Connect with us

Erden Armağan Er

NEREDE O ESKİ REFORMLAR, EKONOMİ PROGRAMLARI

Erden Armağan ER, açıklanan Ekonomi Reform Paketinin ne anlama geldiğini başarı şansının olup olmadığını Hazine deneyimi ile ele aldı.

Yayınlanma:

|

Malumunuz olduğu üzere geçtiğimiz Cuma günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Yeni Ekonomi Reform Paketini” açıkladı. Aslına bakarsanız “paketin içeriğinde ne varmış ne yokmuş diye merak ettim” dersem yalan olur. Zira 19 yıllık bir iktidar döneminin ardından tekrardan çeşitli alanlarda “reform” yapma gereksinimi duyuluyor olmasının pratikte hiçbir anlamı olmadığını düşünüyorum. Demek ki T.C. Tarihinin bu en uzun hükümet etme döneminde ekonomide geldiğimiz nokta, aslında varmak istediğimiz noktanın da gerisinde demektir. Hasıl-ı Kelam havanda epeyce bir su dövmüşüz. Yaklaşık 2 yıla dayanan yazın hayatımda, ekonomide yapılan yanlışlardan, bu yanlışların bizi getirmiş olduğu durumdan, bu durumun sonuçlarından, elde ettiğimiz sonuçlardan nasıl daha iyi sonuçlara varabileceğimize dair  fikirlerden bayağı söz etmiştik. Hukuk, Ekonomi, Maliye, Çevre, Sosyal Haklar, Yatırımlar  gibi bir dizi ana başlık hakkında ben de bir çok ekonomist  de yazıp çizip durduk. Bu güne kadar “Ekonomimiz Uçuyor”, “Şahlanıyor”, “Kriz Mriz Yok” mealinden işittiğimiz cümlelerin ardından hükümetten kimi alanlarda “Reform!!!” adı altında bir takım adımların atılmaya çalışılıyor olması da  bu anlamda trajikomik bir ironi olsa gerek.

Yeni Türkiye’nin Reform Programları

Eskiden Türkiye’de, çeşitli alanlarda her hangi bir reform yapılacağı zaman, ilgili bakan ve bürokratlar  uzunca bir süre çalışır bir çerçeve program hazırlar, sonrasında çeşitli sivil toplum örgütleri ile toplantılar yapar ve nihayetinde bakan çıkar geniş katılımlı soru-cevaplı bir basın toplantısı ile kamuoyuna bilgi verirdi. Sonrasında bu programlar  bir süre tartışılır bir müddet sonra da uygulamaya geçtikten sonra neticelerin istenildiği gibi olup olmadığı, değilse nerede eksikler bulunduğu değerlendirilirdi. Elbette eskiden iyiydi şimdi kötü gibi bir değerlendirmede bulunmuyorum. Zira eskiden de bir çok reform programı laf kalabalığından ibaretti, hatta belki çerçeve olarak çok iyi olsa da, uygulamada yaşanan aksaklıklar nedeniyle çoğu zaman başarısız oluyordu. Çünkü reform demek bir çok alanda mevcut düzenden nemalanan kesimlerin çıkarlarının bozulması demektir. Haliyle bu kesimler de  “düzenlerinin” bozulmasından hoşnut olmayacakları için, sürekli yeni adımları baltalamaya çalışmakta çeşitli kanallardan hükümete ulaşarak programı akamete uğratmaktaydı.

Sunum teknikleri değiştirmek ile reform olmaz

Özellikle ekonomi ile ilgili program açıklanacağı zaman, biz bankacılar bütün işlemlerimizi durdurur, bakanın açıklamalarına odaklanır, satır aralarından işimize yarayacak sonuçlar elde etmeye çalışır, o an için bir fırsat çıkmışsa, dönüp piyasada bunu fiyatlamaya başlardık. Her ne kadar sonunda sulandırılacak da olsa, ciddi ekonomik kararlar içeren bu programlar, çok değerli ve tecrübeli  TCMB, Hazine ve Maliye bürokratlarının hesaplamalarına dayanırdı. Başlarında da bu programı layıkıyla sunabilecek ekonomi teorisine hakim bir bakan olurdu. Bu gelenek, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gelene dek böyle işledi. Bizler de eski alışkanlıklarımıza dayanarak, eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak göreve başlayıp sanırım adına da kısaca “YEP” denilen,( daha sonra çeşitli adlar verilerek tekrarlanan) programların sunumlarına kadar böyle davrandık. Fakat ilk sunumun ardından görüldü ki, ne bakan eski bakanlara benziyor, ne de “reform”, “program” eski programlara.

Eskiden uygulamada aksamalar, savsaklamalar yaşansa dahi çerçeve ve amaç nispeten tutarlı iken, artık bunlarda da özensizliğin izlerinin hakim olduğuna şahit oluyoruz. Bu da  haliyle özellikle ekonomide hızla bir güven kaybı yaşanmasına neden oluyor. Güven kaybının yarattığı fiyatlamalar, ekonomi yönetimini alışık olunmayan ve piyasa ekonomisine aykırı önlemler almaya yöneltince de haliyle bütün ipler kopuyor  dengeler alt üst oluyor ve ekonomi daha da yönetilemez duruma geliyor. Vardığımız noktada da hepimiz sonuçlarını bire bir zaten yaşıyoruz biliyorsunuz.

