Connect with us

Erden Armağan Er

İYİMSERLİĞİN SONU GELDİ Mİ?

Yayınlanma:

|

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, DEİK Toplantısında sarf ettiği, “Şu anda dünyaya bakalım. Amerika’da faiz oranı ne? Japonya’ya bakalım faiz oranı ne. Eksi. Gelelim Avrupa’ya, 1-2. İsrail, eksi. Bütün bunlar apaçık ortadayken biz yüksek faizlerle övünüyoruz . Yüzde 20, yüzde 25, yüzde 30’lara kadar gitti bir ara. Bununla övünüyoruz. Ve birçok şirketimizi adeta batırmakla övünüyoruz. Arkadaşlar beni dinlerler, dinlemezler, ben bunlara karşıyım. Bunlarla mücadelemi de sonuna kadar devam ettireceğim. Kim ne derse desin. Çünkü ben buna inanmıyorum. İnandığım tek şey var, yüksek faizle bir yere varamayız. ‘Efendim bizim şu kadar borcumuz var. Bu borcu neyle ödeyeceğiz?.’ Bu borcu yüksek faizle dışarıdan kendimize imkan sağlamakla değil, kendi kaynaklarımızla bunu nasıl öderiz, onun çalışmasını yapacağız. Bunun başka çıkışı olmaz.Kur istikrarı, enflasyonla mücadelede oldukça önemli bir yer tutuyor ama değerli arkadaşlar; domates, patates, leblebi, çekirdek, bütün bunlarla beraber biz mücadele ederiz diyorsanız kusura bakmayın bir yere varamazsınız. Asıl iş faizi düşürmek suretiyle enflasyonu aşağıya düşürmektir. Faiz enflasyonla doğru orantılıdır, ne kadar aşağı çekerseniz o da aşağı gelir çünkü biz bunu yaşadık” sözleri, bu ay yapılacak PPK Toplantısı’nda alınacak kararı belirlemiştir. TCMB Başkanı Naci Ağbal ve ekibi bu dakikadan sonra faiz arttırım kararı alamazlar diye düşünüyorum. Bakan Albayrak’ın istifasının ardından oluşan iyimser atmosferin geçici olduğuna ilişkin görüşlerimi biliyorsunuz bunları önceki yazımda ifade etmiştim, sanırım bu açıklama ile mevcut iyimserliğin sonuna geldiğimiz anlaşılıyor. Ayın 15’inde TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun bankalara yönelik “yüksek faiz” eleştirisinin ardından Cumhurbaşkanı’nın bu açıklaması, ekonomi yönetimi ve özellikle de TCMB Başkanı’nın yetkilerinin sınırına vardıklarını göstermektedir. Bu aşamadan sonra faiz artırım kararlarında elleri çokça titreyecektir.
Peki Cumhurbaşkanı Söylediklerinde Haklı mı?
Elbette yanıtımız “Hayır”, zira önceki ekonomi ve TCMB yönetimini işbaşına getiren de kendisiydi şimdikini de. Görevi icraat yapmak olan birisinin şikayet etmesi her ne kadar alışıldık olmasa da aslında bir zafiyeti de gösteriyor. Şöyle ki, hem Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile getirilen tüm yetkilerin tek elde toplanmasının getirdiği zafiyeti, hem de yapılan atamalardaki yanlış seçim zafiyetini. Üstelik Cumhurbaşkanı’nın hala “yüksek faiz enflasyonun sebebidir” görüşünde ısrar etmesi bakış açısının değişmediğini göstermektedir ki, asıl umut kırıcı olan da budur. Gelişmiş ekonomilerde 2008 yılından bu yana görülen sorunlarla, Türk Ekonomisinde görülen sorunların benzer olduğunu düşünmek de ayrıca endişe verici bir durum. Erdoğan’ın ABD, AB, Japonya gibi ülkelerden vermiş olduğu faiz ve enflasyon örnekleri ülkemizle öylesine alakasız ki başlı başına bu konu bile birkaç makale konusu oluşturur.
Cumhurbaşkanı’nın bakış açısının aksine, sözü geçen ülkelerde faizlerin düşük olma sebebi, fiyatların artmıyor olması yani enflasyonun yükselmemesidir. Yani enflasyon düşük olduğu için faizler çok düşük düzeylerdedir. Başta FED olmak üzere tüm merkez bankaları faizleri indirerek talebin yükselmesini ve yükselen taleple birlikte fiyatların istenilen ölçüde artmasını, ekonomilerin canlanması akabinde de büyümenin istikrar kazanmasını amaçlamaktalar. ABD doları öncelikli olmak üzere bu ülkelerin para birimleri dünyada “rezerv para” olarak kabul edilmiştir, bu nedenle para arzını arttırmaları bizdeki kadar enflasyon yaratmaya yetmiyor, çünkü basılan paralar ülke dışında da kullanıldığından daha yüksek getirisi olan ancak kredibilitesi iyi Gelişmekte Olan Ülkelere gidiyor. Dolayısı ile istenilen etkinin yaratılabilmesi daha çok para basılmasını gerekli kılıyor.
Bizde ise durum çok farklı, birincisi tasarruf açığımız var ve büyüme için gerekli yabancı kaynak girişi( dış borç, portföy yatırımı, doğrudan yabancı sermaye) olmadan ekonomik büyümeyi yakalayamıyoruz. İkincisi üretim kapasitemiz kısıtlı ve iç tüketimi karşılamaya yetmiyor, bu nedenle de sürekli dış ticaret açığı veriyoruz. Yani hem içeride üretemiyor ithal ediyoruz, hem de bu ithalatı yapabilmek için dışarıdan para bulmak ( daha çok borçlanmak ) zorundayız.
Bizde Enflasyon Neden Yüksek?
