Connect with us

EKONOMİ

Milyoner sayısı artarken Halk yoksullaştı

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, yurt içinde ve yurt dışında yaşayan milyonerlerin sayısı yüzde 268 oranında artarak 511 bin 685 kişiye yükseldi. Yurt içinde yaşayan milyonerlerin toplam serveti ise yüzde 262 oranında artarak 3 trilyon 32 milyar 413 milyon liraya ulaştı.

Yayınlanma:

|

16 Nisan 2017’de yapılan anayasa referandumunun üzerinden beş yıl geçti. Türkiye, son beş yıldır Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle yönetiliyor. Siyaset bilimci Dr. Onur Alp Yılmaz’ın yaptığı araştırma, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte Türkiye’deki servet sahiplerinin sayısının ve mevduatlarının büyük oranda arttığını, buna karşılık açlık veya yoksulluk sınırı altında yaşayan yurttaşların sayısının da yükseldiğini ortaya koydu.

‘Yurt içinde yaşayan milyonerlerin toplam serveti 3 trilyon 431 milyona yükseldi’

Yılmaz’ın araştırmasına göre; yurt dışında ve yurt içinde yaşayan milyoner sayısı, son beş yılda yüzde 268 oranında artarak 138 bin 980 kişinden 511 bin 685’e yükseldi. Yurt içinde yaşayan milyonerlerin toplam servetleri, yüzde 262 oranında yükseliş göstererek 385 milyar 621 milyon liradan 3 trilyon 431 milyona ulaştı. Yurt dışında yaşayan Türk milyonerlerin toplam mevduatları ise 74 milyar 358 milyondan 211 milyar 667 milyona ulaşarak yüzde 184 oranında arttı.

‘2022 yılında açlık veya yoksulluk sınırında yaşayan yurttaş sayısı 76,5 milyona ulaştı’

Yılmaz’ın araştırmasına göre; bu süreçte açlık veya yoksulluk sınırı altında yaşayan yurttaşların sayısında da büyük oranda artış yaşandı. Buna göre; 2017 yılında 64 milyon yurttaş açlık veya yoksulluk sınırının altında yaşarken bu rakam 2022 yılında 76,5 milyona yükselerek yüzde 19 oranında artış gösterdi. Yılmaz’ın araştırmasına göre ayrıca, enflasyon yüzde 11,92’den yüzde 61,14’e ulaşarak yüzde 49,22 oranında arttı. Açlık sınırı, bin 608 liradan 4 bin 928 liraya yükseldi. Açlık sınırı ile asgari ücret arasındaki makas ise artı 204 liradan eksi 678 liraya düştü.

‘İktidar servet transferiyle toplumun geniş kesimlerini yoksullaştırıp açlık ya da yoksulluk sınırı altına itiyor’

Dr. Onur Alp Yılmaz, araştırmasının detaylarını ANKA Haber Ajansı’na anlattı. Servet sahiplerinin mevduat hesaplarındaki artışı dövizin yükselişi ile paralele olarak değerlendiren Yılmaz, “Döviz yükselmesinin de kasıtlı bir şey olup olmadığı tartışması var kamuoyunda. Bunun içinde önemli bir veri sunuyor bu sayı. 138 bin 980’den 511 bin 685’e çıkması, yüzde 268’lik bir artış göstermesi, iktidarın yapmaya çalıştığı bir şeyi de gösteriyor. Bir servet transferi yapıyor aslında bu vasıtayla. Dolayısıyla bu transferle toplumun geniş kesimlerini yoksullaştırıp açlık ya da yoksulluk sınırı altına itiyor” dedi.

‘İktidar demokrasiyi ayakta tutan orta sınıfı kaldırmaya çalışıyor’

İktidarın ekonomi politikalarının orta sınıfı eritmeye yönelik olduğunu savunan Yılmaz, şöyle devam etti:

“Başka bir ifadeyle ise demokrasiyi ayakta tutan sınıf olan orta sınıfı da kaldırmaya çalışıyor. Demokrasiyi orta sınıfın ayakta tutmasının sebebi aslında, Marksçı bir şey de söylemek gerekirse orta sınıfın zincirlerinden başka kaybedecek bir şeylerinin olmasıdır. Asgari bir mülkiyeti, bir evi, bir arabası vardır; dolayısıyla kaybedecek bir şeyi vardır ve bu yüzden de keyfi rejimlerden kaçınmaya çalışır. Bunu ortadan kaldırıp, toplumun ekseriyetini yoksullaştırıp, bu yoksul kesimlerle kayırarak zenginleştirdiği gruplar arasında bir çıkar birlikteliği yaratır. Seçim dönemlerinde zenginlerden aldığı fonlar vasıtasıyla, bu fonları yoksul kesimlere dağıtarak bunu gerçekleştirir. İnsanların zaten kendi hakkı olan gelirleri bu insanlara bir bahşediliş gibi vererek, bu noktada istediği çıkar birlikteliği ortaya koyarak iktidarının sürekliliğini sağlamaya çalışıyor.”

