Connect with us

EKONOMİ

BORÇLUYUM, BORÇLUSUN, BORÇLUYUZ…

Yayınlanma:

|

Türkiye ekonomisinde çok sayıda sorun olduğu görülmektedir. İstikrarsız büyüme, yüksek oranda işsizlik, yüksek enflasyon, dış ticaret açıkları, bozuk gelir dağılımı ilk akla gelen sorunlardır. Bunların yanında sektörel ve bölgesel dengesizlikler, teknoloji üretiminde gerilik, piyasa yapılarının yeterince rekabetçi olmaması gibi sorunlar da varlığını belirgin bir şekilde hissettirmektedir. Yine çalışma ve başarı rekabeti yerine ilişki ilkesinin geçerli olması, yani liyakatten uzaklaşma, kurnazlık, fırsatçılık ve rant kollamanın üretkenlikten daha işlevsel olması, ahlaki standartların gerilemesi gibi sorunlarımız da var. Velhasıl ekonomimiz ve toplumumuzda çözülmesi gereken oldukça çok sayıda ve çok boyutta sorunlar bulunmaktadır. Seçime kadar bu sorunların çözümünde bir mesafe alınmasını beklemek fazla iyimserlik olacaktır. Ancak, hiç olmazsa seçimler sonrasında oluşacak eski/yeni yönetimin bu sorunlara yönelik sistematik çözüm önerilerine ve yetkin bir ekibe sahip olacağını ummak istiyoruz.

Diğer taraftan, bu satırların yazarı Türkiye’de ekonomik alandaki sorunların önemli bir kaynağının, bir başka deyişle kök nedenlerinden birinin “üretim ve tüketim deseni uyumsuzluğu” olduğunu düşünmektedir. Nitekim, Türkiye’nin 1947’den bugüne dış ticaret açığı vermesinin ve bu açığın her geçen gün artmasının gerisinde de bu sorunun olduğu söylenebilir. Türkiye’nin daha çok geleneksel tarım ve sanayi ürünleri üretirken, halkın daha çok bilgi çağı ürünlerini satın almak istediği görülmektedir. Ülke içinde üretilenlerin daha çok ithal girdilerle üretilen düşük katma değerli ürünler, buna karşılık ithal edilenlerin daha ileri teknoloji gerektiren yüksek katma değerli ürünler olduğu açıktır. 2022 yılı ilk 10 aylık bölümünde yüksek teknolojili ürünlerin imalat sanayi ürünleri ihracatında yüzde 2,9, ithalatında yüzde 9,7’lik paya sahip olması da bu savı desteklemektedir.

Böylesi bir talep yapısı dış ticaret açığının kapatılmasını engellemekte, sürekli dış ticaret açığı veriliyor olması da dış borçları artırmaktadır. Bir başka deyişle üretim ve tüketim deseni uyumsuzluğu dış borçlardaki artışın da en önemli nedeni olmaktadır.

Diğer taraftan bu dış ticaret yapısının bireysel düzeyden beslenen bir boyutu da bulunmaktadır. Nitekim, insanların daha çok kar marjları düşmüş geleneksel ürünlerin üretiminde çalışıyor olması gelirlerinin de düşük kalmasına neden olmaktadır. Kar marjları yüzde 3-5 düzeylerine kadar düşen ürünlerin ihracatı yoluyla ne çalışanların gelirlerinin artırılması ne de firmaların sermaye yapılarının güçlendirilmesi olası değildir. Dolayısıyla bu tür sektörlerde çalışan vatandaşların da firmaların da çarklarını kredilerle döndürmekten başka çaresi kalmamaktadır.

Üretim ve ihracatta durum böyle iken her türlü medya aracılığıyla pompalanan tüketim, halkın geliriyle tüketim beklentisi arasında da uçurum oluşturmaktadır. Halk da bu uçurumu kapatabilmek için limitleri zorlayacak şekilde kredi ve borçlanmaya yönelmektedir. Toplumda insanların üretime katkılarıyla, erdemleriyle değil de tüketim standartlarıyla öne çıkarılıyor olması da bu süreci körüklemekte, adeta bir “ahlaki açık” yaratmaktadır. “Nasıl kazandığının değil, nasıl olursa olsun zengin olmanın” kabullenilir hale gelmesi ya da “çalıyor ama çalışıyor” anlayışının normalleştirilmesi de bu açığın tezahürleri olsa gerek.

