Connect with us

EKONOMİ

Yabancı yatırımcı ülkeye döner mi?

Yayınlanma:

|

Serbest piyasa ekonomisini savunan neoliberalizm aslında 1970’lerde doğan ekonomi temelli bir siyasi ideolojidir. 1990 sonrası Sovyetlerin dağılması ve Çin ekonomisinin sahneye girmesi ile küresel finansallaşma sayesinde ekonomilerin dışa açılması daha da güçlenmiştir.

İşte bu dönemde öğretilen “Türkiye dünyada kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biridir” argümanı sorgulanmaya başlanmış ve 1990’larda ithalatın dolayısıyla cari açığın önü açılmıştır. Bu döngünün sonu elbette bizim gibi enerji ithalatçısı ve rezervleri güçlü olmayan gelişen ülkelerde cari açığa sebep olacak; bu da cari açığın finansmanında dövize yani sıcak paraya olan ihtiyacı tetikleyecektir.

2008 krizi sonrası ‘Altın’ dönem

2008 krizinden sonra global ekonomide düşük faiz dönemi ve merkez bankalarının parasal genişlemeleri başta Türkiye gibi yüksek faiz veren gelişen ülkelere sermaye girişi olarak döndü. O dönemde MSCI Gelişen Ülke Endeksi aşağıdaki grafikte de görüldüğü üzere MSCI Dünya Endeksi’ne göre en iyi performansını sergiledi. Türkiye de bu dönemde, özellikle 2010-12 yılları arasında cari açığının neredeyse yarısını portföy yatırımları yani sıcak para ile finanse etmeyi başardı.

Taper Tantrum ve Ticaret savaşları ile serbest düşüş

2013 yılında ise önce merkez bankalarının sıkılaşma yönünde ilk sinyali vermesiyle küresel bol likidite koşulları kurumaya başladı; sonra da 2018’de ABD-Çin arasında başlayan ve tüm dünyaya yayılan ticaret savaşları, neoliberal politikaların korumacı politikalara evrilmesine sebep oldu. Bu süreçte sermaye ana vatanına dönerken (dünyada rezerv para birimi olan dolar yeniden güç kazanırken), ülkeler dışa bağımlılıklarını azaltmaya başladı. Türkiye gibi yüksek betası olan yani risk ağırlığı fazla olan ülkelerden yaşanan sermaye çıkışı da finansal piyasaların oynaklığını artırdı. Çünkü cari açığı “sıcak para” ile finanse etmeye çalıştığınızda, adı üzerinde sıcak olan sermaye çıkarken de bir o kadar hızlı ve öfkeli oluyor.

Dolayısıyla sermaye hareketlerinin global tarihi ve Türkiye’ye olan yakıcı etkisinden sonra sorgulamamız gereken nokta “Yabancı sermayeye bağlılık ekonomik bir tercih mi?” olmalı.

Portföy yatırımları nasıl canlanır?

Bir ülkeye gelen porföy yatırımları hisse, bono/tahvil, repo, swap piyasası gibi sermaye hareketlerini temsil eder. Yazının başından itibaren kaleme aldığım dışsal yani kontrol edemediğimiz koşullar, bu portföy yatırımlarının iştahında belirleyici olur. Örneğin küresel faiz ortamı, makro riskler, getiri arayışı, global risk iştahı gibi.

Bu süreçte dışa bağımlılığı yani sermaye giriş/çıkışlarını kontrol etmek için ön koşul enflasyon patikanızın, reel faizinizin ve risk primi göstergenizin (CDS) öngörülebilir; sermaye piyasalarınızın şeffaf ve serbest piyasa koşullarınızın sağlam olmasıdır. Yabancı sermaye gelişen ülkelere girerken sürdürülebilir bir getiri, öngörülebilirlik ve düşük temerrüt riski arar. Ve en önemlisi bu koşulları sağladığınızda sıcak paranın cari açık finansmanında katkısı, yan etkisinden daha fazla olacaktır. Çünkü sermaye hareketlerinin dalga boyu, betanızla eş zamanlı olarak azalacaktır.

Şimdi gelin Türkiye ekonomisi bu koşulların ne kadarını sağlıyor inceleyelim..

Türkiye son dört yılda yaklaşık net 13 milyar dolarlık hisse/tahvil, 60 milyar dolarlık da swap çıkışı ile yabancı yatırımcıların en az tercih ettiği ülkelerin başında gelmekte. Bu süre zarfında hissede yüzde 60, tahvilde yüzde 30’larda olan yabancı ağırlığı; sırasıyla yüzde 36 ve yüzde 3’e geriledi. Yabancı yatırımcıların TL swap pozisyonu ise 60 milyar dolarlardan, – 2 milyar dolara kadar düştü.

