek de titiz olmadığını zaten iyi biliyoruz. Eğer yolsuzluk önemliyse, Ankara’da geçmiş dönem belediye başkanı hakkındaki 100’ün üzerinde dosya bunca yıl rafta beklemezdi. Hele ki “Ankara parsel parsel satıldı” sözü, iktidarın ağır toplarından Bülent Arınç’ın dilinden düşmüyorsa…
Ünlü ekonomist Keynes der ki, “Ekonominin özü güvendir. Güven yoksa ekonomi olmaz.” Şimdi yapılması gereken tek şey, tüm bu suçlamaların açıkça ispatlanmasıdır. Yoksa bu ülkeye bir kez daha yabancı yatırımcı gelmesini beklemek, hayalden öteye geçemez.
Türkiye, “kendi kendini yiyen” bir ülke olmaktan artık vazgeçmeli.
Dr. Ercan DEĞER–linkedin