Kapitalizmde devlete acıyorum. Vatandaşlar devletten birçok hizmet ve yardım bekliyor, devlet bu beklenenleri veremeyince de devlet nerede diye şikayet ediyor. Oysa devlet tüm haşmeti ile yerli yerinde ve görevinin başındadır. Eğer devlet görevinin başında ise devletten hizmet bekleyen vatandaşlar niçin şikayetçi oluyor ki? Demek ki, bu işte bir yanlışlık var; ya devlet görevini bilmiyor, ya da vatandaşlar devleti iyi tanımıyor, görevlerinin ne olduğunu kestiremiyor.
Devlet kavramı genellikle aklımıza örgütsel bir yapıyı salar. Ekonomi, sosyoloji ve siyaset bilimlerinde devlet olgusu farklı açılardan ele alınarak, genellikle toplumsal bütünlüğü ve yönetimi sağlayan örgüt olarak nitelenir. Hukuksal açıdan ise devlet, hareket alanı ve yetkilerinin anayasalarla sınırlanması gereken, Hobbes’un Leviathan’ı, ya da canavarıdır. Aslında devlet ne bir melek, ne de bir canavardır. Devlet farklı dönemlerde farklı işlevlerle yükümlü topluma egemen şekilsiz bir yapıdır. Evet, devlet toplumların yönetiminde tarih boyunca rol almış bir örgüt olarak, yüzeysel örgütsel ve hukuksal görüntüsünün ötesinde, çeşitli politika araçlarıyla çok ciddi misyonlarla donatılmış gizemli bir yapıdır. Devletin gizemli yapısıdır ki, halkın büyük çoğunluğu ne yapısı ne de işlevleri hakkında kesin bilgi sahibi olamamaktadır. Devletin bu gizemli yapısı onun işlevsiz olduğunu göstermez, tam tersi, çok kutsal işlevinin kamuoyu tarafından anlaşılmadan yerine getirilmesini sağlar.
Peki, nedir devletin görevi? Önce bu gizemli aygıta biraz daha yakından bakalım. Bir kere devlet aygıtı ikili yapıya sahiptir. Devlet aygıtının gizemli görüntüsünü bu ikili yapı oluşturur. Yapı bir yönü ile topluma devletin kutsallığını pompalarken, diğer ve asıl işlevsel yönü ile de sistemi koruyup kotarma görevini hakkıyla yerine getirir. Devlet, aslında politika ve amaç bütünlüğü, tutarlılığı ve devamlılığı ile sistemin beyinsel dokusudur. Demek ki, devlet sistemin emrinde sadık ve yılmaz bir bekçidir. O zaman devleti sistemle tanımlamak gerekir. Çok açık ve net olalım: Devletin asıl görevi halka hizmet ya da halkla bütünleşmek değildir, devletin asıl görevi kapitalizm ruhu ile özel sermayeyi kollamak ve donatmaktır. Devletin sistem bekçiliği ne yasalarda belirlenir ne de uygulamada açık seçik görülebilir. Devletin, kutsal görüntü arkasında görevini ifa edebilmesi, ekonomik sistemin koruyucu hukuksal yapısının kurulup, devletin sermayenin hukuku ve çıkarını koruma bekçiliğine getirilmiş olmasıyla gerçekleşir. Böylesi yapılanma içinde çalışan devlet, yani sistem hukukunu uygulayan devlet halk tarafından, maalesef, hukuk devleti olarak anılır ve yüceltilir. Ne var ki, devlet, adalet aygıtı ile şekilsel hukuku korurken “hak”kı değil, aslında sistemi korumaktadır. Bu süreci hukuk devletinin işleyişi olarak yücelterek kendisinin korunduğunu düşünen halk, aslında sistemin ve devletin işleyiş amaç ve mekanizmasını görememektedir. Basit hırsızlık olayını cezalandıran devlet hukuka saygılı davrandığı gerekçesiyle yüceltilirken, üretim sürecinde emekçinin hakkını çalan patron görülemez dahi, çünkü hırsızlığın tanımı, patronun emek üzerindeki hırsızlığı dışında yapılmıştır. Mülkiyet hakkı, daha de netleştirirsek, üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkı, patronun emek sömürüsü hırsızlığının meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.
Devletin göstermelik kutsallık misyonu örtüsü altında yürüttüğü asıl işlevi siyasal iktidar ya da hükümet tarafından yerine getirilir. Başka bir deyişle, devlet ana-doku, siyasal erk ya da hükümet ise ana dokunun örtülü hedeflerini gerçekleştirmeye memur ajandır. Ana doku ile siyasal ajan arasındaki hiyerarşik ilişki bir açıdan halk nezdinde devlete gizemli görüntü oluştururken, diğer açıdan da sermaye yanlı kutsal işlevin örtülü şekilde gerçekleştirilmesini sağlar. Devlet olgusu ile siyasal erk aynı hizmetle görevli olduğu halde, halk devleti kutsal görüp aklarken, devletin asıl görevini yerine getiren siyasal erki suçlar.