Kısaca ifade etmek gerekirse, bir taraftan ulusal üretim ve tüketim deseni uyumsuzluğu dış ticaret açığını, bu da dış borçlanmayı, halkın gelir düzeyi ile tüketim beklentisi arasındaki uçurum da kredi talebini artırmaktadır. Ahlaki dejenerasyon da yan etki olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Bu değerlenmelerin istatistiki boyutunu ortaya koyabilmek amacıyla hazırladığımız ilk tabloda makro yani ülke bütününe ilişkin veriler yer almaktadır. Buradan görülebileceği gibi, 2005 yılında merkezi yönetim ve TCMB’nin toplam dış borcu 86 milyar dolar iken 2021 yılı sonunda 119,9 milyar dolar artarak 205,9 milyar dolara ulaşmıştır. Bu dönemde özel sektörde dış borç artışı ise 146,8 milyar dolar olmuştur. Bunun sonucunda özel sektör dış borç stoku 89,8 milyar dolardan 236,6 milyar dolara yükselmiştir. Bu borcun 2017 yılında 312 milyar dolara kadar yükseldiği ve bu tarihten sonra azaldığı görülmektedir. Bu verilere göre Türkiye, 2005 sonrasında, yurt dışından toplamda ilave 266 milyar dolar tutarında borç kullanmıştır.

Ülke içindeki borçlanma verileri incelediğinde ise, kamunun 2005 yılında 244 milyar TL olan iç borç stokunun 2021 yılı sonunda bir trilyon 76 milyar TL artarak 1,3 trilyon TL’ye yükseldiği görülmektedir. Devletin 2005-2021 döneminde yaklaşık 60 milyar dolarlık özelleştirme yaptığı, ekonominin ve ithalatın büyümesine bağlı olarak vergi gelirlerini önemli oranda arttırdığı bir dönemde hem iç hem de dış borçlarını bu düzeyde artırması düşündürücüdür. Yine kamunun borçları içinde görülmeyen ancak Kamu-Özel İşbirliği projelerinden dolayı bütçeye gelen/gelecek ilave yükler de dikkate alındığında, kamuda kaynakların doğru ve etkin kullanımı konusunda ciddi sorunlar olduğu söylenebilir.

2021 yılı sonu itibariyle 236,6 milyar dolar tutarında dış borcu olan özel sektörün bankalara olan ticari kredi borcunda da önemli artışlar gerçekleşmiştir. Nitekim, ticari kredi borcu 108 milyar TL’den 3,9 trilyon TL’ye yükselmiştir. Özel kesimin hem iç hem de dış borçlarının bu düzeyde arttırmasının ve bu borçların geleceğinin değerlendirilmesi önem taşımaktadır. Zira borçların boyutu sadece sermaye yetersizliği ile açıklanabilir düzeyin ötesine geçmiş gibi görünmektedir.

2005 sonrasında sonrası dönemde borçlanma kervanına vatandaşlar da katılmış, tüketici kredileri (konut, oto, ihtiyaç) ile kredi kartından kullandıkları krediyi 46,8 milyar TL’den 986,8 milyar TL’ye yükseltmişlerdir. Böylece firma ve vatandaşların toplam kredi borcu 399,7 milyar TL’den 6,2 trilyon TL’ye yükselmiştir. Bu yazının kaleme alındığı tarih itibariyle 2022 yılına ilişkin açıklanan son veriler incelendiğinde borçlanmanın adeta doludizgin devam ettiği görülmektedir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, 2021 yılı sonu itibariyle Türkiye’de ekonomik birimlerin (devlet, firma, hanehalkı) içeriye ve dışarıya yaklaşık 15 trilyon TL (810 milyar dolar) borcu bulunmaktadır. Bu tutar GSYİH’nın üzerindedir.