2001 Krizinden sonra yapılan yapısal reformlarla TCMB, Para Politikasında “araç bağımsızlığına” kavuştu ve bu bağımsızlık yasa ile de teyit edildi. Siyasetin, günlük ekonomik kararlara müdahalesini engellemek için başta bankacılık olmak üzere, enerji piyasasından, akaryakıt piyasasına, tütün ve alkollü içeceklerden, rekabet kurumuna kadar hemen tüm sektörlerde etkinliği sağlamak ve piyasaları düzenlemek üzere “Bağımsız Kurumlar” ihdas edildi. Bu sayede 2008 yılına kadar enflasyonla mücadelede tek hanelere inebilmek mümkün oldu ama, TCMB’nın hemen her enflasyon raporunda dile getirdiği Gıda Fiyatlarındaki katılığı aşmak mümkün olamadı. Sebebi ise belli Tarım ile Gıda Piyasası’ndaki “Oligopol Yapı”. Üretici ile Tüketici arasındaki köprüyü bir türlü kuramadık ya da kasıtlı olarak kurulmadı. Bu yüzden TCMB, Parasal Taban üzerindeki etkinliğini Para Politikası aracılığı ile tam olarak sağlayamadığı için “%5’lik Enflasyon Hedefi” bir türlü tutturulamadı. Üstüne üstlük Hükümet, IMF ile bağını kopartır kopartmaz yukarıda bahsettiğimiz “Bağımsız Kurumların” ocağına incir ağacı dikmeye başladı ve en son 2018 Anayasa Değişikliği ile Cumhurbaşkanı’na verilen yetkilerle TCMB bağımsızlığı da elden gidince, son iki yılda “dolarizasyonun” da katkısıyla enflasyon tamamen kontrolden çıkmış oldu.
Düşünün, kredi arzını arttırmak için son 3 yılda KGF ile 200 Milyar TL’den fazla bir kaynakla başlayıp kamu bankalarının kaynakları ile devam eden ve Olağanüstü Yedek Akçelerle katmerlenen, 130 Milyar ABD Dolarlık rezervin harcanmasıyla zirve yapan para arzı, bizde büyüme değil hızlı fiyat artışları getirdi. Hem düşük faizle para enjeksiyonu, hem de kurların baskılanmaya çalışılması beraberce talebi patlatıp enflasyonu azdırmadı mı?
Bu bakımdan Kasımda Ekonomi Yönetiminde yapılan değişiklik doğru bir adımdı ancak, arkasının gelmeyeceği belliydi. Zira tüm yetkileri elinde bulunduran Cumhurbaşkanı hala direttiği eski fikrindedir. Bu fikrinden vaz geçmediği müddetçe ve önümüzdeki seçimi düşünmekten geri durmadıkça, atayacağı hangi TCMB Başkanı ve Hazine-Maliye Bakanı olursa olsun başarılı olma şansı yoktur. Sabır, kararlılık, şeffaflık, hukuki teminat, kamuda tasarruf gibi başlıkları içermeyen hiçbir program kısa vadede başarı getiremez. Sayın Cumhurbaşkanı’nın da bildiğimiz nedenlerle bu sabra sahip olmadığı da veri olarak kabul edilirse, mevcut ekonomik koşulların düzelmesi de beklenmemelidir. Ekonomimiz sürekli sert dalgalanmalara maruz kalacak, kah kur yükselecek kah sakinleşecek ama genel gidişat hep negatif yönde olacaktır. İç ve Dış Siyasetin şimdiki durumu aksine bir gelişmeyi mümkün kılmamaktadır.
Piyasalar Ne Yönde Tepki Verecek?
ABD’de Başkanlığı kazanan Biden Yönetimi 20 Ocakta görevi devralacak. Gelen sinyaller ABD ile var olan sorunların artabileceği yönünde ve yaptırımların dozunun yükselebileceğine işaret ediyor. AB de Doğu Akdeniz konusunda Türkiye’ye uygulayacağı yaptırımlar konusunu Mart’taki toplantısına bırakmış durumda. Covid19 Salgınında ABD ve AB Ülkelerinde aşılamaya karşın vaka sayıları artmaya devam ediyor. Başta DJ olmak üzere borsalar “balon” denilebilecek seviyelere ulaşmış durumda. Ons Altın ve diğer değerli metaller ile Kripto Paraların seyri karışık seyrediyor. Biden Yönetimi 900 Milyar USD tutarındaki teşvik paketine ilaveten toplamda 2 Trilyon USD’ye ulaşacak ilave paketi Kongre ve Senato’dan geçirmek üzere. FED tahvil alımlarını aynı seviyede tutmaya devam ediyor. Bütün bu gelişmeler piyasalarda önceki tepkileri göstermesi beklentisi oluştururken, diğer yanda da hisse senetleri, altın, kripto paralarda Mart 2020’deki gibi bir çöküşün olabileceği konuşulmakta. Yani kafalar oldukça karışık.
Bizde de rekorlar kıran Bıst100 ve 7,30’un altına inemeyen bir Dolar-TL kuru var. Üstelik MKK ( Merkezi Kayıt Kuruluşu ) tarafından açıklanan son verilerde ilk defa yatırımcı sayısı 2 Milyon seviyesini aşmış durumda. Bu yatırımcıların 780 bin küsuru ilk defa hesap açtıran küçük yatırımcılardan oluşuyor. Portföy Büyüklüğü 1 Milyon TL üzerindeki yatırımcı sayısı yaklaşık 25 bin kişi. Yabancı yatırımcıların Hisse Senedi stok miktarı ise son 10 yılın en düşük düzeyinde. Her ne kadar piyasalarda sakin bir seyir varmış gibi duruyorsa da, kişisel kanaatim bütün bu gelişmeler “fırtınadan önceki sessizlikmiş” hissi uyandırıyor. Sanki bir müddet “nakitte kalmak” ve olan biteni seyretmek gerek.
Sinyaller ABD 10 Yıllık Tahvillerinde….
Geçtiğimiz hafta, uzun zaman sonra ABD 10 Yıllık Tahvil Getirileri %1 seviyesinin üzerine çıktı. Analistler bu eğilimin devam edebileceğini %1,40 seviyelerinin görülebileceğine işaret ediyorlar. Dolar Endeksi’nin de (DXY) son dönemde yaşadığı düşüşün bittiğini ve yeniden bir değerlenme olabileceğine inanıyorlar. Tüm bu gelişmeler “nakit tutma riskten kaçınmayı” beraberinde getirebilir. Son dönemde Gelişmekte Olan Ülkelere yönelen para girişlerini tersine döndürebilir. Nitekim haftanın son iki iş gününde ABD Dolarının TL karşısında değer kazanması da bu nedenden kaynaklanıyor. Her ne kadar bir çok yabancı bankadan USD sat TL al raporları gelmiş olsa da, bu son gelişmeler bu raporları boşa çıkartabilir. Ayrıca unutmayalım ki, içeride Yurt içi yerleşikler bu hafta da dolar alımlarını sürdürdü.
Özetlemek gerekirse, iç siyasetteki gelişmeler ve özellikle de Cumhurbaşkanımızın açıklamaları ile Yurtdışı Piyasalardaki tedirginliği birleştirdiğimizde, yatırımlarımızın değerini koruyabilmek için temkinli hareket etmeyi tercih etmenin daha rasyonel olacağı bir dönem yaşayacağımızı söylemek mümkün. Yaşayıp göreceğiz.