Kuralsızlık hiçbir zaman bu kadar artmadı

Konumuz ekonomi olduğu için anayasa, hukuk, kanun v.s. ye hiç girmiyorum ayrıca uzmanlık alanım da değil. Fakat başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, ( ki faizlerle ilgili iddiasını hepimiz biliyoruz.) Ekonomiye ilişkin bir çok kuralın, kaidenin aksine kararlar alındığını gözlemliyoruz, gözlemledik. Basında ve medyada tüm bu kararların yanlış olduğu, muhtemel sonuçlarının ekonomi için olumsuz olacağı yazılmasına söylenmesine karşın  geri adım atılmadığını da biliyoruz. TCMB’nın bağımsızlığı, faizlerin enflasyonun sonucu değil sebebi olduğu iddiası, kamuda tasarrufa gidilmesi gerektiği, “yap-işlet-devret” projelerinin yüksek maliyetleri, kaynakların inşaat sektörüne ve ithal tüketime yöneltilmesi, tarım ve hayvancılıkta üreticiyi desteklemek ( 2008’de çıkartılan kanuna göre tarımsal destekler GSYH’nın en az %1’i kadar olması gerekli ) bir yana fiyat artışlarını ithalat yoluyla engelleyerek  çiftçilerin üretimden uzaklaştırılması, elektrik ve doğalgaz özelleştirmeleri ile kamu tekellerinin özel tekellere dönüşmesi, rekabeti bozucu uygulamaların artışı, kamunun regülasyon görevini yerine getirmemesi ya da tercihlerini belli sermaye gruplarından yana kullanması, kamu ihale yasasında yapılan sayısını dahi bilmediğimiz değişiklikler, Sayıştay denetimi dışına çıkarılan ve ülkenin var olan hemen bütün varlıklarının içine doldurulduğu “Varlık Fonu”nun ( muhtemeldir ki) verimsiz yönetimi, çevre, sağlık politikaları ve en sonunda “covid-19 salgını” ile mücadelede içinde bulunduğumuz koşullar bilimsellikten, planlamadan uzak günlük kararlar ( Çıkartılan kararnameleri düzeltmek ve değiştirmek için tekrar çıkartılan cumhurbaşkanlığı kararnameleri )  ve daha da ayrıntıya girmeye kalktığımızda içinden çıkamayacağımız kadar çok konuda uygulanan yeniliklerin de bizlere “reform” olarak sunulduğunu  hatırlayınca, açıkçası “insan hakları eylem planı” ve “yeni ekonomi programı” gibi reform adı verilen uygulama planlarını endişe ve tereddütle karşılamak gerektiğini düşünüyorum.

Hayaller Paris Gerçekler Cidde’nin gerisi….

2013 Yılında ilan edilen ve “2023 yılında yılda 500 milyar dolar ihracat, dünyanın ilk 10 ekonomisi içinde yer almak, 25 bin dolar kişi başı milli gelir” gibi rakamlara ulaşmayı hedefleyen Kalkınma Planını anımsayıp, bu gün Cumhuriyetimizin 100. Yılına 2 yıl kala bırakın sözü edilen hedeflere ulaşmayı, kişi başı milli gelirde 2013 yılının dahi gerisine( 2013 gerçekleşen 12,480 dolar  2020 gerçekleşen 8,599 dolar Kaynak: TÜİK) inerek daha da fakirleştiğimize dikkat çekmek isterim. 2023’e iki kala ilk 10 ekonomiden biri olmak yerine 2020 sonunda Suudi Arabistan’ın bile gerisine 19. sıraya (2001 Krizi sonrasında 17. Büyük Ekonomiye sahiptik ) düşmüşüz,  IMF 2021 Yılı tahminlerine göre de 20. sıradaki İsviçre ile yer değiştirerek 20. sıraya inmemiz beklenmekte. Yine 2023’de 500 Milyar dolar olması hedeflenen ihracatımızın da iki yıl kala sadece 150-170 Milyar dolar düzeyine sıkışıp kaldığını unutmayalım.  Sıralamada yükseldiğimiz, başarılı olduğumuz bir alan yok mu elbette var, Dünyanın En Yüksek Enflasyonuna sahip 15. Ülkesiyiz!! mesela. Fakat rekabet ettiğimiz hiçbir gelişmiş ya da gelişmekte olan bir ülke bu listede yukarılarda değil maalesef. Avrupa’nın en düşük “asgari ücretinden” birisi bizim ülkemizde, neredeyse ortalama ücretlerin yarısı asgari ücretten oluşmakta. Ya da “Pandemi” sırasında vatandaşlarına doğrudan gelir desteğinde bulunan ülkeler arasında GSYH’nın %1,1’i kadar destekle, fakir ülkelerin (ortalama desteği %2,2) bile gerisinde kaldığımızı söyleyebiliriz. Üstelik bütün dünya ülkelerinde ekonomik daralma yaşanırken biz %1,8 büyümeyi de başardık.

 Ekonomide Reform Planını Cumhurbaşkanı sunar mı?

Eski Türkiye’de( bu arada yeri gelmişken açıklayayım, eski ve yeni Türkiye kavramları bana ait değil, açıkçası kullanmaktan da hiç hoşnut değilim, ancak mevcut iktidar tarafından sıklıkla dile getirildiği için karşılaştırma yapmak açısından kullanmak elzem oldu ), bırakın Cumhurbaşkanlarının ekonomik program açıklamasını, Başbakanlar dahi  ekonomik konularda bakanı olmadan herhangi bir açıklama yapmazlardı. Eski Parlamenter Sistemde Cumhurbaşkanı her ne kadar oldukça geniş yetkilere sahip olsa da, ekonomik konularda neredeyse görüş dahi belirtmezlerdi. Başbakanlar ise icra makamı olmanın sorumluluğunu taşımanın dışında, ekonomiye dair özellikle teknik konularda açıklama yapmaz, yapacaksa da yanlarına Ekonomi Yönetimine dahil bakan ve bürokratlar olmadan basının karşısına çıkmazlardı. Yeni Türkiye’de ise durum artık tam tersine dönmüş vaziyettedir. Tam bir “One Man Show” söz konusudur. Yeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yapısı gereği tüm yetkiler Cumhurbaşkanı’nda toplanmış, haliyle siyasi sorumluluk gereği de her türlü sevap da günah da Cumhurbaşkanı’na yüklenmiştir. Konunun uzmanı olsa da olmasa da her türlü “Reform” açıklaması Cumhurbaşkanı tarafından yapılmaktadır.

