Demografik dönüşüm, yıllar itibariyle artan doğum oranları ile düşen ölüm oranlarından, düşen doğum oranları ile artan yaşam süresine doğru ya da tam tersi yönde değişim olarak tanımlanır. Bu dönüşümlerden biri 1960’lı yıllara kadar baby boom dönemiydi. Sonra da doğurganlık oranı Batı Avrupa’da 1970’li, Doğu Avrupa’da ise 1980’li yıllardan sonra gerileme sürecine girdi.
Son dönem demografik dönüşümün iki temel yansıması var: Her şeyden önce doğurganlık oranı giderek azalıyor. Bunun yanında tıp alanındaki ilerlemeler ve sosyo-ekonomik olanaklarla ölüm oranları gerileyerek, daha uzun yaşam beklentisi artıyor.
Türkiye demografik dönüşümün neresinde?
Nüfus dinamik bir yapı ve nüfus piramitlerini dönemler itibariyle karşılaştırarak bunu görebiliyoruz. Türkiye’nin 2000 yılına ait nüfus piramiti ile 2025 ve 2050 yıllarına ait nüfus piramiti projeksiyonları aşağıdaki görsellerde mevcut. İlk göze çarpan doğurganlık hızının düşmesi ve ortalama yaşam süresinin uzaması. Yaşlı nüfus artarken, ortanca yaş da yükseliyor.
Kaynak: World Life Expectancy.
Türkiye’de doğurganlık hızı 2001’de 2,38’di. 2012’de 2,11’e gerilemişti. Asıl gerileme 2022’de 1,63 ile oldu ve bir yıl sonra da 2023’te 1,51’e sert inişle ortaya çıktı.
Peki bu ne anlama geliyor? Nüfusun yenilenme düzeyi 2,10. Bu son rakamlar 2,10’un oldukça altında olduğu için de Türkiye’nin sıklıkla övündüğü “demografik fırsat penceresi”nin kapanması demek.
Oysaki 2014 yılında TÜİK’in yaptığı projeksiyonlara göre doğurganlık hızı 2025’te 1,97, 2050’de 1,8 olacaktı. Ama beklenen olmadı.
Türkiye’de 2023 yılı çocuk nüfus oranı yüzde 26 ile dünya çocuk nüfus ortalaması olan 29,8’in altında, AB ortalaması olan yüzde 17,8’in üstünde.
Ama bu bile genç nüfusta kaybın kaçınılmaz olduğunu gizlemez. Zaten doğurganlık hızı ne kadar hızlı düşerse genç nüfus o kadar hızlı azalacaktır.
Ayrıca tıp alanındaki ilerlemeler, bu alandaki tüm buluşlar yaşam beklentisindeki artışı sağlayacak ve yaşlı nüfusu da artıracaktır. Türkiye’de 2000 yılında 67,6 yıl olan doğuşta beklenen yaşam süresi, 2020-2022 döneminde 77,5’e yükseldi.
Yaşam beklentisindeki artış nüfusun yaşlanmasına hemen yol açmıyor. Yaşam beklentisindeki erken gelişmeler, çoğunlukla çocuk ölümlerindeki düşüşler ile bebeklerin ve çocukların sayısında ortaya çıkacak artışa dayalı. Böylelikle daha sağlıklı ve bakımlı nüfusun yaşam beklentisi artmış olur.
Türkiye çocuk ölümlerini, uzun yıllar süren sağlık alanındaki yatırımlar ve takiplerle önemli ölçüde azalttı. Ancak artık sağlıklı bir nesil yetiştirmekten fazlası gerekli.
Ebeveynlerin çocuklarının geleceğini planlamalarında hayalleri sınırsız.
Daha iyi bakım, daha iyi eğitim, daha iyi sosyal olanaklar ve daha fazlasını vermek ister. Ama sınırı belirleyen ailenin maddi olanakları ve o olanakları yaratan ekonomik koşullar. Temelde de o ekonomik koşulların ortaya çıkmasına yol açan ekonomik ve siyasi kararlar. Son beş yıldır bir türlü düşmeyen enflasyon, istihdam olanaklarındaki ve geleceğe yönelik olumsuz bekleyişler nüfus artış hızının düşmesinde büyük rol oynuyor.
Çocuğun topluma en iyi şekilde kazandırılmasında eğitim, sağlık fiyatları giderek artıyor. Haziran 2024 enflasyon oranı yüzde 71,6 ama eğitim TÜFE yüzde 107 ve sağlık TÜFE de yüzde 78,5. Aile bütçeleri bu oranlar karşısında çok zorlanıyor.
Ailelerin eğitim seviyesi de artık daha yüksek, normal olarak bu konularda talepkârlar, hizmetin niceliğine değil niteliğine daha çok önem veriliyor. Talepler konusunda ailelerin sosyal etkileşimi de yüksek.
Kadın da istihdamda yer alıyor ama bir kısmı hayat pahalılığı nedeniyle çocuk sahibi olmak yerine çalışma hayatına devam etmek durumunda. Ayrıca yüksek enflasyon ücretlilerin gelirlerini sürekli eritti. Kadın ve erkeğin ücretleri geçimleri zor karşılayacak hale geldikçe, çocuk sahibi olmak ikinci plana atılmaya başlandı.
Çocuk bakımı Türkiye’de oldukça maliyetli. Özellikle kadın bu konuda yalnız kalıyor. Çalışma hayatından uzaklaşıp çocuk bakmaya başladığında ise aile bütçesi sarsılıyor. Sadece temel çocuk bakımı değil, daha iyi eğitim, sosyal olanak talebi aile bütçesi içinde büyük yer tutmaya başladı.
Türkiye’de nüfusun üçte ikisi yoğun kent olarak tanımlanan yerlerde yaşıyor. Yaşam maliyetlerindeki artış kentlerde daha fazla hissediliyor. Öncelikle kiralarda fahiş artış var. İki yıl devam kira artışında yüzde 25’lik tavan uygulaması da kentlerdeki kiraların yükselişini engellemedi. Ayrıca yüksek enflasyon ortamında ulaşım, lojistik maliyetleri pek çok zorunlu ürünün fiyatını manşet enflasyonun üzerine taşıyor.
Ülkemizde refah devleti ekseninde yapılan harcamalardan olan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal refah harcamalarının bütçedeki payı, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında oldukça düşük. Bu durum ülkemizde insanların temel gereksinimlerinin karşılanmasında ve riskleri bertaraf etmede devletin önemli bir aktör olmadığını ve sosyal refah karakterinin zayıf olduğunu gösteriyor.
Oysaki kamuda eğitim, sağlık ücretsizdir, çünkü eğitimin finansmanı bütçeden karşılanır, bütçeyi de yüzde 85-90 oranında vergiler finanse eder. Eğitim, sağlık, sosyal refaha yönelik olarak hem vergi ödeyip hem de özel sektörün fahiş fiyatlarıyla karşılaşmak karşısında çocuk sahibi olmak konusundaki kararın başka ne olması beklenirdi ki.
Prof. Dr. Binhan Elif YILMAZ- T24