Diğer taraftan bu makro verileri kişibaşına düşen verilere indirgeyerek değerlendirmek de faydalı olacaktır. Bu amaçla hazırladığımız Tablo 2’den görülebileceği gibi kişibaşına dış borç miktarı 2005 yılında 2552 dolar iken 2021 yılı sonunda 5227 dolara yükselmiştir. Bu borcun kişibaşına düşen gelire oranı ise aynı dönemde yüzde 34,6’dan yüzde 54,5’e yükselmiştir.

Kişibaşına tüketici kredisi ve kredi kartı toplam borcu ise 680 TL’den (506 dolardan), 11.654 TL’ye (1.310 Dolara) yükselmiştir. Böylece tüketici kredisinin kişibaşına düşen gelire oranı da yüzde 6,9’dan yüzde 13,7’ye ulaşmıştır.

Her iki borcun yani hem kişibaşına yurt dışı borcun hem de kişibaşına tüketici kredisi borcunun toplamı ise 3.058 dolardan 6.537 dolara ulaşmıştır. Bu tutardaki borcun kişibaşına düşen gelire oranı ise yüzde 68 düzeyine yükselmiştir.

Kısaca ifade etmek gerekirse Türkiye’de tüm kesimler adeta gelirinden daha fazlasını harcamış ve oldukça yüksek bir borç yükü de taşır hale gelmiştir. Bu gelişme küreselleşme senaryosunun gerekleriyle uyumludur. Zira gelişmiş ülkelerin ellerindeki aşırı kapasiteyi kullanabilmesi ve arz fazlası ürünleri gelişmekte olan ülkelere satabilmesi gerekiyordu. Bu ürünleri satın alabilmek için yeterli dövizi olmayan gelişmekte olan ülkelerin bir şekilde dış borç almak zorunda kalmaları, gelişmiş ülkelerin sadece malları için değil, getirisi düşmüş sermaye için de iyi Pazar bulmalarına zemin hazırlıyordu. Yüksek miktarda dış borç da borcu veren ülkelerin ekonomi yanında siyasi taleplerine de cevap verebilmeyi gerektiriyordu. Ve Türkiye küreselleşme sürecinde kendisinden beklenen işlevleri oldukça iyi şekilde yerine getirmiş oluyordu.

Bu açıklamalar çerçevesinde Türkiye’nin üretim deseni ile tüketim deseni arasındaki uyumsuzluğu gidermeye yönelik stratejilere ihtiyacı olduğu söylenebilir. Aksi halde 7-8 yılda bir kriz yaşamaktan, her kriz sonrasında daha fazla varlığımızı yabancılara satmak kurtulmamız olası görünmüyor.

Peki ne yapabiliriz?

1. Reel döviz kurlarının yapay olarak düşmesi (TL’nin değerlenmesi) engellenmelidir. Gerçekçi değerlenmiş kur politikasından taviz verilmemelidir.

2. Enflasyon bir an önce dünya ortalamalarına düşürülmeli, bunun için gerekli para ve maliye politikaları devreye alınmalıdır. Bu politikalar, ekonomide bütüncül bir yeniden yapılanma programı çerçevesinde ele alınmalıdır.

3. Üretim ve tüketim deseni uyumsuzluğunu azaltarak sürdürülebilir boyutlara getirebilmek için kısa dönemde teknolojik yoğunluğu yüksek doğrudan yabancı yatırımlar ülkeye çekilmeli, orta ve uzun dönemde Türkiye’nin yüksek teknolojili ürünler üretme kapasitesi artırılmalıdır.

4. Bu amaçla da eğitim sistemi yenilenmeli, öğrencilerin yetenek ve kapasitelerini ortaya çıkarmaya ve geliştirmeye hizmet edecek öğretmenler ve sistem oluşturulmalıdır. Ezberci ve testçi sistem terk edilmeli, merak eden, sorgulayan, eleştiren ve araştıran bireylerin yetiştirilmesine imkan veren, sanatı, sporu, edebiyatı, felsefeyi içeren bir eğitim yapısı kurgulanmalıdır. Teknik bilgilerin aktarılması yanında değerler eğitimine de önem verilmelidir. Böylece tüketimi önceleyen bencil-duyarsız insanlar yerine, erdemli, özgür, demokrat, üretken, doğaya ve çevresine duyarlı insanlar yetiştirilebilecektir.