Mümkünse artık Reform yapmayalım

Yıllar itibarı ile vardığımız noktada  ekonomimiz son 8 yılda 3 basamak gerilemiş, kişi başına gelirimiz 3,881 dolar azalmış, işsizlik rakamlarımız Cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeyine ulaşmış, hayat pahalılığı dayanılmaz boyutlara gelmiş durumdadır. Son 19 yılda yaptığımız ekonomik ve siyasi reformların bizi daha büyük bir ekonomiye ve daha müreffeh bir gelir seviyesine ulaştırması beklenirken tam tersi bir durum gelişmiş gözükmektedir. Demek ki “reforme” edelim derken bir çok şeyi “deforme” etmeyi başarmışız. Kanımca sahip olduğumuz zihniyeti değiştirmedikçe de, varmayı arzu ettiğimiz hedeflere asla ulaşamayacağız. Zihniyet Değişimi ise, elbette aynı kişilerle ve kadrolarla mümkün olamaz.

Bu bakımdan,  her hangi bir alanda “Reform” yapılacağı sözünü duymak açıkçası bende ciddi tereddüt ve endişe uyandırmakta. Yazdıklarımın aksi söz konusu ve benim bundan haberim yoksa elbette haklı sayılmayı arzu etmem. Lakin Görünen Köy de Kılavuz istemiyor ne yazık ki.

Erden Armağan ER – 16.03.2021 erdener1970gmail.com

Erden Armağan Er

ÖDEMELER DENGESİ KRİZİ VE MORATORYUM YAŞANIR MI?

Yayınlanma:

|

Ödemeler Dengesi Ne Demek?

Bir ülkenin dış alemden almış olduğu mal ve hizmetler karşılığı yaptığı ödemeler (ithalat, turizm, navlun v.s.) ile dış aleme yapılan  mal ve hizmet satışlarından elde edilen gelirlerin muhasebeleştirilmesi sonucu ortaya çıkan dengeye “Ödemeler Dengesi” denir. Bu denge birincisi lehine ( ithalat, turizm giderleri, navlun giderleri) fazla veriyorsa “Cari Açık” (Türkiye de olduğu gibi), ikincisi yani yurtdışından elde edilen gelirlerin yurtdışına yapılan ödemelerden fazla olması durumunda ise “Cari Fazla” olarak tanımlanmaktadır. Adından da anlaşılacağı üzere, Ödemeler Dengesi bir eşitliktir ve eğer bir dengesizlik söz konusuysa ki cari açık bir dengesizlik durumudur; uluslararası muhasebe standartları gereği bu dengesizlik mutlaka giderilmek zorundadır. Söz konusu dengesizliğin giderilebilmesi için cari açık veren ülkenin çeşitli alternatifleri mevcuttur.

1) Dış Borçlanma (Hükümetlerarası ya da IMF DB gibi)

2) Portföy Yatırımları( Uluslararası Finans Piyasalarından borçlanma gibi)

3) Doğrudan Yatırımlar. (Yabancı sermayenin fabrika vb yatırım yapması)

Bir ülkenin Ödemeler Dengesi Krizi yaşaması için ilk şart “Cari Açık” veren bir ülke olması, ikinci şart da cari açığı finanse edememesidir. Bir ülkenin genellikle bir ödemeler dengesi krizi yaşaması olasılığının yükselmesi için cari açık miktarının GSYH’nın %5-5,5 seviyesini aşması beklenir. Bu durumda ilgili ülkenin olası bir ödemeler dengesi krizi riski yükseleceği için borç verenler ya daha yüksek faizle borç verecektir ya da borç vermekten imtina edeceklerdir. Dışardan borçlanma gerçekleştirilemezse finansman (2019 yılından bu yana olduğu gibi), MB rezervlerinden karşılanacaktır. Bu durum, serbest döviz kuru uygulanan ekonomilerde hızla rezerv kaybına neden olacak ve ulusal paranın değer kaybı hızlanacaktır. Cari açık üreten ekonomik yapı değişmediği ve mevcut para politikalarından geri dönüş sağlanmadığı takdirde ödemeler dengesi krizi yaşanma riski hızla yükselecektir. Dolayısıyla Türkiye gibi kronik “cari açık” veren ülkeler için bir ödemeler dengesi krizi yaşanması riski her zaman vardır. Yaşanmaması izlenecek olan doğru  para ve maliye politikalarına bağlıdır.

Temel Dış Ticaret Göstergeleri (Milyon Dolar)

Kaynak: SBB(Strateji ve Bütçe Başkanlığı)

Tablodan da görüleceği üzere son 12 aylık Cari Açık 56,5 milyar USD seviyesindedir. 2023 Yılı GSYH’nın 850 milyar USD olacağı tahmin edilecek olursa, CariAçık/GSYİH oranının %6-6,5 seviyelerinde olması muhtemeldir.

Türkiye’nin Cari Açık Problemi ve Para Politikası

Herkesin malumu olduğu üzere ülkemizin ekonomik yapısı cari açık üretir ve biz de her yıl bu cari açığı dış finansmanla kapatırız. İşin püf noktası şu ki, dış finansmanı çekmek için doğru para politikası izlemek elzemdir. Son 5 yıldır olduğu gibi epistemolojik kopuşlarla savrulan bir para politikası ile faiz düşük tutulacak olursa, enflasyon patlatılır ,döviz kuru fırlar, döviz kurlarını tutabilmek için rezervler harcanır; o da yetmediğinde ‘makro ihtiyati tedbir‘ adı altında kumanda ekonomilerinde olduğu gibi uygulamalar getirilir. Kısacası bir ekonomide ulusal paranın fiyatını belirleyen “faiz” yanlış yerde belirlendiğinde neler olabilecekse hepsi olur ve ekonomi batar. Aslında bu işin teorisi yaklaşık 300 yıl içerisinde yazılmış olmakla birlikte, nedense bizim”EKONOMİST”lerimiz olacakları bizzat görmek isteyecek kadar ekonomist olduklarından olsa gerek, son 5 yıldır halkımızın %90’ı fakirleşmesine göz yummuştur.