Erden Armağan ER-17.01.2020
erdener1970gmail.com

Erden Armağan Er

Erden Armağan ER yazdı: GIDA SEKTÖRÜ-Zeytinyağı örneği

Yayınlanma:

|

50’li yaşların üzerinde olan hemen herkesin bildiği ve yaşadığı bir efsanedir; “Türkiye Dünyada gıda alanında kendi kendine yeten 7 ülkeden biridir.” Zira, hepimiz ilkokul ortaokul çağlarında “Yerli Malı” haftalarında etkinliklere katılmış ve yerli olarak ülkemizde üretilen ürün olarak portakalından üzümüne, incirinden Ayçiçek çekirdeğine o günlerde ütebildiğimiz yerli ürünlerin tadına doya doya bakmışızdır. Ancak günümüzde çocuklarımız ve gençlerimizin, bizim şimdi şans olarak gördüğümüz bu tarım ürünü gıdaların bir çoğunun menşeinin hangi ülke olduğu konusunda bile fikirleri mevcut değil. Zira ülkemizde son 40 yıldır uygulanan Neoliberal Siyaset ve ekonomi politikaları nedeniyle hızla kendimize yeterli olmak statüsünden uzaklaştık ve şimdi bir çok tarım ürününü yurtdışından ithal eder duruma geldik. Bahis konusu politikalar nedeniyle ekilebilir tarım arazilerimizin önemli bir kısmını ekmekten vaz geçtik, bir kısmını da inşaat ve ranta kurban verdik.

Gıda Güvenliği ve Temiz Gıda’ya erişimin engelleri neler?

Giriş kısmında bahsettiğim hususlar bu yazının ana konusunu teşkil etmekle birlikte, spesifik olarak irdelemek istediğim konunun dağılmasına neden olacağını düşündüğüm için çok da rakamlara girmek istemiyorum. Asıl dikkat çekmek istediğim konu “Gıda Güvenliği ve Temiz Gıda’ya erişim”. Her ne kadar son 20-30 yıldır tarımsal ürün çeşitliliğimiz ve miktarımız azalsa da, hala ekilebilir tarım arazilerimiz bakımından dünyanın en büyük 12. ülkesi olduğumuz bir gerçektir. Lakin bu zenginliğimizi geçmiş on yıllar boyunca ve günümüzde de hovardaca harcamaya devam ediyoruz ve ulusumuzun gıda güvenliği ve temiz gıdaya erişimi fırsatını kaçırmayı sürdürüyoruz. Elbette bu söylediklerimizden genelde hükümet özelde de Tarım Bakanlığı ve çiftçilerimiz sorumludur. Bilindiği üzere tüm dünyada “gıda endüstrisi” diye bir endüstri mevcuttur. Bu kavramın içine tarım ilacı üreticilerinden tutun, kimyasal gübre üreticilerine, un fabrikalarından bisküvi üreticilerine kadar (örnekleri yüzlere binlere kadar arttırmak olası) çeşitli aktörleri eklemek mümkündür. Ama elbette en önemli aktörler hükümet ve sermaye çevreleridir. Çiftçiler bu zincirde yer alan belki de en masum sayılabilecek, çaresiz ve mahkum figüranlar olarak yer almakla birlikte, sorumluluklarını (her ne kadar diğerlerine oranla daha az olsa da) göz ardı etmek elbette mümkün değildir.

Denetimde sorumluluk kimde, yeterli mi?

Açmaya çalışayım, gelişmiş batı ülkelerinde büyük tarım arazilerinde devasa bitkisel ve hayvansal üretimler yapıldığı herkesin malumudur. Bu ürünlerin doğal olarak saklama süreleri ve raf ömürleri kısadır ve üretimden pazara ulaşana kadar geçen sürede bozulmamaları için çeşitli yöntemler uygulanmaktadır. Bu yöntemlerin neler olacağına dair kurallar ve diğer hususlar Tarım Bakanlığı ve ABD de FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi ), AB’de ise EFA tarafından denetlenmektedir. Türkiye’de ise bu denetim görevi Tarım ve Orman Bakanlığı’ndadır. Her ne kadar ABD ve AB de ilgili kurumlar üzerlerine düşen denetim görevini layıkıyla yapsalar da Gıda ve Tarım Endüstrisi’nin lobi faaliyetleri Gıda Mevzuatının belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Ülkemizde de Gıda Endüstrisinin hem mevzuatın oluşumunda hem de ABD ve AB den farklı olarak denetim mekanizmaları üzerinde çok önemli bir gücü olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Bu güç öylesine yozlaşmış bir hale gelmiştir ki, Tarım Bakanlığı gelişmiş batı ülkelerinde kullanımı yasaklanmış tarım ilacı, gıda katkı maddesi vb.lerinin tarımsal üretimde ve Türk Gıda Kodeksinde yer almasına göz yummuş ya da yummakta, üstüne üstlük denetim görevini de savsaklamaktadır. Öyle ki bazı gıda firmalarının kapısından içeri denetim elemanlarının girmediğine dair önemli şüpheler ve şayialar mevcuttur. Özetlemek gerekirse, dünyada ve ülkemizde sağlıklı ve temiz gıdaya erişim açısından çok önemli sorunlar ve engeller yer almaktadır. Bu durum istisnasız tüm tarım hayvancılık ve işlenmiş gıda ürünlerinde vardır ve önüne geçmek hususunda devletlerin kısa, orta ve uzun vadede harekete geçmeleri hususunda her hangi bir emare bulunmamaktadır.

Temiz ve Güvenilir Gıdaya Erişmek Mümkün Değil mi?

Her ne kadar yukarıda bahsettiğim olumsuz tablo mevcut ve hakim durumdaysa da, Temiz ve Güvenli Gıda üreticileri de hiç yok değildir. Gıda konusunda her ne kadar büyük oranda “Gıda Endüstrisinin” hegemonyası olsa da, hammaddeden (bitkisel ve hayvansal) işlenmiş gıdaya kadar titiz ve sağlıklı gıda üretimi yapan üreticiler de mevcuttur. Bu tip üreticilere ve ürünlerine erişmek ise ülkemizde maalesef tüketicilerin araştırmasına ve bilinçli olmasına bağlı durumdadır. Zira bu üreticiler genellikle yerel ölçekte ve sınırlı miktarda sermayeye ve üretim kapasitesine sahip üreticilerdir. Pazarlama ve reklama ayıracak bütçeleri çok fazla olmadığı için tanıtım konusunda elleri büyük sermaye gruplarına karşı oldukça zayıftır. Bu sebeple onlara ulaşmak biraz da tüketicinin çabasına bağlıdır.