Peki, devlete atfedilen misyon ya da kutsal görev nedir? İşte bu sorunun yanıtı devletin patronu olan sermayenin korunması ve birikim yaparak büyümesine hizmet etmektir, şeklinde verilebilir. O öyle bir hizmettir ki, devletin bekası bu hizmetin sadakatine bağlıdır, çünkü kapitalist devlet vergi devletidir, aldığı vergilerle topluma hizmet sunar ve sunduğu hizmetin kalitesine göre de siyasal gücünü korur. Kapitalizmde işin en ince yeri tam da burasıdır. Patron işi kurup topluma ürün üretimine geçerken emeği sömürür. Devlet aygıtı bu hırsızlığı sadece görmezden gelmekle kalmaz, aynı zamanda misyonu gereği meşrulaştırır da. Doğru ya, devlet vergiyi zenginden, yani kapitalist patrondan alacağına göre, hırsızlığı görmezden gelmesi çıkarınadır. Üstelik devletin patronun yaptığı hırsızlığı görmesi devleti suçlu konuma da sokar. Bu koşullarda devlet açısından en iyisi, hırsızlığı görmeyip, vergi tahsiline devam etmek gibi gözüküyor. Peki, vergiyi veren patron mudur? İşin ilginci, hayır; vergi gelirlerinin çok büyük bölümü emekçi tarafından ödenmektedir. Başka bir deyişle, emekçi önce patron tarafından, ikinci hamlede de devlet tarafından sömürülmektedir. Bir kademe daha ilerleyelim, vergiyi veren emekçi, verdiği verginin karşılığını alabilmekte midir? Bu sorunun yanıtı da olumsuzdur. Kısacası, emekçi ürettiğinin bir bölümünü patrona kaptırmakta, sömürüden arta kalan bölüm üzerinden bir bölümünü de vergi olarak devlete kaptırmaktadır. Devlet bu para ile ne yapar diye sorguladığımızda, karşımıza yine sermaye çıkmaktadır. Devlet bu paranın büyük bölümü ile emek ve yoksul halka değil, varsıl kesime türlü çeşitli yollardan destek sağlar.
Günümüz uygulamalarından örnek olarak, devletin tasarruf sahiplerine kur garantisi vermesi sonucunda, aslında yoksul kesim zengin kesimin daha da zenginleşmesine katkı yapmış olmaktadır. Peki, bu katkı devlet eli ile yapıldığına göre, devlet halkın mı, yoksa sermayenin mi hizmetindedir. Ne hazindir ki, yoksul kesim varsıl kesimin tasarruflarına sağlanan döviz garantisi desteğinin kendisi ile bir ilgisi olmadığını, bu paranın devlet tarafından ödendiğini sanmaktadır. Devletin kendi kasası ya da mal varlığı yok ki bu ödentiyi kendi kasasından yapsın. Devlet vergi alır ve verginin büyük bölümü de yoksul kesim tarafından ödeniyorsa, bu süreçte devlet eliyle yoksuldan varsıla kaynak transferi yapılıyor demektir. Bu durumu çok net algılamamız gerekmektedir.
Varsıla kur garantisi sağlayan devlet, ücretliye, hele de asgari ücretle canı pahasına çalışan emekçilere yüksek enflasyon nedeniyle eriyen maaşlarını desteklemek üzere sık aralıklarla yeniden değerleme yapıyor mu? Hayır yapmıyor; zaten emekçiye sık maaş ayarlaması, varsıla verilecek kur garantisine zıttır. Peki, durum bu ise, bu siyasi yapıyı, kutsal devlet algılaması altında destekleyen kimdir?
Vah zavallı devlet vah, kapitalist sistemde sermayenin emrinde binbir kılığa girerken, kendisini yüksek makamlara taşıyan halka sırtını dönmektedir. Bu süreci, gelecek yazıda yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklığı anlatımıyla bir başka açıdan ele alalım.
İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.
Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.
“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?
Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.
Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.
Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar
1. Performansın Göz Ardı Edilmesi
Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.
2. Vasatlık Teşviki
Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.
3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski
Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.
4. Adalet Algısının Bozulması
Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.
Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler
Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.
Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.
Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.
Pozitif Yanı Var mı?
Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.
Alternatif Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret
Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.
Eşitlik mi, Adalet mi?
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.
Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.
Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.
Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..
Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.
İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı “The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.
Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü
Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.
Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması
Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.
Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik
Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.
Teknoloji Tarafsız Değildir
Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.
Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?
Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?
Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.
Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?
“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:
“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”
Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.