İşin garip tarafı aynı halk, kendisini fakirleştiren partiyi ve yönetimini tekrar iş başına getirmiştir. Sosyo-politik tartışmalar  bir yana, bu tercih dahi göstermektedir ki, Türk Halkı yöneticisinden en fakir bireyine kadar rasyonaliteden kopmuş durumdadır. Hatta durum daha traji-komik bir hal almış, irrasyonel davranan Türk Halkı, yeniden seçtiği iktidar partisinden rasyonaliteye geri dönmesini ekonomide güvenin yeniden tesisini istemiştir.Bu nedenle “piyasa dostu” bir isim olan Sn Mehmet Şimşek “ekonomi” nin başına getirilmiş ve görevi devralırken sarf ettiği cümle ise; “Türkiye’nin artık rasyonel politikalara dönmekten başka çaresi kalmamıştır” olmuştur. Ancak durum o kadar vahimdir ki, seçimin ardından 3 ay geçmesine karşın atılan Heterodoks(!) Politika adımlarından bir türlü geri adım atılamamaktadır. Faizi yükseltmekle başlanacak adımlar bir türlü atılmamakta, zaman geçtikçe önlem alma şansı iyiden iyiye yitirilmektedir.

Belli ki iktidar CB’nın kendisine seçim kazandıran taktiğini yerel seçimlere kadar sürdürmek istemektedir. Lakin bu arzu dışarıdan (Batı Piyasaları ya da Körfez Ülkeleri) döviz girişi olmadıkça (olmadığı gözleniyor ve olmayacak da) ekonominin saplandığı bataktan kurtulma şansını da yok etmektedir. Haydi diyelim ki, bu politikalar ile yerel seçime kadar ulaşıldı. Sonrasında ne olacak dersiniz? “TUFAN”… Kaçınılmaz olarak… Sertleşen iktidar, bireysel tasarrufların kullanımının sınırlandırılmasına kadar varabilecek önlemler alabilir mi dersiniz? Herkesin malumu olduğu üzere “Hissedilen Enflasyon” üç haneli rakamlara ulaşmış durumdadır. Aynı tablo resmi enflasyona da yansıyacaktır. TL’nin değerindeki kaybın da doğal olarak  üç haneli olması muhtemeldir. Kur Korumalı Mevduatta bekleyen bugünkü kurdan yaklaşık 124 milyar doları da yabancı para mevduattan saydığımızda, TL’nin toplam tasarruflar içindeki payı %32’dir. Bu durum ülkenin ulusal parasına güvenin ne kadar düşük olduğunu gösterir. Dolayısıyla hükümete güvenin de. Ama buna rağmen yine de ekonomiyi bu hükümetin düzeltebileceğini ummaktadır.

Sonuç olarak, mevcut Ortodoks politikalardan epistemolojik bir kopuşla heterodoks politikalara yönelen Türkiye Cumhuriyeti Ekonomisini daha da fakirleştirecek bir süreç bizi bekliyor. Turizmden beklenen gelir de yaz dönemi boyunca TCMB’nın döviz satışı yapmasına mani olamadıysa sonbahar ayları ile dış ticaret açığının ve cari açığın büyümeye devam etmesi ile birlikte yeniden bir döviz kuru kaynaklı olmak kaydıyla ama bu kez  “Ödemeler Dengesi Krizi” yaşanması riskini de oldukça yükselmiş görünmektedir.

Sonu moratoryuma kadar varabilecek gelişmelere hazırlıklı olmak lazım olduğu açıktır.

Türkiye Moratoryum İlan Eder Mi?

Moratoryum demişken, iç ve dış borçlarını ödeyemeyen ülkelerin düştüğü durumu kastediyoruz elbette. Genellikle CDS (Credit Default Swap) Risk Primi 300 Baz puanın üzerinde seyreden ülkelerin moratoryum ilan etmeleri daha olası kabul edilmektedir. Türkiye’nin de uzun zamandır 400 baz puanın üzerinde seyreden CDS’lerinin ülkeyi moratoryumun eşiğine getirdiği aşikardır. Seçimden önce bir ara 700 baz puana kadar çıktığını da hatırlatalım. Peki Türkiye bir borç ödeyememe durumu ile karşılaşır mı? İç borçlarla ilgili bir risk için şimdilik bir öngörüde bulunmak için erken olsa da, dış borçların ödenmesi konusunda aynı şeyi söylemek pek mümkün görünmemektedir. Kısa Vadede 200 milyar dolar, toplamda da 450 milyar doların üzerinde dış borcu olan ülkemizin olası bir ödemeler dengesi krizinin ardından borç ödeyememe krizine girmesi de kaçınılmaz olabilir. Üstelik yakın zamanda Botaş’ın Rusya’ya  yapması gereken 20 milyar dolar civarındaki doğalgaz borcunun, seçim döneminde ötelenmiş olmasını da göz ardı etmemek lazım gelir. Durum o kadar iç karartıcı cinstendir.

Erden Armağan ER– Ekonomist, 21.08.2023

Okumaya devam et

Erden Armağan Er

HESAP VERİLEBİLİRLİK VE ŞEFFAFLIKTA NEREDEN NEREYE GELDİK?

Yayınlanma:

|

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Türk Hava Kurumu’nun (THK) hesapları incelenmektedir. Başbakan İsmet İnönü ve THK yöneticileri denetim toplantısında 40 krş’luk bir eksik tespit ederler. İsmet İnönü ne yapıp edip o 40 krş’luk açığın tespit edilmesini ister ve Çankaya Köşkü’nde davetli olduğu toplantıya katılmak üzere odadan ayrılır. Atatürk, davete geç kalan ve yüzündeki ifadeden canının sıkkın olduğunu anladığı İnönü’ye gecikmesinin sebebini sorar. Başbakan İnönü de durumu izah eder. Toplantıya katılanlardan bir başkası İnönü’ye hitaben “İlahi Sayın İnönü, 40 krş için canınızı bu kadar sıkmaya değer mi?” deyince, Atatürk araya girer ve der ki; “Sıkılmakta haklısın İsmet, o eksik 40 kuruşu mutlaka bulmak lazım gelir. Zira biz bunun hesabını veremez isek, gün gelir millet bizden bunun hesabını sorar.”

Sevgili okurlar, Sunay Akın’dan alıntıladığımız bu hikayeyi hatırlatmamızın sebebi, aslında bugün yaşadığımız ekonomik sıkıntıların altında yatan nedenlerin en başında gelen “denetimsizlik ve yolsuzluk” konusuna çarpıcı bir örnek verebilmek, 100 yıllık Cumhuriyetimizin kurucu babalarının milletin kör kuruşuna dahi gösterdikleri hassasiyeti hatırlatarak, bugünkü iktidarın hesapsız kitapsız yaptığı harcamaları gözler önüne serebilmek ve bugün yaşadığımız “yoksullaşmanın” gerçek sebeplerini siz okurlara anlatabilmekti amacımız  hiç kuşkusuz.