Yol üstünde alınan ürünler ne kadar güvenli?

Temiz ve Güvenli gıdaya erişmek konusunda yapılan en büyük hatalardan birisi de markasız ve yol üstünde bulunan üreticilerden yapılan ürün alışverişleridir. Toplumumuzda genellikle seyahatlerde yol üstünde bulunan “yerel çiftçi, köylü” vb satıcılardan alınan ürünlerin güvenilir olduğuna dair yanlış bir kanaat mevcuttur. Bu ürünler her ne kadar yöresel ve geleneksel adı altında satılsalar da, işin iç yüzü hiç de düşündüğünüz gibi olmayabilir. Bu ürünler ve üretici satıcılar yetersizliğini eleştirdiğimiz denetim sisteminin dahi dışında olup hiçbir kontrole tabi değillerdir. Aslında konumuzun dışında yer alan ve ülkemiz gıda güvenliği sorunlarının başında gelen “TAĞŞİŞ”in en fazla görülme riski taşıyan ürünler de bu ürünlerdir. Zira üzerlerinde ne marka, ne işletme ruhsatı, ne de ürün içeriğine ait hiçbir bilgi bulunmadığı gibi, nerede ve hangi şartlarda üretildiği de belli değildir. Satın aldığınız bir üründen memnun kalmadığınızda ya da ürünü iade etmek istediğinizde karşınızda muhatap bulamayacağınız  bulsanız da sonuç alamayacağınız bir durumla karşılaşmanız çok olası bir durumdur. Bu yol üstü köylü satıcıları ile ilgili şahit olunan bazı durumlardan bahsetmek gerekirse; zeytinyağlarının içine genellikle Ayçiçek ya da pamuk yağı karıştırıldığı, marketten satın alınan yumurtaların pisliğe bulaştırılarak köy yumurtası izleniminin verildiği, fabrikasyon salçaların kavanozlara doldurularak köy salçası diye satıldığı, gıda boyası ve aroma verici maddeler katılarak soğuk içeceklerin doğal ürünlermiş gibi satıldığı oldukça yaygın bir olgudur.

Temiz Gıda üretimi yapanlara idealist üreticilere ulaşmak zor değil!

Temiz Gıda üretimi yapan yerel ölçekte ve kısıtlı sermaye ile kısıtlı miktarda kapasitesi olan üreticilerden kastımız, tescilli markası olan, kalite üretim standartlarına uyan, genellikle kendi sahip oldukları bitkisel ve hayvansal üretimlerini kendileri işleyip ambalajlayıp satan firmalardır. Söz konusu bu firmalar yasal prosedürlerin yanı sıra kendi üretim geleneklerini geliştirmiş titiz üreticilerdir. Genellikle ekolojik olmayan ya da konvansiyonel olarak da tabir edebileceğimiz bu üreticilerin dışında bir diğer Çiftçi-Üretici Grubu da Ekolojik-Organik üretim yapan üreticilerdir. Bu tür üreticilerin sayısı ülkemizde oldukça az olmakla birlikte, sayıları yavaş da olsa artış eğilimindedir. Kendi ürününü yetiştiren, işleyip satan bu üreticiler, tarımsal üretimlerinde tarım ilacı ve kimyasal gübre kullanmadan ve hatta “ATA TOHUMU” kullanarak hammadde üretmekte ve bu hammaddeleri hiçbir katkı ve koruyucu zararlı madde kullanmadan işlemekte, ambalajlamakta ve satışa sunmaktadırlar. Çocuklarının ve kendi sağlıklarının öneminin farkında olan tüketiciler, günümüzde daha da gelişen internet ve uzaktan satış kanalları ile bu üreticilere belki biraz daha fazla ücret ödeyerek ama gönül rahatlığı içinde ulaşabileceklerdir.

Yanlış Ekonomi Politika Gıdayı da vurdu

Genellikle Para ve Sermaye Piyasaları ile Makro Ekonomik Analizler içeren yazılar yazdığım hepinizin malumudur. 2 yılı aşkın zamandır bu konularda da yazmadığım aşikardır. Ne oldu da bunca zaman sonra üstelik hiç de uzmanı sayılmayacağım gıda konusunda bir yazı kaleme aldım. (Hoş ülkemizde bırakın herhangi bir uzmanlığa sahip olmayı, hiçbir vasfı olmaksızın her konuda fikir serdeden öyle çok şahıs var ki, sanırım benim naçizane gıda konusunda birkaç satır yazı yazmamın kimseye bir zararı dokunmayacaktır diye düşünerek şimdiden affınıza sığınıyorum.) Ayrıca her ne kadar eski bir bankacı olsam da son 7 yılını zeytin yetiştiriciliği ve kaliteli zeytinyağı üretmek için didinen taze çiftçi olarak geçirmiş biri olarak, gıdada yaşanan ve bazı yayın organlarında abartılı olarak algılanabilecek “Terör” tanımına uyan bizzat şahidi olduğum olayları da gözümün önüne getirdiğimde edindiğim bilgileri paylaşmanın doğru olacağına inanmaktayım. Geçmiş yazılarımı okuyanlar hatırlayacaklardır, hükümetin izlediği politikaların ülkemizi getireceği noktanın Orta Gelir Tuzağına düşmüş, yüksek enflasyona sahip, gelir dağılımı bozuk ve vatandaşların fakirleşeceği bir nokta olacağına bundan epeyce zaman önce dikkat çeken yazılardı ve maalesef ekonominin şu an geldiği yer tam da burası. Peki bu hususların zeytinyağı ile ilişkisini merak edenler için lafı daha fazla uzatmadan konuya girelim. Enflasyonun hızla yükseldiği ama ücret ve maaşlarla geçinenlerin satın alma gücünün aynı oranda artmadığı bizim gibi ülkelerde olan ve olacak ilk şey ahlaki çöküntü ya da ahlaki zafiyettir. Buna  İngilizce’de “Moral Hazard” denir. Fiyatların hızla artması durumunda üreticiler ilk olarak ürettikleri malların kalitesini ve miktarını düşürme eğilimine girerler. Sayın Mahfi Eğilmez bu eğilimlere bir yazısında değinmişti. Shrinkflasyon ve skimflasyon terimlerini yazarsam hatırlayacaksınız. Yüksek enflasyonla birlikte ortaya çıkan bu eğilimlerin hayatımızdaki yansımalarının en önemlisi  ise tükettiğimiz gıdalarda yaşanmaktadır. Özellikle hammadde ve ara mamul temininde oluşan maliyet artışları üreticileri hızla (gelirlerini muhafaza altına almak için) düşük kaliteli ve düşük miktarlı ürünleri aynı fiyata ve ya daha yüksek fiyata satmaya yöneltir. Daha önce Gıda Endüstrisinin lobi gücünden bahsettiğimizi hatırlarsınız. Böyle zamanlarda bu Gıda Lobisi hem büyümesini sürdürmek hem de karlılığını devam ettirebilmek adına mevcut ekonomik ortamı fırsata çevirmek üzere daha düşük kaliteli hammaddelere yönelerek nihai ürünlerinde de kaliteyi aşağı çeker.