Araştırmasındaki temel iddianın Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile devletin emekçi sınıflara olan tahakkümünün artması olduğunu belirten Yılmaz, “Temel olarak benim iddiam ve bunu yapma sebebim bu, çünkü başkanlık rejimiyle beraber Türkiye’de devletin tam bir tahakküm aracına dönüşmesi oldu. Tabii ki devlet dediğimiz şey emekçi grupların üzerinde bir tahakküm aracıdır. Bugün Türkiye’nin yüzde 67’si ücretli emek toplumuna dönüşmüş durumda, yani bir patrondan maaş alan durumunda” diye konuştu.

17 Nisan referandumu öncesi olağanüstü hal döneminde (OHAL) yaşananları da anımsatan Yılmaz, sözlerini şöyle sürdürdü:

“OHAL devam ederken, yavaş yavaş sermaye grupları söylenmeye başlamışken henüz daha başkanlık referandumu geçmemişti; Erdoğan, işverenlerle yaptığı toplantıda ‘Neden şikayet ediyorsunuz, bakın hiç eylem olmuyor, olduğu anda da bastırıyoruz’ gibi bir açıklama yapmıştı. Dolayısıyla devletin temel görevlerinden biri olan sosyal adaleti tasfiye ederek bunu sadece iktidarının sürekliliğini sağlamak için bir çıkar ilişkisine dönüştürme noktasına geldi iktidar partisi ve bugün devlet denen yapı tam olarak emekçiler üzerinde bir tahakküm aracına, bunun yanında da özellikle kayırmacı bir iktisadi sistemle ya da literatürdeki adıyla ahbap-çavuş kapitalizmiyle emekçi gruplar negatif olarak kayrılırken işverenler ve sermaye grupları pozitif olarak kayrılmaya başlandı.”

‘Bugün 76,5 milyon açlık veya yoksulluk sınırının altında yaşıyor’

İktidarın 2022 yılı için belirlediği asgari ücretin alım gücüne ilişkin bilgileri geçmişle karşılaştıran Yılmaz, “Asgari ücret zammı geldi, güzel. 2017’de asgari ücret bin 404 lira, şu an 4 bin 250 lira. Yani yüzde 202’lik bir artış var. Ama şöyle bir durum var; açlık ve yoksulluk Türkiye’de çok fazla artmış. 2017’de 64 milyon insan açlık veya yoksulluk sınırının altında yaşarken bugün 76,5 milyon; yani yüzde 19 artmış. Ayrıca toplumun yüzde 90’ı temel ihtiyaçlarını zar zor karşılayan ya da karşılayamayan bir noktada. Bu çok ciddi bir artış. Siz istediğiniz kadar asgari ücrete zam yapın, bunun bir karşılığı yok. Çünkü siz piyasadaki arz ve talep dengesini sağlayamazsınız bu şekilde. Çok kısa bir süre içinde fiyatlar artış gösterir, alım gücü düşer” diye konuştu.

‘Seçim ekonomisi vasıtasıyla arpalık gibi topluma dağıtarak geçiçi rahatlamalarla hepimizin yoksullaşmasına yol açıyorlar’

Yılmaz, asgari ücret seviyesinin seçim ekonomisi perspektifinden kaynaklı bir ilişkiyle yükselmesinin sakıncalarına dikkat çekerek, “Eğer ki bu işin yükünü, vergi yükünü ya da gelirdeki yükü işverenin üstüne yıkmadıkça; işçinin, emekçinin üzerine yıktıkça yoksul kesimlerin hayatlarının üzerinde pozitif hiçbir değişim olması söz konusu değil. Bunları seçim ekonomisi vasıtasıyla arpalık gibi topluma dağıtarak, bir şekilde geçici rahatlamalarla çok daha yoksul bir yere doğru itiyorlar. Hepimizin yoksullaşmasının altında yatan sebeplerden birisi” dedi.

Türkiye’deki milyonerlerin 200 milyar dolara yakın mevduatlarını yurt dışına taşıdıkları iddialarını da değerlendiren Yılmaz, “Biz burada kayıt dışını konuşsak çok daha başka bir tablodan bahsediyor oluruz. Burada bu rakamların içinde kayıt dışı yok. BBDK’nın resmi rakamları. Görece orta yaş gurubunda olan ve iyi kötü bugüne kadar para kazanmış insanların kendilerine yurt dışında yeni hayat kurmak için götürdükleri mevduatlar olma ihtimali yüksek. Bunun yanında yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın mevduatları olabilir” diye konuştu.