Aşağıdaki grafikte Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün ülkeler için yayınladığı yolsuzluk sıralaması yer almaktadır. Dünyadaki 180 ülkenin sıralandığı listede, Türkiye özellikle 2018 yılından bu yana sürekli yükselmekte görünüyor. Elbette listedeki yükseliş eğilimi yolsuzluğun arttığını ve şeffaflığın ortadan kalktığını ifade ediyor. Bu arada grafik 2021 yılına ait ve 2023 verilerine göre Türkiye’nin 180 ülke arasında 101.sıraya gerilediğini de belirtelim.

Önceki yazılarımızı takip eden okurlar hatırlayacaktır. Genel olarak Türk ekonomisine dair atılması gereken adımlardan bahsederken sürekli bir “Zihniyet Değişimi”nden “Yapısal Reformlar”dan sıklıkla bahsetmiştik. Bugün yaşadığımız ekonomik sıkıntılar, atmadığımız o değişim ve reform adımlarından kaynaklanmaktadır. Ekonomik büyüklüğümüz (GDP-GSYH) yaklaşık 800 milyar $ kadardır. Bu ölçek her ne kadar büyük sayılabilecek bir tutarı ifade etse de, 85 milyonluk nüfusumuzu ve yaklaşık 10-12 milyon arası sığınmacı-göçmen sayısını da hesaba kattığımızda bundan 20 yıl önce kıyaslanmaktan dahi zul addedeceğimiz Endonezya, Malezya, S.Arabistan gibi ülkelerin gerisinde kaldığını da önemle belirtmek gerekmektedir..

DÜNYA SEFALET ENDEKSİ

Ekonomi profesörü Steve Hanke 2022 yılı için Sefalet Endeksi listesini yayımladı. Euronews Türkçe’nin haberine göre ülkeleri ekonomik koşullarına göre değerlendiren Hanke’nin endeksine göre, 2022’de dünyanın ‘en sefil’ ülkesi 414,7 puanla Zimbabve oldu.

157 ülkenin yer aldığı bu listede Türkiye, 2022’de sefaletin en yüksek olduğu 10’uncu ülke olarak sıralandı. Türkiye’nin sefalet endeksi 101,601 olarak hesaplandı.”

Görüldüğü üzere, ülkelerin enflasyon oranları ve işsizlik rakamları baz alınarak hesaplanan “Sefalet Endeksi”nde de Türkiye’nin konumu pek iftihar edilecek seviyelerde değil. Üstelik bu hesaplamaların, istatistiklerine güven duyulmayan TÜİK’in  verileri esas alınarak yapıldığı dikkate alınacak olursa, her ne kadar dünyanın en “SEFİL” ülke insanları olmasak da, “EN HIZLI FAKİRLEŞEN” ülke vatandaşları olduğumuz söylenebilir. Dikkatinizi çekmek isteriz ki bu durum 100 yıllık Cumhuriyet tarihimizde yaşanan en geniş çaplı ve hızlı fakirleşme dönemidir.

Bir Ulus Kendi Sonunu Nasıl Getirebilir?

Hepiniz duymuşuzdur ya da biliyoruzdur, “Benim memurum işini bilir.”,”Bal tutan parmağını yalar”, “Devletin Malı deniz yemeyen domuz”,”Çalıyor ama Çalışıyorlar” gibi veciz ya da “atasözleri”miz oldukça meşhurdur. Şark Kurnazı açıkgözlüğü ile söylenegeldiğini tahmin ettiğimiz bu sözler, bir toplumda yaygınlaşmış ise, mutlaka o toplumda “yozlaşma, rüşvet, kayırmacılık, gelir adaletsizliği, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma” gibi kavramlardan sıkça söz etmek mümkün hale gelmiş demektir. Nitekim ülkemiz Kara Para ile Mücadele ve Terörün Finansmanı çerçevesinde oluşturulan Uluslararası Mali Eylem Gücü tarafından, “GRİ LİSTE”ye alınmış durumdadır. Aklınıza “Kara Para” nedir gibi bir soru gelmiş olabilir, hemen belirtelim ki, Kara Para, konusu suç teşkil eden faaliyetler sonucu elde edilmiş olan tüm gelirlerdir. Tek tek saymaya gerek olmadan, bu gelir türlerinde Türkiye, yakın izlemeye alınmış ve devamı halinde her an “KARA LİSTE”de yer alabilecek ülkelerden olarak sayılmıştır.

Bağımsız ve Tarafsız Yargıya Duyulan İhtiyaç

Bağımsız olması gereken Yargı’nın denetim altına alınması ile görevini yapması engellendiği takdirde, “GÜCÜ” yani iktidarı elinde bulunduranlar, aldıkları her türlü kararın denetlenmesine mani olarak kendilerine ya da yandaşlarına menfaat sağlamaya başlamışlar ise  ve bu yaklaşımı 20 yıldan fazla bir süredir sistematik hale getirmişlerse, bu takdirde literatürde “GÜÇ ZEHİRLENMESİ” olarak adlandırılan ve sonuçları toplumun genelinin aleyhine olan sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Bu sonuçlardan en önemlileri de başta gelir eşitsizliği ve fakirliktir.

2002 Yılından bu yana gerçekleşen süreçte ve özellikle de 2018 yılındaki rejim değişikliğinin ardından çok hızlı bir “SERVET TRANSFERİ” hepinizin bildiği yaşadığı bir gerçekliktir. Sandıktan çıkan “çoğunluk” oylarına indirgenen demokratik hayatımız, anayasanın,yasaların, her ne kadar denetim altına alındığını söylediğimiz yargının istisnai de olsa toplum yararına olan kararlarının uygulanmaması, devletin bürokrat ve kolluk güçlerinin yaşanan hukuksuzluklara eylemleri ile iştirak etmesi, yaşadığımız hızlı fakirleşme ve gelir eşitsizliğine hizmet etmektedir. Başta TÜİK olmak üzere TCMB, Kamu Bankaları, Hazine ve Maliye Bakanlığı ve daha bir çok kurumumuz bahis konusu servet transferi doğrultusunda hareket etmekte ve toplumda birkaç cılız tepki dışında ses çıkmamaktadır. İtiraz etmeye cüret edenler devlet gücü kullanılarak sindirilmeye ve susturulmaya çalışılmaktadır.