Sofralık Zeytin ve Zeytinyağı Üretiminde Temiz ve Kaliteli Ürün Nasıl Elde Edilir?

Sözü geçen davranışlara en uygun temel gıda maddesi de benim de içinde son 7 yıldır yer aldığım Zeytin Yetiştiriciliği ve Zeytinyağı üretiminde rastlanmaktadır. Bilindiği gibi zeytinyağı zeytinden elde edilir. Kaliteli bir zeytinyağı üretimi için öncelikle kaliteli zeytinler yetiştirilmelidir. Elbette kaliteli zeytinyağı üretmenin tek koşulu iyi hammadde yetiştirmek değildir. Zeytinyağı üretimi ülkemizde artık Kontinü Sistem denilen üretim kapasitesi yüksek makinelerle yapılmaktadır. Türkiye’de kurulu zeytinyağı fabrikalarının sayısı Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi verilerine göre 1,200 adettir. Günde 60 ton zeytin sıkılabilen makinelerle büyük ölçekli üretimler yapılabilmektedir. Bildiğimiz bir çok zeytinyağı markasının binlerce tonluk üretimleri de sadece kendi tesislerinde yapılmamaktadır. Söz konusu markalar da zeytin yetiştiricilerinin başka sıkım tesislerinde sıkılan zeytinyağlarını satın alarak kendi markaları altında satmaktadırlar Türkiye’de zeytin üretiminin yaklaşık % 10’u zeytinyağı üretiminin ise %1’i organik olarak gerçekleşmektedir. Zeytin üretiminin %6’sı iyi tarım uygulamaları kapsamında üretilmektedir. Bu istatistikten de anlaşılacağı üzere zeytinyağında gerçekleşen üretimin %95’lik kısmı “TEMİZ GIDA” sınıfına girmemektedir. Dolayısıyla “Yetişkinlerin anne sütü” olarak değerlendirilen ve ancak üretimde yapılan yanlışlar nedeniyle, zeytin ve zeytinyağının insan sağlığına faydalı olmasının önünde çok önemli engeller mevcuttur. Zeytin meyvesinin üretiminde kullanılan zararlılarla mücadele ilaçları ve topraklarımızın tuzlanması ve organik madde miktarının azalmasına sebep olan verim arttırıcı kimyasal gübrelerin kullanımı ile başlayan, zeytinin yağ fabrikalarında uygun olmayan koşullarla sıkılmasına kadar varan bu hatalı üretim zinciri bu temel besin kaynağının güvenilirliğini tehdit etmektedir. Hem çiftçilikte hem de sanayii bacağındaki üretim yanlışları sebebiyle, Temiz ve Güvenli sayılabilecek nitelikteki sofralık zeytin miktarı 120 bin ton (2022 yılı verilerine göre zeytin üretimi 1,200 bin ton/yıl), zeytinyağı üretimi  ise 6,500 ton (2022 yılı verilerine göre zeytinyağı üretimi 650 bin ton/yıl.)

Sonuç olarak, zeytinde güvenilir temiz gıda sınıfına giren kısım toplam üretimin %10’u kadar, zeytinyağında ise daha da kötü olarak %1 kadardır. Spesifik olarak zeytin ve zeytinyağı üretiminde yaşanan bu karamsar tabloyu üç aşağı beş yukarı bütün tarımsal üretime endekslemek mümkündür. Dolayısıyla dediğim gibi iş dönüp dolaşıp ödediği ücretin karşılığını almak isteyen tüketicinin maharetine ve üreticinin vicdanına sıkışıp kalmış durumdadır.

Ülkemizde her alanda yaşanan sorunlar yumağı ve çözümsüzlüklerin en önemli sebebi olarak başta ekonomide yaşanan sorunlar gösterilmektedir. Halbuki ekonomide yaşanan sorunlar kanımca bir sonuçtur. Sorunlarımızın temel kaynağı “Yönetim ve Zihniyet Zafiyetidir”. Ülke iyi yönetilmedikçe ki yönetilmediği aşikardır, bunun sebebi de zihniyet sorunudur. Zihniyet değişmedikçe ne sağlıklı gıdaya ulaşabiliriz ne de sağlıklı nesiller yetiştirebiliriz. Elbette umutsuz olmamak gereklidir, zira hala daha ülkesini ve insanını seven önemli bir kesim vardır ve olacaktır, önemli olan şey bu insanlarımızın fırsat bulabilmesindedir.

Erden Armağan ER 19.08.2024-Ayvalık-Balıkesir

e-posta: [email protected]

www.bankavitrini.com

*************

EK OKUMALAR:

Bankacılığı Bıraktı Zeytinci Oldu

GIDADA FAHİŞ FİYAT MI YOKSA TARIM POLİTİKALARININ İFLASI MI?

 

 

Okumaya devam et

ALTIN - DÖVİZ - KRIPTO PARA

DÜNYA EKONOMİSİ TÜRBÜLANSA MI GİRİYOR? YA TÜRKİYE EKONOMİSİ NE DURUMDA?

Yayınlanma:

|

Saygı değer bankavitrini.com okurları, her ne kadar uzun aralıklarla sizlerle buluşuyor olsak da, aslına bakarsanız bu aralarda Dünya ve Türkiye Ekonomisi ana trendlerde çok da fazla bir değişiklik gözlenmediğinden çok fazla da fırsat kaçırıldığını düşünmenizi arzu etmeyiz.