5. Mevcut üniversitelerin personel ve maddi altyapı eksiklikleri hızla giderilmelidir. Üniversitelerin her birinin özellikle teknik alanlar boyutunda belli/farklı alanlarda uzmanlaşmaları sağlanmalıdır. Bu alanlar belirlenirken takipçi nitelikte olmaları değil, öncü nitelik kazanmaları amaçlanmalıdır. Türkiye’nin doğal altyapısının sunduğu imkanlar (madenler, endemik bitkiler, tohum ve ilaç sanayi) daha etkin kullanılmalıdır.

6. Çağımız bilgi çağı, çağımız inovasyon çağıdır. Bu çağ hayal gücünün en büyük ekonomik güç olduğu çağdır. Özgürlükler, demokrasi, hukuk, insan hakları boyutlarında sorunları olan ülkeler bu çağın toplumu olamayacaktır. Bu alanlardaki eksikliklerimizi gidermek zorundayız.

Son söz: Borçlanarak ürettiğinden çok tüketen toplumlar, er ya da geç bir gün ürettiklerinden daha azını tüketerek borçlarını ödemek zorunda kalırlar.

Mesele tüketerek değil, üreterek çağdaş olmaktır.

Yaşar UYSAL – durum

Okumaya devam et

EKONOMİ

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Yayınlanma:

|

İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerde çalışan yaklaşık 23 bin temizlik işçisi “eşit işe eşit ücret” taleplerinin yerine gerilmediği gerekçe gösterilerek Sekdikanın kararı ile greve gitmesi ile birlikte “eşit işe eşit ücret” talebini sorgulama gerekçesi de kendiliğinden tekrar gündeme geldi.

Eşit İşe Eşit Ücret: Adalet mi, Safsata mı?

Eşit işe eşit ücret” ilkesi, uzun süredir özellikle sendikal söylemlerde, insan hakları belgelerinde ve politik manifestolarda sıkça yer bulan bir kavram. İlk bakışta son derece adil ve insani bir uygulama gibi görünse de, uygulamaya döküldüğünde birçok sakıncayı beraberinde getirebilir. Bu yazıda bu ilkenin artılarını, eksilerini ve çalışanlar üzerindeki etkilerini objektif bir şekilde ele alacağız.

“Eşit İşe Eşit Ücret” Ne Anlama Geliyor?

Bu ilkeye göre, aynı işi yapan kişilere –cinsiyet, yaş, etnik köken, inanç gibi unsurlara bakılmaksızın– aynı ücretin verilmesi gerekir. Amaç, ayrımcılığı önlemek ve çalışma hayatında fırsat eşitliğini güçlendirmektir.

Ancak “aynı iş” tanımı, yüzeyde benzer olsa da çoğu zaman içerik, sorumluluk, nitelik, performans ve katkı açısından farklılıklar gösterir. Bu noktada “eşit ücret” anlayışı, yüzeysel bir adalet anlayışına dönüşebilir.

Sakıncalar ve Uygulamadaki Zorluklar

1. Performansın Göz Ardı Edilmesi

Aynı pozisyonda çalışan iki kişi düşünün: Biri sorumluluk alıyor, inisiyatif kullanıyor, üretken ve çözüm odaklı; diğeri ise sadece görev tanımı kadar çalışıyor. Ancak ikisine de aynı ücret veriliyor. Bu durum, yüksek performanslı çalışanı demotive eder.

2. Vasatlık Teşviki

Ücretlendirme performansa dayalı değilse, çalışanlar “fazla çalışsam da maaşım değişmeyecek” düşüncesiyle vasat bir çizgiye razı olur. Zamanla iş yerinde genel verimlilik düşer.

3. Yetenekli Çalışanları Kaybetme Riski

Kendini geliştiren, daha fazla katkı sunan çalışanlar, farklılıklarının karşılık bulmadığını fark ettiğinde kuruma olan bağlılıkları zayıflar. Bu da yetenekli çalışanların başka firmalara geçmesine neden olabilir.