Yabancı yatırımcı iştahının bu denli azalmasında özellikle 2020 yılında ekonomide karar vericilerin “Yeni ekonomi yönetimi” başlığı altında “Biz artık sıcak para değil, gelip üretim yapacak reel yatırımcıyı öncelikliyoruz” söylemleri etkili oldu. Burada Türk bankacılık sisteminin yegane uzun vadeli fonlama kaynağı olan yabancı yatırımcının elinde biriken TL göze batmaya başladı ve yabancının bu TL’yi kullanarak spekülatif pozisyon aldığı düşünüldü. Öte yandan yerli yatırımcı için de enflasyonist ortamda korunma aracı olan döviz enstürmanları aleyhine düzenlemeler yapıldı.

Bu doğrultuda bir takım adımlar atıldı;

– BDDK 2018 yılından başlayarak Türk bankalarının yabancı kuruluşlarla yaptığı döviz swaplarına limit getirdi. Özkaynakların yüzde 25’i ile başlayan limitler yüzde 2,5’e kadar indirildi.

– BDDK 2020’de aktif rasyosu uygulamasını devreye koyarak kredi büyümesini hızlandırdı, yabancı yatırımcıların elindeki Hazine tahvilleri yerli bankalara geçerek el değiştirdi.

– 2019 yılı ve 2020 ilk yarısında döviz ve altın alım işlemlerinde kambiyo vergisi getirildi.

Bu adımlarla ilk etapta kur dalgalanmasının önüne geçilse de, Türk bankacılık sisteminin uzun vadeli fonlama imkanı azaldı. Bununla birlikte Türk hisse senedi ve tahvili almak isteyen, ancak işlemlerini kur riskinden korumaya çalışan yabancı yatırımcı da uzun vadeli koruma yapamadığından daha kısa vadeli işlemlere yöneldi ve Türkiye’deki pozisyonlarını azaltmaya çalıştı. Ancak beklenmeyen oldu ve kur dalgalanmasını azaltma amacıyla çıkılan yolda enflasyonist ortam, küresel yükselen faizler ve TCMB’nin politika faizi çıpasının kalmaması ile dalgalanma daha fazla arttı. Bu durum sadece portföy yatırımlarını değil aşağıdaki grafiklerde de görüldüğü üzere doğrudan yabancı yatırımları da ürküttü.

Dolayısıyla hem artan jeopolitik ve makro riskler hem de iç politikada yabancı yatırımcı aleyhine alınan kararlar ile Türkiye’ye artık son dönemde sınırlı döviz girişi yaşanıyor. Son kertede rezervleri güçlendirmek ve cari açığı dengelemek için tek kaynak üzerinden politika üretiliyor: Liralaşma stratejisi, yani yurt içi yerleşiklerin 216 milyar dolarlık dövizinin ne kadarının bozulacağına bağlı olarak yönetilen bir ekonomi. Tek politika aracının çoklu riskleri bertaraf etmesi de yakın gelecekte oldukça güç gibi gözüküyor. Hele ki böyle bir döneme daha yüksek bir cari açıkla ve düşük bir rezervle giriyorsanız.

Bu sebepten ötürü en kısa zamanda önce politika faizini aktif olarak kullanarak enflasyon çıpasının geri gelmesi, sonra da ekonomik öngörülebilirlik ve sadeleşme adımlarına dönülerek yabancı sermayenin ülkeye geri getirilmesi elzem.

Gizem Yılmaz – Bloomberght

Okumaya devam et

EKONOMİ

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Yayınlanma:

|

İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.

“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?

Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.

Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.

Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar

1. Performansın Göz Ardı Edilmesi

Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.

2. Vasatlık Teşviki

Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.

3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski

Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.

4. Adalet Algısının Bozulması

Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.

Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler

  • Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.

  • Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.

  • Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.

Pozitif  Yanı Var mı?

Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.

Alternatif  Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret

Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.

Eşitlik mi, Adalet mi?

“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.

Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.

Erol TAŞDELEN-Ekonomist    www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Mevcut Enflasyon ve Faiz Oranlarıyla Yatırımcı Yeni Yatırım Yapar mı?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.

Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..

Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.

Onur ÇELİK-CFO/YMM

Okumaya devam et

EKONOMİ

Geleceğin Uzun Tarihi: Hayaller, Teknoloji ve Gerçeklik Arasında Bir Yolculuk

Yayınlanma:

|

İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.

Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü

Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.

Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması

Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.

Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik

Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.

Teknoloji Tarafsız Değildir

Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.

Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?

Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?

Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.

Nicole Kobie The Long History of the Future – Narrative Species

Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?

“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:

“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”

Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.