Zira, neredeyse seçimden bu yana 4 aya yakın bir süre geçse de, manşetler değişse de, konu başlıkları pek değişmiyor. Seçim öncesi ve sonrasında da ‘enflasyon, cari açık, Merkez Bankası döviz rezervleri‘ konuşuyorduk; şimdi de ‘Dünyada da FED faizi arttıracak mı, arttıracaksa bu son artış mı değil minin’ ötesine geçmeyen  ve herhangi bir trend değişimine yol açmayan minör tartışmalar etrafında döndük durduk. Esasında Türkiye Ekonomisi için de son yazımızdan bu yana değişen pek bir şey olmadı. Neticede hızla bir Dış Ödemeler Dengesi Krizi ve Dış Borçların Ödenememesi demek olan “Moratoryum”a doğru hızı yavaşlatılmaya çalışılan bir süreç içinde yuvarlanıp duruyoruz.

Dünya Ekonomisi Ne Durumda?

ABD ve AB ülkelerinde faiz arttırımları ile birlikte her ne kadar enflasyonda bir yavaşlama gözlense de, özellikle petrol fiyatlarında yaşanan hızlı yükselişle birlikte enflasyonun yavaşlamasının da bittiği bir sürece girmiş durumdayız. FED’in hedef enflasyonu olan %2’nin oldukça uzağında bir patikada seyrediyoruz. Ha keza FED de bunun farkında ki bir türlü faiz arttırımlarının sonuna yaklaşıldığını ifade edecek cümleler kuramıyor. Çok sert bir resesyonun içine girilmesinin arefesinde olunmasına karşın bunu itiraf etmekten imtina ediyor. AB ve İngiltere Merkez Bankaları da aynı durumda. Her ne kadar Çin’de de bir takım kriz emareleri ortaya çıksa da en azından batı ekonomilerinden farklı sorunlar yaşadığından Çin, kendi sert önlemlerini almaktan çekinmiyor. Dev emlak firmalarının ödeme güçlüğü içine girmesine karşın en azından bu firmaların iç piyasadaki yükümlülüklerini telafi edecek adımlar atmaya muktedir görünüyor. Ancak birbirine entegre olmuş dünya finans piyasalarında iç problemlerine deva önlemleri almaktan kaçınmayan Çin Yönetimi, aynı hassasiyeti sözkonusu firmaların dış yükümlülükleri için göstermekten oldukça uzak. Bu durum, özellikle başta Batı olmak üzere dünyanın geri kalan finans piyasaları için de ekstra bir risk olarak karşımıza çıkıyor.

Başta ABD olmak üzere (her ne kadar iç borçlanma tavanı 45 günlüğüne uzatılmış olsa da), gelişmiş batı ekonomileri hızla sert bir resesyona doğru doludizgin kanat açmış durumda. Olası bu krizlerin bir başka emaresi de dün itibarıyla ortaya çıkan jeopolitik gelişmeler. 30 Yıla yaklaşan ekonomi ve piyasa tecrübemiz, bu ikisinin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceğine ilişkin önemli veri biriktirmiş durumda hafızamızda. Dolayısıyla, popülist ve beceriksiz siyasetçilerin sıkça başvurduğu “bölgesel savaşlar” stratejisinin bir başka ayağı İsrail-Filistin gerilimiyle ortaya çıkmış durumda. Nereye evrileceğini kestiremediğimiz bu gerginliğin, diğer başka bir bacağının neresi olacağı ise meçhul olmakla birlikte, olacağından neredeyse emin gibiyiz. Popülist politikaların gelişmiş batı ülkelerini getirdiği nokta maalesef burası. Beceriksizliklerini perdelemek için de bildikleri tek yol jeopolitik ayak oyunları. Bir sonraki adım da herhalde 3.Dünya Savaşı olsa gerek. Ancak bu savaş topyekün kitlesel ölümlere mi yol açar yoksa başka bir şekle mi evrilir orası muamma. Fakat  bundan sonrasının ABD’nin hegamon güç olduğu “Tek Kutuplu Dünya Düzeni” olmayacağı, Dünya Ticaretinde kullanılan tek rezerv paranın ABD Doları olmayacağı da neredeyse kesin. Bu yargımızın doğruluğu ya da yanlışlığını teyit edebilecek tek somut delil de, aslında kendisi soyut bir kavram olan “ZAMAN”. Hep birlikte izleyip göreceğiz.

Tekrar konumuza dönecek olursak, yukarıda bahsettiğimiz olayların tek bir sebebi var; içinden çıkılmaz devasa ülke ve şirket borçları ve bu borçların alacaklılarının nasıl davranacağı? “BİG RESET” kavramını duymuşsunuzdur. Türkçe’ye “Yeni Bir Beyaz Sayfa Açmak” olarak uyarlayabiliriz sanırım. Dünya ekonomisinde ortaya çıkan bu ödenemeyecek büyüklükteki borçların alacaklıları ile nasıl uzlaşacağı çözümün kilit noktası. ABD GSYİH’nın %100’ünden, Japonya %130’undan, İsviçre %120’sinden fazla borçlu durumda. Diğer devletlerin de az çok bunlardan fakı yok. Şimdi bazı ekonomistlerin “ama Türkiye’nin  Borcu 450 milyar dolar ve GSYİH’nın %50’si düzeyinde” dediğini duyar gibiyim. Ancak şu var ki, bizim borcumuz ABD Doları cinsinden ve bahsettiğimiz ülkelerin borcu kendi para birimleri üzerinden. Bu ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerek. Ayrıca bu uyanık arkadaşlara da sormak lazım madem sizin dediğiniz gibi, neden Türkiye’nin enflasyon rakamları bahis konusu ülkelerinkinden 10-20 kat daha yüksek? Yanıt basit elbette, TCMB’nın basmakla yetkili olduğu para birimi TL, dolar basabilseydi, ülkedeki fiyatların genel düzeyi elbette o zaman adı geçen ülkeler düzeyinde olabilirdi.