4. Adalet Algısının Bozulması

Eşitlik, her zaman adaletle eş anlamlı değildir. Aynı işi yapan kişiler, katkı açısından eşit olmayabilir. Katkıya değil de sadece iş tanımına dayalı ücretlendirme, çalışanlar arasında huzursuzluk yaratır.

Çalışan Üzerinde Psikolojik Etkiler

  • Motivasyon Kaybı: Başarılı çalışan kendini değersiz hisseder.

  • Aidiyet Zayıflar: Kuruma bağlılık azalır.

  • Gizli Tepkiler: Çalışanlar “nasıl olsa bir şey değişmeyecek” düşüncesiyle üretkenliğini bilinçli olarak düşürebilir.

Pozitif  Yanı Var mı?

Elbette var. Özellikle işe yeni başlayanlar veya dezavantajlı gruplar için “eşit işe eşit ücret” ilkesi koruyucu bir çerçeve oluşturabilir. Ancak bu ilke sabit ve katı bir kural haline gelirse, zamanla faydadan çok zarar doğurur.

Alternatif  Yaklaşım: Eşit Fırsat + Adil Ücret

Çözüm, “eşit işe eşit ücret” yerine “eşit fırsat, adil ücret” anlayışında yatıyor. Yani işe alımda, terfide ve gelişimde herkes için fırsat eşitliği sağlanmalı; ancak ücretlendirme nitelik, performans, deneyim, katkı ve sorumluluk gibi kriterlere göre şekillenmeli.

Eşitlik mi, Adalet mi?

“Eşit işe eşit ücret” ilkesi, kulağa hoş gelen bir slogandan ibaret olabilir. Çünkü aynı unvana sahip olmak, aynı katkıyı sağladığınız anlamına gelmez. Gerçek adalet, herkesin katkısı kadar karşılık bulduğu bir sistemle mümkündür.

Bu nedenle şirketler, adalet duygusunu zedelemeyecek şekilde; şeffaf, ölçülebilir ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri kurmalıdır.

Erol TAŞDELEN-Ekonomist    www.bankavitrini.com

Okumaya devam et

BANKA HABERLERİ

Mevcut Enflasyon ve Faiz Oranlarıyla Yatırımcı Yeni Yatırım Yapar mı?

Yayınlanma:

|

Yazan:

Yüksek enflasyon oranının getirdiği yüksek faiz politikası haliyle başta ticari krediler olmak üzere tüm kredi türlerinde de faiz oranlarının artmasına neden oluyor.Şu an kredibilitesi yüksek ve ekonomik olarak büyük hacimlere sahip şirketler dahi piyasadan % 50 TL faiz oranları ile borçlanabiliyor. KOBİ vb. gibi diğer işletmelerin kullanabildikleri kredilerin faiz oranları ise % 60 bandını aşmış durumda.

Peki kredi piyasası açısından tek kötü haber faiz oranlarının yükselmiş olması mı? Maalesef hayır, bankaların kredi verme iştahı da azalmış durumda ve haliyle eskiye nazaran parasal olarak da verilen kredilerin büyüme hızında da ciddi bir yavaşlama görülmekte.Nitekim kredilerin mevduata oranı (KMO)% 80-90 bandına gerilemiş durumda..

Yeterince kredi bulunsa dahi mevcut faiz oranları düşünüldüğünde yatırımcının yatırım yapması da sanıldığı kadar kolay görünmemekte. Malumunuz yatırımcının işletmesine koyduğu sermayenin getirisi asgari olarak risksiz faiz oranı olan hazine kağıtlarının ya da banka mevduat getirisinden fazla olmalı ki yatırımcı risk alarak yatırım yapsın. Üstelik gelir kaybı nedeniyle tüketici talebinin azaldığı hem de yüksek işsizlik sebebiyle kişilerin gelecekte elde etmeyi umdukları gelirleri elde edip edemeyeceklerinden emin olmamaları da onları harcama bakımından daha da muhafazakar hale getirmişken bunu başarmak gerçekten daha da zorlaşıyor.

