Connect with us

EKONOMİ

Prof. Dr. Boratav : Faiz kararı ve hatırlattıkları

Yayınlanma:

|

ilinenleri tekrarlayarak başlayalım: TCMB’nin politika faizi Saray’ın direktifine uyarak iki puan daha aşağıya çekildi. Bu faiz oranı, TÜİK’in (esasen “arızalı” olan) tüketici enflasyonunun 3,6 puan aşağısındadır. Kavcıoğlu’nun yeğlediği “çekirdek enflasyonu” dahi politika faizinin bir puan üstünde kalmıştır. 

Üstelik bu karar, FED’in likidite genişlemesini frenleyeceği anlaşıldıktan sonra alındı. Nitekim son iki ayda Brezilya, Güney Kore ve Rusya merkez bankaları politika faizlerini yukarı çekti.  

TCMB kararının ilk olumsuz sonuçlarını döviz fiyatlarında yaşıyoruz. Yeni bir döviz krizinin şirketler, bankalar üzerindeki tehlikeli sonuçları da gündemdedir. Pahalılaşan dövizin enflasyonu tırmandırması günü gününe gözleniyor. 

Mağdurların başında enflasyona uyum sağlayamayan kalabalık emekçiler, kayıt-dışı işçiler, milyonlarca köylü, küçük üretici geliyor. TÜİK’in eksik hesaplarıyla enflasyona bağlanan asgari ücretler, emekli, memur, kamu sektörü işçi aylıkları da ek reel gelir kayıpları ile karşı karşıyadır. 

İktisat çevrelerinin eleştirilerinde ise, TCMB özerkliğinin ve sıkı para politikasının korunması öne çıktı. Bu yaklaşım “AKP’nin Lale Devri” boyunca izlenen politikaların saygınlık kazanmasına; bugün de “tek seçenek” olarak kabulüne yol açabiliyor. 

Özellikle sol iktisatçılar olarak neoliberal makro-ekonomik reçeteden özenle farklılaşmalıyız. AKP’nin ekonomik sicili hatırlatılmalı; bu açıdan değerlendirilmeli. 

‘İmkânsız üçlü’ ve enflasyon hedeflemesi…

Bugünün dünyasında faiz ve döviz kuru arasındaki ilişkiler nasıl belirleniyor? İktisatçılar, bu soruyu “imkânsız üçlü” diye anılan bir bağlantıdan hareket ederek yanıtlıyor: Sermaye hareketleri serbestse, ekonomi yönetimi,  faiz oranı ve döviz kurundan sadece birini belirleyebilir.  

Bu kural çiğnenirse, tasarruf sahiplerinin, yatırımcıların sürükleyeceği sermaye hareketleri, faiz oranını ve döviz fiyatlarını “hizaya getirir”. 

“İmkânsız üçlü” tespiti, Türkiye’de enflasyon hedeflemesi reçetesine dönüşmüştür ve ekonomi yönetimine, iki politika değişkeninden sadece politika faizini belirleme özgürlüğü tanımaktadır. Bu kural ilk defa 1990’da Yeni Zelanda tarafından benimsendi. Çevre ekonomilerinde yaygınlaşıp yerleşmesi ise Doğu Asya krizi sonrasında, yeni yüzyılda gerçekleşti. 

Türkiye’de de IMF tarafından yönetilen 2001 krizi içinde TCMB yasasına enflasyonu önleme önceliği yerleştirilmişti: “Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır.”  

Bizim gibi “yükselen ekonomiler” söz konusu olduğunda bu özgürlük, sıkı para politikası olarak yorumlanıyor. Uygulamada ise TCMB’nin politika faizi, gerçekleşen enflasyonun üstünde tutulacaktır.  

Bu yükümlülük siyasal iktidardan özerk olması gereken merkez bankası tarafından üstlenilecektir.  Diğer değişken olan döviz kuru ise piyasa mekanizmasına, dalgalanmaya bırakılacaktır.

