Hepimiz varoluşsal kaygı duymadan yaşamlarımızı devam ettirmek isteriz. Bu masum istek, Maslow’un İhtiyaçlar Piramidi’nde en temel noktada, yani fizyolojik ve güvenlikle ilgili ihtiyaçlarda karşılık buluyor. Bu ihtiyaçların sürekli karşılanması ve yaşam kalitesini artıracak sonraki seviyelere ilerleyiş noktasında, Adam Smith “Ulusların Zenginliği” kitabında; isteklerin sınırsız ancak kaynakların sınırlı olmasına bağlı olarak ahlaki ve ekonomik disiplinle ilişkilendirebilecek birtakım önermeler sunuyor. Piramitte ilerledikçe fark ediyoruz ki ihtiyaçlar insan ve nesne ilişkisinden çıkarak insan ve toplum arasındaki ilişkiye doğru evriliyor. Dolayısıyla bu noktada insanlar arası ilişkiden yolan çıkarak başka bir pencereden bakmamız gerekebilir. Mark Twain “İnsan Nedir?” adlı eserinde bu türden bir perspektifle dolaylı yoldan sorunların temeline ışık tutuyor ve bir niyet arayışından bağımsız olarak bunları kişiler arası ilişkileri çıkarlar üzerine oturtuyor. Buradan hareketle ihtiyaçların belirli bir aşamadan sonra çıkarlara dönüştüğü görüşüne varabiliriz. Dolayısıyla sahip olduğumuz şeyleri koruma ve devamında artırma eğilimindeyiz.
Ülkeler de şirketler de insanlardan ayrı düşünülemez; insanlar tarafından kurulur, yönetilirler ve çıkarların belirleyici olduğu bir düzlemde hareket ederler. Ama makul ama zorlayıcı… Böylece bu pragmatist anlayış, kurumsal davranışların da temelini oluşturur, bir bağlamda risklerin de.
İnsanoğlu sürekli bir karar verir. Bunu büyük bir oranda minimum efor gerektirecek şekilde motor becerilere emanet ederek gerçekleştirir. Ancak beklenmedik veya bilinmeyene karşı, kontrolü ele alır ve farkındalığı daha yüksek bir karar süreci işletir.
Şirketlerin de davranış kalıbını oluşturan bu motor beceriler, kurumsal kültür aracılığıyla üst yönetim kolaylaştırıcılığında aktarılır. Buradan hareketle şirketlerin, zamanla rekabete bağışıklık kazanması kolaylaşır. Diğer bir neden ise aslında önceliklerin finansal performans çerçevesinde oldukça basit bir mantıktan yola çıkılarak oluşturulmasıdır. Şirketlerin de aslında temel ihtiyacı budur: süreklilik arz etmek. Buradaki önemli eşik; bu arayışın, dahil olduğu yaşam-birey-toplum denkleminden kopuk olup olmadığında yatar. Kurumların yüzleşmek zorunda kaldığı en büyük riskler ve zarara uğrama ihtimali de bu denklemdeki uyumsuzluklardan doğar.
Bu riskleri küresel ölçekte, etkilerini direkt gözlemlediğimiz üç ana kategoriye ayırabiliriz; ekonomik, ekolojik ve jeopolitik:
1. Artan ekonomik riskler: Bu riskler orta vadede, özellikle gelişmiş ülkeler ile üretim yoğun ülkeler arasındaki teknoloji ve maliyet rekabetinde tartılıyor. Öte yandan hemen hemen istisnasız tüm ülkelerdeki ekonomik belirsizlik ve çözümsüzlük ortamı; üretimi, enflasyonu, istihdamı negatif yönde etkilerken insanların gelecek kaygılarını artırıyor. Dolayısıyla her ülkenin kendi normaline kıyasla, güven temelli stabilizasyon arayışı devam ediyor.
2. Günbegün gerçekleşen ekolojik riskler: İklim değişikliklerine bağlı olarak hayvan ve bitkilerin doğal yaşam döngüleri değişiyor. Orman yangınları, inorganik atıklar, karbon emisyonu ve daha birçok olumsuz etki, canlı çeşitliliğini tehdit ediyor; dolayısıyla insanlığın kaynaklarını da. Burada bir istikrardan ziyade önce önleyici sonra geriye dönük onarıcı çözümler gerekiyor. Nitekim bu risklerin bir kısmı sanayi devriminden itibaren geri dönüştürülemez şekilde gerçekleşti ve bugün bizzat sonuçlarını yaşıyoruz. Oysa küresel ısınma, hava ve su kirliliği, kaynak tükenmesi, arazi bozulması gibi sorunlar hem nihai tüketicilerin kullanım alışkanlıklarının hem de üreticilerin üretim ve ürün döngüleri üzerindeki teknik kurgularının değiştirilmesiyle minimize edilebilir.