Yaşadığımız süreci ve olayları iki futbol takımı arasındaki mücadele gibi tasavvur edecek olursak eğer; bir takım sahaya her ne olursa olsun kazandırılmak üzere çıkmış ve maçın sonucunda galip ilan edileceği garantisi kendisine verilmiş gibi düşünebilirsiniz. Kaybetme olasılığının “sıfır” olduğunu bilen, ama yetenekleri, takım disiplini olmayan toplama bir kadro, karşısında mükemmel futbol oynayan, oyuncuları tek tek ve takım halinde pırıl pırıl parlayan bir kadroya karşı, her türlü faulü, çirkefliği, hatalı hakem kararlarını da arkasına alarak oynuyor ve 90 dk sonunda galip ilan edilerek Avrupa’ya gitmeye hak kazanıyor.

Velhasıl-ı Kelam, uzun uzadıya bahsettiğimiz nedenlerle, Türkiye Cumhuriyeti Ekonomisi ve toplum yapısı göz göre göre, yapılan bariz hatalara, yanlışlara rağmen seçimi kazanan “TEK ADAM” tarafından atanan hükümet eliyle hızla bir “Ödemeler Dengesi Krizi”ne doğru sürüklenmektedir. Üstelik, bu kriz yaklaşırken öncekilerden çok farklı olarak, demografik yapımız, ahlak anlayışımız gibi bir çok değerlerimiz erozyona uğratılarak gerçekleşiyor. Kimi ismi bilindik yandaş grupların vergileri siliniyor, rekabete dayanmayan maliyetinin çok çok üzerinde ballı ihaleler onlara adeta hediye ediliyor, TÜİK eliyle açıkça ve kasıtlı olarak yanlış ölçüldüğü belli fiyat artış rakamları baz alınarak, işçi, memur, emekli, dul-yetim gibi dar gelirli kesimlerin gelirleri gerçek enflasyonun altında bırakılarak bırakın yoksulluk sınırını açlık sınırının dahi altına itiliyor. Buna mukabil, kamuda tasarrufun esamesi okunmazken, başta Diyanet olmak üzere, CB’na neredeyse sonsuz denilebilecek harcama yetkisi tanınıyor, görevi itiraz etmek olan muhalefet ise kendi arasında tutuştuğu koltuk kavgaları ile meşgul vaziyette, toplumun umutsuzluğu ve çaresizliğine adeta benzin döküyor.

Toplumumuz, milletimiz, siyasetçilerin elbirliği ile bize biçtikleri “fakirlik” elbisesini mutlaka yırtıp bir kenara atmak zorundadır. Bu mesuliyet bize geleceği emanet edeceğimiz çocuklarımızdan aldığımız emanettir.

İsterseniz sözlerimize Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyetta’nın sözleri ile bitirelim: “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde ise bizim topraklarımız vardı”. Sanırız kast ettiğimiz ironik teşbihi açıklamamıza gerek yoktur. Kalın Sağlıcakla…

Erden Armağan ER – Ekonomist  08.08.2023

Okumaya devam et

Erden Armağan Er

HAYALLER VE GERÇEKLER

Yayınlanma:

|

Sevgili okurlar, sizlerle uzun bir aradan sonra tekrar birlikteyiz.

14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin ardından toplumda ve de özellikle muhalif kesimde çok büyük bir travma yaşandığı aşikar. 20 yıllık AKP iktidarının getirmiş olduğu yılgınlık ve bıkkınlık  içinde bulunduğumuz toplum kesimlerinde önemli şekilde belirgindi ve seçimler değişim heyecanıyla birlikte bir umut yaratmıştı. Ancak hepimizin şahit olduğu gibi bu umutlar tam anlamıyla bir travmaya dönüşmüş durumda. Belki konuya direkt siyasetle girmiş olmamız bir miktar yadırgatıcı olsa da açıkçası belirtmek gerekir ki çok uzunca bir süredir siyasete değinmeden ne ekonomi, ne sanat, ne sosyoloji, ne psikoloji, ne sağlık, ne eğitim ve de aklınıza ne gelirse tartışmak ve analiz yapmak mümkün olmamaktadır. Her ne kadar adına “DEMOKRASİ” desek de bu yönetim biçimi ve rejim, günlük yaşantımızda siyaset konuşmaksızın herhangi bir konuyu rasyonel zeminde tartışmamızın önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Aslına bakarsanız yazılarımıza uzunca bir süre ara vermemizin asıl sebebi de budur. Lakin seçimlerin hemen akabinde edindiğimiz izlenim ve topluma sunulan ya da dayatılan bakış açısı “yazmama” yönündeki tutumumuzu gözden geçirmeyi gerekli kıldı.