‘Türkiye’de zenginler artıyor ama zenginlik azalıyor’

Yılmaz, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte milyoner sayısı ve servetlerindeki yüksek artışları ise şöyle değerlendirdi:

“Bugün tek kişinin aslında her şeye karar vermesi, servet transferi, özellikle neoliberal dönemde, 1980 sonrasında iktidarların yapmaya çalıştığı bir şey ancak bunu yapmalarının önünde kurumsal engeller vardı. Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile beraber bu kurumsal kısıtlar tamamen ortandan kalktı. Bir ‘nas’ söylemiyle, İslami bir referansla, özellikle faiz indirme politikasıyla yani iktisat biliminin gereklerini yapmaktansa dini söylemlerle ortaya çıkarak tek kişi geceden sabaha Merkez Bankası Başkanı’nı eğer ki istediği kararları almazsa değiştirecek bir noktaya geliyor. Kurumsallık tamamen ortadan kalktığı için bunu frenleyen bir şey yok. Dolayısıyla servet transferini sağlayacak kararlar tek kişi tarafından rahatlıkla alınabiliyor. Türkiye’de zenginler artıyor ama zenginlik azalıyor toplumun genelinde. Bunun da sebebi bütün kararları tek kişinin vermesidir.”

‘İttifakın liderliğini yapanlardan birisi olan CHP, servet transferine engel olacak ve emekçiler lehine dönüştürecek bir politika ortaya koymalı’

CHP, İYİ Parti, Demokrasi ve Atılım (DEVA) Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi ve Saadet Partisi’nin uzlaştığı ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in sosyal adaleti oluşturması bakımından önemli bir rol oynayabileceğini belirten Yılmaz, şöyle konuştu:

“Parlamenter sistem, başlı başına toplumsal adaleti, refahı, sosyal adaleti, mülkiyeti tabana yaymayı gerçekleştirecek bir şey değil. Burada altı muhalefet partisinin, en azından devletin ana işlevlerinden biri olan kamu hizmetlerini insanlara ücretsiz sağlamasıdır. Nedir bu; eğitim hizmeti -nitelikli, seküler, bilimsel eğitim sistemi- ulaşılabilir bir sağlık sistemi, asgari bir barınma hakkı, onurlu bir yaşam sağlayacak asgari bir gelir düzeyi sağlamak. Bu da aslında sermaye ile emekçi guruplar arasında bir denge oturtmadan mümkün değil. Özellikle ittifakın liderliği yapan partilerden olan CHP, sosyal demokrat bir parti olma iddiasında. Dolayısıyla burada servet transferine engel olacak ya da bu servet transferini emekçilerin lehine dönüştürecek bir politika ortaya koymalı. Ortaya koymaya çalışıyorlar ama çok daha planlı ve programlı bir şekilde altılı mutabakatın bir şeyler söylemesi gerekiyor. Türkiye’de bir iktidar dönüşümü olursa bunu sağlaması hayati. Eğer ki bu gerçekleşmezse, siz insanları yoksulluk seviyesinden çıkartamazsanız, bu yoksulluk günden güne derinleşirse bu bir sosyal patlamaya sebep olabilir. Bizim gibi örgütsüz toplumlarda sosyal patlamanın nereye evrileceği de belli olmaz.”

Temel gıda maddelerine yanaşılmıyor: İlk 4 ayda artış yüzde 51’i geçti

Yurttaşların hayat pahalılığı karşısında mücadelesi sürerken, enflasyon verileri de araştırmalara yansımaya devam ediyor. Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu da “Halkın Enflasyonu” araştırmasına ilişkin sonuçları paylaştı. Nisan ayına ilişkin verilere göre 64 temel gıda maddesinden oluşturulan sepetin fiyatı bir ayda yüzde 13,2 arttı. Gıda fiyatlarındaki yıllık değişim ise yüzde 141,9 oldu.

halktv.com.tr

Okumaya devam et

EKONOMİ

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Yayınlanma:

|

İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.

“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?

Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.

Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.

Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar

1. Performansın Göz Ardı Edilmesi

Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.

2. Vasatlık Teşviki

Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.

3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski

Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.

4. Adalet Algısının Bozulması

Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.

Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler

  • Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.

  • Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.

  • Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.

Pozitif  Yanı Var mı?

Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.

Alternatif  Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret

Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.

Eşitlik mi, Adalet mi?

“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.

Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.

Erol TAŞDELEN-Ekonomist    www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Mevcut Enflasyon ve Faiz Oranlarıyla Yatırımcı Yeni Yatırım Yapar mı?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.

Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..

Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.

Onur ÇELİK-CFO/YMM

Okumaya devam et

EKONOMİ

Geleceğin Uzun Tarihi: Hayaller, Teknoloji ve Gerçeklik Arasında Bir Yolculuk

Yayınlanma:

|

İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.

Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü

Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.

Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması

Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.

Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik

Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.

Teknoloji Tarafsız Değildir

Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.

Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?

Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?

Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.

Nicole Kobie The Long History of the Future – Narrative Species

Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?

“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:

“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”

Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.