Onur ÇELİK-CFO/YMM

Okumaya devam et

EKONOMİ

Geleceğin Uzun Tarihi: Hayaller, Teknoloji ve Gerçeklik Arasında Bir Yolculuk

Yayınlanma:

|

İnsanlık tarihi, geçmişin izlerini taşırken geleceğe dair umutlar, korkular ve öngörülerle şekillenmiştir. Teknoloji ilerledikçe bu gelecek tahayyülleri daha somut, daha ulaşılabilir ve bir o kadar da kontrol edilebilir hale geldi. Nicole Kobie’nin kaleme aldığı The Long History of the Future” (Geleceğin Uzun Tarihi), tam da bu noktada devreye giriyor: Geleceğin ne olduğuna, kim tarafından kurgulandığına ve nasıl yönlendirildiğine ışık tutuyor.

Gelecek Fikri Yeni Değil, Ama Daha Güçlü

Kobie, geleceğe dair düşünmenin yeni bir refleks olmadığını vurguluyor. Antik çağlardan bugüne kehanetler, ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgu eserleri aracılığıyla insanlar kendi zamanlarını aşan kurgular üretmişlerdir. Ancak asıl dikkat çekici olan, bu kurguların bireylerin değil; hükümetlerin, şirketlerin ve teknoloji elitlerinin elinde birer araç haline gelmesidir.

Silikon Vadisi’nin “Geleceği” Satın Alması

Günümüzde geleceği tanımlayan en güçlü aktörler teknoloji şirketleri. Silikon Vadisi merkezli bu yapılar, yalnızca yeni teknolojiler üretmekle kalmıyor; bu teknolojilerin hayal ettirdiği geleceği de pazarlıyor. Nicole Kobie’ye göre bu “gelecek satışı”, kapitalist sistemin en sofistike manipülasyonlarından biri. Çünkü artık insanlar, daha iyi bir geleceği hayal etmek yerine, sunulan vizyonlara razı olmayı tercih ediyor.

Bilimkurgu ve Politik Gerçeklik

Kobie, bilimkurgu edebiyatının ve filmlerinin yalnızca eğlence değil, politik bir arka plana sahip olduğunu savunuyor. 1984, Brave New World, Black Mirror gibi eserler birer uyarı değil, zamanla “olası senaryolara” dönüşüyor. Bu da gelecek tahayyüllerinin aslında günümüz karar vericileri tarafından birer araç olarak nasıl kullanıldığını ortaya koyuyor.

Teknoloji Tarafsız Değildir

Yazar, teknolojinin asla tarafsız olmadığını açıkça ifade ediyor. Hangi teknolojinin geliştirileceği, kimler için geliştirileceği ve hangi ihtiyaçlara cevap vereceği tamamen ideolojik kararlarla belirleniyor. Yapay zeka, gözetim sistemleri, uzay yolculukları veya dijital ekonomi: Hepsi birer gelecek inşasıdır. Ancak bu gelecek, herkes için eşit derecede ulaşılabilir değil.

Hayal Edilen Gelecek mi, Dayatılan Gelecek mi?

Kitabın temel sorusu şu: Gelecek gerçekten insanlığın ortak aklıyla mı belirleniyor, yoksa güçlülerin çıkarına göre mi kurgulanıyor?

Nicole Kobie’nin cevabı net: Bugün bize “ilerleme” adı altında sunulan çoğu şey, belirli çevrelerin çıkarlarına hizmet eden bir gelecek tasarımıdır. Bu tasarım, medya yoluyla yaygınlaştırılır, teknolojiyle pazarlanır ve politikalarla meşrulaştırılır.

Nicole Kobie The Long History of the Future – Narrative Species

Geleceği Kimin İçin Tasarlıyoruz?

“Geleceğin Uzun Tarihi”, sadece teknolojiye veya inovasyona değil, bu olguların arkasındaki güç ilişkilerine dikkat çeken önemli bir eser. Nicole Kobie, okura şu çağrıyı yapıyor:

“Geleceği başkalarının kurgulamasına izin vermeyin.”

Çünkü bir toplumun geleceği, ancak kolektif akıl ve etik bir vizyonla kurgulandığında adil ve sürdürülebilir olabilir. Aksi halde geleceğimiz, geçmişin hatalarına benzeyen ama daha sofistike bir kabusa dönüşebilir.

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

KATEGORİ

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.