Alışık olunduğu üzere “ekonomi ve piyasalar” minvalinde yazılar kaleme almamızı beklediğinizi az çok tahmin edebiliyoruz. Uzmanlığımız gereği bu konular hakkındaki geleceğe dair tahminler ve olası fırsatlara ilişkin öngörüleri aktarmamızı umduğunuzu da anlayabiliyoruz. Ancak içinden geçmekte olduğumuz süreç kişisel kazançlarımızı düşünebileceğimizden çok başka mecralara savrulduğundan beri ekonomiyi, piyasaları ve olası kayıp kazançlarımızı yazmak açıkçası tercih edeceğimiz bir husus olmaktan çıkmış durumda. Zira, mevcut ekonomik yapıda “rasyonel beklentiler” hipotezine uygun, ekonomi literatürünün gerektirdiği ayakları yere basan sağlıklı analizler yapmanın en ufak bir mantığı ve yararı bulunmadığı kanaatine sahibiz. Dolayısıyla nosyonumuz gereği yapacağımız analizlerin açıkçası çok da sağlıklı olacağından şüpheliyiz. Çünkü son 5 yıl ve özellikle son 3 yıldan bu yana uygulanan gerek para politikası uygulamaları, gerekse de seçimden bu yana gözlemlediğimiz maliye politikası uygulamaları bizlere ekonomi okumaları yaparken bambaşka bir perspektiften bakmayı zorunlu kılmaktadır. Kısaca denilebilir ki, irrasyonel ekonomi politikalarını rasyonel biçimde yorumlamanın bilindik ezberlerle yapılabilmesi mümkün değildir. Bugün bir çok piyasa ekonomistinin içine düştüğü açmaz budur. Hatta bu açmaz öylesine trajikomik bir hal almış durumda ki, muhalif ve eleştirel olduğunu bildiğimiz bir çok ekonomist de daha şimdiden (özellikle de yeni atama kararları ile) amiyane tabirle iktidara “yanlama” manevralarına başlamış görünmektedir. Anayasa ve yasaların çiğnendiği, düzenleyici kurum ve kuruluşların asli görevlerini yerine getirmek yerine hükümetin çıkarlarına yönelik günübirlik kararlarını uyguladığı, iktidara yakın sermaye sahiplerinin kayırıldığı, kamunun yönetimindeki şirketlerin doğru yönetilmediği ve kaynak transferlerinin adil dağıtılmadığı bir ülkede hangi yatırımdan para kazanılabileceğini öngörmek falcılıktan öte bir anlam taşımamaktadır. Bahsettiğimiz gerekçelerle ülkeye yabancı girişinin de olmaması gayet normal olarak algılanmalıdır. Halkının yüksek enflasyon nedeniyle güven duymadığı bir para birimine “yabancı” yatırımcıların güven duymasını beklemek nasıl mümkün olabilir?

Öncelikle şu hususu baştan belirtmeliyiz; her ne kadar akademisyen olmasak da, akademik etik kurallarına bağlılığımız pek çok akademisyen olduğunu iddia eden iktisatçılardan çok daha ileri düzeydedir. Her ne kadar uzmanlık alanı dışında yazmayı ve fikir beyan etmeyi onaylamasak da, günümüz Türkiye’sinde hukuçu(!)ların ekonomi, güvenlikçi(!)lerin Hukuk tartışmalarına adeta uzman gibi davranarak TV’lerde boy gösteriyor olmalarından şikayet etsek de, en azından kendi ahlak anlayışımız çerçevesinde kalmak şartıyla bazı farklı alanlarda da fikir zikretmenin şart olduğunu düşünmekteyiz.

Biliyoruz ki; aslında okumayı umduğunuz konulardan çok başka başka şeylerden bahsediyoruz. Evet günümüzde zaman çok önemli, edinilecek bir bilgi varsa en kısa yoldan elde edilmeli ve yenisinin peşine düşülmeli, haklısınız. Lakin yazının başlarında da belirttiğimiz gibi, eski ezbelerden kurtulmak ve yeni paradigmanın şifrelerini çözebilmek için bu ilk yazının giriş kısmını bir miktar uzun tutmamız bir mecburiyetti.

Hayaller ve Umutlar

Seçim öncesini şöyle bir hayal edelim. Muhalefet başta CHP ve 6’lı masanın diğer üyeleri hep birlikte 1,5 yıla yaklaşan bir süre görüştüler ve hükümet programı sayılabilecek ve 2400 küsur maddeden oluşan bir metne imza attılar. Aslına bakarsanız demokratik olarak işletilmesi gereken bir süreci yönetiyorlarmış gibi yaptılar. Toplumdaki değişim arzusu öylesine yüksekti ki, attıkları en ufak bir yanlış adım o adımı geri almalarına yol açıyordu. Arkalarındaki rüzgarı ve umudu yanlışı ile doğrusu ile seçim sandığına kadar taşıdılar. Her ne oldu ise aynı 2018’deki gibi hayaller, umutlar yerle bir oldu. Burada aday tartışmasına hiç girmeden, “şu olsaydı bu olurdu” gibi anlamsız bir didişmenin faydalı olmadığını düşünerek söylemeliyim ki, aday bir başkası da olsaydı sonuç değişmeyecekti. Çünkü kurgu böyle gerektiriyordu. Böyle düşünmemize sebep olan nedenler aslında ayan beyan ortada, ekonomik koşullar ülke gündemi vs. Seçimden bir ay öncesine kadar neredeyse tüm anket şirketleri şimdiki Cumhurbaşkanına şans tanımazken nasıl oldu da yeniden kazanabildi, bileniniz var mı?

Tahminimiz odur ki; mevcut sermaye düzeninin değişmesine ve gücü elinde bulunduranların tasfiyesine yol açacak peşinden de büyük karışıklıkların çıkması olasılığına karşı bir ‘görünmez el’ sandığa girdi ve sonuçlar istenildiği gibi çıktı. Şimdi bir çok itirazların geldiğini duyar gibiyiz. ”Nasıl olur, öyle şey mi olur? vs vs”. Klasik iktisadı yani liberal iktisadi ekolü savunanlar (ki çoğu tüm dünyada sağ ve muhafazakar kesimlerden oluşur) hepsi “Piyasanın görünmez eli”nin her şeyi düzelteceğine inanır da başka görünmez bir elin seçim sonuçlarına müdahale edebileceğine inanmaz. Kendilerindeki bu ironik tezatı açıklamaya da hiçbir zaman tenezzül etmezler her nedense.

Özet olarak; çalışanların, emeklilerin, işsizlerin yani geniş halk kesimlerinin fakirleştiği; orta gelir düzeyinin yok olduğu son 5 yılın ekonomi uygulamalarına rağmen, eğitimde, sağlıkta, dış politikada yaşanan çöküşe rağmen, sosyolojik yapının değiştiği sınırlarımızın adeta yolgeçen hanına dönüp 15 milyon ne idüğü belirsiz göçmene rağmen gerçekleşen normal! Adil! Demokratik!  Seçimlerle mevcut Cumhurbaşkanı anayasanın açık hükmüne rağmen aday olmaması gerekirken 3. kez seçilebildi. Üstelik bu Cumhurbaşkanı ekonomiyi yönetsin diyerek bir dönem bazı suçlamalarda bulunduğu Mehmet Şimşek’i göreve getirdi, o da “Artık rasyonel politikalara dönmenin zamanı gelmiştir” diyerek bizi yeniden kalkınma ve refah dönemine soktu öyle mi?

