Salgın sonrası ip üstünde yol alan tedarik zincirinde, yaptırım şoku yaşıyor. Rusya’ya yönelik yaptırımlar, sonuçları itibarıyla enerji fiyatları kaynaklı maliyet artışı ve kıtlık getirecek.
Rusya’nın Ukrayna’daki unsurlara yönelik operasyonu sürerken, ABD cephesi bu ülkeye yönelik ekonomik yaptırmalarını artırmak için çalışmalar yapıyor. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in, Biden yönetimi ile müttefiklerinin Rus petrolüne yönelik ambargoları değerlendirdiğini açıklaması dün piyasalarda adeta bomba etkisi yarattı. Sabah saatlerinde Asya borsalarında başlayan satışlar gün içinde Avrupa borsalarına da yayıldı. Brent petrolün fiyatı Rus petrolüne ambargo endişeleriyle 140 dolara dayandı. Beyaz Saray’dan aktarılan kulislere göre ABD, Avrupalı müttefikleri bu karara katılmasalar da kendi başına yaptırım uygulamayı düşünüyor.
AVRUPA’YI YAKACAKLAR
Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı tedarik endişeleri yüzünden zaten bir süredir artan Avrupa doğalgaz fiyatları yeni açıklamanın ardından yüzde 25 yükseldi. Bin metreküplük gazın fiyatı 3 bin doları aştı. Avrupa gaz tedariğinin üçte birini Rusya’dan sağlıyor. İthal edilen gazın önemli bir kısmı ise Ukrayna üzerinden geliyor. Salgın döneminde Avrupa’da dizel fiyatları 1 avroya kadar gerilemişti. Şu günlerde ise 2 avroyu aştı. Akaryakıt fiyatlarının yükselmesi Avrupa ülkelerinde enflasyonu körükleyecek. Almanya özelinde tüketici kredi faizlerinin de hızla yükseldiği gözleniyor. Yüzde 0.9 ile 1.1 olan faizler 2-3 hafta içinde yüzde 2’nin üzerine çıktı.
MADEN FİYATLARI ZIPLADI
Sadece gaz ve petrol değil maden fiyatları da yaptırımlardan olumsuz etkileniyor. Asya’da Newcastle kömürü cuma günü yüzde 35 artarak ton başına yeni rekor seviyesi olan 353.7 dolara yükseldi. Piyasalarda satış dalgası yaşanırken güvenli liman altının onsu 2 bin doları gördü.
Rekor seviyeye çıkan bakır fiyatları ton başına 10 bin 835 dolar oldu. Rusya bakır üretiminde küresel üretimin yaklaşık yüzde 3.3’ünü karşılıyor. Rusya’nın üretici olduğu alüminyumda da fiyat 4 bin dolara ulaştı. Paladyum fiyatındaki yükseliş de sürüyor.
Nikel fiyatları da yüzde 16’lık artışla 33 bin doların üzerini test etti ve son 14 yılın zirvesini gördü.
KITLIK YAŞAYACAKLAR
Ukrayna ve Rusya dünya buğday ihracatının yüzde 29’unu, mısırın yüzde 19’unu ve ayçiçeğin yüzde 80’ni karşılıyor. Birçok Avrupa ülkesinde ve Türkiye’de ayçiçek yağında kıtlık yaşanabileceği endişesi hakim. Stokçular yaptırımı fırsat bilerek fiyatlara zam yapıyorlar. Buğday ve mısır gibi temel tüketim ham maddelerinde tedarik sorunu yaşanması bütün bir Avrupa coğrafyasında arz krizine neden olabilir. Küreselde palm yağı fiyatları da yükseliyor. Ton başına bin 573 dolarlık fiyata işaret eden palm yağı vadeli kontratları geçen hafta ise tüm zamanların rekorunu kırdı.
OEDC’DE ACİL TOPLANTI
ABD’nin, Ukrayna’daki operasyonu durdurmak bir yana dünya tedarik zincirinde kalıcı hasarlar verecek şekilde Rusya’ya yaptırımlarını artırma hevesi Avrupa merkezli bir krizi tetikleyebilir. Halihazırda kriz öncesi artan enflasyon karşısında para politikasında daralmaya gidemeyen Avrupa Merkez Bankası’nın yeni tedarik ve fiyat şokunun yaratacağı etkiye ne cevap vereceği belirleyici olacak. Dün sabah bir basın toplantısına Paris’ten bağlanan Türkiye’nin OECD’deki temsilcisi Prof. Dr. Kerem Alkin gelişmeler üzerine Ukrayna Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın da katılımıyla OECD bünyesinde bir toplantı düzenleneceği bilgisini aktardı.
YAPTIRIMLAR BATI’YI ÇÖKÜŞE GÖTÜREBİLİR
İngiltere hükümetlerinde 2010-2019 arasında bakanlık yapmış olan Alan Duncan, Rusya’ya yaptırımlar çok ileri götürülürse Batı’da “ekonomik çöküşe” yol açabileceğini söyledi. Boris Johnson’ın Dışişleri Bakanı olduğu dönemde onun Dışişleri Bakan Yardımcısı olan ve 1992-2019 arasında parlamento üyeliği yapan Sir Alan Duncan, İngiliz Today programına verdiği demeçte, Rusya’ya yönelik yaptırımların çok ileri götürülmesi halinde Batı’da enerji fiyatlarının tahrip edici boyutlara ulaşma riskinin bulunduğunu söyledi.