Dış Alem Kriz Eşiğindeyken Türk Ekonomisi

Elbette ki berbat durumda. Aksini söyleyenlerin akıl sağlıklarının yerindeliği test edilmelidir. Cumhuriyet tarihinin en yüksek enflasyon rakamlarına ulaşıldığı (TÜİK hariç), TCMB Rezervlerinin, 70 Cent’e muhtaç olunan zamanların da ötesine geçtiği, sığınmacı göçmen sorununun kontrolsüz biçimde genişlediği, eğitimli kalifiye genç nüfusun ülkeyi terk etmeye çalıştığı, insanların bırakın yoksulluk sınırının altında açlık sınırın dahi altında ücretlerle hayatta kalmaya çalıştığı, barınma krizinin gitgide büyüdüğü, eğitim, sağlık, adalet hizmetlerinin aksadığı, gelir dağılımının sermaye lehine hızla değiştiği bir Türkiye Ekonomisi’nin, -hele de Dünya bir durgunluk arefesindeyken- iyi olacağını ummak, zikretmek, varsaymak mümkün müdür? Yaklaşan durgunluğun Türkiye’yi pas geçeceğini, şirketlerin istihdam arttıracağını varsaymak mümkün müdür?

Faizler, Bist-100- Dolar-Altın-Gümüş

Hatırlarsanız Temmuz-Ağustos-Eylül aylarının toplam enflasyonu yaklaşık (TÜİK’E göre) %25 civarında geldi. Peki TCMB bu aylarda % kaç faiz arttırdı? 12,5 puan yani enflasyonun yarısı kadar bir faiz arttırımı oldu. Peki döviz kurları düştü mü? El cevap: hayır! KKM azaldı mı? El cevap:Hayır, Mevduat Faizleri yükseldi mi: Evet, Peki Bist-100? Yükseldi. Halbu ki faizlerin arttığı bir ortamda şirket hisselerinin karlılıkları azalacağı var sayılır ve satış gelmesi beklenirdi değil mi? Ama hayır öyle olmadı, neden ? Çünkü malları yüksek fiyattan devredebilecekleri yeni 7,5-8 milyon yatırımcı geldi.

Hatırlıyoruz 1994, 1998, 2001, 2008 krizlerinde de benzer süreçler yaşanmıştı. Elbette piyasaya yeni giren bir çok yatırımcının yaşı bu krizleri bilmeye yetmez. Ama sadece yaşları değil finansal okur yazarlıkları da yetmez, belli ki onlar da hayata birkaç sıfır yenik başlayacaklar. Biz hiç olmazsa 0-0 berabere başlamıştık. Kimi zaman gol yeyip geriye düştüğümüz de oldu, ama yediğimiz gollerden ders çıkartmayı hep öğendik. Şimdikilerden epey şüpheliyiz.

Özetlemek gerekirse, dünya tek egemen güç ve tek geçerli para biriminden hızla çift kutba ve olası yeni bir rezerv paraya evriliyorken, yaşanan ve yaşanacak belirsizliklerden korunabilmenin en garanti yolu değerli metallerdir. Tarih boyunca bu bu şekilde ola gelmiştir. Buna sadece ilave olarak, teknolojinin de gelişmiş olması sebebiyle “kripto varlıklar”ı ekleyebiliriz. Hala tereddütler taşımakla birlikte sadece sınırlı sayıda üretilmeleri sebebiyle bu varlıkların da “güvenli liman” olarak algılanabileceği bir sürecin kıyısında olduğumuzu ifade etmek isteriz. Elbette altın-gümüş fiziki, kripto varlıklar da “soğuk cüzdan”larda olmak kaydıyla.

Esen Kalın….

Erden Armağan ER, 08.10.2023

[email protected].

Okumaya devam et

Erden Armağan Er

ÖDEMELER DENGESİ KRİZİ VE MORATORYUM YAŞANIR MI?

Yayınlanma:

|

Ödemeler Dengesi Ne Demek?

Bir ülkenin dış alemden almış olduğu mal ve hizmetler karşılığı yaptığı ödemeler (ithalat, turizm, navlun v.s.) ile dış aleme yapılan  mal ve hizmet satışlarından elde edilen gelirlerin muhasebeleştirilmesi sonucu ortaya çıkan dengeye “Ödemeler Dengesi” denir. Bu denge birincisi lehine ( ithalat, turizm giderleri, navlun giderleri) fazla veriyorsa “Cari Açık” (Türkiye de olduğu gibi), ikincisi yani yurtdışından elde edilen gelirlerin yurtdışına yapılan ödemelerden fazla olması durumunda ise “Cari Fazla” olarak tanımlanmaktadır. Adından da anlaşılacağı üzere, Ödemeler Dengesi bir eşitliktir ve eğer bir dengesizlik söz konusuysa ki cari açık bir dengesizlik durumudur; uluslararası muhasebe standartları gereği bu dengesizlik mutlaka giderilmek zorundadır. Söz konusu dengesizliğin giderilebilmesi için cari açık veren ülkenin çeşitli alternatifleri mevcuttur.

1) Dış Borçlanma (Hükümetlerarası ya da IMF DB gibi)

2) Portföy Yatırımları( Uluslararası Finans Piyasalarından borçlanma gibi)

3) Doğrudan Yatırımlar. (Yabancı sermayenin fabrika vb yatırım yapması)

Bir ülkenin Ödemeler Dengesi Krizi yaşaması için ilk şart “Cari Açık” veren bir ülke olması, ikinci şart da cari açığı finanse edememesidir. Bir ülkenin genellikle bir ödemeler dengesi krizi yaşaması olasılığının yükselmesi için cari açık miktarının GSYH’nın %5-5,5 seviyesini aşması beklenir. Bu durumda ilgili ülkenin olası bir ödemeler dengesi krizi riski yükseleceği için borç verenler ya daha yüksek faizle borç verecektir ya da borç vermekten imtina edeceklerdir. Dışardan borçlanma gerçekleştirilemezse finansman (2019 yılından bu yana olduğu gibi), MB rezervlerinden karşılanacaktır. Bu durum, serbest döviz kuru uygulanan ekonomilerde hızla rezerv kaybına neden olacak ve ulusal paranın değer kaybı hızlanacaktır. Cari açık üreten ekonomik yapı değişmediği ve mevcut para politikalarından geri dönüş sağlanmadığı takdirde ödemeler dengesi krizi yaşanma riski hızla yükselecektir. Dolayısıyla Türkiye gibi kronik “cari açık” veren ülkeler için bir ödemeler dengesi krizi yaşanması riski her zaman vardır. Yaşanmaması izlenecek olan doğru  para ve maliye politikalarına bağlıdır.

Temel Dış Ticaret Göstergeleri (Milyon Dolar)

Kaynak: SBB(Strateji ve Bütçe Başkanlığı)

Tablodan da görüleceği üzere son 12 aylık Cari Açık 56,5 milyar USD seviyesindedir. 2023 Yılı GSYH’nın 850 milyar USD olacağı tahmin edilecek olursa, CariAçık/GSYİH oranının %6-6,5 seviyelerinde olması muhtemeldir.