AKP iktidarı “imkânsız üçlü” bağlantısının enflasyon hedeflemesi biçimini 2015’e kadar yakınmadan uyguladı. Sonuç ne oldu? Canlı seyreden sermaye hareketleri yüzünden 2011 sonuna kadar TL reel olarak yüzde 40 değerlendi. Sanayinin rekabet gücü eridi; ithalata bağımlılığı yoğunlaştı. Diğer politikaların da katkısıyla, ekonomi bugünkü ve kronik dış bağımlılığa sürüklendi. 

Emek gelirlerini koruyan döviz kuru hedeflemesi… 

Ekim 2021 faiz kararı eleştirilirken Saray’ın ihlal ettiği “enflasyon hedeflemesi” ilkesinin de sorgulanması gerekir. Serbest sermaye hareketleri ortamında dahi tek seçenek olmadığını, yakın geçmişin dünya ve Türkiye örnekleri göstermektedir. 

Dünya ekonomisi 1945’i izleyen otuz yıl boyunca, denetlenen sermaye hareketleri ve sabit (gerektiğinde ayarlanabilen) döviz kurları rejimi içinde yönetilmişti. Serbest sermaye hareketlerinin yaygınlaşması 1990’lı yıllardadır. Yeni ortamın ilk yıllarında “imkânsız üçlü” bağlantısı, pek çok ülkede döviz kurunu hedefleyerek, para politikasını ise “piyasalara” bırakarak uygulanmıştı. 

Türkiye örneği de var: 12 Eylül ve ANAP döneminin emek-karşıtı bölüşüm şokuna, 1989’da patlak veren işçi hareketi ve güçlenen sendikacılık son vermişti. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesini izleyen sonraki yıllarda, Türkiye’yi koalisyon hükümetleri döviz kurunu hedefleyen, emek gelirlerini koruyan “popülist” politikalarla yönetti. 

Döviz kuru (kabaca) aylık enflasyona uyum sağlayacak biçimde TCMB tarafından belirlenmekteydi. Faiz oranları ise “serbest” (yani bankalara) bırakıldı. Bunlara, emeği koruyan “popülist” uygulamalar refakat etti: Asgari ücretler, maaşlar, emekli aylıkları, çiftçilerin eline geçen net fiyatlar en azından   geçmiş enflasyona endekslendi.  Toplu sözleşmelerde enflasyona “refah payı” da ekleniyordu. 

Tansu Çiller 1993 sonunda “imkânsız üçlü” kuralını çiğnedi; döviz kuru yanında faiz oranlarını da belirlemeye kalkıştı; 1994 krizini tetikledi.  Bu kriz reel ücret kayıplarına yol açtı; ama sonraki üç yılın koalisyon hükümetleri, döviz kuru hedeflemesine ve emek gelirlerini koruyan bölüşüm politikalarına geri döndü. 

1990’lı yılardaki Türkiye uygulamaları göstermiştir ki, döviz kuru hedeflemesi içinde emek gelirlerini güvenceye alan bir alternatif, “imkânsız üçlü” bağlantıları ile uyumlu olabilmektedir

Saray iktidarının sınıfsal öncelikleri ve finans kapitalin çıkarları ile uyumlu olmayan bir seçenek… 

Egemen sınıflar bloku popülizme son veriyor…

1990’lı yılların popülizmine dönelim. Kolektif sermaye, 12 Eylül-ANAP iktidarı dönemini özlemekteydi. 1998’de “artık yeter” dedi. Nesnel bir gereksinim yokken IMF ve Dünya Bankası (DB) davet edildi. Yeni stratejik öncelik, DB söylemi içinde açıklandı: Ekonomi (bölüşüm) siyaset (koalisyon iktidarları) dışına taşınacak; piyasalara devredilecektir. Bu önceliği hayata geçirecek kuralları IMF ve DB belirleyecektir. 

1998-2000 arasında IMF’nin tasarladığı enflasyonla mücadele programı, ilk başta, döviz kuru hedeflemesine bağlı bir modele dayanıyordu. Önceki yıllarda emek gelirlerini güvenceye alan yöntemler dışlanarak…

2001 krizi içinde sermaye bloku ısrarla bir tek parti iktidarı arayışına girmişti. 1980’lı yılların disiplinini bir IMF programı içinde üstlenecek istikrarlı bir iktidarı ise AKP gerçekleştirecekti. 