3. Artan jeopolitik riskler: Bu riskler ile soğuk savaşlar dahil tüm savaşları, ülkeler arası -iç siyasi hesaplaşmalara bağlı- kutuplaşmaları ve düzensiz göçleri ifade ediyoruz. Örneğin Çin ve ABD arasındaki Tayvan gerilimi, Rusya ile ABD arasındaki uzun süredir farklı şiddette devam eden gerilimler, Mısır ile İsrail, İran ile ABD, İran ile Pakistan, Türkiye ile Yunanistan gerilimleri ilgili bölgelerde istikrarsızlığa yol açıyor. Öte yandan savaşların yıkıcı etkisi Rusya-Ukrayna, Filistin-İsrail ve kısmen Afganistan’da, Hindistan-Pakistan, Azerbaycan-Ermenistan ve Güney Kore-Kuzey Kore hattında görülüyor.
Peki şirketler, risklere karşı nasıl hareket etmeliler?
Her kurumsal şirket, kendine göre oluşturduğu ve farklı kaynaklardan güncellediği bir risk çerçevesi çalışması yapmalı. Bu çerçevede, riskler tanımlanır ve etki alanları listelenir. Devamında hassasiyet analizi araştırması yapılır. Böylece risklerin gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkabilecek zararı senaryolaştırarak, önleyici veya risklerin etkisini minimize edici tedbirler alınır.
Tanımlanabilen riskler gerçekleşirse, özellikle riskler ilgili pazara değil de şirkete özgü ise, şirketin rekabete karşı geri kalmaması için reaksiyon göstermesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla şirketler, doğrudan faaliyet alanlarıyla ilgili olmayan veya önlem alması durumunda cari ekonomik hedefleriyle çakışabilecek makro risklere karşı -örneğin ekolojik riskler- tepkisiz kalabilir.
Riskler gerçekleştiği andan itibaren problemlere dönüşür. Bu durumu bir şirketin kendi ajandası üzerinden örneklendirecek olursak; dağıtım kanallarımızda, bilgi güvenliğine bağlı problem yaşanmasının gelir kaybına yol açması, fabrikadaki bir yangının üretimin durmasına ve çalışanların yaralanmasına yol açması, ödemelerin gecikmesine bağlı olarak satın alınması gereken ham maddenin zamanında alınamaması ve üretime geç başlanması gibi aslında gündelik faaliyetleri aksatabilecek risklerin, birçok şekil ve şiddette karşımıza gelebileceğinin farkına varmalıyız. Bu risklerin makro düzeyde ele alınması da yine korunma stratejileri bakımından önemli olur. Örneğin; ileri tarihli işlemler için döviz kurundaki dalgalanmalara karşı alabileceğimiz önlemler vardır. Ülkeler arası anlaşmazlıklara müteakip yaşayabileceğimiz tedarik zinciri problemleri de risklerin farklı ülkelerdeki benzer tedarikçilere dağıtılarak minimize edilebilir. Mevcut işleyişinize ters düşebilecek bir regülasyonun çıkarılması veya standardın getirilmesi de bu duruma örnek teşkil eder. Kaldı ki bizim risklerimiz, başkaları için fırsat veya başkalarının riskleri, bizim için fırsat olabilir.
Burada kritik olan risk izleme ve önleme mekanizmalarının işletilmesidir. Risk senaryolarının da gerçekleşmesi durumunda da izlenebilecek şirkete özgü bir yol haritası olmalıdır. Kriter seti tasarlanırken de riskin faaliyet alanı ile ilişkisi, şiddeti, süresi, etki alanı, muhtemel zarar büyüklüğü, önleyici önermeler, ilişkili takımlar gibi parametreler eşliğinde şirket, faaliyet alanı ve ilgili makro değişkenleri göz önünde bulundurmak faydalı olacaktır.
Unutmamak gerekir ki riskler değil, problemler zarara sebep olur.
HBR- Barış BAYAR