Yukarıda saydığımız tüm bu irrasyonel uygulamalar ortada durup dururken, ülkemizin neresinden tutsak elimizde kalan kurumları tüm pespayelikleri ile ortadayken, iktidar halkı vergilerle inim inim inletip, üstüne üstlük yandaşlarını daha da zengin etmek için köylülerin yaşam alanları olan ormanlarına dahi göz dikmişken, ana muhalefeti kendi içinde didişimeye, yavru muhalefeti de “AKP ve MHP bloğuna yanaşalım” türküleri söylemeye başlamışken; bizler, TCMB’na nasıl da liyakatli atamalar gerçekleşti hadi bakalım 2025’e kadar sabredelim lafını, çok iyi ve teknik bir raporla bizlere sundu, TCMB Başkanına bir omuz verelim diyen “piyasa ekonomistlerine” meydanı boş bırakacağız öyle mi?

Saygıdeğer okurlar, bireysel ikbal beklentileri ve  ülkemizi 1980 sonrasında uygulanan “Neo-Liberal” politikalar vasıtasıyla bugünkü duruma getirmişlerdir. Çalışanlar ve dar gelirli vatandaşlar sendikalaşmadığı için, köylüler kooperatifleşmediği için kısaca sivil toplum kuruluşlarımız gelişmediği için bütün bu uygulamaları pervasızca ülkemiz insanına dayatmışlardır. İktidarı ve muhalefeti bu suçları birlikte işlemişlerdir.” Sandıklı otokratik rejim” günden güne ekonomik, kültürel ve sosyolojik her türlü hakkımıza el uzatma cüretini  arttırarak devam ettirmektedir. Görünen o ki, ülkemiz insanı sömürülmeye, köleliğe, müritleştirilmeye alıştırılmaktadır.

2003-2008 yılları arasında yaşanan ekonomideki restorasyon süreci, olumlu ve akılcı politikalarla sürdürülebilse idi, bugün kişi başı milli gelirimiz 25-30 bin $ seviyelerinde olacaktı. Asgari ücret ve emekli maaşları en azından yoksulluk sınırı üzerinde bulunacaktı. Ev ve araba gibi ihtiyaçları gidermek her bir ortalama Türk Vatandaşı için ulaşılabilir bir hedef olacaktı. Binalarımız depreme dayanıklı, şehirlerimiz yaşanabilir, çevre ve doğal varlıklarımız insanımızın mutluluğuna katkı verecek nitelikte olacaktı. Anadolu Toprakları akılcı Tarım Politikaları sayesinde verimli işletilecek, köylümüz elde ettiği ürünlerden sağladığı geliri yüksek olduğu için daha fazla üretecek ve bölgemizde yer alan ülkelerin gıda deposu olacaktık. Tarım ve tarıma dayalı sanayi sayesinde, ihracatımız yükselecek ülkenin cari açık  sorunu azalacak, katma değeri yüksek alanlarda yatırımların teşviki ile inovatif ürünlerle dünya piyasasında daha çok marka yaratabilecek, güçlü ekonominin sağladığı olanaklarla çok daha güçlü bir orduya sahip olabilecek bu sayede de mevcut jeopolitik sorunlarımızı çözmek için sahip olacağımız sert güç (hard power) çok daha etkin kullanılabilecekti.

Bugün ise, fakiriz, sağlık ve ilaca ulaşmak daha zor ve pahalı. Çocuklarımızı gönderebileceğimiz devlet okulları sınırlı kalanlar da kalitesiz. Özel okullar ise ateş pahası fiyatlarda. Sağlık hizmetlerine ulaşmak hem zor hem çok pahalı, ilaca erişim zor. Yüksek enflasyon nedeniyle kiralar arttığı için barınma sorunu büyük, pahalı ve kalitesiz gıdalar nedeniyle beslenme problemimiz büyük. Yüksek vergi artışları ile halk ezilirken kamu harcamalarında en ufak bir azalma yok.Üstelik tüm bu sorunlarımızı aşmaya yönelik ayakları yere basan, istikrar sağlayacak bir ekonomik program da henüz ortada yok.

Ülkemizin ikinci 100 yılına girerken elimize geçirdiğimiz altın değerindeki fırsatı maalesef ki çok çok kötü bir yönetim göstererek kaybettik.

Esen Kalın…

Erden Armağan ER – Ekonomist ([email protected])

Okumaya devam et

KATEGORİ

FARK YARATANLAR

FARK YARATANLAR

ALTIN – DÖVİZ

Altın Fiyatları

KRIPTO PARA PİYASASI

BORSA

TANITIM

FACEBOOK

ABONELIK

Popüler

www bankavitrini com © "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan, BANKAVİTRİNİ'nde yer alan yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. "BANKAVİTRİNİ Portal"da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. www.bankavitrini.com'da yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeleri yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Yatırım danışmanlığı hizmeti, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri, mevduat kabul etmeyen bankalar ile müşteri arasında imzalanacak yatırım danışmanlığı sözleşmesi çerçevesinde sunulmaktadır. Burada yer alan yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler, mali durumunuz ile risk ve getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Yer alan yazılarda herhangi bir yatırım aracı; Hisse Senedi, kripto para biriminin veya dijital varlığın alım veya satımını önermiyor. Bu nedenle sadece burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi, beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. Lütfen transferlerinizin ve işlemlerinizin kendi sorumluluğunuzda olduğunu ve uğrayabileceğiniz herhangi bir kaybın sizin sorumluluğunuzda olduğunu unutmayın. © www.paravitrini.com Copyright © 2020 -UŞAK- Tüm hakları saklıdır. Özgün haber ve makaleler 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu korumasındadır.


Notice: date_default_timezone_set(): Timezone ID 'UTC+3' is invalid in /home/maviatlas/public_html/wp-content/plugins/notice-bar-old/inc/frontend/front-notice-bar.php on line 27