Emeği koruyan “popülist sapkınlık”, koalisyon iktidarlarıyla birlikte tarihe karıştı. 2001’de IMF’nin başlattığı makro-ekonomik politikayı (enflasyon hedeflemesini) AKP devraldı. Sonraki on yılın yüksek faiz / ucuzlayan döviz uygulamalarının sonuçlarına yukarıda değindim. 

Bu sonuçlar, emek örgütlerinin, sendikacılığın fiilen etkisizleştiği bir ortamla bütünleşti. TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB dahil, sermaye bloku da bir bütün olarak AKP iktidarını destekledi. 

Serbest sermaye hareketlerinin reddiyesi… 

Emeği koruyan döviz kuru hedeflemesi, bugünün seçeneksizliğini aşan bir adımdır. İktisatçılar olarak bir adım daha atmalı ve “imkânsız üçlü” bağlantısının ön-koşulu olan serbest sermaye hareketlerini sorgulamalıyız. 

Sermaye hareketlerinin etkili denetimi, AKP iktidarının arifesinde, 1998-2002’nin “sıfır büyüme dönemi” sonrasında daha kolaydı. Dört yıllık Doğu Asya krizi, denetimsiz sermaye hareketleri nedeniyle patlak vermişti. Krizi yaşayanlar dış bağımlılık ilişkilerini frenleyecek denetim yöntemleri aramaya başladı. Bazı ülkeler başarılı olacaktı.

2020’li yılların dünyasındayız. Ekonomimiz son yirmi yılda girift, ağır dış bağımlılık koşullarına sürüklenmiştir. Türkiye’ye dış kaynak akımları da daralmaktadır. Sermaye hareketlerini denetleme yöntemlerini, emek gelirlerini de güvenceye alacak biçimde incelemek, tasarlamak, keşfetmek gerekiyor. 

Elbette çok güçtür. Sermaye hareketlerinin denetimi, dış kaynak akımları canlıyken etkilidir. Bugünün dünya ve Türkiye ortamında değil… Arada değiniyorum: Kırk yıllık neoliberalizme emekçiler de uyum göstermiştir. Tüketim artışlarını besleyen borç tuzakları gibi… Radikal alternatiflerin sınıf müttefiklerini de tedirgin etmesi beklenir. 

Kapitalizmin, emperyalizmin sınırları içinde tartışılacak sancılı seçeneklerle karşılanan devrimci refleks, kapitalizm sonrasına yönelir; “çözüm sosyalizm” çağrısıyla yetinir.

En azından bazı iktisatçılarımızın düzenin sınırları içinde kalan seçeneklerle de uğraşmaları gerekir. Zamanı gelince kökten dönüşümleri hayata geçirecek emekçilerin mücadele gücünü koruyabilmek için… 

sol.org.tr

Okumaya devam et

EKONOMİ

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Yayınlanma:

|

İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.

“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?

Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.

Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.

Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar

1. Performansın Göz Ardı Edilmesi

Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.

2. Vasatlık Teşviki

Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.

3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski

Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.

4. Adalet Algısının Bozulması

Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.

Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler

  • Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.

  • Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.

  • Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.

Pozitif  Yanı Var mı?

Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.

Alternatif  Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret

Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.

Eşitlik mi, Adalet mi?

“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.

Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.

Erol TAŞDELEN-Ekonomist    www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Mevcut Enflasyon ve Faiz Oranlarıyla Yatırımcı Yeni Yatırım Yapar mı?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.

Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..

Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.

Onur ÇELİK-CFO/YMM

Okumaya devam et

EKONOMİ

Geleceğin Uzun Tarihi: Hayaller, Teknoloji ve Gerçeklik Arasında Bir Yolculuk

Yayınlanma:

|

İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.

Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü

Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.

Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması

Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.

Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik

Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.

Teknoloji Tarafsız Değildir

Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.

Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?

Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?

Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.

Nicole Kobie The Long History of the Future – Narrative Species

Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?

“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:

“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”

Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.