‘KENDİMİZİ CEZALANDIRMAYALIM’
The Guardian’ın haberine göre, “Kendimizi cezalandırmamaya dikkat etmeliyiz.” diyen Duncan, Avrupa’nın Rusya’ya karşı bir yanıyla anlaşılır bir “öfke müzayedesi” başlattığını vurgulayarak “Onu yasaklıyorlar, bunu yasaklıyorlar, tamam. Ancak sonunda kendi tedarik kaynaklarımızı yasaklayacağız.” uyarısında bulundu. Rusya’yı yaptırımlarla dezavantajlı bir duruma getirme siyasetini tamamen anladığını ifade eden Duncan, “Ancak bir tür distopik ekonomik çöküşe düşmek için kendimizi dezavantajlı duruma düşürmek istemeyiz. Biz bunun eşiğindeyiz.” dedi.
‘DOĞALGAZ TEDARİĞİ KESİLEBİLİR’
Milletvekili olmadan önce petrol tüccarı olan Duncan, bu sabah, sadece üç saat içinde, vadeli işlem piyasasında doğal gaz fiyatının neredeyse iki katına çıktığını söyledi. “Bunun anlamı, Avrupa çapında gaz tedarik eden şirketlerin vadeli işlem piyasasında marj tamamlama çağrılarını ödeyemeyecek olmalarıdır. Birkaç gün içinde iflas etme riskiyle karşı karşıyalar.” diyen Duncan, “Hepimizi her açıdan etkileyen Avrupa çapındaki gaz dağıtım sürecinin tamamı, artık sadece bir fiyat meselesi değil, aslında onu tedarik edebilmek için bir lojistik meselesidir.” ifadelerini kullandı.
Duncan, gaz arzının kesilmesiyle ilgili soruya da “Sonunda fiyatla başa çıkabilirsiniz, ancak şu anda 600 dolarlık petrol eşdeğerini aşan gaza bakıyoruz. Şimdi, bu fiyat. Ama eğer bu fiyatın etkisi arzı yok ederse, o zaman gazınız yok demektir. Ve gazla ilgili sorun, onu petrolde olduğu gibi başka yerden alarak kolayca ikame edemezsiniz.” sözleriyle yanıt verdi.
ENERJİ YANGINI REZERVLERİ YAKACAK
Yükselen enerji fiyatları enerji ithalatçısı kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT) döviz ihtiyacını artırıyor. BloombergHT’nin haberine göre Merkez Bankası şubat ayında kamu iktisadi teşebbüslerine 5.4 milyar dolarla rekor döviz satışı yaptı. Son 4 ayda yapılan döviz satışı 15 milyar doları aştı. Kur korumalı mevduat sayesinde 13 TL’lerde tutulabilen dolar kuru son bir haftadır 14 TL’nin üzerinde seyrediyor. Fon akımlarında sıkıntı yaşanması döviz kıtlığına neden olurken, yaptırımların etkisiyle bozulan piyasa fiyatlamaları yüzünden ithalat faturası artıyor. Bunun yanında Türkiye’nin iki önemli pazarı Rusya ve Ukrayna’nın kısa süreli de olsa devreden çıkarması bu ülkeler kaynaklı ihracat ve turizm gelir kaybı yaratacak.
ALTERNATİF ÖDEME SİSTEMİ ACİLEN DEVREYE ALINMALI
İnşaat malzemeleri sektöründe faaliyet gösteren Hırdavat Sanayici ve İşadamları Derneği (HISİAD) Dış İlişkiler ve Fuar Komitesi Başkanı Hilmi Uytun’a gelişmelerin sektöre etkisini sorduğumuzda şunları söyledi: “Yurt dışı müteahhitliklerden etkileniriz diye düşünüyoruz. Turizm etkilenir diye düşünüyoruz ama otel yatırımları sürüyor. Kömür ile alakalı işlerde sıkıntının arttığı belirtiliyor.”
Sektörlerin etkilenmemesi için Rusya ile alışverişlerde Batı sistemi dışında alternatif ödeme yöntemlerinin devreye alınması bekleniyor. Visa ve MasterCard’ın Rusya’dan çıkarmasının ardından Çinli ödeme sistemi UnionPay devreye alındı. Türkiye’de de UnionPay birçok banka tarafından kullanılıyor. ATM’lerden bu sistemli kartlara para çekilebiliyor, post cihazlarından ödeme yapılabiliyor. Rus turistlerin Türkiye’de bu kartları kullanabileceği belirtiliyor. Merkez Bankası bünyesinde yaptırımlar sonrası Rusya ile finansal işlemlerin nasıl yürütüleceğine dair bir çalışma yapılıp yapılmadığını ise kaynaklarımızdan öğrenemedik.
İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.
Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.
“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?
Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.
Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.
Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar
1. Performansın Göz Ardı Edilmesi
Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.
2. Vasatlık Teşviki
Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.
3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski
Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.
4. Adalet Algısının Bozulması
Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.
Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler
Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.
Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.
Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.
Pozitif Yanı Var mı?
Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.
Alternatif Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret
Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.
Eşitlik mi, Adalet mi?
“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.
Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.
Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.
Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..
Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.
İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı “The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.
Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü
Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.
Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması
Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.
Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik
Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.
Teknoloji Tarafsız Değildir
Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.
Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?
Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?
Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.
Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?
“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:
“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”
Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.