Türkiye’nin Cari Açık Problemi ve Para Politikası

Herkesin malumu olduğu üzere ülkemizin ekonomik yapısı cari açık üretir ve biz de her yıl bu cari açığı dış finansmanla kapatırız. İşin püf noktası şu ki, dış finansmanı çekmek için doğru para politikası izlemek elzemdir. Son 5 yıldır olduğu gibi epistemolojik kopuşlarla savrulan bir para politikası ile faiz düşük tutulacak olursa, enflasyon patlatılır ,döviz kuru fırlar, döviz kurlarını tutabilmek için rezervler harcanır; o da yetmediğinde ‘makro ihtiyati tedbir‘ adı altında kumanda ekonomilerinde olduğu gibi uygulamalar getirilir. Kısacası bir ekonomide ulusal paranın fiyatını belirleyen “faiz” yanlış yerde belirlendiğinde neler olabilecekse hepsi olur ve ekonomi batar. Aslında bu işin teorisi yaklaşık 300 yıl içerisinde yazılmış olmakla birlikte, nedense bizim”EKONOMİST”lerimiz olacakları bizzat görmek isteyecek kadar ekonomist olduklarından olsa gerek, son 5 yıldır halkımızın %90’ı fakirleşmesine göz yummuştur.

İşin garip tarafı aynı halk, kendisini fakirleştiren partiyi ve yönetimini tekrar iş başına getirmiştir. Sosyo-politik tartışmalar  bir yana, bu tercih dahi göstermektedir ki, Türk Halkı yöneticisinden en fakir bireyine kadar rasyonaliteden kopmuş durumdadır. Hatta durum daha traji-komik bir hal almış, irrasyonel davranan Türk Halkı, yeniden seçtiği iktidar partisinden rasyonaliteye geri dönmesini ekonomide güvenin yeniden tesisini istemiştir.Bu nedenle “piyasa dostu” bir isim olan Sn Mehmet Şimşek “ekonomi” nin başına getirilmiş ve görevi devralırken sarf ettiği cümle ise; “Türkiye’nin artık rasyonel politikalara dönmekten başka çaresi kalmamıştır” olmuştur. Ancak durum o kadar vahimdir ki, seçimin ardından 3 ay geçmesine karşın atılan Heterodoks(!) Politika adımlarından bir türlü geri adım atılamamaktadır. Faizi yükseltmekle başlanacak adımlar bir türlü atılmamakta, zaman geçtikçe önlem alma şansı iyiden iyiye yitirilmektedir.

Belli ki iktidar CB’nın kendisine seçim kazandıran taktiğini yerel seçimlere kadar sürdürmek istemektedir. Lakin bu arzu dışarıdan (Batı Piyasaları ya da Körfez Ülkeleri) döviz girişi olmadıkça (olmadığı gözleniyor ve olmayacak da) ekonominin saplandığı bataktan kurtulma şansını da yok etmektedir. Haydi diyelim ki, bu politikalar ile yerel seçime kadar ulaşıldı. Sonrasında ne olacak dersiniz? “TUFAN”… Kaçınılmaz olarak… Sertleşen iktidar, bireysel tasarrufların kullanımının sınırlandırılmasına kadar varabilecek önlemler alabilir mi dersiniz? Herkesin malumu olduğu üzere “Hissedilen Enflasyon” üç haneli rakamlara ulaşmış durumdadır. Aynı tablo resmi enflasyona da yansıyacaktır. TL’nin değerindeki kaybın da doğal olarak  üç haneli olması muhtemeldir. Kur Korumalı Mevduatta bekleyen bugünkü kurdan yaklaşık 124 milyar doları da yabancı para mevduattan saydığımızda, TL’nin toplam tasarruflar içindeki payı %32’dir. Bu durum ülkenin ulusal parasına güvenin ne kadar düşük olduğunu gösterir. Dolayısıyla hükümete güvenin de. Ama buna rağmen yine de ekonomiyi bu hükümetin düzeltebileceğini ummaktadır.

Sonuç olarak, mevcut Ortodoks politikalardan epistemolojik bir kopuşla heterodoks politikalara yönelen Türkiye Cumhuriyeti Ekonomisini daha da fakirleştirecek bir süreç bizi bekliyor. Turizmden beklenen gelir de yaz dönemi boyunca TCMB’nın döviz satışı yapmasına mani olamadıysa sonbahar ayları ile dış ticaret açığının ve cari açığın büyümeye devam etmesi ile birlikte yeniden bir döviz kuru kaynaklı olmak kaydıyla ama bu kez  “Ödemeler Dengesi Krizi” yaşanması riskini de oldukça yükselmiş görünmektedir.

Sonu moratoryuma kadar varabilecek gelişmelere hazırlıklı olmak lazım olduğu açıktır.

Türkiye Moratoryum İlan Eder Mi?

Moratoryum demişken, iç ve dış borçlarını ödeyemeyen ülkelerin düştüğü durumu kastediyoruz elbette. Genellikle CDS (Credit Default Swap) Risk Primi 300 Baz puanın üzerinde seyreden ülkelerin moratoryum ilan etmeleri daha olası kabul edilmektedir. Türkiye’nin de uzun zamandır 400 baz puanın üzerinde seyreden CDS’lerinin ülkeyi moratoryumun eşiğine getirdiği aşikardır. Seçimden önce bir ara 700 baz puana kadar çıktığını da hatırlatalım. Peki Türkiye bir borç ödeyememe durumu ile karşılaşır mı? İç borçlarla ilgili bir risk için şimdilik bir öngörüde bulunmak için erken olsa da, dış borçların ödenmesi konusunda aynı şeyi söylemek pek mümkün görünmemektedir. Kısa Vadede 200 milyar dolar, toplamda da 450 milyar doların üzerinde dış borcu olan ülkemizin olası bir ödemeler dengesi krizinin ardından borç ödeyememe krizine girmesi de kaçınılmaz olabilir. Üstelik yakın zamanda Botaş’ın Rusya’ya  yapması gereken 20 milyar dolar civarındaki doğalgaz borcunun, seçim döneminde ötelenmiş olmasını da göz ardı etmemek lazım gelir. Durum o kadar iç karartıcı cinstendir.

Erden Armağan ER– Ekonomist, 21.08.2023

Okumaya devam et

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

BORSA

KRIPTO PARA PİYASASI

TANITIM

FACEBOOK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKA VİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKA VİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.bankavitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.